The Time and Place of the Islamic State and Constitution According to Bediuzzaman-The Relation of State with the Religion in the Modern Times

1. Makalenin Anafikri

1. Bediüzzaman’a göre, Halık-ı Hakimî olan yaratıcı, hikmetini
yarattıklarında da tezahür ettirdiğinden, “hikmet” ve “hikmetin müessesesi” olan
“hükümet”, kainatta, insan yok iken de vardı. İnsanların hükümetine, insanî
düzenin kendisi ve kurucusu anlamında “devlet” denilmiştir. İrade ve teklif
sebebiyle bir insanın bütün faaliyetlerinin fıtrata ve İslam’a uygun olması
mümkün olmadığı gibi, bu, bir devlet için de mümkün değildir.

2. Devlet ve iktidar, salt kuvvete dayanırsa maddi varlığa
hükmeder; vahye istinad ederse vicdana ve kalbe de tesir eder. Makbul devlet
vahye istinat edendir.

Hazret-i Muhammed’in kurduğu devlet vahye istinat etti ve
adaletle hükmederek genişlemeye muvaffak oldu. Genişleme için kılıcı; yani fethi
de bir yöntem olarak kullandı. Ancak bu fetihlerin amacı insanları zorla
Müslüman yapmak değil, İslam’ı yaşamak ve yaymak isteyenlere zemin hazırlamaktı.

Hazret-i Muhammed’in Asr-ı Saadetteki devleti, en büyük mu’cize
olan Kur’an’ın toplum hayatına yansıması niteliğinde idi. Bu devlet sonraki tüm
asırlar ve toplumlar için bir ideal-model devlet niteliğindedir.

3. Hilafet devletleri -ve Osmanlı devleti- de mükemmel toplum ve
devlet idealine ulaşmayı hedefleyen bir devlet idi ve bu anlamda İslam devleti
idi. Osmanlı Devleti meşrutiyetin ilanı ile birlikte anayasalı sisteme geçti ve
vatandaşların ve bilhassa azınlıkların haklarını devlete karşı teminat altına
aldı. Bu değişim bazı çevrelerde tereddütle karşılandı.

İslam devletinin bir anayasasının bulunması İslam’a aykırı
değildir. Yanlış olan, Batı’dan “hüküm” alırken dinî hükümleri bir kenara
bırakmaktır. Anayasanın ruhu İslamiyet’in esaslarına dayanıyorsa, bu yasanın
şeklinin ve ifadelerinin Batı tarzı bir kanun biçiminde olmasının mahzuru
yoktur.

4. 1876 Anayasasına göre devletin dini İslam’dı. Ancak bu hükmün
sebebi sadece devleti yönetenlerin tercihinin İslam’dan yana olması değildi.
Aynı zamanda halkın çoğunluğunun Müslüman olması da devleti bir anlamda “İslam
devleti” haline getiriyordu.

Müslüman olmayanlara; kamu hizmetine girmekte, devlet
hizmetinden yararlanmakta ve genel olarak hukuk önünde eşitlik tanınması İslam’a
aykırı değildir.

5. Kurtuluş savaşından sonra bir intikal ve dönüşüm yoluyla
kurulan Türkiye Cumhuriyeti de önceleri Anayasasına devletin dininin İslam
olduğunu yazmış ve böylece devleti bir İslam devleti olarak tarif etmiştir.
Ancak daha sonra devletin dini Anayasadan çıkarılmış ve ardından devlet laik
devlete dönüştürülmüştür.

Tek parti döneminde devrimci ve bid’acı (müptedi) CHP
hükümetleri, laikliği din karşıtlığı biçiminde algılamışlar, maddi gelişmeye ve
Batılılaşmaya mani gördükleri dini toplumsal hayattan dışlamaya çalışmışlar,
özellikle şeair denilen toplumsal dini motifleri kaldırmaya ya da değiştirmeye
yönelmişlerdir.

6. Bu dönemde Bediüzzaman devlet “adına” sergilenen dindışı
hatta din karşıtı icraatlara rağmen “devlet düşmanı” olmamış, devleti ve
hükümeti birbirinden ayırmıştır. Toplumun, şeairi muhafaza eden ve bid’alara
direnme istidadına sahip olan bir “İslam toplumu” olmasından dolayı devlete yine
“devlet-i İslamiye” demiştir.

Bediüzzaman bu dönemde hükümetlerin, şeaire, dindarlara ve
kendisine yaptığı zulme direnmiş, bunu geçici bir durum olarak görmüş ve
hataları CHP’ye maletmek gerektiğini ifade etmiştir. CHP’nin de ancak çok küçük
bir kısmının bilerek din düşmanlığı yapan zındıka komitesi üyelerinden
oluştuğunu teşhis etmiştir.

Bediüzzaman devletin dine karşı tutumunun olumlu yönde değişmesi
için demokrasinin doğru bir araç olduğunu tesbit etmiş, müspet hareket kavramını
öne çıkarmış, ihtilalci yöntemlerden uzak durmuştur. Asıl problemin toplumun
içinde bulunduğu iman zaafı olduğunu teşhis etmiş, imanı takviye etmenin asıl
önemli hizmet olduğunu ifade etmiş ve bu yolda çalışmıştır.

7. Bediüzzaman, laiklik nedeniyle, iman hizmeti ve dinî nasihat
için devleti bir araç olarak kullanmanın zamanının geçtiğini tesbit etmiş, bu
hizmeti, devletten ve hiyerarşiden bağımsız kalarak tebliğ, irşat ve nasihat
edecek olan ve sivil ilişkilere dayanan cemaatlerin göreceğini bildirmiştir.

Devletten de; dinsizlere ilişmediği gibi dindarlara da
ilişmemesini ve fakat halkın din ihtiyacı ve dinî hassasiyeti nedeniyle
dindarların önünü açacak ve onları destekleyecek icraatlar yapmasını istemiştir.

8. Bediüzzaman çok partili siyasi hayata geçildiğinde de
iktidardaki Demokrat Parti’yi din lehinde icraat yapmaya teşvik etmiş ve
desteklemiştir. Din lehine bazı icraatları özellikle ısrarla teklif ve takip
etmiştir. Ancak bu tür icraatların bir gereği ya da parçası olarak anayasanın da
yeniden yazılmasını veya devletin İslam devleti olduğunun anayasaya dahil
edilmesini istemiş değildir.

Bediüzzaman, iman takviye edilip ahlakî zaaf bitirilmedikçe,
yani halkın yüzde altmış yetmişi tam dindar hale gelmedikçe hukuk düzenine ve
kanunlara ilişkin tartışmaların zamanının gelmemiş olacağını beyan etmiştir.
Diğer deyişle Hazret-i Peygamber’in önce bireyi ihya ve sonra toplumu
biçimlendirme ve ondan sonra da devleti inşa biçiminde basamaklandırdığı
tedricilik kaidesine ve sünnetine de uymuştur. Bu kapsamda, bir alt yapı kurumu
olarak gördüğü vicdanı imanla ve ahlakı da sünnet-i seniyye ile takviye etmeye
yönelmiş; topluma ilişkin bir üstyapı kurumu olan devlet ve hukuku ıslah etmeyi
sonraya bırakarak buna göre bir hizmet tarzı geliştirmiştir. Bu sebeple İslam
devleti ya da dâr-ul İslam gibi kavramlara öncelik vermemiştir.

Bu makalede, bu tesbitler, Risale-i Nur Külliyatı’ndaki
delillerinin de yardımıyla ayrıntılı olarak açıklanmıştır.

2. Giriş

Bediüzzaman’ın “hükümet-devlet” ve “toplumun dini-devletin dini”
kavramlarının somut uygulamalarına yönelik değerlendirmesi, üç hayat devresi
itibariyle farklı şekillerde ortaya çıkmıştır. Bu üç hayat devresi aynı zamanda
devletin üç farklı biçimine de karşılık gelmektedir.

Eski Said olarak da bilinen birinci devresinde Bediüzzaman,
meşrutiyet dönemi, öncesi ve sonrasına ilişkin değerlendirmeler ortaya
koymuştur. Zayıf ve eksik de olsa İslam dinini temel referans olarak alan bir
devlet olarak Osmanlı Devleti’nin, meşrutiyetin ve hürriyetin nimetlerinden
halkı ve İslam dünyasını yararlandırması ve ila-yı kelimetullah ve terakki için
gayret göstermesi gerektiğini ifade etmiştir.

Bediüzzaman’ın Yeni Said olarak adlandırdığı ikinci hayat
devresinde (1926-1950) devlet de değişmiş, dinî referansları anayasasından
çıkararak laiklik ilkesini benimsemiş, ancak katı bir laiklik anlayışı içinde
sekülerizm ideolojisini uygulamaya yönelmiştir. Devletin dine ve dindarlara
baskı uyguladığı bu dönemde devletin dinî hizmetler karşısındaki olumsuz tavrına
karşılık Bediüzzaman devlet rejimiyle ilgilenmemiş, şefkatli ikazla yetinen
özgün bir muhalefet tarzını benimsemiş, siyaset dışı kalarak ve müspet hareket
prensiplerine sadık kalarak devletten temel hak ve hürriyetleri talep etmekle
yetinmiş, asıl ilgi alanı olan iman hizmeti ile meşgul olmuştur.

Üçüncü Said dönemine karşılık gelen Demokrat Parti iktidarı
(1950-1960) döneminde ise Bedüzzaman, bir yandan müspet iman hizmetini
sürdürürken, diğer taraftan da devletin dinî alandaki görevlerine ilişkin
açıklamalar ve yönlendirmeler yapmıştır. Bu kapsamda, devletin, temel hak ve
hürriyetleri teminat altına alması yanında, sekülerleştirme uygulamalarından
vazgeçmesini ve toplumsal dinî motifler denilebilecek olan şeairi muhafazaya
yönelmesini de teşvik etmiş, ancak dinî hukukun ihyası ve devletin dininin
anayasaya yazılması gibi konularda herhangi bir teklifi olmamıştır (“Risale-i
Nur, hayat-ı içtimaiyenin kanunlarını da ihata eden dinin geniş dairesinden
bahsetmez. Belki asıl mevzuu ve hedefi; dinin en has ve en yüksek kısmı olan
imanın erkân-ı azîmesinden bahseder”)1.

Bu bilgilerden de anlaşılacağı üzere Bediüzzaman, hayatının ve
devletin her üç döneminde de, anayasanın devletin dini hakkında nasıl bir tutum
takındığı hususunu öncelikli bir mesele olarak görmemiş, bireylerin imanlarını
kurtarıp korumalarını ve imanı hayata yansıtmalarını hedeflemiş, bunların bir ön
şartı ve vasıtası olarak da şeairi muhafazayı ön plana almıştır. Devletin de,
şeairi muhafazaya yönelik tedbirler almasını, dinî konuda daha aktif olmasını,
dindarlar ve dinsizler arasında tarafsız kalmakla yetinmemesini ve asayişi
koruma görevinin bir gereği olarak din lehinde icraatlar yapmasını ve bir de
kaderin sevkiyle gelen tarihi-coğrafi konumunun bir gereği olarak ittihad-ı
İslam’ı gerçekleştirmesini ısrarla tavsiye etmiştir.

