Constitutional Citizenship

Siyasal alanda bir yeni kavramın vücut bulması ve yaygınlık
kazanması, hâlihazırda var olan kavramların sorun çözme yeteneklerinin
aşınmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Eğer acilen çözülmesi gereken bir sorun orta
yerde duruyorsa ve mevcut kavram ve enstrümanlar söz konusu sorunu çözmeye
muktedir değilse, arayışlara girilir, eskisinden farklı araçlarla olaylara
yaklaşılır ve sorunu çözmeye aday yeni kavramlar oluşturulur. “Anayasal
vatandaşlık” kavramı da bu bağlamda değerlendirmek mümkündür. Zira Avrupa’da
gerek ulusal gerek ulus-üstü bazda yaşanan entegrasyon problemleri alışıldık
cumhuriyetçi argümanlarla aşılamayınca bir çözüm perspektifi olarak “anayasal
vatandaşlık” kavramı üretildi.

Kavram Almancadır, aslı “verfassungpartiotismuss”tur ve
“anayasal vatanseverlik” ya da “anayasal yurtseverlik” olarak Türkçe’ye tercüme
edilebilir. Bu kavram, ilk kez Alman siyaset bilimci Dolf Sternberger tarafından
1970’li yılların ilk yarısında Almanya bağlamında kullanıldı. Sternberger’e
göre, “millet” kavramının, Almanya’da ulusal bütünlüğü ve bağlılığı sağlama
imkânı yoktu; çünkü bu kavram hem Nazi geçmişine dair çağrışımlar yaratıyordu,
hem de etnik bir içeriğe sahipti. Yurttaşların devlete sadakatini ve böylelikle
Almanya’nın birliğinin idamesini, ancak ve ancak anayasada belirlenecek olan
temel değerlerin adeta “sivil bir din” gibi halk tarafından benimsenmesi ve bu
değerlere itaat edilmesi temin edebilirdi. Anayasal vatandaşlık düşüncesinin
kendinden bekleneni yerine getirebilmesini Sternberger, birbiriyle bağlantılı
iki koşula bağlıyordu: Biri devlet yönetimine demokratik mekanizmaların hâkim
olmasıydı, diğeri ise demokratik mekanizmalarla işleyen bir devlete karşı halkın
dostane bir yaklaşım sergilemesi zorunluluğuydu.

Sternberger’den yaklaşık çeyrek asır sonra -yine bir Alman
filozof- Jürgen Habermas, anayasal yurttaşlığı geniş kesimlerin nezdinde tanınır
hale getirdi. Habermas bu kavrama AB çatısı altında bütünleşmeye doğru mühim
adımların atıldığı bir zamanda –yani 1990’ların başlarında- yeni bir Avrupa
vatandaşlığının ölçütlerini belirlemek için başvurdu. Habermas; birleşme
sürecine kültürel ve cemaatçi eğilimlerin hâkim olması halinde AB’nin milliyetçi
bir noktaya doğru ilerleyeceğini ve meydana gelecek olan milliyetçi yapılanmanın
Avrupa toplumlarına büyük zararlar vereceğini düşünüyordu. Milliyetçi temaların
baskın çıkmasına mani olmanın yolu da ise AB’yi “yurttaşların Avrupası” olacak
ve farklılıklara saygı duyulacak bir şekilde kurgulamaktan geçiyordu.

Anayasal vatandaşlık önerisi, işte bu farklılıkları tanıyan ve
onların kendilerini geliştirme haklarını güvence altına alan AB kurgusunun
temelinde yatan kavramdı. Buna göre; AB bünyesindeki her ülke bağımsızlığını
devam ettirmekle birlikte, bu ülkelerin vatandaşları Birlik çapında geçerli
olacak bir “anayasal vatandaşlık” hakkına sahip olacaklardı. Mesela bir Almanın
ya da Fransızın kendi milletine mensubiyeti devam edecekti ama bunlar aynı anda
AB’nin anayasal vatandaşı da olacaklardı. Anayasal vatandaşlık, bireylerin
kültürel ve milli kimliklerine bir halel getirmeyecek ve onların kendi
devletlerinin vatandaşlığından kaynaklanan haklarını herhangi bir şekilde
sakatlamayacaktı; bu statüyle sadece siyasal nitelikle sınırlandırılmış bir üst
kimlik oluşacaktı.

