The Panels of “Civilian Constitution”

“Sivil Anayasa” Panelleri
Ankara’da düzenlenen “Sivil Anayasa Paneli” (15 Eylül 2007) ve “Yeni Anayasa Paneli”ndeki (20 Ekim 2007) konuşma metinleri

Ben de, sözlerime başlarken, her şeyden önce böyle önemli bir
konuyu gündemde tutup bu paneli düzenleme zahmetine giren tüm arkadaşlarıma
teşekkür ediyorum, arkadaşlarımı tebrik ediyorum.

Biz anayasa deyince devletin temel kuruluşu ile kişilerin hak ve
özgürlüklerini düzenleyen ana, temel kanunları anlıyoruz. Şimdi “yeni anayasa
lazım mı” veya gündemdeki ismiyle “sivil bir anayasa gerekli midir, değil
midir?” Bu konunun öncelikle konuşulup, tartışılıp kararlaştırılması lazımdır.
Türkiye’de hep birileri gelmiş, anayasayı kaldırmış. Daha sonra yeni bir anayasa
düzenlemiş ve bu yeni anayasayı düzenlerken de “ben acaba halkıma ne gibi
lütuflarda bulunmalıyım, benim ne gibi yetkilerim olmalı” şeklinde bir takım
düzenlemeler yapmışlar. Halkımız da verilene razı olmuş. Daha fazlasını da
istememiş. Oylamalar sırasında bir takım yanlışlar yapıldığını ben yaşadım, o
zamanlar öğrenciydim.

“Gök mavi”, “deniz mavi” diyen, mavi gömlek giyen, maviden
bahseden herkes -mavi hayır demekti- bir noktada soruşturma geçirdi, tutuklandı.
Ama bunun dışında da azımsanmayacak kadar rızasıyla mevcut anayasaya “evet”
diyen bir grup vardı. Bunu da görmezlikten gelmeyelim. Bu bizim demokrasi
konusundaki zafiyetimizdir. Her şeye rağmen, bütün baskılara rağmen, birçok
yerde kapalı şekilde oy kullanmak mümkün oldu, “hayır”ın propagandası
yapılamadı, “hayır” anlatılamadı. Ama isteyen birçok kimse de perdenin arkasına
girdiği zaman da hayır kâğıdını zarfın içerisine, zarfın dışardan görülmesi
pahasına dahi olsa -çünkü zarf çok inceydi belli oluyordu- koyabildi. Ve kimseye
“niye hayır oyu verdin” diye de soruşturma yapılmadı. Oylama sonucunda zaten
“evet”lerin fazla çıkması, bizim demokrasi konusunda, sivilleşme konusunda geri
kalmışlığımızı gösteriyordu.

Biraz da o günkü iktidar liderinin “hayır çıkarsa ne olacak?”
sorusuna “demek ki bizim gitmemizi, demokratik sisteme geçilmesini istemiyorlar,
bizim kalmamızı istiyorlar” cevabının da tesiri olmuş olabilir. Ama milletimiz
daha sonra bu cevabı genel seçimlerde verdi. Genel seçimlerde yine ihtilalin
lideri bir partiyi işaret etti ve işin enteresan tarafı o partinin lideri olan
Paşa, “seçimlerden sonra sen beni işaret ettin diye millet bize oy vermedi”
dedi. İki paşa arasında o gün çatışma oldu. Yani millet doğrusunu yapıyor,
kararları doğru veriyor; ama ihtilaller yapılıyor, hiçbir tepkisini
göremiyorsunuz, idam kararları veriliyor, halkta tepki yok. Sindirilmişlik var.

Bugün biraz biraz kıpırdanmalar var; ama yine yeterli seviyede
olduğunu düşünmüyorum. Böyle bir askeri anayasadan, daha doğrusu askerler
tarafından yaptırılan bir anayasadan sivillerin yaptığı bir anayasaya geçme
durumundayız. Şimdi bu konuda da beklentilerimiz var, eleştirilerimiz var. Yeni
anayasa korkulara dayalı korumacı bir anayasa mı olacak yoksa toplumsal değişime
açık mı yoksa yurttaşına güvenen bir anayasa mı olacak? Vesayetçi, yasakçı mı
olacak, özgürlükçü mü? Bireyi mi koruyacak devleti mi? Bunlar hepimizin merak
ettiği sorulardır, bir şekilde devam edip gidebilir.

