The Panels of “Civilian Constitution”

“Sivil Anayasa” Panelleri
Ankara’da düzenlenen “Sivil Anayasa Paneli” (15 Eylül 2007) ve “Yeni Anayasa Paneli”ndeki (20 Ekim 2007) konuşma metinleri

Anayasayla ilgili 4–5 yıldır ders veriyorum, yeni bir konuya
girmeye çalışıyorum. O nedenle biraz bu konuya ilgi duyuyorum. Onun dışında
vatandaş olarak bu konulara ilgi duyuyorum. Ama vahim hukuk hataları yaparsam da
beni affetmenizi istiyorum. Burada sizlerle paylaşacağım sözlerin bir bölümünü
belki, muhtemelen tasvip etmeyeceksiniz. O konuda sürç-ü lisan edersem affola.

Bir anayasa yapılırken bu anayasanın yapıldığı ortamı hem
düşünüyorum hem de düşünmüyorum. Bence şu anda yeni anayasanın yapıldığı ortamın
üç temel özelliği var. Bunlar benim subjektif saptamalarım. Bu üç temel
özelliğin anayasaya damga vurmasını istiyorum.

Bir tanesi siyasal ortamdır. Türkiye’nin siyasi ortamına
bakıyorum. 27 Nisan süreci… Arkasından 367 süreci… Arkasından 22 Temmuz
sonuçları ve 28 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimi… Bunların hepsi önemli
meselelerdi. Bu meselelerden demokratik süreç ufak ufak güçlenerek çıkmaya
başladı. Dolayısıyla ben şu anda parlamento çoğunluğunu ve siyasal iktidarın
anayasa yapma konusunda daha cesur olabileceği, daha atak olabileceği, daha az
çekingen olması gerektiği bir siyasal ortamın Türkiye’de mevcut olduğuna
inanıyorum. Dolayısıyla burada bence daha atak olunması gerektiğini destekleyen
çok geniş, %47’yi de çok aşan bir toplumsal desteğin var olduğuna inanıyorum. Bu
durumda fazla çekingenliğin Türkiye’ye fazla bir şey kazandırmayacağını
düşünüyorum. Birinci olarak söylediğim, bu siyasi ortamdan hem parlamentonun hem
de yürütme erkinin cesaret alması gerektiğidir.

İkincisi, artık ağızlara çok dolanmış bir kelime; ama dünyanın
içinde bulunduğu bu küreselleşme sürecinin bu anayasaya çok ciddi surette etki
yapması gerektiğini düşünüyorum. Ne anlamda etki yapması gerektiğini
düşünüyorum? Ben bir maliyeci olarak, kamu ekonomisi üzerine çalışan biri
olarak, kamusal alan ve özel alan ayrımını düşünüyorum. Kendi iktisatçı
kriterlerime göre, “kamusal alan nedir?, özel alan nedir?”, bunu kendime göre
çok ayırıyorum kafamda. Bunun detaylarına girmeyeceğim. Ama bu küreselleşmenin
çok çeşitli boyutları var. Bunlardan bir tanesi de kamusal alanda benzeşmeye
götürüyor olması. Hatta benzeşme bile bence zayıf bir tabir. Aynılaşmaya
götürüyor kamusal alanı. Bu doğrudur, yanlıştır, çirkindir, bu ayrı bir normatif
görüş. İşin objektif yanı kamusal alanın küreselleşme sürecinde, dünyada
küreselleşmeye katıldığınız ölçüde aynılaşmaya gidiyor. Dolayısıyla kamusal
alanda ben biz bize benzeriz türü yaklaşımların hızla geçerliliğini yitirmesi
gerektiğini düşünüyorum. Özel alan ise bunun tam tersine küreselleşme sürecinin
olabildiğince dışında kaldığı bir alan. Orası, insanların kendi tarihlerini,
örfünü, inancını, inançsızlığını özgürce yaşayabileceği bir alandır. Ama kamusal
alanda böyle bir şey yoktur. Kamusal alan aynılaşmaktadır.

Anayasa için üçüncü kısıt, Türkiye’nin katılım sürecinde bir
ülke olması. Avrupa Konseyi’nin 1950’lerin başından beri üyesi bir ülke. Avrupa
birliği katılım sürecine ve Avrupa insan hakları sözleşmesine taraf olmamızı
niye kısıt olarak söylüyorum? Olumlu anlamda söylüyorum bu kısıtı:

Anayasalar çok kuş bakışı bir değerlendirmeyle bence iki bölüme
ayrılıyor. Birinci bölümü: Temel hak ve özgürlükler bölümü. İkinci bölümü ise:
Devletin idari yapılanmasıyla ilgili, devlet organları arasındaki ilişkiyi
belirliyor. Türkiye’de devletin organları arasındaki ilişkiler açısından çok
fazla tartışma yaşanmıyor. Bunlar tabii ki tartışılmalı. Ama buradaki
tercihlerin hepsini, tek tek hukuk devletiyle uzlaşılabilir tercihler
oluşturmalıdır.