Habermas düşüncesinde siyasal değerlerin, kültürel değerlere
nazaran daha makbul addedilmesinin ve öncelenmesinin altında yatan varsayım ise
şuydu: “Farklı geleneklerden, dinlerden, kültürlerden ve ulus-devletlerden gelen
insanlar ve halklar -AB bünyesinde- ortak çıkarlar için geleneksel kimliklerini
göz ardı ederek siyasal ve rasyonel ittifaklar kurabilirler.” Hatta Fransız
filozofu Derrida ile birlikte kaleme aldıkları metinde Habermas bu düşüncesini
bir adım daha ileriye taşıdı ve AB ortak kimliğinin en temel öğesi olarak,
aynılık ve benzerlik üzerine kurulu ulusal kimlikler yerine, “öteki”nin
“ötekiliği”ni kabul eden etik anlayışın kurumsallaşmasının mümkün olduğunu dile
getirdi.

Anayasal vatandaşlık tartışmaları Türkiye bağlamında ele
alındığında, hem Almanya hem de AB için geçerli olan kaygılar belli ölçüde
Türkiye için de geçerliydi. Almanya için temel sorun, geçmişine yüz çevirmek
zorunda kalan bir ulusun sayıları hızla artan göçmenlerle birlikte geleceğe
yönelik siyasal bir ittifak yapması ve anayasal değerler etrafında vatansever
bir yurttaşlar topluluğu (Staatsbürgernation) inşa etmesiydi.

AB açısından da bakıldığında durum çok farklı değildi: Geçmişte
ulusal, kültürel ve dinsel farklılıklar üzerinden birbirlerine karşı düşmanlık
besleyen ulusların, oluşturulmaya çalışılan bir anayasaya ve inşa edilmeye
çalışılan geleceğe doğru sadakati aranmaktaydı. Her iki örnekte de asıl
belirleyici olan nokta, geçmişin farklı çıkarları, savaşları ve çatışmaları
üzerine siyasal birliğin kurulamayacağının altının çizilmesi ve bu nedenle
gelecekteki ortak bir siyasal hedef etrafında yurttaşların birliğinin sağlanmaya
çalışılmasıydı.

Türkiye’ye gelince; Kemalist proje 80 yıllık uygulamanın
sonucunda bazı alanlarda büyük başarılar elde etmişti, fakat hayal ettiği
toplumsal panoramayı, yani milliyetçi ve laikçi umdeler etrafında birleşmiş
yekpare bir toplumu meydana getiremedi. Dünyada farkındalığın artması ve minör
farklılıkların bile haddinden fazla bir önem taşımaya başlaması, kaçınılmaz
olarak Türkiye’yi de etkiledi. Başta Kürtler, Aleviler, Ermeniler ve başörtüsü
sorunu nedeniyle mağdur olan İslami kesimler olmak üzere çeşitli gruplar,
Cumhuriyet’in hâkim kodları Müslümanlık, laiklik ve Türklük olan vatandaşlık
anlayışına sert bir şekilde itiraz etmeye başladılar ve kültürel haklar
konusundaki taleplerini yoğunlaştırdılar. Soğuk Savaş sürecinin bitimine değin
Türkiye için geçerli olan Kemalizm ve laiklik gibi ideolojiler, bu talepleri
karşılamada yetersiz kalınca 1990’lı yıllardan işlevlerini yitirmeye başladılar.
Bu ideolojiler, uzun yıllar boyunca farklı etnik grupları sırasıyla emperyalizm,
komünizm, radikal İslam gibi ortak düşmanlar karşısında bir arada tutmayı
başarabilmişti. Ancak gelinen noktada, geçmişe ait tarihsel söylemler üreterek
etnik, dinsel ve kültürel grupların bir arada tutulması ihtimali yoktu. Geçmişin
kullanılmasıyla ulusal bütünlüğün sağlanması mümkün değildi, dolaysıyla
Türkiye’yi birlik içinde geleceğe taşımak için yeni bir kavrama ihtiyaç vardı.
İşte anayasal yurttaşlık tezi tam bu noktada bir öneri olarak dile getirildi.