Açıkçası ben çok da istediğimiz gibi, özlediğimiz gibi, arzu
ettiğimiz gibi bir anayasa yapacağımız kanaatinde değilim. Bu konuda ideal bir
anayasa yapabilmek için ideal bir ortamın olması lazım. Yani, daha demokratik,
daha özgür bir ortamın olması lazım. Ben bu bilim komisyonunda değilim, siyaset
komisyonunda da değilim, dolayısıyla karma komisyonda da değilim. Ama eminim ki
bugün Sapanca’da toplantı yapan arkadaşlar tartışırken, “şunu şöyle yapalım
arkadaşlar, yani çağdaş dünyada şu özgürlükler şu şekilde düzenlenmiştir” dediği
zaman “ya arkadaşlar bunu böyle yapalım ama acaba askerler ne der, bu konuda
rahatsızlık olmaz mı?” endişesini taşıyacaklardır.

Çünkü ben burada konuşurken, buradaki çok kıymetli basın mensubu
arkadaşlarım, “sivil anayasa nasıl yapılır, böyle bir anlatsalar da biz de
millete yansıtsak” diye bu mikrofonları, bu kameraları buraya yığmış değiller.
“Acaba Sayın Yayla bir şey söyler de, akşama haberlerde bunu biraz da kırparak
verebilir miyiz?” diye buradalar. Yani askerin tepkisini çekecek, işte bir takım
kurumların tepkisini çekecek bir şey söylediğin zaman, bu başı sonu kesilip o
kısmı alınıp haber olur. Ahmet Hoca bizi biraz da tahrik etti, bunu idare amiri
olsa değiştirir mi dediyse de yok. Şimdi ben tabii Atatürk’ün fikirlerine
dokunulmayacağını, ideolojisine –ki Atilla Yayla Hocam ideoloji tartışmalı dedi
– karışılmayacağını biliyordum ama elbisesine dokunulamayacağının farkında
değildim. Yani “acaba asker yerine sivil resim olabilir mi” deyince başıma
gelmeyen kalmadı. Ve o kadar çok üzerime geldiler ki neredeyse bekleyelim de bir
şey olmasın diye resmin başında bekleyecek duruma gedik.

Önce bizim sivilleşmemiz lazım, kendimizin sivilleşmesi lazım.
Sivilleşme, nedir? “Buna asker ne der” fikrini kafamızdan atmamız lazım.
İkincisi; kurtarıcıyı aynı demokratik yollardan beklememiz lazım. Yani “iyi bir
asker gelse acaba…” veya herhangi bir ülkede ordu yönetime el koyuyor. Ya bu
yönetime el koyan general nasıl birisiymiş? Yok arkadaş, yönetime el koyan
general kötü generaldir, kötü insandır. Bunun iyisi yoktur. Demokrasiyi
çiğneyen, halkın değerlerini çiğneyen kimse iyi kimse olmaz. Ben bunu
gençliğimde Pakistan’da yaşadım. Pakistan’da birileri başbakanı, mevcut yönetimi
indirdi ve “ben şeriatı getireceğim” diye iktidarın başına geçti. Ben, demokrat
düşünen camiadaki bazı arkadaşlarıma baktım, “Butto solcuydu onu indirdi, işte
hak geldi” diye alkışlayanlar oldu.

