The Panels of “Civilian Constitution”

“Sivil Anayasa” Panelleri
Ankara’da düzenlenen “Sivil Anayasa Paneli” (15 Eylül 2007) ve “Yeni Anayasa Paneli”ndeki (20 Ekim 2007) konuşma metinleri

Aristo Kartaca ile ilgili gözleminde şunu söylüyor: “Kartaca’nın
en önemli özelliği sıradan vatandaşın bile kendini Kartaca anayasasına bağlı
saymasıdır.” Buradan hareketle Orhan Kemal Cengiz de geçen yazdığı bir yazıda
“bize Kartaca anayasası lazımdır.” dedi. Gerçekten de durum böyle. Sıradan
vatandaşın yani herkesin kendisinin sayabileceği bir anayasaya ihtiyacımız var.
Biz biliyoruz ki böyle bir anayasa Türkiye’ye hiç uğramadı. Özellikle son iki
anayasa, darbe ürünü olarak hazırlanmış metinlerdi. Temel hak ve özgürlüklere
yer veriyormuş gibi metinlerdi. Ama esas olarak belirli bir kesimin, zümrenin
ayrıcalıklarını güvence altına alan ve o ayrıcalıkların siyasi ifadesi olan
ideolojiyi güvence altına alan metinlerdi. Bugün ilk kez sivil bir anayasa
yapımı konusunda farklı bir süreci yaşıyoruz. Bütün sınırlılıklarına rağmen ilk
defa bugün Türkiye toplumu kendi anayasasını seçtiği temsilcilerinin öncülüğünde
hazırlama sürecinde… Bu her şeyden önce, sonuçlarından bağımsız olarak,
hazırlanacak olan anayasanın ya da ortaya çıkacak olan metnin niteliğinden
bağımsız olarak, önemli.

Cumhuriyet döneminde anayasaların özellikle son ikisinin
anayasacılığın gereklerine uygun olmadığını biliyoruz. Çünkü anayasacılık
hareketinin iki yüz yıllık geçmişinde asıl uygulanan, asıl önemli olan, birey
haklarını, temel hak ve özgürlükleri güvence altına almaktır. Yani anayasanın da
asıl anlamı sadece devletin teşkilat yapısını, temel organlarının birbirleriyle
ilişkilerini gösteren metinler olması değil, esas olarak hakları otorite
karşısında güvence altına almasıdır. Anayasa tabii ki işte devletin şekline,
yasama, yürütme organlarının birbirleriyle ilişkilerine ya da başka bazı
düzenlemelere yer verir. Devletin teşkilatlanma yapısını gösterir. Ama bir
anayasayı anayasa yapan temel nitelik, anayasacılık açısından söylüyorum bu
değildir, temel haklar ve özgürlükleri, birey haklarını otorite karşısında
güvence altına almasıdır. Böyle olmayan anayasalara biz en azından gerçek,
garantist bir anayasa gözüyle bakmıyoruz. Bu bakımdan asıl önemli olan ve bugün
yapılması gereken garantist bir anayasadır. Tabii bu süreç gerçekten bir ilki
ifade etmesi açısından önemlidir.

Ortada geniş bir toplum kesiminin desteğiyle tek başına iktidara
gelmiş bir yönetim, bir parti var. Bu konuda istekli olduğu da açık. Bu konuda
toplumun da baştan beri böyle bir anayasaya dönük arzularının olduğunu
biliyoruz. Bu bakımdan olumlu bir boyutu var bu sürecin. Ama olumsuzlukları da
var. Tarihi tecrübe bize fazla ümitlenmemiz için de sebepler olduğunu söylüyor.
Mesela anayasa yapımı konusunda izlenmesi gereken asıl ya da en iyi yöntem değil
de ikinci yöntem şuan söz konusu. Asıl yöntem nedir? Toplumun bütün farklı
renklerini taşıyan herkesin, her kesimin anayasa yapım sürecinin içine
başlangıçtan beri katılmış olmasıdır. Tabi bu belki bir handikap değildir şu an
için. Çünkü sonuçta anayasa yapımına katkı sürecinden peşin olarak dışlanmış bir
kesimin olmaması önemli bir şey. Ama bu yine de belki ikinci en iyi yöntem
olarak değerlendirilebilir.