Türkiye’nin anayasal vatandaşlık kavramı ile tanışmasını
sağlayan ise Prof. Dr. Nur Vergin oldu. Vergin, “Yeni Siyaset ve Siyasi
Partiler” başlıklı makalesinde (Türk Yurdu, No:70, Haziran 1993), siyasi
partilerin bugünkü yapı ve programlarıyla giderek işlevlerini kaybettikleri
tespitinden hareketle, bu siyasi örgütlerin ancak kendilerine yeni bir rota
tayin etmeleri halinde varlıklarını sürdürebileceklerini ifade etti. Vergin’e
göre, bu rotanın belirlenmesinde en önemli yeri, Türkiye’nin kimliğini yeniden
tanımlamak tutuyordu. İşte bu kimlik tanımıyla bağlantılı olarak anayasal
vatandaşlık kavramını gündeme getiren Vergin, Türkiye’nin belli başlı
sorunlarının çözümlenmesinde bu anlayışın bir alternatif olarak
benimsenebileceğini belirtti. (Bu konuda daha ayrıntılı bir okuma için:
Türkiye’de Çoğunluk ve Azınlık Politikaları-AB Sürecinde Yurttaşlık
Tartışmaları, Turgut Tarhanlı-Ayhan Kaya, TESEV Yayınları, 2005, İstanbul.)

Anayasal vatandaşlığın esas itibariyle iki özelliğinden söz
edilebilir: İlki, yurttaşlık tanımının her türlü etnik, dinsel ve kültürel
imalardan masun kılınmasıdır. Anayasal vatandaşlıkta, vatandaşlık herhangi bir
etnik, dini veya kültürel kimliğe atıfla tanımlanmaz ve bunun doğal sonucu
olarak da toplumun çoğulcu yapısında bulunan farklılıklar arasında
birini/birilerini diğerine/diğerlerine karşı ayrıcalıklı kılan bir tercihte
bulunulmaz. Bu yaklaşımda anayasa çoğulcu değerleri ihtiva eder ve toplumu
oluşturan gruplara eşit mesafede durur; böylelikle her türlü farklılık
anayasanın koruması altına alınır ve bunların kendi varlıklarını devam ettirip
geliştirebilmelerinin önü açılmış olur.

Anayasal vatandaşlığın ikinci özelliği; kamu makamlarını
farklılıkları törpülemeye ve onları asimile etmeye dönük gizli ya da açık-
politikaları izlemekten men etmesidir. Bu yaklaşımda vatandaşlığa toplumu
homojenleştiren bir enstrüman nazarıyla bakılmaz, aksine vatandaşlık
farklılıklara hukuki güvence sağlayan bir koruma kalkanı niteliğine bürünür. Bu
niteliğiyle de demokratik siyasete de zemin hazırlar. Zira bireylerin sivil ve
siyasal haklarının anayasanın muhafazası altına alınması, kimliklerinden
müteşekkil haklarının tanınması onların kendi aralarındaki problemleri –şiddete
bulaşmadan- demokratik bir zeminde müzakere etmelerine imkân sağlar.

Türkiye’de cumhuriyet dönemi anayasalarında vatandaşlık, hep bir
etnik (Türk) kimliğe referansla betimlendi. Bir başka ifadeyle, Cumhuriyet’in
“Türk” kimliğini toplumdaki diğer etnisitelere dayatarak onlara karşı üstün bir
konuma getirme amacı güden politikası, en belirgin ifadelerini anayasalardaki
vatandaşlık tanımlarında buldu. 1924 Anayasası’nın (m. 88) vatandaşlığa ilişkin
hükmü şöyleydi: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık
itibariyle (Türk) ıtlak olunur.” 1961 (m. 54) ve 1982 (m. 66) Anayasalarında ise
vatandaşlık için aynı tanım benimsenmişti: “Türk devletine vatandaşlık bağı ile
bağlı olan herkes Türktür.” 1924’ün 1961 ve 1982’ye nazaran daha yumuşak ve
olumlu bir vatandaşlık düzenlemesine sahip olduğunu söylemek mümkündür. Ancak
temelde her üç anayasanın da, (1) vatandaşlığın tanımında “Türk” ve “Türklük”e
özel bir vurgu yaptığı ve (2) böylelikle diğer etnisitelere mensubiyeti
bulunanları Türklere nispetle ikincil bir pozisyona düşürdüğü açıktır.

