“The Constitutionalism and the constitution is consisting of factual justice and sharia advisory”

Bediüzzaman’ın -hakikî ve samimî- Anayasa müdafaası

Çok uzun süren mazlumâne, maceralı hayatıma dair gayet kısa
maruzatta bulunacağım. Lütfen dinlemenizi ricâ ederim.”

Mahkeme, Üstadın müdafaasını serbest ve rahatça yapmasına meydan
verdi. Üstad da geniş ve ferahlı bir müdafaa yaptı.

Muhterem hâkimler, yirmi sekiz sene emsalsiz ihanetlere,
işkencelere, tarassud ve hapislere maruz kaldım. Bütün bu iftira ve isnadların
esası birkaç noktaya dayanır:

1. En birinci ithamları, beni rejim aleyhtarı olarak telâkki
etmeleridir. Malûmdur ki, her hükümette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete
dokunmamak şartıyla, hiç kimse vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden,
bir metottan dolayı mes’ul olmaz. Bu hukukî bir mütearifedir.

Dinînde çok mutaassıp ve cebbar bir hükûmet olan İngilizlerin
yüz sene hâkimiyetleri altında bulunan yüz milyondan ziyade Müslümanlar,
İngilizlerin küfür rejimlerini kabul etmeyip Kur’ân ile reddettikleri halde,
İngiliz mahkemeleri şimdiye kadar onlara o cihetten ilişmedi.

Burada ve bütün İslâm hükümetlerinde eskiden beri Yahudiler,
Nasranîler tâbi oldukları memleketin dinîne, kudsî rejimine muhalif, zıt ve
muteriz bulundukları halde, o hükümetler hiçbir zaman kanunlarla onlara o
cihetten ilişmediler.

Hazret-i Ömer, hilâfeti zamanında, âdi bir Hıristiyan ile
mahkemede birlikte muhâkeme olundular. Hâlbuki o Hıristiyan İslâm hükümetinin
mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlara muhalif iken, mahkemede onun o hâli
nazara alınmaması açıkça gösterir ki; adalet müessesesi hiçbir cereyana
kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana
umdesidir ki, komünist olmayan Şarkta, Garbda, bütün dünya adalet
müesseselerinde cari ve hâkimdir.

Ben de, din ve vicdan hürriyetinin bu ana umdesine güvenerek,
yüzlerce âyât-ı Kur’âniyeye istinâden, medeniyetin bozuk kısmına, hürriyet
perdesi altında yürüyen mutlak bir istibdâda, lâiklik maskesi altında dîne ve
dindarlara karşı tatbik edilen en ağır bir baskıya muhâlefet etmiş isem,
kanunlar haricine mi çıkmış oldum? Yoksa Anayasanın hakikî ve samimî müdafaasını
mı yapmış bulundum? Haksızlığa karşı, zulme karşı, kanunsuzluğa karşı muhalefet,
hiç bir hükümette suç sayılmaz; bilakis, muhalefet meşru ve samimî bir
muvazene-i adalet unsurudur.

2. Bana zulüm ve cefâyı revâ gören Devr-i Sâbıkın yaptığı
isnadların ikincisi, emniyet ve âsâyişi ihlâldir. Bu vehim ve hayal ile, bu
düzme isnad ile, yirmi sekiz sene bana ceza çektirdiler, memleket memleket,
mahkeme mahkeme süründürdüler, zindandan zindana attılar, kimse ile
görüştürmediler, tecrid ettiler, zehirlediler; türlü türlü hakaretlerde
bulundular.

Biz ki beş yüz bin fedakâr Nur Talebeleri, memleketin her
tarafında emniyet ve asayişin fahrî manevî muhafızlarıyız; bize böyle bir
isnadda bulunmaları günahların en büyüğüdür. Onlar bize o kadar zalimane
ihanetlerde bulundukları halde; biz asla hislerimize kapılmayarak, gönüllerde
emniyet ve asayişi temin yolunda, iman ve Kur’ân’a hizmet yolunda, gafletle
anarşiye sapanları düştükleri fevzâ gayyasından kurtarmak yolunda çalışmaktan
bir an hâlî kalmadık.