Bu yöntemin uygulanması Türkiye‘de başka bir açıdan da problemli
gerçekten. O da Türkiye solunun problemi. Mesela İspanya’da anayasa yapım süreci
sol ve sağın ciddi bir oranda katılımıyla ve iradesiyle gerçekleşmiştir.
Türkiye‘de ise demokrasinin sol ayağı hep aksamaktadır. Yani Türkiye‘de bugün
–merkez solu kastediyorum; yani CHP, DSP türü partileri kastediyorum- eğer
Türkiye‘de gerçek anlamda demokratik, sivil bir anayasa yapılacaksa bu solun
katılımıyla değil, maalesef sola rağmen yapılacak gibi görünmektedir. Bu tabii
zor bir şeydir. Çünkü sonuçta anayasa bir sosyal mutabakat metnidir, aynı
zamanda ve toplumun belli bir kesiminin en azından onlara öncülük eden siyasi
organlar aracılığıyla sürece katılmaması ya da süreci sabote etmeye çalışması ya
da en azından demokratik yönde ona katkı vermemesi gibi bir durum söz konusu
Türkiye de. Bu bakımdan problemler var.

İkinci bir problem: Bu sürecin belli iktidar odaklarının
müdahalesinden bağımsız olmamasıdır. Özellikle de asker-sivil ilişkisine ya da
Kürt sorununa, din özgürlüğü problemine ve diğer bazı temel sorunlara ilişkin
olarak yapılması gerekenler bellidir. Eser hocamın da belirttiği gibi Belçika
anayasasında yazanlardan çok fazla farklı olmayacaktır temel hak ve
özgürlüklerle ilgili yapılması gereken düzenlemeler ve temel haklar ve
özgürlüklerle ilgili gerçekten uzlaşma olmaz. Ama mevcut verili ilişkiler
çerçevesinde bunların ne kadarının yapılabileceğinden yana endişeli olmak için
de sebepler var. En azından ben endişeliyim.

Üçüncü olarak; anayasa yapımı Türkiye’de gerçekten sıfırdan bir
toplumsal mutabakat metni ortaya çıkarmak için gerçek bir iradenin girişimi gibi
görülmemektedir. Özetleyecek olursam; mesela gerçekten kurucu veya anayasa
yapıcı bir iktidarın bağlı olmaması gereken -sadece anayasa yükümlülükleri
olarak söylemiyorum psikolojik olarak da- ciddi sınırlar var. Mesela anayasanın
değiştirilemez maddeleri bunlardan birisidir.

Şimdi anayasanın değiştirilemez maddelerinin olup olmaması
farklı bir şey ama ben Thomas Paine’in bir sözünü hatırlatmak isterim. O der ki:
“Anayasaya değişmez hükümler koymak, ölülerin dirilere hükmetmesidir.” Yani
belirli bir kuşak için gerekli, önemli olan herhangi bir ilke, değer ya da
kurum, bir sonraki kuşak için aynı şekilde önemli olmayabilir.

Dördüncü bir sorun; hükümetin şimdiye kadar sergilediği siyaset
pratiğinden kaynaklanmakta. Açık söylemek gerekirse hükümet bu güne kadar
–özellikle zor zamanlarda- giriştiği demokratikleşme, sivilleşme adımlarında
geri adımlar atabilmiştir. Yani zor zamanlarda her zaman özgürlüklerden yana dik
duramamıştır. Hatta çoğu kez -özellikle önemli, temel bazı sorunlarda-
durmamıştır, duramamıştır. Bu sefer de aynı şey olduğu zaman mesela Türkiye’yi
gerçekten özgürleştirecek bazı değişiklikler söz konusu olduğu zaman hükümetin
burada ne kadar sağlam duracağından ben emin değilim. Dolayısıyla bu bakımdan
endişelerim var.