Çoğulcu toplumların ihtiyaçlarıyla bağdaşmayan bir milliyetçilik
anlayışıyla kaleme alınan –özellikle- 61 ve 82 anayasalarındaki vatandaşlık
düzenlemeleri birçok açıdan sorunludur. İlkin, bu anayasalarda ifadesini bulan
“devlet”, “Türk devleti” değildir, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”dir. İkincisi ve
daha önemlisi, “Türk” bir etnik kimliğin adıdır. Anayasada bu adın bir
mutlaklığı belirtir tarzda kullanılması yani “herkes Türk’tür” denilmesi, bu
ülkedeki çeşitliliğin tektipleştirilmesi amacına hizmet etmiş ve bu amaca hizmet
ettiği oranda da farklı etnisitelerin kendilerini siyasi olarak duyurma imkânını
ortadan kaldırmıştır. Bugün toplumun çeşitli kesimlerini dışarıda bırakan ve
“kapsayıcı” olmaktan ziyade “dışlayıcı” olma özelliğiyle öne çıkan bu
vatandaşlık anlayışı, toplumsal istikrarının temin edilmesinin önündeki en büyük
engellerden biridir. Dolayısıyla toplumu oluşturan fertlerin barış içinde
biraradalığını hedefleyen bir anayasal metin -her şeyden önce- bu vatandaşlık
anlayışında bir değişikliğe gitmek durumundadır.

Nitekim yeni bir anayasa taslağı hazırlayan Bilim Kurulu da bu
görüşlerden hareketle vatandaşlık tanımının değiştirilmesi gerektiğini düşündü
ve vatandaşlığın tanımına dair üç alternatif hazırladı: Taslağın 35. maddesinde
bulunan alternatifler şunlardır:

Alternatif 1: “Devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan
herkes Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır.”

Alternatif 2: “Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile
bağlı olan herkese, din ve ırk farkı gözetilmeksizin Türk denir.”

Alternatif 3: “Vatandaşlık temel bir haktır. Kanunun
öngördüğü esaslara uygun olarak bu statüyü kazanan herkes Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşıdır.”

Söz konusu bu üç alternatif içinde Komisyonun gönlünün 2.
alternatiften yana olduğu söylenebilir. Zira Komisyon, 35. maddenin gerekçesinde
3. alternatife dair bir değerlendirmede bulunmaz, 1. alternatifin bir “totoloji”
olduğunu belirtir, 2. alternatif hakkında ise olumlu bir kanaati beyan eder.
Siyasal iktidar da bu konuda Komisyon ile paralel düşünmektedir.

24 düzenlemesinin, 61 ve 82’ye oranla daha kapsayıcı bir
vatandaşlık anlayışı üzerine oturduğu doğrudur. Fakat “yeni ve sivil bir
anayasa“ gibi oldukça iddialı bir vaatte bulunan siyasi iktidarın gelip
demirleyeceği yer bu olmamalıydı. Çünkü 24 düzenlemesinin gerekçede belirtildiği
gibi “anayasal vatandaşlık temelinde farklı etnik, dilsel ve dinsel özelliklere
sahip kişilerin kendilerini devletin eşit vatandaşları olarak görmesini”
sağlayacak bir vatandaşlık anlayışı geliştirebileceği iki nedenden ötürü son
derece kuşkuludur.

I – Birincisi, her ne kadar anayasalardaki “Türk”
ifadesinin bir etnik kimliğe işaret etmediği, aksine bu ifadenin toplumdaki tüm
kültürel ve etnik aidiyetlerden azade hukuki nitelikte bir üst kimliğin adı
olduğu ve dolayısıyla diğer etnik kimlikleri taşıyanların “Türk”lükten
yüksünmelerinin haklı bir gerekçesinin bulunmadığı söylense de, bu söylenenler
gerçeği yansıtmaz. Cumhuriyet tarihi boyunca “Türk” sözcüğü, hiç bir şüpheye yer
bırakmayacak şekilde, etnik bir içerik ile kullanılmıştır.