Türkiye‘de esas olarak tartışılan alan temel hak ve özgürlükler
alanıdır. Burada benim kulağımı tırmalayan, hukukçu olmayan bir kişiye yabancı
gelen bir niteleme var. Diyorlar ki: bu konuda uzlaşmaya gidelim, bir toplumsal
uzlaşma sağlayalım. Ben de hukukçu olmadan, bir hukuk cahili kimliğimle temel
hak ve özgürlükler cihetinde, uzlaşma ne demektir diye düşünüyorum ve anlamakta
zorlanıyorum. Çünkü kimle, hangi konuda uzlaşacağız? Bunu anlamakta
zorlanıyorum. Bunun temel nedeni şu: Temel haklar konusu Türkiye’nin Avrupa
Birliği süreci, Avrupa İnsan Hakları Oluşumu Süreci, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadlarına konu olması
nedeniyle, bu konuda kriterler çok açıktır, çok nettir. Dolayısıyla ne ifade
özgürlüğü konusunda, ne din ve vicdan özgürlüğü konusunda bir uzlaşma arayışını
anlamlı görmüyorum. Uzlaşma daima Türkiye’yi ikinci kalitede bir Anayasa metni
hazırlığına götürür endişesi duyuyorum. Uzlaşma istemenin bu alanda belki de
Avrupa standartlarından daha düşük bir standart isteyen kesime taviz vermek
anlamına gelebileceği kanısındayım. Dolayısıyla uzlaşma tabirini çok dikkatli
kullanma gerektiğini hissediyorum. Standartlar çok bellidir. Hangi alanı
alırsanız alın. Mesela ifade özgürlüğü alanı… Bu alanda kimle neyi uzlaşacağız.
Bunun standardı bellidir. Bir ünlü kararda Avrupa insan hakları mahkemesi, ifade
özgürlüğünden ne anlamamız gerektiğini açıkça belirlemiştir.

İşte burada belki ikinci kısıt olarak belirttiğim küreselleşme
sürecinde zaten bir miktar, kamusal alanda bu tür uzlaşmalara ve uzlaşma
gayretiyle temel haklardan tavize yer olmayan bir dünyaya gidiyoruz. İfade
özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü vs. yani burada kimle neyi uzlaşacağımız
konusunda net cevap alamıyorum. Temel hak ve özgürlükler konusunda uzlaşma
nerede olacak? Dolayısıyla burada ben bunu normalleşme diye adlandırıyorum. Beni
Batılı gözlüklerle meseleye bakmakla eleştirebilirsiniz; ama meselelere biraz
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa Birliği kriterleriyle bakmaya
çalışıyorum. Burada ise kriterler bellidir. Bu kriterleri olduğu gibi
benimsemeyi bir kompleks haline getirmemeliyiz. Bu bakış açısı benim meseleye
bakışımı çevreliyor. Yani tam tersi uzlaşmasız anayasa izliyorum. Çünkü her
uzlaşma arayışının Türkiye’de bir standart düşüklüğüne gitme tehlikesi
doğurmasından korkuyorum.

Bir hukuk devletinin herhalde olmazsa olmaz koşulu, idarenin her
tasarrufunun yargı denetiminde olmasıdır. Şimdi, birileriyle uzlaşıyoruz,
belirli alanlar yargı denetiminin dışında kalıyor. İşte uzlaşma dedikleri bu.
Artık 21. yüzyıldayız ve bundan sonra sosyolojik ve tarihsel bagajlarımızı
taşımanın da artık bir sınırı var. Tarihsel bagajlar eğer Türkiye’ye bir
standart düşüklüğünü dayatıyorsa, bu bagajları bugün taşımak zorunda
olmadığımızı düşünüyorum. Ancak Avrupa Birliği süreci Türkiye’de devreye
girince, mesela töre cinayetlerinin indirimi kalktı. Töre cinayetleri buranın
sosyolojisidir, bu doğrudur. Özellikle ülkemizin Güney Doğu Bölgesi’nde töre
diye bir kavram var ve töre cinayetleri diye de bir olgu var. Sosyolojik bir
olgu var. Ama bu sosyolojik olguyu siz ceza hukukuna taşıyacak mısınız
taşımayacak mısınız? Ben asla taşınmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Bu,
ülkenin tarihini, coğrafyasını, sosyolojisini dışlamak anlamına gelir mi gelmez
mi bilmiyorum. Ama bu töre cinayetine indirim; töreye, cinayete taviz demektir.
Bu töreler belki de on yıllarca sürecektir; fakat cinayette taviz olmaz.
Türkiye’de hukuk devletinin yaralanmasına bu tip vakalar neden olmamalıdır.