İkinci bir endişem de hükümetin sadece dışarıdan gelen değil,
içerdeki bürokratik zihniyetin de engeliyle karşılaşabilecek olmasıdır.
Hükümette, muhafazakar, demokrat ama esas olarak bürokrat isimler var. Hükümetin
bu süreçte mesela kendi içindeki Cemil Çiçek’in sözünü dinlememesi
gerekmektedir. Yani hükümetin son yıllardaki demokratik reformlarının gerçekten
de gereği gibi anlaşıldığından emin değilim. En azından hükümetin içindeki bazı
etkili kişiler ya da çevreler tarafından. Dolayısıyla sadece dıştan gelen bir
yaptırım ya da dıştan gelen bir engel söz konusu değil, hükümetin kendi içinden
de gelen bir engel var. Ona da direnmesi gerekecektir. Bütün bunlar aşılırsa
işte bizim Kartaca anayasası dediğimiz bir anayasa mümkün olabilir. Kartaca’da
hiçbir zaman despotizme izin vermeyen yani Kartaca tarihi boyunca herhangi bir
diktatörün yönetimine izin vermeyen, onların yönetimine engel olmuş bir anayasa
söz konusu olabilir. Yeter ki bizler ufkumuzu şu an için yapılabileceklerle
sınırlı tutmamayı başarabilelim.

Belki İspanya deneyimiyle ilgili bir şeyler bizim açımızdan
aydınlatıcı olabilir diye düşündüğüm için bir de özellikle İspanya’dan bahsetmek
istiyorum kalan zamanımda. İspanya Türkiye’yi anlamak açısından önemli olabilir.
İspanya’da da bize benzeyen ve benzemeyen koşullar var. Ben anlatayım, biraz
bahsedeyim, siz karar verin, neler benziyor neler benzemiyor? diye.

İspanya’da 1936’da serbest seçimlerle iş başına gelmiş sol
hükümete karşı darbe yapan General Franko uzun ve kanlı bir iç savaştan sonra
yönetime el koydu ve kırk yıl İspanya’yı totaliter bir rejimle yönetti. 1975’te
ölene kadar da İspanya baskıcı, despotik bir düzen olarak kaldı.

İspanya’da demokrasinin ışığı o öldükten sonra ortaya çıktı.
İspanyalılar o öldükten sonra Kral Huan Carlos’un himayesinde demokrasiye geçme
kararı aldılar. İlk olarak bir siyasi reform kanunu çıkardılar. Bu dönem Franko
döneminin acılarına, yasaklarına karşı bir kanundu. Mesela genel bir af
beraberinde geldi, komünist partisi yargıya rağmen legalleştirildi. Orada da
yargı bizdeki gibi direndi. İspanyol mevzuatının Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesine uyumlu hale getirilmesi kararlaştırıldı. Daha sonra bir anayasa
yapımı söz konusu oldu. Önce bir seçim yapıldı. Seçim sonucu gösterdi ki İspanya
Franko’nun iktidarı gasp ettiği tarihten önceki bölünmeyi tamamen yansıtıyor.
Yani kırk yıl önce de sağ ve sol arasındaki denge aynıydı. 40 yıl sonra yapılan
seçimlerde de sağla sol aşağı yukarı aynı çıktı.

İspanya ikiye bölünmüş bir toplumdu aslında ve beş yüz bin
kişiyle bir milyon kişi arasında değişen ölü sayısının söz konusu olduğu kanlı
bir savaş yaşanmıştı. Aslında buna ne kadar savaş demek doğrudur bilmiyorum;
Zira iç savaş Franko’nun yönetime saldırmasıyla başlamıştı, bu nedenle halkın
direnişi demek belki daha doğru olur. Ama sonuçta şu karara vardılar: “Franko
dönemini tasfiye etmek gerek, bizim de Batılı demokrasiler içinde yerimizi
almamız gerek ve bunun için de cesaret göstermemiz gerek.” Bunu hem sağ hem de
sol gösterdi. Sağın merkez partisi olan Merkez Demokratik Parti hem de solun en
büyük partisi olan İspanya Sosyalist İşçi Partisi gösterdi. Tabii sürece karşı
çıkanlar, süreci baltalamak isteyenler oldu. Mesela orda Alyans Populer diye bir
parti vardı. Daha sonra adını Halk Partisi olarak değiştirdi. O Frankist rejimi
ve önceki dönemin koşullarını savunan bir partiydi. Bir de Bask milliyetçileri
vardı, Bask Milliyetçi Partisi. Bu ikisi, birlikte, demokratikleşme sürecine de
anayasa hazırlanış sürecine de ciddi bir biçimde karşı çıkışlar gösterdiler. En
ciddi sorunlar etnisite ve din konusunda çıktı.