Aşağıda, Bediüzzaman’ın bu yaklaşımlarının Risale-i Nur
Külliyatından karşılıklarını, “makalenin ana fikri” başlığında yer alan sıraya
uygun olarak ve bazı ilave bilgileri de vererek aktaracak ve yeri geldikçe
görüşlerimizi açıklayacağız. (Risale-i Nur Külliyatına yapılan atıflarda
metinler ve sayfa numaralarında Yeni Asya Neşriyat tarafından 1994’den sonra
yayınlanmış olan baskılar nazara alınmıştır. Bu metinlere elektronik ortamda

http://www.risaleinurenstitusu.org
adresinden de ulaşılabilir. Bu sebeple
aşağıda atıflarda sadece kitap adı ve sayfa numaraları verilecektir.)

3. Bazı Temel Kavramlar Hakkında Ön Bilgi

Bediüzzaman Risale-i Nur’da, devlet kavramını kullanmayı, muhtemelen soyut ve
kapsayıcı bir kavram durumunda olduğundan, gerekmedikçe tercih etmemektedir.
“Hükümet” kavramını, yerine göre, bazen “devlet” anlamında bazen de “kabine”
veya “iktidar” anlamında kullanmaktadır. Mesela “Isparta Hükümeti” derken,
günlük dildeki “Hükümet konağı” kavramlaştırmasında olduğu gibi, Isparta’da
tecelli eden devlet gücünü kastetmektedir. “Demokratların hükümeti” derken,
Başbakan Menderes’in kurduğu kabineyi ve Demokrat Parti iktidarını
kastetmektedir.

Bediüzzaman, kanun-u esasi kavramını, ikinci meşrutiyet döneminde yazdığı
eserlerde, genellikle, bu gün bilinen anlamıyla teknik bir kavram olan “anayasa”
anlamında kullanmaktadır. Tek parti döneminde ve özellikle Demokrat Parti
iktidarında ise bu kavramı çoğunlukla “hukukun bir temel prensibi” anlamında
kullanmaktadır. Mesela “Kur’an’ın bir kanun-u esasisi”; “Kur’an’daki temel hukuk
prensiplerinden biri” demektir.

Bediüzzaman “İslâmî devlet” anlamına gelecek biçimde “devlet-i İslamî” kavramını
kullanmamaktadır. Buna karşılık “devlet-i İslamiyye” kavramını sıklıkla
kullanmaktadır. Bu kavrama bazen “Kur’an’ın tarif ettiği devlet” ya da “İslam’ı
yayan devlet” anlamını yüklemektedir. Mesela “hilâfete bayraktar görmüş olan bu
devlet-i İslâmiye” cümlesinde bu anlamdadır. Yine bu kavrama, bazen, belli bir
coğrafyada çoğunluk halde bulunan “Müslüman halkın devleti” anlamını
yüklemektedir. Mesela “Endülüs devlet-i İslamiyesi” bu anlamdadır. Türkiye
Cumhuriyeti için devlet-i İslamiye demesinin anlamı da budur.

Bediüzzaman ittihad-ı İslam kavramını da, bazen İslam devletlerinin ittihadı
veya ittifakı anlamında, bazen de Müslümanların kardeşliği (uhuvvet-i İslamiye)
anlamında kullanmaktadır.

4. Bediüzzaman’ın Devlet ve Hükümet Teorisi

a) İki hükümet: Hilkat hükümeti ve ben-î adem hükümeti

Bediüzzaman, “Allah’ın Hakîm isminin tecellisi” ya da “vahye istinat eden bilgi”
anlamındaki “hikmet” ile devlet kuvveti anlamındaki “hükümet” arasında bir
ilişki kurmaktadır: “… belki hikmetle iş görmek mânâsiyle hükûmet namı verilen
…”2

Nitekim birinci dünya savaşı yıllarında yazmaya başladığı ilk Kur’an tefsirinin
ilk sayfalarında hükümet kavramı ile ilgili ilginç bir benzetme yaparak dersine
başlamaktadır: Buna göre devlet iktidarı da bir “hükümet”tir. Ancak kainatta tek
hükümet devlet hükümeti değildir. İnsanların dünyadaki varlığından sonra ortaya
çıkmış olan “devlet” ve “dünyevi iktidar” manasındaki hükümetten başka, bir de
“yaradılışın hükmü ve anlamı-hikmeti” anlamında bir hükümet daha vardır: “Hilkat
hükümeti”. (Özgün deyim ve yaklaşım, anlayabildiğimiz kadarıyla, münhasıran
Bediüzzaman’a aittir).

“Evet benî-âdem, büyük bir kervan ve azîm bir kafile gibi mâzinin derelerinden
gelip, vücut ve hayat sahrasında misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve
müzeyyen bağlarına müteveccihen kafile kafile müteselsilen yürümekte iken,
kâinatın nazar-ı dikkatini celbetti: ‘Şu garib ve acip mahluklar kimlerdir?
Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar?’ diye ahvallerini anlamak üzere hilkat
hükûmeti, fenn-i hikmeti karşılarına çıkardı. Ve aralarında şöyle bir muhavere
başladı:3 …”

Bu metnin devamında kainat bir tarafta ve insanlık diğer tarafta olarak
yaradılışın amacına dair soru cevap faslı açılmaktadır. Kainatta cereyan eden
düzen ve kurallar (Allah’ın irade sıfatından gelen şeriat-ı fıtriye) bir hükümet
olarak tarif edilmekte ve insanların iradelerinin de rol oynadığı sosyal düzen
anlamındaki hükümetin (Allah’ın kelam sıfatından gelen şeriat) karşısına
çıkarılmaktadır. Bu hükümet, Bediüzzaman’ın İşaratü’l İcaz’dan talebelerine
verdiği derslerden kaleme alınmış olan diğer bir metinde, günümüzde bilinen
hükümete oldukça benzeyen (zabıta gibi) kavramlarla tarif edilmektedir. Bu da
göstermektedir ki tabiat için “hükümet” deyimi bilinçli ve özel bir tercihtir.

“Benî Âdem bir tek taife iken yüz binler taifelere karışmasında kâinat zemin
gibi onlara netice-i hilkat-i âlem noktasında bakıyor. Güya hilkat-i kâinat
hükûmeti; o hükûmetin zabıta memuru hükmünde fenn-i hikmeti, bir müstantık ve
sorgucu olarak o misafir kafileye gönderip ondan sual edip …”4

Devlet ve kanun kavramına Bediüzzaman’ın yüklediği felsefî anlama göre,
insanların iktidarı ve hükümeti anlamındaki devlet, insanların varlığından bu
yana -ilkel biçimde de olsa- vardır. Devlet de diğer tabii varlıklar gibi
fıtridir. Devletsizlik ve hükümetsizlik aynı zamanda intizamsızlık ve
düzensizlik demektir. (… intizâmsız, hükümetsiz olan sol yolun yolcusu…5) Bu ise
hikmete aykırıdır.

Ancak yine devlet de, devlet ile elde edilecek neticeler -mesela adalet-
yönünden aynen diğer tabii sebepler gibi -mesela elma için ağacın sadece sebep
olması gibi- sadece bir sebeptir. Neticeyi yaratan kuvvet de, aynen sebepleri
yaratan gibi, ancak kudret-i ilahidir. Diğer deyişle devletle elde edilen
hayırlı neticeler ve bilhassa kamu düzeni ve sulh, devlet ya da yöneticilerinin
hesabına geçmez, onlar tarafından temellük edilemez. Neticeyi doğuran fiil
kainatın Hâlıkına aittir. Aksi düşünce bir tür şirktir.

Bu derinlikli felsefî bakış açısı, devleti de doğru yerine oturtmaktadır:

“…Nasıl ki bildiğimiz şeriat, insanlardan sudûr eden ef’al-i ihtiyariyeyi bir
nizam ve bir intizam altına alıp tahdid eden kaidelerin hülâsasıdır veya
devletin işlerini tanzim eden nizamların, düsturların, kanunların mecmuasıdır.
Kezalik tabiat denilen şey de, âlem-i şehadetin uzuvlarından ve eczalarından
sudûr eden ef’al arasında bir nizam ve bir intizamı îka’ eden İlahî bir şeriat-ı
fıtriyedir. Binaenaleyh şeriat ile devlet nizamı, makul ve itibarî emirlerden
oldukları gibi; tabiat dahi itibarî bir emir olup, hilkatte yani yaratılışta
câri olan âdetullahtan ibarettir.”6

Bilinen anlamıyla devlet ve hükümet de insan ve insanlık gibi gelişen bir
varlıktır. Devletlerin değişmesi ve dönüşmesi de ancak zamana ve diğer şartlara
bağlıdır:

“Yine âlemce malûmdur ki, devlet bir şahs-ı manevîdir. -Çocuk gibi- teşekkülü,
büyümesi tedricîdir. Ve keza yeni teşekkül eden bir devletin, bir milletin
ruhuna kadar nüfuz eden eski bir devlete galebe etmesi yine tedricîdir, zamana
mütevakkıftır.”7

b) Devlet kudretinin dayanağı (kalem ve kılıç)

Devlet ve iktidar, ya güce ya da ilm-i ezeliye yani vahye istinat ettirilerek
kurulabilir.

Salt güce istinat eden devlet de istisnaen kısa bir zamanda kurulup tekamül
ettirilebilir, ancak vicdana hitap edemez.

Asıl devlet, akıl, kalp ve vicdana da hükmeden devlettir ve böyle bir devlet
ancak vahye istinat ile kurulabilir.

“Evet, kahr ve cebr ile zâhirî bir hâkimiyet, sathî bir tahakküm, kısa bir
zamanda ibka edilebilir. Fakat; bütün kalblere, fikirlere, ruhlara icra-yı tesir
ederek, zâhiren ve bâtınen beğendirmek şartıyla vicdanlar üzerine hâkimiyetini
muhafaza ve ibka etmek, -en büyük harika olmakla- ancak nübüvvetin hassalarından
olabilir.