Muhterem hâkimler, şunu katî olarak arz ederim ki; bu, delilsiz
bir iddia değildir. Bizim zulüm ve menfâ sahamız olan altı vilâyetin altı
mahkemesi, uzun ve ince tetkikler neticesinde, emniyet ve âsâyişi ihlâl yolunda
hiçbir vukuât kaydetmemiştir. Bu hareketimiz ispat eder ki, Nur mekteb-i
irfanının talebeleri kalpler üzerinde işler; emniyet ve asayişin bekçisini,
kafalara, kalplere yerleştirir. Bizim îman derslerimiz anarşîye karşıdır,
bozgunculuğa karşıdır, farmasonlara ve komünistlere karşıdır. Memleketin bütün
zabıta dairelerinden sorulsun, beş yüz bin Nur irfan mektebi talebesinden
birinin olsun, nizam ve intizama aykırı bir vukuatı var mıdır? Yoktur. Elbette
yoktur. Çünkü hepsinin kalbinde nizam ve intizamın en sağlam muhafızı olan iman
bekçisi vardır.

Tarihçe-i Hayat, s. 564

İslamiyet’in pek çok kanun-u esasîsinden üç tanesi

Birincisi: İslâmiyet’in pek çok kanun-u esasîsinden birisi,
âyet-i
kerîmesinin hakikatidir ki, “Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları
mesul olamaz.” Hâlbuki şimdiki siyaset-i hâzırada particilik taraftarlığıyla,
bir câninin yüzünden pek çok mâsumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin
cinayeti yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi şenî gıybetler ve
tezyifler edilip, bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli
bir kin ve adaveti damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile
mecbur ediliyor. Bu ise, hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir
zehirdir. Ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin
hazırlamaktır. İran ve Mısır’daki hissedilen hadise ve buhranlar bu esastan
ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil; bize nispeten pek
hafif, yüzde bir nispetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa pek dehşetli
olur.

Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas
İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, masumları himaye için,
cânilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.

Hem, emniyetin ve asayişin temel taşı yine bu kanun-u esasîden
geliyor.

Meselâ, bir hanede veya bir gemide bir masum ile on câni
bulunsa, hakikî adaletle ve emniyet ve âsâyiş düstur-u esasîsi ile o mâsumu
kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve haneye ilişmemek lâzım -tâ ki mâsum
çıkıncaya kadar.

İşte bu kanun-u esasî-i Kur’ânî hükmünce asayiş ve emniyet-i
dâhiliyeye ilişmek, on câni yüzünden doksan mâsumu tehlikeye atmak, gazab-ı
İlâhînin celbine vesile olur. Madem Cenab-ı Hak, bu tehlikeli zamanda bir kısım
hakikî dindarların başa geçmesine yol açmış, Kur’ân-ı Hakîmin bu kanun-u
esasîsini kendilerine bir nokta-i istinad ve onlara garazkârlık edenlere karşı
siper yapmak lâzım geldiğini, zaman ihtar ediyor.

İslâmiyetin ikinci bir kanun-u esasîsi: Şu hadîs-i şeriftir:

 
(Milletin efendisi, onlara hizmet edendir) hakikatiyle, memuriyet bir
hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil… Bu zamanda
terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zafiyetiyle benlik, enaniyet
kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebidâne
bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi,
adalet, adalet olmaz, esasiyle de bozulur. Ve hukuk-u ibad da zîr ü zeber olur.
Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçmiyor ki hak olabilsin. Belki nefsanî
haksızlıklara vesile olur.

Şimdi, Adnan Menderes gibi, “İslâmiyetin ve dînin icaplarını
yerine getireceğiz” diye ve mezkûr iki kanun-u esasîye karşı muhalefet edip tam
zıddına olarak iki dehşetli cereyan, gayet büyük rüşvetle halkları aldatmak ve
ecnebîlerin müdahalesine yol açmak vaziyetinde hücum etmek ihtimali kuvvetlidir.

Birisi: Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak, bir câni
yüzünden kırk mâsumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı
mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet
vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor.

İkinci hücum da: İslâmiyet milliyet-i kudsiyesini bırakıp,
evvelkisi gibi, bir câni yüzünden yüz mâsumun hakkını çiğneyebilen, zahiren bir
milliyetçilik ve hakikatte ırkçılık damarıyla hem hürriyetperver dindar
Demokratlara, hem bütün bu vatandaki yüzde yetmişi sair unsurlardan bulunanlara,
hem hükûmet aleyhine, hem biçare Türkler aleyhine, hem Demokratın takip ettiği
siyaset aleyhine çalışarak ve serseri ve enaniyetli nefislere gayet zevkli bir
rüşvet olarak bir ırkçılık kardeşliği veriyor. O zevkli kardeşliğin içinde, o
zevkli faydadan bin defa daha ziyade hakikî kardeşleri düşmanlığa çevirmek gibi
acip tehlikeyi, o sarhoşluğu ile hissedemiyor.