İki sorun vardı.

Birincisi milliyetler sorunuydu ya da etnik sorundu. Bu konuda
uzlaşmaz iki görüş vardı: Bask bölgesinin tarihsel haklarını savunanlarla bu
haklar verilirse İspanya’nın bölüneceği kaygısını taşıyanlar arasındaki
çelişkiydi. Bu sorun anayasada yer alan bir maddeyle çözüldü. O madde şuydu:
“Anayasa İspanyol milletinin bölünmez bütünlüğüne ve bütün İspanyolların
bölünmez toprağına dayanır ve onu oluşturan milliyetlerin ve bölgelerin kendi
kendisini yönetme hakkını tanır ve garanti altına alır.” Burada iki şey
dikkatinizi çekmiştir. Biri İspanyol milletinin bölünmez bütünlüğü vurgulanıyor.
Diğer taraftan da onu oluşturan milliyetler kelimesinden bahsediliyor ve
milliyetlerin ve bölgelerin kendini yönetme hakkını güvence altına alıyorlar. Bu
şu demek; yani Bask bölgesi gibi, Katalonya bölgesi gibi bölgelerde yerel
meclisler olacak. Onlar kendi sorunlarıyla ilgili, kendi alanlarıyla ilgili,
yerel güvenlikle ilgili, vergilerle ilgili ya da eğitimle ilgili pek çok konuda
yetki sahibi olacaklar; ama bir de Madrit’teki meclis bunların üstünde söz
sahibi olacak. Bu epeyce bir tartışma konusu oldu, Halk Birliği Partisi buna
itiraz etti ama sonuçta bölünmez bütünlük vurgusuyla birlikte bu sorun aşıldı.

İkinci sorun din konusunda çıktı. İspanya’da özellikle de Franko
döneminde Katolik Kilisesi özellikle eğitim ve vergi gibi konularda ciddi
ayrıcalıklara sahipti. Kamu okullarında okuyan öğrencilerin eğitim müfredatının
belirlenmesi konusunda kilisenin çok önemli bir yetkisi vardı. Franko döneminde
basın üzerinde de önemli bir baskı söz konusuydu. Eğitim ve diğer pek çok konuda
kilisenin pek çok belirleyiciliği söz konusuydu. Nüfusun yüzde ellisinin
desteğini almış olan sol, kilisenin elinde bulundurduğu bu hakların elinden
alınmasını istiyordu. Sağın önemli bir bölümü ise İspanya’yı İspanya yapan temel
bir değerin Katoliklik olduğunu ve İspanya anayasasının Katoliklik üzerine
kurulması gerektiğini savunuyordu. Uzlaşmaz görünen bu çelişki, ikisinin de
dışında din özgürlüğü üzerine yapılan bir anlaşmayla aşıldı. Yeni İspanya
Anayasası’na Katolikliğin İspanyolların bir dini değeri olduğunu ifade eden ama
diğer dinleri ve mensuplarının ihtiyaçlarını da göz önüne alan bir hüküm konuldu
ve uzlaşma sağlandı.

Toplumun çoğunluğunun istediği şey, herkesin dininde, inancında
ya da inançsızlığında özgür olması, inancının ya da inançsızlığının gereğini
yapmasında serbest olmasıydı, bu gerçekleşti.