“… Evet tehdidlerle, korkularla, hilelerle efkâr-ı âmmeyi başka bir mecraya
çevirtmek mümkün olur. Fakat tesiri cüz’îdir, sathîdir, muvakkat olur.
Muhakeme-i akliyeyi az bir zamanda kapatabilir. Amma irşadıyla kalblerin
derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek,
istidatların inkişafına yol açmak, ahlâk-ı âliyeyi tesis ve alçak huyları imha
ve izale etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikatı teşhir etmek,
hürriyet-i kelâma serbestî vermek, ancak şua-i hakikattan muktebes harikûlâde
bir mu’cizedir.”8

Nitekim bazı peygamberlerin kurup yönettiği devletler ve bilhassa Hz.
Muhammed’in (a.s.m.) Asr-ı Saadet devleti, vahye istinat ettiğinden ve vahyin
doğrudan muhatabı olan peygamber eliyle tesis edildiğinden, bir mucize
biçiminde, ani ve def’i olarak muvaffakiyet elde etmiştir:

“Acaba Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bütün esasat-ı âliyeyi hâvi
olan ve maddî manevî bütün terakkiyat ve medeniyet-i İslâmiyenin kapısını açan,
kısa bir zamanda def’aten teşkil ettiği bir devletle, dünyanın bütün
devletlerine galebe edip maddî mânevî hâkimiyetini muhafaza ve ibka ettiren,
hârikulâdeliği değil midir?”9

“Evet, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın getirdiği şeriatın hakaikı,
fıtratın kanunlarındaki muvazeneyi muhafaza etmiştir. İçtimaiyatın rabıtalarına
lâzım gelen münasebetleri ihlâl etmemiştir. …O zât, … öyle bir devlet teşkil
etti ki, sâhirlerin sihirlerini yutan Asâ-yı Mûsa gibi, başka zâlim devletleri
yuttu ve nev’-i beşeri istilâ eden zulüm, fesad, ihtilâl, şekavet rabıtalarını
yaktı, yıktı ve az bir zamanda, devlet-i İslâmiyeyi şarktan garba kadar tevsi’
ettirdi. Acaba o Zât’ın şu macerası, O’nun mesleği hak ve hakikat olduğuna
delâlet etmez mi?”10

c) Devlet ve mükemmellik

Devlet ve hükümet bir varlık olarak, “iyi”, gerekli ve faydalıdır. Ancak
uygulamaları itibariyle yanlışları olabilir. Görevlileri itibariyle içlerinde
kötüler de bulunabilir. Önemli olan oluşma biçimi ve sağduyunun tecelli edip
etmediğidir. Bediüzzaman Osmanlı devletinde (Meşrutiyet döneminde) hükümete bu
prensiple bakmıştır. (Bu yaklaşımın Cumhuriyet döneminde de sürdüğü
anlaşılmaktadır).

“… Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep
bir hükümet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükümetin hasenâtı,
seyyiâtına tereccuhudur. Yoksa, seyyiesiz hükümet muhal-i âdidir. Ben öyle
adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi -Allah etmesin- bin
sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükümetin hangi suretini görse, hülya ile yine
razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü’t-tahrip ile, o sureti bozmaya
çalışacak.”11

Devlet görevlilerinin bazılarının ya da bir kısmının bozuk olmasının çözümü de
yine tedricilik kanununa uygun biçimde ve toplumun ıslahının tabii bir sonucu
olarak onların da ıslahıdır. İhtilalci bir yöntemle tüm devlet görevlilerinin
bir elden değiştirilmesi zaten mümkün de değildir. Bu açıdan “neye layıksanız
öyle yönetilirsiniz” kuralı da geçerlidir.

“Bir cisim birden zerrattan tahallül ve yeni zerrattan teşekkül eylemesi muhal
olacağından, cism-i devletin birden memurîni ref ve yenilerini ikame eylemesi,
muhal olmasa da, müteazzirdir. Binaenaleyh, istidad-ı habis ve kabil-i ıslah
olmayan adamları zaten cism-i devlet def-i tabiî ile ifraz edecektir. Amma
kabil-i ıslah olanlar, zaten güneş garptan tulû etmediğinden, tevbenin kapısı
açıktır. Bunların tecrübelerinden istifade etmeli.”12

d) Devlet ve din

Risalelerde Hazret-i Peygamberin kurduğu düzen ve devlet, başından itibaren
“İslam devleti” (Müslümanların devleti) olarak anılmaktadır.

Ancak devletin dönüşmeye başladığı ve zaafiyetlerin görüldüğü dönemde de devlet
için aynı ifade kullanılmaktadır. Hatta yöneticilerin bütün bütün çığırdan
çıkmaya meylettiği durumlarda dahi devlet-i İslamiye kavramı kullanılmaktadır:

“Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi, Arab milliyeti üzerine istinad ettirip rabıta-i
İslâmiyeti, rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar
verdiler.13 … İster istemez Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa
da, herhalde teşvik ve tasvibleriyle etbâları ve taraftarları, bütün
kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i îmaniyeyi ve ahkâm-ı Kur’aniyeyi
muhafazaya ve neşre çalıştılar. … Eğer karşılarında Âl-i Beyt’in gayet kuvvetli
velayet ve diyanet ve kemalâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin
âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak kaviyyen muhtemeldi.”14

Bediüzzaman İslam coğrafyasında sömürgeciliğe karşı bağımsızlık mücadelesi yapan
milletlerin kurduğu veya kuracağı devletleri de İslam devleti olarak
adlandırmıştır:

“… Şimdilik Asya ve Afrika’da inkişafa başlayan ve dört yüz milyon Müslüman’ı
birbirine kardeş ve maddî ve manevî yardımcı yapan İttihad-ı İslâm’ın, yeni
teşekkül eden İslâmî devletlerde tesise başlamasının ve Kur’an-ı Hakîm’in kudsî
kanunlarının o yeni İslâmî devletlerin kanun-u esasîsi olmasından dolayı büyük
bayram-ı İslâmiyeyi tebrik …”15

İslam devleti bu gün bilinen sınırlarıyla İslam dünyasına özgü bir kavram
değildir. Gelecekte yeni İslam toplumları ve dolayısıyla yeni İslam devletleri
ortaya çıkacaktır. Bu da İslam devleti ile İslam toplumunun bağlantılı iki
kavram olduğunu göstermektedir.

“Avrupa ve Amerika, İslâmiyet’le hâmiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet
doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar Avrupa ile hâmile olup bir Avrupa devleti
doğurdu.”16

Adına İslam devleti de denilse, devlet, farklı dinden olan insanlara da hizmet
vereceğinden, hakimiyet alanı ve kapsamı itibariyle, dinî ve uhrevi değil
dünyevi bir kavramdır. Nitekim Bediüzzaman Uhuvvet Risalesinde birlik
unsurlarından biri olan devleti dinî unsurlar arasında değil coğrafi unsurlar
arasında saymaktadır:

“Her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mabudunuz bir, Râzıkınız bir.. Bir
bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir.. Bir
bir, yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir..
Ona kadar bir bir.”17

Devlet, üzerinde hükmettiği ülkeden ve bu ülkede yerleşik insanlardan bağımsız
bir varlık değildir. İnsanların çoğunluğunun dini, toplumun dinidir. Toplumun
dini dolaylı olarak devletin de dinidir. (Bu sebepledir ki kendileri gizli
dinsiz olup başkalarının da dinsiz olması için çalışanlar, gücü ellerine
geçirdiklerinde, devleti dinsizleştirmekle yetinmeyip, devlet gücünü kullanarak
toplumu da dinsizleştirmeye çalışmaktadırlar).

Toplumun dini -aynı zamanda- dolayısıyla devletin de dinidir. Temel hak ve
hürriyetleri ve din hürriyetini kabul eden her devlet, bu dini resmen tanıyıp
kabul etmese de bilhassa demokratik etkileşim vasıtasıyla tabii seyri içinde
nazara alacak ve dolaylı biçimde de olsa dinin etkisi altında kalacaktır. Yine
bu sebeple toplumun çoğunluğunun mensup olduğu dine mensup olanlar genellikle
dinlerini serbestçe icra edebilirler. Zira devletler bu hakkı kolaylıkla teminat
altına alır. Bir devlet aynı zamanda dinî azınlığın da haklarını koruyorsa din
hürriyeti tamam demektir.

5. İslam Ülkesi – Harb Ülkesi

İslam dini açısından, bir ülkede dini motifler yeterince baskınsa ve özgürce
kullanılabiliyorsa o ülke İslam ülkesidir. Bu tür ülkelere daru’l İslam da
denir. Alternatifi olan daru’l harb ise, toplumun ve devletin, Müslümanların
dinlerini serbestçe yaşamalarına izin vermediği ve dolayısıyla Müslümanların
haklarını elde etmek için harb halinde bulundukları/bulunacakları ülkedir.
Müslümanların azınlıkta olduğu her ülke bu şekilde değildir. (Günümüzde birçok
İslam ülkesinde birçok konuda dindarlara baskı vardır. Buna karşılık birçok
gayr-i Müslim ülkesinde Müslümanlar daha rahat ve daha özgürdür).

“Daru’l harp ve daru’l İslam kavramları, siyasal İslamcıların aksine,
Bedüzzaman’ın sık kullandığı kavramlar değildir. Risalelerde bu kavramlar tek
bir yerde ve dolaylı bir sebeple (Arapça dışındaki dillerle ezan okuma
fetvasının sınırları belirlenirken) kullanılmıştır: …Ecnebî diyarına, lisan-ı
şeriatta “dâr-ı harp” denilir. Dâr-ı harpte çok şeylere cevaz olabilir ki,
diyar-ı İslâmda mesağ olamaz.”18

Ayrıca Bediüzzaman daru’l harbi devletle değil toplumla ilişkilendirmekte ve
başka dinlerin egemenlik alanı durumundaki yerler olduğunu ifade etmektedir:
“Hem Frengistan diyarı, Hıristiyan şevketi dairesidir. Istılahât-ı şer’iyenin
maânîsini ve kelimât-ı mukaddesenin mefâhimini lisan-ı hal ile telkin edecek ve
ihsas edecek bir muhit olmadığından…”19

Aynı şekilde devletin durumundan ve din karşısındaki konumundan bağımsız olarak,
şeairin tatbik edildiği yerlerin de daru’l İslam olduğunu belirtmektedir:
“Diyar-ı İslâmda ise, muhit, o kelimât-ı mukaddesenin meâl-i icmâlîsini ehl-i
İslâma lisan-ı hal ile ders veriyor. An’ane-i İslâmiye ve İslâmî tarih ve umum
şeâir-i İslâmiye ve umum erkân-ı İslâmiyete ait muhaverât-ı ehl-i İslâm, o
kelimât-ı mukaddesenin mücmel meallerini, mütemadiyen ehl-i imana telkin
ediyorlar. Hattâ, şu memleketin maâbid ve medâris-i diniyesinden başka,
makberistanın mezar taşları dahi birer telkin edici, birer muallim hükmündedir
ki, o maânî-i mukaddeseyi ehl-i imana ihtar ediyorlar.”20

Bu durumda daru’l harb ile daru’l İslam arasında, sulhün hakim olduğu ve adına
dar-ı sulh denilebilecek olan üçüncü bir ülke grubu daha vardır denilebilir. Her
dar-ı sulh potansiyel olarak daru’l İslam’dır. Zira sulh, selam ve İslam’dır.
İslamın yaşanması da İla-yı kelimetullah yani tebliğ ve irşad vazifesi de ancak
sulh içinde iken yapılabilir.

Nitekim Bediüzzaman’a göre sulh-u umumi hem İslam devletinin hem de bütün
insanlığın huzuru için esaslı bir hedeftir: “İnşaallah, istikbaldeki İslâmiyetin
kuvvetiyle, medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden
temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.”21

6. Devlet ve Cihad

İslam’ın ilk devirlerinde sadece İslam dini değil diğer dinler de devletlere
istinat etmekte idi. Aynı şekilde devletler de genellikle dinlere istinat
etmekte idi. Bu nedenle, o dönemde dini yaymak, aynı zamanda devleti zaptetmek
ve ülkesini fethetmek anlamına geliyordu. Bu sebeple İslam devleti maddi cihadı
da yerine getiren bir devlet biçimi olarak anlaşılıyordu. İslam dini de bir
yandan dinleri diğer taraftan da o dinlerin devletlerini karşısına almış bir
hareket idi.

“Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın getirdiği din, umum dinlere galib ve
umum devletlere muzaffer olacağını ihbar ediyor.22 … Yani, Hazret-i İsâ (a.s.)
gibi kılıçsız değil, belki sahibü’s-seyf bir Peygamber gelecek, cihada memur
olacak ve onun Sahabeleri dahi kılıçlı ve cihada memur olacaklardır."23

“Osmanlı devleti de dini yaymak adına maddi cihadı bir vazife olarak kabul
etmişti. Bediüzzaman da Osmanlı devletini özellikle bu sebeple bir İslam devleti
olarak anmıştır: Eskiden beri i’la-yı kelimetullah ve beka-yı istiklaliyet-i
İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile, kendini yek-vücud olan âlem-i
İslâma fedaya vazifedar ve hilafete bayraktar görmüş olan bu devlet-i
İslâmiye…"24

Elbette maddi cihadın amacı ganimet ya da toprak elde etmek değildi. Aynı
şekilde amaç başka dinlere mensup olanları zorla Müslüman yapmak da değildi.
Amaç, fethedilen ülkelerde İslam’ı yaşamak ve yaymak isteyenlere uygun bir
toplumsal düzen kurmaktı.

Bu durum Osmanlı anayasasının yazılmasında da etkisini göstermiş ve 1876
Anayasasının 11. maddesine “Devleti Osmaniyenin dini İslâm’dır” hükmü konmuştur.

Bununla birlikte Anayasa aynı hükmün devamında dinî azınlıkların (o günkü adıyla
cemaatlerin) din hürriyetini de teminat altına almıştır: “Bu esası vikaye ile
beraber asayiş-i halkı ve âdâb-ı umumiyeyi ihlâl etmemek şartile memalik-i
Osmaniyede maruf olan bilcümle edyanın serbesti-i icrası ve cemaat-ı muhtelifeye
verilmiş olan imtiyazat-ı mezhebiyenin kemakân cereyanı Devletin taht-ı
himayetindedir.”25

7. Devlet ve Anayasa

İslam devletinin de adalet ve hukuk devleti olması için kanun yapmaya ihtiyacı
vardır. Kanun yazıcılar bunu yaparken örnekleme ve kıyas da yapabilirler. Ancak
kaynak doğru ve niyet iyi olmalıdır. Avrupa’dan “kanun” iktibas etmekle “hukuk”
ve “hüküm” almak arasında fark vardır. Şeriatın hüküm koymadığı hususlar
hakkında kanun yaparken Avrupa kanunlarını iktibas etmek ya da kanun yapma
tekniği itibariyle taklit etmek, gerekli ise mahzurlu değildir. Buna karşılık,
şeriatın hükümleri dururken, Avrupa’nın felsefeye, nefse ve akla istinat eden
kanunlarını almak fıtrata ve İslam’a zıttır: “On üç asır evvel Şeriat-ı Garra
teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir
cinayettir ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir.”26

Anayasa da bir kanun olarak bu kapsamdadır.27 Bediüzzaman ikinci meşrutiyetin
ilanı ve anayasanın yeniden uygulanmaya başlaması üzerine yazdığı makalelerinde
ve diğer eserlerinde bu yeni düzenin din dışı olmadığını beyan etmiş, anayasalı
sisteme din adına sahip çıkmıştır: “Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz
mes’ele ise; hakikî adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir. Hüsn-ü telakki
ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira, dünyevî saadetimiz meşrutiyettedir. Ve
istibdaddan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz.”28

8. Devlet ve Resmi Din

a) Genel olarak resmi din ve anlamı

Öncelikle belirtelim ki Bediüzzaman “devlet dini” ya da “resmi din” kavramını
henüz anayasaların yazılmadığı eski tarihlerdeki devletler için de
kullanmaktadır. (Zira bir devletin anayasasının olup olmadığı ve anayasasında ne
yazdığından çok fiilen nasıl davrandığı önem taşır.) O zamanda yüzer milyon
tebaası bulunan Nasârâ ve Yahudi ve Mecusî dinleri ve Roma, Çin ve İran hükümeti
gibi yüzer milyon tebaası bulunan cihangir devletlerin edyân-ı resmîleri iken…29

Modern anayasaların yazılmaya başlandığı tarihlerden bu yana, çeşitli sebeplerle
birçok ülkede anayasalara devletin dini hakkında hükümler konulmuştur.30 Bazı
anayasalarda (Yunanistan, İzlanda vd.) resmi din ya da en azından “tanınmış din”
(established religion) vardır. Anayasa, bu dine mensup olanlara, bilhassa kamu
hizmeti hususunda bazı avantajlar sağlamakta, devlete de dinî bazı görevler
yüklemektedir. Buna karşılık bazı anayasalarda (Fransa, Almanya, İtalya,
Belçika) belli bir din öne çıkarılmamış, din ile devletin ayrılığı
öngörülmüştür. İkinci grup içinde doğrudan doğruya devletin “laik” olduğunu
belirten tek devlet Fransa’dır.

Almanya’da din-devlet ayrılığı esas olmakla beraber, bu model hem dine
sempatiktir hem de çoğulcudur. Federal Almanya Anayasasına göre Almanya’da
devlet kilisesi yoktur ve dinî kurumların herhangi bir kısıtlamaya tabi
olmaksızın örgütlenmeleri serbesttir. Her dinî cemaat kendi işlerini harici bir
müdahale olmaksızın özerk bir şekilde düzenleme hakkına eşit olarak sahiptir.
Şimdiye kadar var olanlar yanında, başvurmaları halinde başka dinî cemaatler de
kurulabilir. Bir felsefi doktrini yaymak amacıyla oluşturulan dernekler de dinî
cemaatlerle aynı statüye sahiptirler. Bu cemaatler ve bunların
oluşturabilecekleri birlikler bir tür kamu kurumu olarak muamele görürler. Bu
kurumlar kendi üyelerine vergi koymaya yetkilidirler. Devlet, kuralları yasayla
belirtilen şekilde dinî cemaatlere yardım eder. Ayrıca, dinî cemaat veya
derneklerin mal-mülk sahibi olmaları ve ibadet, eğitim veya hayır amacına
tahsisli kurumlarına, vakıflarına veya diğer varlıklarına ilişkin hakları
devletin güvencesi altındadır.31

b) Osmanlı Devleti ve resmi din

Osmanlı Devleti 1876 Anayasasının 11. maddesi ile İslam’ı devletin dini olarak
benimsemişti. Bediüzzaman, Anayasada yer alan bu hükmü, bir yandan devletin
şahs-ı manevisini Müslüman gösteren bir hüküm olarak görmüş ve diğer taraftan da
demokrasi ve cumhuriyetin gerçek mânâsına ulaşması açısından önemli saymıştır.

“(İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra Osmanlı Meclis-i Mebusanına hitaben
yazdığı makalede:) Cumhuriyet ve demokrat mânasındaki (bu iki kelimeyi müellifi
sonraki baskılarda eklemiştir) meşrutiyet ve kanun-u esasî denilen adâlet ve
meşveret ve kanunda cem-i kuvvet; bu ünvan ile beraber ve şahs-ı mânevî-i
hükümeti Müslüman gösteren.. ve kanun-u esasînin ruhunu ve on birinci maddeyi
muhafaza ile sizi hıns-ı yeminden (yemini bozmaktan) kurtaran…”32

Ancak belirtelim ki bu düzenleme din hürriyetine engel olmamıştır. Zira
vatandaşlar arasında din hürriyeti yönünden eşitlik prensibi getirilmiştir.
Ayrıca azınlıkların kendi iç işlerinde kendi hukukuna tabi olacakları kabul
edilmiştir.

Bu durum bazı çevrelerce bir çelişki ya da devletin İslam’dan vazgeçmeye
başladığını gösteren deliller biçiminde algılanmıştır. Bediüzzaman konu ile
ilgili sorulara karşı, anayasada bir çelişki bulunmadığını ve eşitlik hükmünün
kanun önünde eşitlik mânâsına geldiğini bildirmektedir. Ancak aşağıdaki metnin
haşiyesinden de anlaşılacağı üzere devlet üzerinden lâdinî bir istibdat
uygulamasının hazırlıklarının başlaması da aynı döneme denk gelmektedir.

“Sual: “Gayr-i müslimlerle nasıl müsavi olacağız?”

“Cevap: Müsavat ise, fazîlet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise, şah
ve geda birdir. Acaba bir şeriat, “Karıncaya bilerek ayak basmayınız” dese,
tazibinden menetse, nasıl benîademin hukûkunu ihmal eder? Kella! Biz imtisal
etmedik. Evet, İmam-ı Ali’nin (r.a.) adi bir Yahudî ile muhakemesi ve medar-ı
fahriniz olan Salahaddin-i Eyyûbî’nin miskin bir Hıristiyan ile mürafaası, sizin
şu yanlışınızı tashih eder zannederim. [Haşiye: Eski Said, Nur’un parlak
hasiyetinden gelen kuvvetli bir ümit ve tam tesellî ile, siyaseti İslamiyete
alet yaparak, hararetle hürriyete çalışırken, diğer bir hiss-i kable’l-vukû ile
dehşetli ve ladînî bir istibdad-ı mutlakın geleceğini bir hadîs-i şerîfin
manasından anlayıp, elli sene evvel haber vermiş. Said’in tesellî haberlerini o
istibdad-ı mutlak, yirmi beş sene bilfiil tekzib edeceğini hissetmiş ve otuz
seneden beri (Şeytan ve siyasetten Allah’a sığınırım.) deyip, siyaseti bırakmış,
Yeni Said olmuştur.]

“Zîra, meşrûtiyet, hakimiyet-i millettir; hükümet hizmetkardır. Meşrûtiyet doğru
olursa, kaymakam ve vali reis değiller, belki ücretli hizmetkarlardır. Gayr-i
müslim, reis olamaz, fakat hizmetkar olur.33

Bediüzzaman ikinci meşrutiyet döneminde “din elden gidiyor, devlet dinden
uzaklaştı” diyenlere cevap olarak, milletin ve insanlığın fıtrî ihtiyacı olarak
dinin ve dolayısıyla dine hizmetin gerekli olduğunu, bu gereklilik mevcut iken,
her hükümetin açık ya da örtülü hedef olarak dine hizmet amacını da taşıyacağını
bildirmektedir.

S – Demek hükümet bundan sonra da İslâmiyet ve din için hizmet edecek midir?

C – Hayhay! Bazı akılsız dinsizler müstesna olmak şartıyla, hükümetin hedef-i
maksadıvelev gizli ve uzak olsa bile uhuvvet-i imaniye sırrıyla üç yüz milyonu
bir vücut eden ve nurânî olan İslâmiyetin silsilesini takviye ve muhafaza
etmektir. Zira, nokta-i istinad ve nokta-i istimdad yalnız odur. … Zira, kemâlin
cemâli dindir. Hem, din saadetin ziyasıdır, hissin ulviyetidir, vicdanın
selâmetidir.”34

Ayrıca dinî nasihatin devlet görevlilerince değil Kur’an’ın tebliği ile ve
bizzat ilim ehli tarafından yapılması halinde daha verimli ve faydalı olacağını
bildirmektedir. Her şeyin ve dinî hizmetin hükümetten beklenmesinin de aslında
bir nemelazımcılık ve korkaklık biçimi olduğunu ifade etmektedir.