Anayasanın ideolojisi olmaması gerekmektedir. Fakat ideolojiyi
doğru tanımlamak gerekmektedir. İdeoloji gerçekte çok güzel bir şeydir. İdeoloji
kelime olarak sistematik fikirler bütünlüğü demektir. Bir konuya eğer ideoloji
dışında yaklaşırsanız sistematik yaklaşmıyorsunuz demektir.

Bu bağlamda, Atatürkçülük meselesi gündeme gelmektedir
anayasayla ilgili. Birileri diyorlar ki Atatürkçülük ideoloji değildir, her
çağa, her zamana uyar, canlı, yaşayan bir şeydir diyorlar. Bu aslında
Atatürkçülük hiçbir şey değildir, demektir. Atatürkçülük bal gibi bir
ideolojidir. Ve bu, kötü bir şey demek değildir. Bence Atatürkçülüğe ideoloji
değildir diyenler Atatürkçülüğe hakaret ediyorlar. Atatürkçülük bir ideolojidir
ve ideoloji olduğu için de anayasada yer almamalıdır, anayasayı
belirlememelidir. Türkiye’de daha uzun yıllar Atatürkçü ideolojiyi sahiplenen
siyasi partiler ve insanlar olacaktır. Onlar, diğer ideolojilerle eşit
platformlarda yarışacaklardır ve yarışmalıdırlar. Ama bu ideolojiyi anayasaya
yansıttığınız anda bu yarış tuhaf bir hâle geliyor, bunu da görmek lazım.

Çünkü, katılırsınız veya katılmazsınız, Atatürkçülük sistematik
bir fikirdir. Ama anayasaya damgasını vurması kabul edilemez. Sonra, bir
ideolojiyi ideoloji yapan temel nitelik tersinin de meşru olmasıdır. Bir
ideolojinin tersi meşru olmazsa kendi de meşru olamaz. Bu çok temel bir
niteliktir. Siz Atatürkçülüğü anayasaya anayasal bir ideoloji olarak koyarsanız
o zaman tersinin yasal bir ideoloji olması zorlaşır. O yüzden böyle bir
ideolojinin anayasada yer alması asla kabul edilemez.

Anayasanın ideolojisi olacak mı? Evet olacak. Ben buna insan
hakları ideolojisi diyorum. Çünkü insan hakları ideolojisinin tersi meşru bir
ideoloji değildir. Anayasaya damgasını vuracaksa tersi savunulabilecek herhangi
bir ideolojik yaklaşımın anayasaya yansımaması şarttır.

İfade özgürlüğü nasıl yansıyacak anayasamıza? Bence kriter çok
bellidir; ama bu kriter Türkiye’de çok az tartışılmıştır. 2004’te de Yargıtay
TAŞ kararı diye bir karar aldı ki bu karar ifade özgürlüğünün çerçevesini
belirler. Şiddete gönderme olmaksızın, toplumu şoke edici, insanları rahatsız
edici, toplumun temel değer yargılarını eleştiren her şey ifade özgürlüğünün
kapsama alanındadır. Yeter ki şiddete çağrı yapma. Toplum olarak buna hazır
mıyız? Benim kişisel olarak bundan kaygım olduğunu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Türkiye’de hâlâ bence ifade özgürlüğüne toplumun çok büyük bir kesimi, hatta
tamamına yakını henüz hazır değildir.

Sivil asker ilişkileri konusu var… Bunların da mutlaka Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa Birliği normları çerçevesinde çözülmesi gerekir.
Ayrıca Türk silahlı kuvvetlerinin doğru bir tanımının yapılması lazım. Ben Türk
silahlı kuvvetlerine şöyle bir tanım getiriyorum; ama kızıyorlar, neden
kızıyorlar anlamıyorum: “Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı vergi mükelleflerinin
verdiği vergi ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına dış güvenlik hizmeti veren
bir kamu idari birimidir." Bu niye kötü bir tanım olsun, anlamıyorum, çok düzgün
bir tanımdır bana göre. Tüm kamu birimlerini bu tanımla açıklayabiliriz.
Evrensel tanımlar dışına çıkılmaya başlandığı andan itibaren yerelleşmeler
başlıyor ve üstelik bu da meşru oluyor. Kamusal alanda aynılaşma dediğim budur.
Belçika sivil-asker ilişkisini nasıl algılıyorsa bizim de öyle algılamamız
gerekmektedir. Belçika din devlet ilişkisini nasıl algılıyorsa bizim de öyle
algılamamız gerekmektedir. Bu Türkiye için kolay mıdır zor mudur başka bir
şeydir. Dediğim gibi her ülkenin tarihsel koşulları farklıdır. Tarihsel
bagajları farklıdır. Ama gelinen noktada bu tarihsel betimlemelerin hukuki
metinleri belirleme zamanının geçtiğini düşünenlerdenim.