Vatandaşlığın “Türk/Türklük”e referansla tanımlanmasının sonucu,
etnik kimliklerden birinin (Türklüğün) diğerlerine (örneğin Kürtlere,
gayri-müslimlere) zorla kabul ettirilmesi olmuştur. Türklüğün başkalarını
tanıyan ve onların kendilerini geliştirmesine imkân tanıyan bir üst-kimlik
olmadığı; a) kurucu elitin söylemlerinden, b) devlet uygulamalarından, c) yasal
mevzuattan ve d) mahkeme kararlarından verilecek örneklerle rahatlıkla
kanıtlanabilir.

a) Cumhuriyet’in modernleşme projesi, temelde bir
ulus-devlet yaratmayı gaye edinmişti. Zira Cumhuriyetin banisi olan bürokratik
elit, “çokluk” ve “farklılık”ı bir zayıflık nedeni olarak görüyordu, bir ülkenin
huzurlu ve güçlü olmasının teminatı “teklik” ve “birlik”teydi. Bu nedenle
Cumhuriyet’in kurucuları, kurdukları devletin bir daha parçalanma tehlikesini
yaşamaması için farklı tüm etnisiteleri izale ederek “Türk” kimlikli “yeni bir
ulus” yaratma politikası yürüttüler.

Bu politika en açık ifadelerinden birini 1930’ların hükümet
başkanı İsmet İnönü’nün sözlerinde buluyordu: “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik
ve ırksal haklar talep etme hakkına sahipti(r). Başka hiç kimsenin böyle bir
hakkı yoktu(r).” (Milliyet, 31.08.1930) Dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat
Bozkurt da 1930 yılındaki Ağrı ayaklanması sırasında Ödemiş’te seçmenlere
yaptığı konuşmada, ülkenin tek ve gerçek efendisinin kim olduğunu tereddüde
mahal bırakmayacak şekilde açıklıyordu: “Biz Türkiye denen dünyanın en hür
ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan
daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu
ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu
memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve
düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler.” (Cumhuriyet, 19.09.1930)

İktidar mevkiindekiler bir yandan Türklüğü yüceltirken, diğer
yandan da başka etnik kökenlerden gelenlerin de Türk olduğunu ispatlamaya
çalışıyorlardı. Örneğin 27 Mayıs cuntasının şefi darbesinin Cumhurbaşkanı Cemal
Gürsel, Kürtlerin gerçekte Türk olduğu kanaatindeydi: “Dünya üzerinde ‘Kürt’
diye adlandırılabilecek müstakil hüviyetli bir ırk yoktur. (Bunlar) aslı astarı
olmayan propagandalara kanmış, aldanmış, neticede yollarını şaşırmış Doğu
Türkleridir.” Kısacası yönetim erkini ellerinde bulunduranların indinde, bu
ülkede sadece Türk etnik kimliği hâkim ve geçerliydi; diğer hiçbir kimliğin Türk
kimliği karşısında bir kıymet-i harbiyesi yoktu.

b) Cumhuriyet yönetiminin vatandaşlık pratiğine
bakıldığında iki eğilim öne çıkar. Birincisi, Türklük haricindeki kimliklerin
kamudaki görünürlüklerini elden geldiğince azaltmak ve hatta mümkünse ortadan
kaldırmaktır. “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları düzenleyip çarşı-pazarda
Türkçe konuşmayanları -örneğin Kürtçe konuşanları- para cezası ile
cezalandırmak; 1934 Trakya Olayları, 1942 Varlık Vergisi ve 5–6 Eylül Olayları
ile gayri-müslim azınlıkların ticari ağırlıklarına son verip onları ülkeyi terk
etmeye zorlamak; “yasayla yasaklanmış dil” gibi hukuk ucubeleri yaratarak
milyonlarca insanı anadilinden mahrum etmek; tek bir kelime Türkçe bilmeyen Kürt
annelerini cezaevlerindeki çocuklarıyla işaret diliyle konuşmaya zorlamak veya
onları ebedi bir suskunluğa mahkum etmek (ki 1980 darbesinden sonra tüm
acımasızlığıyla Kürtlerin üzerine çöken bu uygulama Harold Pinter’e ünlü “Dağ
Dili” eserini yazdırmıştır), vb. uygulamaların tamamı hep bu amaca matuftur.