“… O sadâ-yı semavî ve ruhanîyi kalbin kulağıyla işitmeyen veya
dinlemeyen; acaba o sadâya nispeten sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve
karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?
Elhasıl: İnkılab-ı siyasî cihetiyle dininden havf eden adamın dinde hissesi,
beytü’l-ankebut gibi zayıf düşmüş Cehalettir, onu korkutur; taklittir, onu
telâşa düşürttürür. Zira itimad-ı nefsin fıkdanı ve aczin vücudu cihetiyle,
saadetini yalnız hükümetin cebinden zannettiğinden; kalbini, aklını da hükümetin
kesesinden tahayyül eder, korkar.”35

Devlet ve hükümetin varlık sebebi insana hizmettir, devlet görevlilerinin
bazılarının gayr-ı müslim olması bu amacı değiştirmez: “Zira meşrutiyet
hâkimiyet-i millettir; hükümet, hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam
ve vali, reis değiller; belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim, reis
olamaz, fakat hizmetkâr olur.”36

Aynı şekilde, devletin İslam devleti olması bütün icraatlarının adilane olacağı
ve muhalefetin meşru olmadığı anlamına gelmez.

“Suâl: Bâzı adam, ’Şeriata muhâliftir’ diyor?”

Cevap: Rûh-u meşrûtiyet, şeriattandır; hayatı da ondandır. Fakat ilcâ-i
zarûretle teferruat olabilir, muvakkaten muhâlif düşsün. Hem de, her ne hâl ki,
meşrûtiyet zamanında vücuda gelir! Meşrûtiyetten neş’et etmesi lâzım gelmez. Hem
de hangi şey vardır ki, her cihetle şeriata muvâfık olsun; hangi adam var ki,
bütün ahvâli şeriata mutâbık olsun? Öyle ise şahs-ı mânevî olan hükümet dahi
mâsum olamaz; ancak Eflâtûn-i İlâhînin medîne-i fâzıla-i hayaliyesinde mâsum
olabilir. Lâkin, meşrûtiyet ile sû-i istimâlâtın ekser yolları münsed olur;
istibdatta ise açıktır.”37

Nitekim Bediüzzaman meşrutiyet döneminde hükümeti oluşturan partinin bazı
icraatlarına muhalefet etmiş, zulmüne karşı çıkmış ve bilhassa dindarlara dini
sebeple yapılmaya başlanan zulmün gerçek kaynağını deşifre etmiştir: (Otuz Bir
Mart isyanından sonra Sıkıyönetim Mahkemesi’ndeki savunmasında:) “… Siyaseti
dinsizliğe âlet yapan bazı adamlar, kabahatını setr için başkasını irtica ile ve
dinini siyasete âlet yapmakla itham ederler.”38

Osmanlının son döneminde Batılılaşma akımından en çok ve en önce, batı kaynaklı
askeri eğitimin de etkisiyle ordu etkilenmiş, ordunun yapısı değişmeye başlamış
ve Bediüzzaman da bu değişim nedeniyle orduya karşı tavrını değiştirmiştir.

“Eski Said’in İttihad Terakki komitesine şiddet-i muhalefetiyle beraber, onların
hükümetine ve bilhassa orduya karşı tarafgirâne yüksek takdiratı ve iltizamları
ise, bir hiss-i kablelvuku’ ile yağı içinde bulunan o cemâat-ı askeriyede ve o
cem’iyet-i milliyede bir milyona yakın evliya mertebesinde olan şühedayı,
altı-yedi sene sonra tezahür edeceğini hissetmiş. İhtiyarsız olarak, meşrebine
muhalif onlara dört sene tarafgir bulunmuş. Sâbık Harb-i Umumî çalkamasıyla o
mübarek yağı alındı, yağı alınmış bir ayrana döndü. Yeni Said dahi Eski Said’e
muhalefet edip mücahedesine döndü.”39

c) Demokrasisiz cumhuriyet ve din devleti

Kurtuluş Savaşını yapan ve kazanan milletin cephedeki önderleri Osmanlının son
döneminde önemli bir değişim geçirmiş olan ordu mensupları idi. Bunların
önderliğinde Ankara’da kurulan yeni devlet değişimi hızlandırarak sürdürmüştür.

Yeni devlet, gerek din karşısındaki ve gerekse dini azınlıklar karşısındaki
tutumu itibariyle, Osmanlı Devleti’nden farklı bir yapıya sahip olmuştur.

Bu yeni devlet inkılapçı bir devlettir. Bediüzzaman cumhuriyetin başlangıcındaki
yenileşme ve inkılap hareketlerinin bir ihtiyaçtan kaynaklandığını ve prensipte
doğru ve gerekli olduğunu kabul etmektedir: Koca ordunun ve hükûmetin teceddüd
ve inkılab ve harb-i umumî inkılabından gelen şiddet-i ihtiyacın sevkiyle
işledikleri terakkiyat…”40

Fakat ilkelerinin doğru tesbit edilmesi gerektiğini hatırlatmaktadır. (Birinci
Meclis’teki konuşmasında:) Şu inkılâb-ı azîmin temel taşları sağlam gerek.41

İnkılap özellikle Kur’an’ın temel hükümlerine uygun olmalıydı: “Bir gün riyaset
odasında, M. Kemal Paşa ile iki saat kadar konuştular. İslâm ve Türk
düşmanlarının arasında nam kazanmak emeliyle, şeair-i İslâmiyeyi tahrib etmenin,
bu millet ve vatan ve âlem-i İslâm hakkında büyük zarar tevlid edeceğini; eğer
bir inkılab yapmak îcab ediyorsa, doğrudan doğruya İslâmiyet’e müteveccihen
Kur’an’ın kudsî kanun-u esasîsi noktasından yapmak lâzım geldiği mealinde
ihtarlarda bulunur …”42

Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında temel fikriyatta bir problem
vardır: Toplumun dini inançlarının zayıflığından da yararlanan bir dinsizlik
komitesi iktidara kendi rengini vermeye çalışmış ve önemli ölçüde muvaffak
olmuştur. Bediüzzaman bu gidişi durdurmak üzere -davet üzerine- geldiği
Ankara’da bulunmayı sürdürmeyi düşünmüş ve denemiş, ancak özellikle dinsizlik
fikri ile mücadelenin doğru yönteminin bu yol olmadığını anlayarak ve başka
maslahatlarla bundan vazgeçmiştir:

“Bediüzzaman, İlahî kudretin tecellisiyle ve ihsanıyla, böyle en elzem bir
vakitte, dine revaç verebilecek bir teşekkülün zuhuru dolayısıyla ve kendisi de
beraber çalışmak ümidiyle Ankara’ya gelmişti. Avn-i İlahî ve mu’cize-i
Peygamberî ile düşman taarruzlarını def’eden ve milletin idaresinin başına geçen
yeni Hükûmet-i Cumhuriyede, doğrudan doğruya Kur’an’a istinad eden ve âlem-i
İslâm’ın vahdetini nokta-i istinad yapacak ve İslâmiyet’in hakikatında mevcud
kuvve-i ulviye ile maddî ve manevî medeniyeti meydana getirecek bir niyet ve
gayeyi bulundurmak ve aşılamak üzere mecliste çalışıyordu. Fakat pek kuvvetli
maniler karşısına çıktı.”43

“Bin üç yüz otuz sekizde Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden
neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri
içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm.
Eyvah! Dedim, bu ejderha imanın erkânına ilişecek.”44

Ankara hükümeti de başlangıçta, özellikle 1926 yılına kadar, dini ve dinî
sembolleri ve bu arada şeriatı ve hilafeti korumayı –en azından görünüşte- temel
hedef olarak kabul etmiştir.

1926’daki hukuk inkılabı ile birlikte “Batılılaşma” yönündeki değişim arzusu
açığa çıkmış ve hızlanmış, İsviçre’nin, Hıristiyan dinine ve kültürüne ait
kanunu tercüme edilip laik Türkiye’nin yeni “Medeni” Kanunu adıyla yürürlüğe
konulmuştur.

Bediüzzaman bu durumun zamanın şartlarından kaynaklanan geçici bir uygulama
olduğunu varsaymaktadır:

“(Bediüzzaman bu kanundaki bazı hükümleri eleştirmiş olması nedeniyle devrim
karşıtlığı suçuyla yargılandığı mahkemedeki savunmasında:) … Yalnız bu zaman
ilcaatına binaen hükümet-i Cumhuriyenin o medeniyetin bir kısım kanunlarını
kabul etmesiyle, Acaba bu hükümet-i Cumhuriye, Avrupa medeniyetinin kusurlu
kısmının dâva vekilliğine tenezzül eder mi?” 45

Nitekim bu uygulamalara ve 1928’de devletin dininin İslam olduğuna dair hükmün
anayasadan çıkarılmasına rağmen Bediüzzaman devleti “hükümet-i İslamiye” olarak
kabul ve tavsif etmektedir: Ben, hükümet-i Cumhuriyeyi, ilcaat-ı zamana göre bir
kısım Kanun-u Medenîyi kabul etmiş ve vatan ve millete zarar veren dinsizlik
cereyanlarına meydan vermeyen bir hükümet-i İslâmiye biliyorum.46 bin üç yüz
elli senede geçen ecdadımızın mesleğine iktida eden bir adama, o tefsiri için
verilen ceza ve mahkûmiyeti, dünyada adalet varsa elbette o hükmü nakzedecek ve
bu acib lekeyi bu hükümet-i İslâmiyedeki adliyeden silecek diye layiha-yı
tashihimde yazdım.47 (1931-1932’de telif edilmiş olan 26. Mektupta da şu
ifadeler vardır:) Şu devlet-i İslâmiye yirmi-otuz milyon iken, bütün Avrupa’nın
büyük devletlerine karşı hayatını ve mevcudiyetini muhafaza ettiren, şu devletin
ordusundaki nur-u Kur’an’dan gelen şu fikirdir: “Ben ölsem şehidim, öldürsem
gaziyim.” Kemal-i şevk ile ve aşk ile ölümün yüzüne gülerek istikbal etmiş.
Daima Avrupa’yı titretmiş. …48

Konumuzla ilgili önemli bir düzenleme olarak 1924 anayasasının 2. maddesi
devletin dininin İslam olduğunu kabul etmiştir. Ancak Batılılaşmaya yönelik
inkılapların hız kazanması ile birlikte devlet din dışı bir kalıba bürünmeye
başlamıştır. 1928’de Anayasanın 2. maddesi ve başka bazı hükümleri
değiştirilmiş, devletin dininin İslam olduğuna dair hüküm Anayasadan
çıkarılmıştır. Ancak, 1924’te kurulmuş olan Diyanet İşleri Başkanlığı, dini ve
bu yolla toplumu kontrol altına almak üzere muhafaza edilmiş, yine 1924’te
kurulmuş olan Vakıflar Genel Müdürlüğü de vakıfları ve cemaatleri kontrol
altında tutmak üzere devlet bünyesinde tutulmuştur.