Milli Güvenlik Kurulu anayasal bir kurul olmaktan
çıkarılmalıdır. Belirli dönemlerde başbakanın çağrısı üzerine alt komisyon
kurulabilir. Burada başbakanın uygun gördüğü herkes olabilir. Mevcut anayasada
yer alan şekliyle nasıl hazmediyoruz? Bunu anlamak zordur, demokrasi nasıl
hazmediyor? Sonuçta devlet memurlarının içinde yer aldığı kurul, bakanlar
kuruluna kararını “bildiriyor”. “Bildirir” kelimesi var anayasada. Her kurumda
bir hiyerarşi var. Üniversitede benim altımda yer alan bir görevli bana yani
amirine “bildiririm” şeklinde biten bir dilekçe verse bu bir sıkıntıdır.
Taslakta “sunar” diyor. Bu da önemli bir değişikliktir, hiç değilse bir adımdır.
Çift başlı yargıyı taslakta da hâlâ niye koruyoruz, bundan da vazgeçilmesi
gerektiğini düşünüyorum.

Türkiye’de bir hukuk eğitimi problemi var. Bu benim gözlemim.
Üst yargı organlarına tesadüfi seçilmeyle gelmiyorlar. Oraya ciddi bir eleme ile
geliyorlar. Belirli bir dünya görüşüne yakın insanlar geliyor. Eğitim sistemi
insanları inanılmaz bir şekillendirme kabiliyetine sahip Türkiye’de. İnsanların
dünyaya bakışını çok belirliyorlar.

Mesela, Danıştay çok önemli bir kurum, Fransa’da her şeyin
üstünde müthiş bir organdır. Geçen bizim Danıştay başkanımız hanımefendi önemli
bir günde, “Biz Danıştay olarak Atatürk çizgisinden ayrılmayacağımıza söz
veriyoruz” dedi. Ben aynı görüşlere sahip bir Danıştay başkanı dahi olsam, ben,
“Evrensel hukuk ilkelerinden ayrılmayacağıma söz veriyorum” derim. Hukukçuluk
budur. Bu Atatürkçülüğü kapsar mı bilemem ama burada bir sıkıntı yaşanıyor.

Yargıtay Başkanlar Kurulu bir açıklama yaptı. Bunları ciddiye
almak zorundayız. Zira Türk hukuk sisteminin kremasının kremasından
bahsediyoruz. Israrla laik Cumhuriyet vurgusu yapıyorlar. Laik Cumhuriyete bağlı
bir insan olduğum için bunları çok rahatlıkla dile getirebiliyorum, kimsenin
bana bu konuda söyleyebileceği bir şey yoktur.

Anayasanın 2. maddesinde çok açık bir şekilde Türkiye
Cumhuriyeti demokratik laik hukuk devletidir diyor. Niye bu üç temel kriterden
birine ısrarla vurgu yapılıyor en üst hukukçular tarafından? Bu bir dil
alışkanlığı olabilir; ama bende bir yurttaş olarak uyandırdığı şey, Cumhuriyetin
üç niteliği arasında laiklik ilkesi uğruna hukuk devleti ve demokrasi
ilkelerinden çok rahat vazgeçilebileceği ve buna hazır olunduğu imajı veriyor
bana. Laiklik tek başına bir Cumhuriyet ilkesi olarak uğrunda çok da fazla
mücadele edilmesi şart bir şey de değil. Çünkü laik bir Cumhuriyet, demokratik
bir hukuk devleti değilse, benim için çok da önemli bir şey olmayabilir.
Demokratik hukuk devletini savunduğunuz zaman laikliği de savunmak zorundasınız.
Çünkü Cumhuriyet laik olmazsa demokratik olmaz, hukuk devleti olmaz. Hukuk
devleti olmayan laik Cumhuriyetler olabiliyor. Hukukçuların büyük bir
çoğunluğunun dillerine ve zihinlerine yerleşmiş kavramlarda çok ilginç bir
belirlenme var. Türkiye yeni bir anayasa yapsa da uzun yıllar bu belirlenmenin
etkisinde kalacaktır.