Kim olursa olsun “ben demokrasiyi getireceğim”, “şeriatı
getireceğim”, “komünizmi getireceğim” dese mevcut yönetimi, meşru iktidarı
deviren iktidar kötü bir iktidardır. Türkiye’de de kim gelirse gelsin, kim
yönetime anti-demokratik şekilde müdahale ederse etsin bu benim işime gelebilir,
gelmeyebilir; ama bu kötü bir harekettir, bunu kabullenmemiz lazım. İşte
zihinlerdeki demokratikleşme, sivilleşme önce buradan başlar. Herkes yerinde ve
konumunda olmalıdır. Buna milletvekili dâhildir, devlet memuru dâhildir.
Başbakan, Cumhurbaşkanı dâhildir. Genelkurmay Başkanı, Kara Kuvvetleri Komutanı
ve diğer komutanlar dahildir. Haddini aşan, anayasal görevini aşan kim varsa,
kanunların kendisine verdiği yetkileri aşan kim varsa bu haddini aşmıştır,
zararlı bir unsur haline gelmiştir ve tasvip edilemez.

Şimdi, sayın Atilla Hocam bir örnek verdi, “koruyuculara karşı
bizi kim koruyacak?” Türkiye’deki en büyük sorun da bu. Veya “yasa koyucu
yasaları ihmal ederse buna karşı ne yapacağız?”, “Anayasa Mahkemesi anayasayı
ihlal ederse biz buna karşı ne yapacağız?” Demokrasilerde tam ve kesin bir
çözümü yoktur. Sayın Nevzat Ercan Ağabeyim, “insan için su neyse, devletler için
de anayasa da odur” dedi. Ama sayın Yayla Hocamın da ifade ettiği gibi anayasa
rafa kaldırılınca bir şey olmuyor. Yani anayasa metni olmamakla övünen ve
demokrasiyi çok güzel işleten dünyada birçok ülke var. Anayasadaki kuralların
hepsi, Hocamın ifade ettiği gibi, zaten temel hukuk normlarıdır, bunlar yazmasa
da var olan şeylerdir. Bunları ortadan kaldıramazsın, bunlar insan olmanın
gereği olan uygulamalardır. Bunun dışında da bazı devletin işleyişiyle ilgili
maddeler vardır. Bunlar da Cumhurbaşkanlığının nasıl seçileceği, meclis
başkanının nasıl seçileceği, anayasanın nasıl değiştirileceğini vesaire kapsayan
bir takım maddeler vardır. Bunları da düzenlemek çok zor değildir. Ama anayasa
denildiği zaman akla gelen en temel şey özgürlüklerdir ve bunların kabul
edilmesidir, yok edilmesi değil. Bunun için de bizlerin kendi haklarımıza sahip
olmamız gerektiğini düşünüyorum.

Meclis’in böyle bir anayasa yapmaya hakkı var mı? Bir feylesofun
dediği gibi “değiştirilemeyen düzen, kötü düzendir.” Bir düzen
değiştirilemiyorsa, o düzen kötüdür. Dolayısıyla iyi düzenler değiştirilmez ama
çok iyi gidiyorsa değiştirilmez. Yine de değiştirme hakkı birilerinin vardır,
birileri isterlerse o düzeni değiştirebilirler. Egemenlik bila kayd-u şart
milletindir sözüne herkesin bağlı olması lazım. Sayın Ercan’ın dediği gibi, 61
anayasasında bu Türkiye Büyük Millet Meclisi eliyle kullanılırken sonradan
anayasal kurumlar vasıtasıyla kullanılır hâle geldi. Anayasada adı geçen, orada
düzenlenen bazı kurumlar, “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir ama anayasal
kurumlar eliyle kullanılır, ben o anayasal kurumlardanım. Çünkü ben anayasada
yazıyorum” diye düşünüyor. İyi ama sana “anayasal kurumlar ol” dendi de
“milletin üzerinde ol” denmedi ki. Bir rektör kalkmış yüze 95 oyla da gelseniz
sizi oradan indiririz diyor. Ve bunu diyen adam hâlâ anayasal bir kurumun
yetkisiyle orada görev yapıyor. Evet demokrasi vardır, düşünce özgürlüğü vardır
ama eyleme dönüşecek fikirlerin de bir sorumluluğunun olması lazım. Bu şekilde,
diğer meşru fikir sahiplerine ve yetki sahiplerine dil uzatılmasına karşıyım.