1931’de Cumhuriyet Halk Partisi parti programına “laiklik” ilkesini almıştır.
Ardından 1937’de laiklik ilkesi Anayasaya girmiştir. 1950’ye kadar, değişik
tonlarda da olsa ana rengi aynı kalmak üzere, laiklik, dinin dönüştürülmesi
(biçimsel ve itikadî içeriğinden arındırılması) ve toplumsal hayattan dışlanması
olarak uygulanmıştır. Başta Bediüzzaman olmak üzere, bu uygulamalara karşı
çıkanlara da şiddetli baskı ve zulüm yapılmıştır.

Dindarlara yapılan baskıların haksız muamelelerin sebebi devleti ve düzeni
korumak değildi. Bu isim ve perde altında, aslında dinsizlik hesabına baskı
uygulanmakta idi.

“Efendiler! Çok emarelerle kat’î kanaatim gelmiş ki; hükümet hesabına,
«hissiyat-ı diniyeyi âlet ederek emniyet-i dahiliyeyi ihlâl etmek» için bize
hücum edilmiyor. Belki bu yalancı perde altında, zındıka hesabına, bizim,
îmanımız için ve îmana ve emniyete hizmetimiz için bize hücum edildiğine çok
hüccetlerden bir hücceti …”49

Ancak Türk milleti fıtraten dindar olduğundan bu baskılara karşı önemli ölçüde
direnmiştir: “Bu milletin yüzde doksanı, bir seneden beri an’ane-i İslâmiye ile
ruh ve kalb ile bağlanmış. Zâhiren, muhalif-i fıtratındaki emre itaat cihetiyle
serfüru etse de kalben bağlanmaz.”50

9. Laiklik ve Devletin Dini

Laikliğe geçişle birlikte devlet dine hizmeti kendisi için bir amaç olmaktan
çıkarmış, din için cihattan açıkça vazgeçmiş, milli bir devlete dönüşmüştür (Bu
değişiklik o tarihlerde başka İslam devletleri tarafından da benimsenmiştir.):

“Evvelâ başta cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üç yüz elli (1350)
tarihine parmak basar ve mânâ-yı işârî ile der: Gerçi o tarihte, dini, dünyadan
tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla
cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir kanun-u esasî, bir
düstur-u siyasî oluyor ve hükümet, lâik Cumhuriyete döner.”51

Bediüzzaman yukarıdaki metinde bu değişiklik hakkında olumlu ya da olumsuz bir
görüş belirtmemektedir. Ancak bu cümlelerin hemen ardından, artık cihadın biçim
değiştirdiğini, iman hizmeti biçimindeki bir manevi cihad döneminin başladığını
Risale-i Nur’un temsil ve takip ettiği bu yeni cihad tarzının maddi cihada
ihtiyaç bırakmadığını bildirmektedir:

“Fakat ona mukabil mânevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıcıyla olacak.
Çünkü, dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikati gözlere gösterecek derecede
kuvvetli bürhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur’ân’dan
çıkacak diye haber verip bir lem’a-i i’caz gösterir. …

Hem, tâ kelimesine kadar, Risale-i Nur’daki bütün muvazenelerin aslı, menbaı
olarak aynen o muvazeneler gibi mükerreren nur ve zulümat ve iman ve
karanlıkları karşılaştırmasıyla gizli bir emaredir ki, o tarihte bulunan cihad-ı
mânevî mübarezesinde büyük bir kahraman “Nur” namında Risale-i Nur’dur ki, dinde
bulunan yüzer tılsımları keşfeden onun mânevî elmas kılıcı, maddî kılıçlara
ihtiyaç bırakmıyor.”52

Ayrıca Bediüzzaman, Risale-i Nur talebelerinin devlet vasıtasıyla tebliğ ve
irşat yönteminden uzak durmasının ve hatta devlet gücünü kötüye kullanarak
zulmedenlere mukabele etmemesinin sebebini de bu değişikliğe bağlamaktadır:

“… Bu sırr-ı azîm içindir ki, Risale-i Nur şakirtleri dünya siyasetine ve
cereyanlarına ve maddî mücadelelerine karışmıyorlar ve ehemmiyet vermiyorlar ve
tenezzül etmiyorlar. Ve hakikî şakirtleri, en dehşetli bir hasmına ve hakaretli
tecavüzüne karşı ona der:

‘Ey bedbaht! Ben seni idam-ı ebedîden kurtarmaya ve fâni
hayvaniyetin en süflî ve elîm derecesinden bir bâki insaniyet saadetine
çıkarmaya çalışıyorum; sen benim ölümüme ve idamıma çalışıyorsun. Senin bu
dünyada lezzetin pek az, pek kısa; ve âhirette ceza ve belâların pek çok ve pek
uzundur. Ve benim ölümüm bir terhistir. Haydi def ol! Seninle uğraşmam, ne
yaparsan yap!’ der. O zâlim düşmanına hiddet değil, belki acıyor, şefkat ediyor,
‘Keşke kurtulsaydı’ diyerek ıslahına çalışır.”53

Bu dönemde Bediüzzaman laiklik ilkesinin doğru anlamını hatırlatmış ve laikliğin
dinsizlik olarak uygulanmasını eleştirmiştir:

“Hükümetin lâik Cumhuriyeti dini dünyadan ayırmak demek olduğunu biliyoruz.
Yoksa, hiçbir hatıra gelmeyen dini reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak demek
olduğunu, gayet ahmak bir dinsiz kabul eder.”54

“Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız; ben biliyorum ki, lâik mânâsı, bîtaraf
kalmak, yâni hürriyet-i vicdan düsturiyle dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği
gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükümet telâkki ederim.”55

Ayrıca ahirzaman hadislerinden aldığı işaretlerle Süfyanın devlet ve ordu
içindeki iktidarının geçici olduğunu, toplumun ve dolayısıyla devletin ana rengi
değiştirmeye muvaffak olamayacağını müjdelemektedir:

“Hem şanlı ve kahraman bir millet, mağlubiyeti hengâmında, böyle istidraclı ve
şanlı ve tali’li ve muvaffakıyetli ve kurnaz bir kumandanı bulunduğundan gizli
ve dehşetli olan mahiyetine bakmayarak kahramanlık damarıyla onu alkışlar,
başına kor, seyyielerini örtmek ister. Fakat kahraman ve mücahid ordunun ve
dindar milletin ruhundaki nur-u îman ve Kur’an ışığıyla hakikat-ı hali göreceği
ve o kumandanın çok dehşetli tahribatını tamire çalışacağı rivayetlerden
anlaşılır.”56

“Hem en acîbi budur ki; başka mahkemenin müddeiumumisi benden sordu: ‘Mahrem
Beşinci Şua’da demişsin; (Ordu, dizginini o dehşetli şahsın elinden kurtaracak.)
Muradın, orduyu hükümete karşı itaatsizliğe sevk etmektir.’ Ben de dedim:
‘Maksadım; o kumandan ya ölecek veya tebdil edilecek, ordu onun tahakkümünden
kurtulacak demektir.’57

Görüldüğü üzere Bediüzzaman’ın aynı dönemde hem devlet için hükümet-i İslamiye
deyimini kullanmakta hem de hükümetin dinsizlik hesabına icraat yaptığını
bildirmektedir. Bu durum tevil veya izaha muhtaç bir çelişki gibi görünebilir.
Esasen Bediüzzaman devlet ve hükümeti birbirinden ayırmıştır. Devlete düşman
olmamış, isyana kalkışmamış, ancak iktidarı eleştirmekten geri durmamıştır.
(Belirtelim ki bu muhalefeti, muhalefet etmek yani iktidara alternatif
oluşturmak amacıyla yapılmış bir muhalefet değildir).

Bediüzzaman’ın bu yaklaşımının sebebi şudur: Devlet yetkisini kullananlar
zındıka komitesi tarafından kandırılmakta ve kullanılmaktadır:

“… Hükümetin bazı erkânını iğfal edip aleyhimize çeviren dehşetli ve gizli bir
zındıka komitesi …”58

Bediüzzaman bu nedenle CHP’nin din aleyhindeki icraatlarının da aslında içindeki
yüzde beşlik kısmın tahrikiyle ortaya çıktığını kabul etmekte ve böylece CHP’ye
dahi toptancı bir yaklaşımla bakmamaktadır.

“(Demokrat Parti iktidarı döneminde yazdığı bir mektubunda:) Risale-i Nur eski
partinin dört-beş hatâsını yüz derece ziyadeleştirmeye mânidir. Yüzde beş adamın
hatâsını, doksan beşe de verip yirmi-otuz derece ziyadeleştirmemiş.”59

CHP iktidarı dönemindeki bu olumsuz gelişmeyi gören Bediüzzaman, kötü gidişi
önleyebilmek ya da yavaşlatabilmek için, yukarıdaki ayetin tefsirinden de ders
alarak, önceki hayatında tatbik ettiği metottan farklı bir tarza yönelmiştir.
Salt nasihate yönelik din hizmeti yapmış, iktidara talip olmayı düşünmemiştir.
İhtilalle iktidarı devirmeye çalışmaktan da çekinmiştir. Ayrıca siyasi konularda
şüphe çekici davranışlardan da aynı şekilde kaçınmıştır:

“Salisen: Bundan on iki sene evvel Ankara reisleri, İngilizlere karşı ‘hutuvat-ı
Sitte’ namındaki mücahedatımı takdir edip beni oraya istediler. Gittim.
Gidişatları, benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi. ‘Bizimle çalış’
dediler. Dedim: ‘Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor, sizinle çalışamaz;
fakat size de ilişmez.’

Evet ilişmedim ve ilişenlere de iştirâk etmedim. Çünki: An’anât-ı milliye-i
İslâmiye lehinde istimal edilebilir bir deha-yı askeriyi, an’ane aleyhine
çevirmeye maatteessüf bir vesile oldu. Evet; ben, Ankara reislerinde, hususan
reisicumhurda bir deha hissettim ve dedim: ‘Bu dehayı, kuşkulandırmakla an’anat
aleyhine çevirmek caiz değildir.’ Onun için, ne kadar elimden gelmişse
dünyalarından çekindim, karışmadım. On üç seneden beri siyasetten çekildim;
hattâ bu yirmi bayramdır, bir-ikisinden başka umumlarında, bu gurbette, kendi
odamda yalnız mahpus gibi geçirdim; tâ ki siyasete bulaşmam tevehhüm
edilmesin.”60

Ayrıca siyasi iktidarı elde ederek bu iktidar kudreti vasıtasıyla yapılacak din
hizmetinin muhataplarını münafıklaştırma riski taşıdığına dikkat çekmiştir.