İkincisi ise, sadece Türk etnik kimliğine dair çalışmalar yapan
resmi kurumlar ihdas edip bunları kamu kaynaklarıyla finanse etmektir. Türk Dili
Kurumu ile Türk Tarih Kurumu gibi kuruluşların tek görevi, Türk kimliğinin
özelliklerine kutsiyet atfeden çalışmalar yapmak ve resmi ideolojinin
uygulamalarını meşrulaştırmak ve savunmaktır. Nitekim Güneş Dil Teorisi ve Türk
Tarih Tezi gibi bilimsel tezler (!) ile Ermeni tehciri karşısında takılan tutum
(ki bu bazen şantaja varan bir dildir; örnek olması açısından TTK’nın eski
Başkanı Halaçoğlu’nun “Elimde Müslümanlığı kabul etmiş Ermenilerin listesi var”
açıklamasını anımsatmakta fayda var) bu görev anlayışının yansımalarıdır.

c) “Türk/Türklük” ifadelerinin, bu ülkede yaşayan her
etnik yapıyı kuşatan kapsayıcı bir ifade olmadığı, aksine Türk/Türklüğün diğer
etnik kimliklere karşı üstünlüğüne vurgu yapan bir ifade olduğunu hukuki
metinlerde de tespit etmek mümkündür. Bir gazete yazısında, koyu bir
milliyetçilikle harmanlanmış hukuki mevzuatın tamamını gözler önüne sermek
imkansız olsa da, tadımlık kabilinden birkaç örnek vermek gerekir. Yükseköğretim
Kanunu’nun 4. maddesine göre; yüksek öğretimin amacı, öğrencilerini “Türk
milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk
olmanın şeref ve mutluluğunu duyan, bireyler olarak yetiştirmektir.” Milli
Eğitim Temel Kanunu’nun 2. maddesi, Türk milli eğitiminin genel amacını, Türk
milletinin bütün fertlerini “…Türk Milletinin millî, ahlaki, insani, manevi ve
kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren… yurttaşlar olarak
yetiştirmek” olarak açıklar. MEB’in Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki Kanun’un 2.
maddesinde, MEB’in görevinin “Türk milletinin millî, ahlakî, manevî, tarihî ve
kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren… vatandaşlar
yetiştirmek” olduğu belirtilir. İskan Kanunu’nda halk “Türk ırkından olanlar ve
olmayanlar” şeklinde bir ayrıma tabi tutulur; Soyadı Kanunu’nda vatandaşlara
Türkçe soyadı alma mecburiyeti getirilir; Nüfus Kanunu’yla yurttaşların
çocuklarına ancak Türkçe isim verebileceği kayıt altına alınır(dı), İller
Kanunu’yla bütün coğrafi birimlerin adları Türkçeleştirilir.

d) Mahkeme kararlarında iki konuya değinmek yeterli
olacaktır: Biri, özellikle gayri-müslim vatandaşlara yönelik dışlayıcı tavrın
mahkemelerce de benimsenmesidir. Gayri-müslim yurttaşları “yabancı” olarak
tanımlayan 1974 tarihli Yargıtay kararı bunun çarpıcı bir örneğidir. Diğeri ise,
mahkemelerin kendilerini yalnızca Türk kimliğini korumakla yükümlü görmesidir.
Mesela bu ülkede Kürtlere ve Ermenilere çeşitli şekillerde (kuyruklu Kürt,
Ermeni dölü) -hem de devletin en tepesinde yer alanlar tarafından- hakaret
edilirken sessiz kalan yargı organları, iş Türk kimliğine gelince aşırı bir
hassasiyet içinde hareket ederler ve hatta olmadık yerden hakaret çıkarma
becerisi gösterirler. (Bkz. Hrant Dink davası.)

Tüm bunlardan çıkan sonuç şudur: “Türk milleti/ulusu”, Türkiye
toplumunun etnik, dini ve kültürel farklılıklarını tanıyan bütünleştirici ve
kuşatıcı bir ifade değildir. Tersine bu terim, tamamen Türk etnik kimliğini
referans alır, onun diğerleri karşısında yüceltilmesi işlevini görür ve sadece
onu korur.

II – Vatandaşlık 24’teki gibi tanımlandığında, etnik bir
kimliği referans alan “Türk” ifadesinin anayasanın çeşitli maddelerine girmesi
kaçınılmaz olur. Nitekim Komisyon’un hazırladığı taslağın dibacesinde “…biz Türk
Milleti”, egemenliği düzenleyen 5. maddesinde “Egemenlik kayıtsız ve şartsız
Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini…”, yasama yetkisini düzenleyen 6.
maddesinde “Yasama yetkisi, Türk Milleti adına…” yargı yetkisini düzenleyen 8.
maddesinde “Yargı yetkisi ve görevi, Türk Milleti adına…” gibi ifadelere
rastlamak mümkündür.