Şöyle gerçekleşti: İlgili maddenin birinci fıkrası şuydu: “Birey
ve toplulukların ideoloji, din hürriyetleri ve ifade hürriyeti kanunla korunan
kamu düzeninin sürdürülmesi için zorunlu olanlar dışında herhangi bir sınırlama
olmaksızın güvence altına alınmıştır.” Yani özetleyecek olursam bireysel
özgürlükler, din dahil, güvence altına alınmıştır. İkinci fıkrası: “Kimse
ideolojisini, dinini ve inancını açıklama noktasında zorlanamaz.” Bu da ifade
özgürlüğünün doğal bir parçasıdır. Çünkü bazen ifade özgürlüğü bir şeyi
söylememeyi de kapsar. Üçüncü fıkra şuydu: “Hiçbir din, devletin niteliği
olamaz. Kamu güçleri İspanyol toplumunun dini inançlarını göz önüne alır.
Katolik kilisesiyle ve diğer inançlarla uygun işbirliği ilişkisini savunur.”
Burada dikkat ederseniz sağın da istediği oldu. Katolik kilisesinin ismi
anayasada yer aldı. Ama Katolik inanç ve diğer inançlar şeklinde yer aldı.
Dolayısıyla Katolikliğe anayasada özel bir ayrıcalık tanınmadı.

Burada yaşanan uzlaşma gerçekten önemliydi, beş yüz gün sürdü
anayasanın yapımı. Farklı farklı kesimlerden insanlar, birbirleriyle kavga
ederek, zaman zaman küsüp giderek ama bazı geceler sabahlara kadar tartışarak
bir karara vardılar. Sonuçta Katoliklik kelimesi anayasada yer aldı; Ama İspanya
anayasasının daha önceki anayasalardan ayrılan özelliği din ve vicdan özgürlüğü,
yani hem Katolik olanlar hem de olmayanlar açısından vicdan özgürlüğü ilkesi
gerçekleşmiş oldu.

Anayasa yapımı süreci bittiği zaman ortaya çıkan metin, bir
tarihçinin de söylediği gibi İspanya tarihinde ne bir tek tarafın tek yanlı
olarak empoze ettiği, ne de tek bir ideolojiyi yansıtan ilk anayasaydı. Anayasa
bu yönüyle bir mutabakat anayasası olması özelliğini taşımaktadır. Sonuçta hem
sağın hem de solun mutabakata vardığı bir anayasa hazırlandı. Aslında pek çok
sorun anayasada çözüme kavuşturulmamıştı. Mesela kürtaj, boşanma ya da eğitimle
ilgili ya da Katolik kilisesinin özel statüsünü belirleyen maddeden kaynaklanan
bazı sorunlar hâlâ var. Ama ulaşılabilecek en geniş mutabakat metni bu oldu. Bu
da İspanyol toplumunun başarısıydı. Onların bugünkü demokrasisinin teminatı
olmuştu. İspanya’nın deneyimi böyleydi, dilerim biz de benzer bir süreci
yaşarız.

Türkiye’de yeni anayasa yapılmasındaki sorunlar sadece devletten
kaynaklanmıyor, merceği biraz da kendimize çevirmemiz gereken bir durum var.

Toplumun çeşitli kesimleri sadece kendi çevrelerinin, kendi
mahallelerinin sorunlarına kulak veriyor; Öteki kesimlerden, azınlıklardan,
kendileri gibi olmayanlardan ve onların sorunlarından çok haberdar değiller gibi
geliyor bana. Oysa Türkiye’de herhangi bir demokratikleşme olacaksa toplumun bir
kesimi en azından bunun taşıyıcısı olmak zorunda. Birilerinin buna öncülük
etmesi lazım. Çünkü ortalama insanının sağduyusuna güvenmek lazım. Birileri bunu
yaparsa, ayrımsız herkese aynı hakları talep eden bir rol oynarsa inanıyorum ki
Türkiye toplumunun her kesiminden bütün çeşitliliği ile destek görecektir.

Son yıllarda dindar muhafazakar kesim özgürlükçü fikirlere daha
fazla talip oluyor. Bu önemli bir şey. Çünkü birileri bu fikirlerin öncülüğünü,
taşıyıcılığını yapmalı ve sivil anayasa girişimleri de dahil bu girişimlerin
başarıya ulaşabilmesi için belki de harç olmayı başarmalı. Toplumun farklı
kesimleri arasında bir harç olmayı başarması gerekiyor. Özgürlük, ötekinin
özgürlüğüdür. Hepsini birden tanımadan özgürlüğü savunmuş olmuyoruz. Hem ahlaki
hem de pratik açıdan herkesin özgürlüğünü savunmak lazım.