“Sana işkence eden bu mübtedi’ ve kısmen münafık baştaki insanların takip
ettikleri siyaseti nasıl görüyorsun ki ilişmiyorsun?” Verdiğim cevabın muhtasarı
şudur ki: Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen
bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i
yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun.
Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık
derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda
kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder. Hem
nur, hem topuz ikisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için, bütün
kuvvetimle nura sarılmaya mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa
olsun bakmamak lâzım geliyor.61

(Bununla birlikte dindar insanların devlet görevi almaları aynen diğer
mesleklere intisap kadar normaldir, bu ayrı bir husustur ve bunda bir mahzur
yoktur: Evet, Risale-i Nur ile imanlarını kurtaran ve millete zararsız ve tam
menfaatdar vaziyete girenler, yüz binden çok ziyadedir! Hükûmet-i Cumhuriyenin
belki her büyük dairesinde ve milletin her tabakasında faideli müstakimâne bir
surette bulunuyorlar. …62)

Bediüzzaman bu dönemde de devletin din hizmeti yapanlara kolaylık göstermesi
gerektiğini bildirmiştir. Zira dine hizmet aynı zamanda hükümetin temel görevi
olan kamu düzeninin kurulup işlemesine de yardım etmek demektir:… Ey ehl-i
siyaset ve hükümet! Evham edip bizlerle uğraşmayınız. Bil’akis teshilât
göstermeniz lâzım. Çünki hizmetimiz, emniyet ve hürmet ve merhameti tesis ile,
hem asayişi, hem inzibatı, hem hayat-ı içtimaiyeyi anarşilikten kurtarmağa
çalışıp sizin hakikî vazifenizin temel taşlarını tesbit ediyor, takviye ve teyid
ediyor."63

Aynı sebeple devlet dindarlara karşı dinsizler lehinde taraf olmamalıdır.
Dindarları korumalı ya da en azından eşit davranmalıdır:

“Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikr-i ilmiyeyi temin eden Cumhuriyet hükûmeti
ya beni tam himaye edip, garazkâr, evhamlı düşmanlarımı sustursun veyahut bana,
düşmanlarım gibi hürriyet-i kalem verip, müdafaatıma yasak demesin."64

“Hem, bu mübarek vatanda bu fıtraten dindar millete hükmedenler, elbette
dindarlığa tarafdar olması ve teşvik etmesi, vazife-i hâkimiyet cihetiyle
lâzımdır. Hem madem lâik Cumhuriyet, prensibiyle bitarafane kalır ve o
prensibiyle dinsizlere ilişmez; elbette dindarlara dahi bahaneler ile ilişmemek
gerektir.”65

Bediüzzaman’a göre devlet toplumu anarşi ve kaostan uzak tutmak için de dinî
prensiplere sarılmak zorundadır:

“Hükümet-i İslâmiye ile bu memleketin selâmetine çalışan ehl-i siyasetin mezkûr
hakikatı nazara alması lâzımdır. Yoksa … Fransız ihtilâl-i kebirinin
tohumlarının bu mübarek memleket-i İslâmiyeye ekilmesine yol vermektir diye
telaş edilebilir.”66

“Rusların tahribat nev’inden manevî kuvvetlerine karşı,
adliyenin binden birine maddî ceza vermesiyle; serserilere ve fakirlere,
zenginlerin malını peşkeş çeken ve hevesli gençlere ehl-i namusun kızlarını ve
ailelerini mübah kılan ve az bir zamanda Avrupa’nın yarısını elde eden bir
kuvvete karşı, ancak ve ancak manevî bombalar lâzım ki, o da hakaik-i Kur’aniye
ve imaniye atom bombası olup o dehşetli solculuk cereyanını durdursun. Yoksa
adliye vasıtasıyla yüzden birine verilen maddî ceza ile bu küllî kuvvet tevkif
edilmez.”67

“Ekser-i hükemanın Garbda ve Avrupa’da zuhuru; ve ağleb-i enbiyanın
Şark’ta ve
Asya’da tulu’ları kader-i Ezelînin bir işaret ve remzidir ki; Asya’da hâkim,
galib, din cereyanıdır. Elbette, Asya’nın ileri kumandanı olan bu hükümet-i
Cumhuriye, Asya’nın bu fıtrî hâsiyetinden ve mâdeninden istifade edecek. Ve
bîtarafane prensibini, değil dinsizlik tarafına, belki dindarlık tarafına
temayül ettirecektir.”68

10. Demokratik Cumhuriyet ve Devletin Dini

Bediüzzaman CHP iktidarının yukarıdaki tavsiyelere ve lazimelere uymadığını
gördüğünden Demokrat Partinin iktidara gelmesi ve iktidarda kalması için aktif
olarak çalışmıştır.

Bediüzzaman ve talebeleri Demokrat Parti döneminde genel olarak devletin
icraatlarından ve hükümetten memnun olmuşlar ve bunu ifade etmişlerdir. Bu
nedenle, öncelikle, hükümet ile devlet kuvvetini kullanarak zulmeden dinsizleri
birbirinden ayırmışlardır.

“(Nur talebelerinin bir açıklamasında:) Bunun için, Risale-i Nur’un neşrine mâni
olmaya çalışanlar, emniyet ve asayişin düşmanı ve vatan ve millet haini
anarşistlerin hesabına bilerek veya bilmeyerek çalışanlardır. Risale-i Nur’a
ilişen hükümet değildir; çünkü, emniyet ve zabıta anlamış ki, Bediüzzaman ve Nur
Talebelerinde siyasî bir gaye yoktur.”69

Bediüzzaman, Demokrat Parti’nin, Türkiye’deki çoğunluğu oluşturan İslam
milletinin devleti ve hükümeti olarak dikkat etmesi gereken hususları sık sık
nazara vermiştir. Bunların belli başlıları; dindarların ve din derslerinin
serbestiyeti, Risale-i Nurların devlet eliyle neşri, Ayasofya’nın yeniden
ibadete açılması ve ittihad-ı İslam idealinin gerçekleştirilmesi için diplomatik
adımlar atılmasıdır.

“… Ehl-i İslâmiyet ve hamiyet-i diniye ve kuvvet-i imaniye cihetiyle değil dini
siyasete âlet yapmak, belki de siyaseti dine âlet ve tâbi’ yapmakla; tâ
İslâmiyet’in kuvvet-i maneviyesinden bu hükümet-i İslâmiyeyi tam kuvvetlendirmek
ve dört yüz milyon hakikî kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve …”70

“Eski devrin belli başlı şiarı malûmdur. Demokratlar, bekalarını temin etmek
isterlerse, tamamıyla bu şiara karşı bir siyaset takib etmeleri icab eder; bir
taraftan komünizme karşı şiddet, diğer taraftan dini ve din ehlini himaye.
Açıkça ve mertçe bu yolda yürümek mecburiyetindedir. Bu hususta göstereceği, en
ufak bir zaaf, yahut en ufak bir samimiyetsizlik onu Halkçıların çukuruna
düşürür.”71

“Onun için şimdiki bu hükümetimizin hakikî kuvveti, hakaik-i Kur’aniyeye
dayanmak ve hizmet etmektir. Bununla ihtiyat kuvveti olan üç yüz elli milyon
uhuvvet-i İslâmiye ile ittihad-ı İslâm dairesinde kardeşleri kazanır.”72

“Sâniyen: Yeni ehl-i hükümet yavaş yavaş anlıyor ki, hakikî kuvvet Kur’an’dadır.
Ve İslâmiyet uhuvveti ile ve imanın hakaiki ile tahribatçı düşmanlara karşı
dayanabilirler. … Ve yeni hükümetin Maarif Vekili bu hakikatı hissetmiş ki,
seleflerine muhalif olarak en ziyade iman hakikatlarının neşrine, din derslerine
ehemmiyet veriyor.

‘Madem bu ittifaksızlıktan gelen za’fiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebinin
politikasına ve ehemmiyetsiz muvakkat yardımlarına karşı bu acib manevî
rüşvetler veriliyor. … Elbette ve elbette ve kat’î olarak şimdi bu memleketteki
ehl-i siyaset garba ve ecnebiye verdiği siyasî ve manevî rüşvetin on mislini
âlem-i İslâm’ın ileride cemahir-i müttefikası hükmünde olacak olan dört yüz
milyon Müslüman kardeşlere, memleket ve milletin ve bu devlet-i İslâmiyenin
selâmeti için gayet azîm bir bahşiş ve zararsız rüşvet vermesi lâzım ve
elzemdir.”73

“Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve su-i istimalleri neticesiyle, belki de
tahrikleriyle zuhur eden Ticanî meselesini ve ağır cezalarını dindar
Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâm nazarında Demokratları düşürmemenin
çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum:

Nasıl ezan-ı Muhammediyenin (a.s.m.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet
bulduğu gibi, öyle de, Ayasofya’yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i
kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâm’da çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan
ahalisine âlem-i İslâm’ın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene
mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraatine karar
verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân
etmelidirler.”74

Dikkat edilirse Bediüzzaman’ın bu talepleri devletin temel niteliklerine,
bürokratik şekline ve dönüşümüne ilişkin değil, hürriyetlere ve toplumsal yapıya
ilişkin talep ve teklifler niteliğindedir. Bu talepler, aslında, iman
hizmetinden sonra gelen fakat iman hizmetinin çerçevesini oluşturacak şekilde
önem taşıyan şeair-i İslamiyeyi muhafaza görevi ile de ilgilidir ve çok partili
siyasal hayatın (demokrasinin) din lehinde kullanılması amacına uygundur.

“Şark Üniversitesi … Bu mes’ele en yüksek terakki ve sulh-u umumînin medarıdır.
Bu müessese bu hükûmet-i İslâmiyeye, bazı şeair-i İslâmiyeden Arabî ezan-ı
Muhammedî ve din dersleri gibi pek çok kuvvet verecek.”75

Yukarıya aldığımız bazı metinlerden de görüleceği üzere, Bediüzzaman, Demokrat
Parti döneminde de devlet ve hükümet için “hükümet-i İslamiye” deyimini
kullanmaktadır.

11. Sonuca Doğru: Yeniden Asr-ı Saadet Devletine Gidiş

Bediüzzaman, 25. Söz’de peygamberlerin mu’cizelerinin Kur’an’da zikredilmesinin
amacının insanlığa ışık tutmak ve yol göstermek olduğunu ifade etmektedir: İşte,
(Kur’an) enbiyâların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye
teşvik ettiği gibi, mu’cizâtlarından bahis dahi, onların nazîrelerine yetişmeye
ve taklidlerini yapmaya bir teşviki işmâm ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî
kemâlât gibi maddî kemâlâtı ve hârikaları dahi en evvel mu’cize eli nev-i beşere
hediye etmiştir. … Mu’cizât-ı enbiyâyı zikretmesiyle fen ve san’at-ı beşeriyenin
nihayet hududunu çiziyor, en ileri gàyâtına parmak basıyor, en nihayet hedefleri
tâyin ediyor; beşerin arkasına dest-i teşviki vurup, o gàyeye sevk ediyor.76

Bu metinden anlaşılabilecek bir mânâ da şudur: Mu’cizelerin amaçlarından biri de
insanlığa ışık tutmaktır. Peygamberlerin mucize olarak yaptığının bir benzerini
insanlar fen ve sanat ile yapabilirler.

Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) Asr-ı Saadet devleti de –yukarıda 4. başlıkta
ayrıntılı olarak açıklandığı üzere- bir mucize idi. O halde bu mu’cizenin de bir
benzeri fen ve sanatla yapılabilir. Diğer deyişle Hazret-i Peygamberin (a.s.m.)
kurduğu mucizevi İslam devleti de bir ideal ve hedeftir. Ahir zamanda bu
mu’cizenin bir benzeri yeniden ortaya çıkabilecek ve insanlığın sulh ve
mutluluğunu temin edebilecektir. Peygamberin (a.s.m.) ahirzamandaki varislerinin
bir vazifesi de bunu tahakkuk ettirmektir.