Özetle, bu minvalde yapılacak bir vatandaşlık tanımı, kuşatıcı
bir vatandaşlığın gelişmesine imkân verecek bir tanım değildir. Türkiye
gerçekten demokratik ve sivil bir anayasaya sahip olacaksa bu anayasanın
vatandaşlık bağlamında yapması gereken, homojenleştirici vatandaşlık tasavvuru
yerine farklılıklara hukuki güvence sağlayan yeni bir vatandaşlık anlayışını
geliştirmesi olacaktır.

“Peki, bu nasıl olabilir? derseniz, benim iki önerim var:
Birincisi, anayasada bir vatandaşlık ve vatandaş tanımına yer vermemektir. Bunun
yerine vatandaşlığın anayasal bir hak olduğunu, kazanılması ve kaybedilmesinin
kanunla düzenleneceğini, kimsenin keyfi olarak vatandaşlığından yoksun
bırakılamayacağını, vatandaşların yurt dışı edilemeyeceğini ve ülkeye girmekten
alıkonamayacağını belirtmek daha yerinde olacaktır. Bu meyanda anayasada
vatandaşlık ile ilgili madde şu şekilde düzenlenebilir: “Vatandaşlık temel bir
haktır. Bu hakka sahip olmada, bu hakkın kullanılmasında ve kaybedilmesinde
dinsel, dilsel, ırksal, etnik ve benzeri hiçbir ayrım gözetilmez. Vatandaşlık
hakkının kazanılmasına ve ilişkin esaslar kanunla düzenlenir.”

İkincisi ise sadece vatandaşlık konusunda değil, anayasayla
düzenlenen hiçbir konuda etnik imaları veya çağrışımları olan bir ibareye yer
verilmemesidir. Bunun pratik anlamı, anayasanın birçok maddesinde bulunan “Türk
milleti” ifadesinin yerine “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları” ifadesinin
kullanılmasıdır. Bu, anayasacılık ruhuna daha uygundur; çünkü anayasa denilen
metin nihayetinde vatandaşlar arasındaki bir mutabakatı yansıtır. Bu şekilde bir
düzenleme yapıldığında; toplumdaki doğal çoğulculuğu tanıyan, onların kendi
varlıklarını korumalarının ve geliştirmelerinin önündeki engelleri kaldıran bir
vatandaşlık anlayışına bir adım daha yaklaşmış oluruz.

Öz

Siyasal alanda bir yeni kavramın vücut bulması ve yaygınlık
kazanması, hâlihazırda var olan kavramların sorun çözme yeteneklerinin
aşınmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Eğer acilen çözülmesi gereken bir sorun orta
yerde duruyorsa ve mevcut kavram ve enstrümanlar söz konusu sorunu çözmeye
muktedir değilse, arayışlara girilir, eskisinden farklı araçlarla olaylara
yaklaşılır ve sorunu çözmeye aday yeni kavramlar oluşturulur. “Anayasal
vatandaşlık” kavramı da bu bağlamda değerlendirmek mümkündür. Bu yazıda etnik,
kültürel ve dinsel alanlarda ideolojik anlamları içinde barındıran tanımları
ihtiva eden mevcut anayasanın bu noktadaki yetersizliğinden hareketle,
Türkiye’yi birlik içinde geleceğe taşımak için önerilen "anayasal vatandaşlık"
tezi tartışılmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Anayasa, vatandaşlık, anayasal
vatandaşlık, Türklük, üst kimlik

Abstract

Establishment of a new concept and becoming prevalent in
politics is directly related with the erosion of the solution abilities of
existing concepts. If there is a problem which has to be solved urgently and
existing concepts and instruments are not capable of solving this problem, some
searches are being made, the problems start to be handled with different tools
and new concepts are being established for solving the existing problem.
"Constitutional citizenship" can be also considered in this context. In this
article, the "constitutional citizenship’ thesis which offered for carrying
Turkey into the future with the sense of solidarity, is being discussed
considering the deficiency of the existing constitution which include the
definitions including ideological senses in cultural and religous extents.

Keywords: Constitution, citizenship, constitutional
citizenship, Turkishness, upper identity