Bunun için yapılması gerekenler açıktır. Yeniden, baştan başlanacak; Mehdi
cemaatinin önderliğinde ve iman, hayat ve şeriat sırasına göre, birey, toplum ve
devlet yeniden inşa edilecektir. Bireyin inşası, imanının tahkiki imana
yükselmesi ve sünnete riayetle hayata aksetmesi ile olacaktır. Toplumun inşası
bid’aların ve dünyevileşme cereyanının durdurulması ve şeairin ihyası ile
olacaktır. Devletin inşası ise ittihad-ı İslam ve şeriat-ı Muhammedinin ihdası
ile olacaktır.

Bu sürecin sağlıklı işleyebilmesi için devletin yapması gerekenler açıktır.
Dindarların ve şeair-i İslamiyenin lehinde icraat yapacak, ittihad-ı İslamın
önündeki engelleri uluslararası ittifaklarla aşacaktır. (Bu süreç tamamlanmadan,
İslam’a uygun bir hukuk düzeninin kurulması ile ilgili icraatlar yapılması
mümkün ve mantıklı değildir.)

Nitekim Mehdi cemaatinin vazifeleri arasında, ittihad-ı İslam’ı ve Kur’an’ın
hükümlerinin hakimiyetini de içeren yüksek İslam siyaseti de vardır.

“… Bu zaman hem imân ve din için, hem hayat-ı içtimaî ve şeriat için, hem
hukuk-u âmme ve siyaset-i İslamiye için gayet ehemmiyetli birer müceddid ister.
Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi,
en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri
ona nispeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor.”77

“Mehdi-i Al-i Resulün temsil ettiği kudsi cemaatinin şahs-ı manevisinin üç
vazifesi var. …

Birincisi: … Herşeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir
tarzda imanı kurtarmaktır. …

İkinci vazifesi: Hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) unvanıyla şeair-i İslamiyeyi
ihya etmektir. Alem-i İslamın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddi ve
manevi tehlikelerden ve gazab-ı İlahiden kurtarmaktır. …

Üçüncü vazifesi : İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkam-ı Kur’âniyenin
zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunları bir derece tatile
uğramasıyla, o zat, bütün ehl-i imanın manevi yardımlarıyla ve ittihad-ı İslamın
muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Al-i Beytin neslinden her
asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakar seyyidlerin iltihaklarıyla
o vazife-i uzmayı yapmaya çalışır.”78

Mehdi cemaatinin bu üç vazifesinin vakti sırasıyla gelecektir. Üçüncü vazife
için birinci ve ikinci vazifelerin tamamlanmış olması gerekir. İslam
toplumlarında yaşayan Müslümanların yüzde altmış yetmişinin tam dindar olması bu
hususta önemli bir basamak ve barajdır denebilir: “… İttihad-ı İslam partisi,
yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına
geçebilir.”79

(Mehdinin devlet ve rejim düzeyindeki vazifesi, rejimi “değiştirmek” ya da
“yıkıp yeniden kurmak” değil, “tamir”dir: “Hz. Mehdî’nin cemiyet-i nuraniyesi,
Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid’akârânesini tamir edecek, Sünnet-i
Seniyyeyi ihya edecek; yani âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.)
inkâr niyetiyle Şeriat-ı Ahmediyeyi (a.s.m.) tahribe çalışan Süfyan komitesi,
Hz. Mehdî cemiyetinin mu’cizekâr mânevî kılıcıyla öldürülecek ve
dağıtılacak.”80)

Nitekim, Demokrat Parti’nin Ayasofya’yı ibadete açmak gibi bazı sembolik önem
taşıyan icraatlar yapmasını, risaleleri resmen neşretmek ya da serbest olduğunu
kabul ve ilan etmek gibi adımlar atmasını isteyen Bediüzzaman, bu dönemde
hükümetten “devletin dini İslam’dır” ibaresinin yeniden anayasaya konulmasını ya
da bunu da kapsayan yeni bir anayasa yazılmasını istemiş değildir.

Bu tutumun sebebi bizce şudur: Henüz bu alanda adım atmanın zamanı gelmemiştir.
Zira toplumun dindarlığının bu hükmü kaldırmayacak kadar zayıf olduğu bir ülkede
Anayasaya devletin dininin İslam olduğunu yazmanın ne pratik ve ne de sembolik
bir faydası ve mânâsı olmayacaktır. Bu dönemde, devletin, milletinin manevi
değerlerine ve özellikle şeaire düşman olmaması, dindarların önünü açması ve
böylece “İslam toplumunun devleti” olduğunu göstermesi yeterlidir. Gerisi Mehdi
cemaatinin vazifesidir. Fert ve toplum üzerinde yani iman ve hayat sahasında
yapılacak olan bu vazifenin ifası için, devletin “dine hürmetkar” olması gerekli
ve yeterlidir. Esasen bu, bu günkü devletin dine ve millete yapabileceği en
büyük hizmetidir.

Dipnotlar:

1- Tarihçe-i Hayat, s. 204

2- Şualar, s. 395.

3- İşaratü’l İcaz, s. 17.

4- Emirdağ Lahikası, s. 329.

5- Sözler, s. 24.

6- İşaratü’l İcaz, s. 146.

7- İşaratü’l İcaz, s. 164.

8- İşaratü’l İcaz, s. 164.

9- İşaratü’l İcaz, s. 164.

10- İşaratü’l İcaz, s. 165.

11- Münazarat, s. 52.

12- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 86.

13- Mektubat, s. 58

14- Mektubat, s. 100

15- Emirdağ Lahikası, s. 336

16- Hutbe-i Şamiye, s. 38

17- Mektubat, s. 255

18- Mektubat, s. 419.

19- Mektubat, s. 419.

20- Mektubat, s. 420.

21- Hutbe-i Şamiye, s. 42.

22- Lem’alar, s. 36.

23- Lem’alar, s. 38.

24- Sünuhat, s. 56.

25- Suna Kili ve A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, Ankara, Türkiye İş
Bankası Yayınları, 1985.

26- Hutbe-i Şamiye, s. 93.

27- İslam anayasası hakkında ayrıntılı bir çalışma için bkz. Ahmet Akgündüz,
Eski Anayasa Hukukumuz ve İslam Anayasası, İstanbul-1997.

28- Divan-ı Harb-i
Örfî, s. 21.

29- Lem’alar, s. 36.

30- Ayrıntılı bilgi için bkz. Mustafa Erdoğan, Avrupa Birliği Anayasalarında
Devletin Temel Nitelikleri;
http://ogrenci.hacettepe.edu.tr/~b0122202/Inetpub/wwwroot/hukuk/avrupabirligi/abanayasalarindadevletintemelniteligi.htm

31- Ayrıntılı bilgi
için bkz. Mustafa Erdoğan, Avrupa Birliği Anayasalarında Devletin Temel
Nitelikleri;
http://ogrenci.hacettepe.edu.tr/~b0122202/Inetpub/wwwroot/hukuk/avrupabirligi/abanayasalarindadevletintemelniteligi.htm

32- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 69.

33- Tarihçe-i Hayat, s. 73.

34- Münazarat, s. 54.

35- Münazarat, s. 46-47.

36- Tarihçe-i Hayat, s. 73.

37- Münazarat, s. 38-39.

38- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 20.

39- Kastamonu Lahikası, s. 51.

40- Şualar, s. 513.

41- Mesnevi-i Nuriye, s. 87.

42- Tarihçe-i Hayat, s. 130.

43- Tarihçe-i Hayat, s. 129.

44- Asa-yı Musa, s. 141.

45- Tarihçe-i Hayat, s. 220.

46- Tarihçe-i Hayat, s. 221.

47- Şualar, s. 332.

48- Mektubat, s. 314.

49- Şualar, s. 250.

50- Emirdağ Lahikası, s. 191.

51- Asa-yı Musa, s. 79.

52- Asa-yı Musa, s. 79.

53- Asa-yı Musa, s. 80.

54- Tarihçe-i Hayat, s. 204.

55- Şualar, s. 318.

56- Şualar, s. 514.

57- Tarihçe-i Hayat, s. 354.

58- Şualar, s. 275.

59- Emirdağ Lahikası, s. 451.

60- Tarihçe-i Hayat, s. 195.

61- Lem’alar, s. 107.

62- Şualar, s. 311.

63- Kastamonu Lahikası, s. 101.

64- Emirdağ Lahikası, s. 27.

65- Tarihçe-i Hayat, s. 194.

66- Emirdağ Lahikası, s. 320.

67- Emirdağ Lahikası, s. 310.

68- Tarihçe-i Hayat, s. 212.

69- Tarihçe-i Hayat, s. 597.

70- Emirdağ Lahikası, s. 319.

71- Tarihçe-i Hayat, s. 553.

72- Emirdağ Lahikası, s. 297.

73- Emirdağ Lahikası, s. 321.

74- Emirdağ Lahikası, s. 387.

75- Emirdağ Lahikası, s. 405.

76- Sözler, s. 231.

77- Kastamonu Lahikası, s. 145.

78- Emirdağ Lahikası, s. 232.

79- Emirdağ Lahikası, s. 386.

80- Mektubat, s. 426.

Öz

Bu makalede, Bediüzzaman’ın devlet, hükümet, İslam devleti, İslam anayasası,
laiklik gibi kavramlara bakış açısı doğrudan ve sadece Risale-i Nur
külliyatındaki metinler yardımıyla ele alınmıştır.

Bu amaçla Bediüzzaman’ın üç hayat devresinde ve üç devlet tipi karşısında
takındığı tutum ve kavramsal yaklaşımı tesbit edilmiştir: Eski Said ve Osmanlı
devleti, Yeni Said ve tek parti yönetimindeki Türkiye Cumhuriyeti idaresi,
Üçüncü Said ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti.

Bediüzzaman, bireyin devlet karşısındaki hürriyetini ve devletin din
hizmetlerindeki pozisyonunu kendinden önceki çağlarda yaşayanlardan ve çağdaşı
durumundaki İslam alimlerinden farklı ve özgün bir yaklaşımla yorumlamaktadır.
Kendisinin üç hayat devresi içindeki bakışında ise esaslı bir değişim yoktur.
Devleti toplumun bir sonucu ve toplumu da bireylerin bir bütünü olarak görmekte
ve dolayısıyla ana kavram olarak bireyi ve bireyin imanını esas almaktadır.

Anahtar kelimeler: İslam devleti, laik devlet, daru’l harb, daru’l İslam,
anayasa, İslam anayasası, adalet, hükümet

Abstract

In this article, the view of Bediuzzaman about state, government, Islamic state,
Islamic constitution and laicism had been analysed directly and only through
texts from Risale-i Nur Collection.

In this context, the conceptual approach and attitude of Bediuzzaman about three
state type in his three life periods: The First Said and the Ottoman Empire, The
Second Said and the Republic of Turkey under the rule of single party, The Third
Said and the democratic Republic of Turkey.

Bediuzzaman is analyzing the freedom of the individuals against the state and
the position of the state in the religious affairs with an original approach
which is different from Islamic scholars in his age and old times. There is no
real difference and change in his approach among his three life periods. He is
considering the state as a result of the society and the society as a community
of individuals, accordingly he is considering the individual and its faith as
the main concept.

Keywords: Islamic state, secular state, dar-ul harb, dar-ul islam, constitution,
Islamic constitution, justice, government