Meselâ, İslâmiyet milliyetiyle 400 milyon hakikî kardeşin her
gün
(Allah’ım, erkek ve kadın bütün mü’minleri bağışla) dua-yı umumîsiyle manevî
yardım görmek yerine, ırkçılık 400 milyon mübarek kardeşleri, dört yüz serseriye
ve lâubalilere yalnız dünyevî ve pek cüz’î bir menfaati için terk ettiriyor. Bu
tehlike hem bu vatana, hem hükümete, hem de dindar Demokratlara ve Türklere
büyük bir tehlikedir. Ve öyle yapanlar da hakikî Türk değillerdir. Necip Türkler
böyle hatadan çekinirler.

Bu iki taife her şeyden istifadeye çalışıp dindar Demokratları
devirmeye çalıştıkları ve çalıştırıldıkları, meydandaki âsar ile tahakkuk
ediyor. Bu acip tahribata ve bu iki kuvvetli muarızlara karşı, kırk Sahabe ile
dünyanın kırk devletine karşı meydan-ı muarazaya çıkan ve galebe eden ve bin
dört yüz sene zarfında ve her asırda üç yüz, dört yüz milyon şakirdi bulunan
hakikat-i Kur’âniyenin sarsılmaz kuvvetine dayanmak ve onun içindeki dünyevî ve
uhrevî saadet-i ebediyenin zevklerine o cazibedar hakikatle beraber nokta-i
istinad yapmak, o mezkûr muarızlarınıza ve hem dâhil ve hariçteki düşmanlarınıza
karşı en lâzım ve elzem ve zarurî bir çare-i yegânedir. Yoksa o insafsız dâhilî
ve haricî düşmanlarınız sizin bir cinayetinizi binler yapıp ve eskilerin de
cinayetlerini ilâve ederek başkaların başına yükledikleri gibi, size de
yükleyecekler. Hem size, hem vatana, hem millete telâfi edilmeyecek bir tehlike
olur.

Cenab-ı Hak sizleri İslâmiyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak
ve mezkûr tehlikelerden muhafaza eylesin diye ben ve Nurcu kardeşlerimiz,
yapacağınız hizmete ve mezkûr hakikati kabul etmenize mukabil dua etmeye karar
vereceğiz.

Üçüncüsü: İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyeye dair bir kanun-u
esasîsi dahi, bu hadis-i şerifin,
(Mü’minin
mü’mine bağlılığı, parçaları birbirini tutan bina gibidir.) hakikatidir. Yani,
hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı, dâhildeki adaveti unutmak ve tam
tesanüd etmektir. Hattâ en bedevî tâifeler dahi bu kanun-u esasînin menfaatini
anlamışlar ki, hariçte bir düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını,
kardeşini öldürdükleri halde, o dâhildeki düşmanlığı unutup, hariçteki düşman
def oluncaya kadar tesanüd ettikleri halde; binler teessüflerle deriz ki,
benlikten, hodfuruşluktan, gururdan ve gaddar siyasetten gelen dâhildeki
tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak,
muhalifine melek yardım etse lânet edecek gibi hadisatlar görünüyor. Hatta bir
sâlih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük sâlih âlimi tekfir derecesinde
gıybet ettiği ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve taraftar
olduğu için hararetle sena ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi, otuz beş
seneden beri siyaseti terk ettim.

Hem şimdi birisi, hem Ramazan-ı Şerife, hem şeâir-i İslâmiyeye,
hem bu dindar millete büyük bir cinayeti yaptığı vakit muhaliflerinin onun o
vaziyeti hoşlarına gittiği görüldü. Hâlbuki küfre rıza küfür olduğu gibi;
dalâlete, fıska, zulme rıza da fısktır, zulümdür, dalâlettir. Bu acip halin
sırrını gördüm ki, kendilerini millet nazarında ettikleri cinayetlerinden mazur
göstermek damarıyla muhaliflerini kendilerinden daha dinsiz, daha câni görmek ve
göstermek istiyorlar.

Emirdağ Lahikası, s. 393- 395; Tarihçe-i Hayat s. 535

Lâik cumhuriyet hükümetlerinin bir kanun-u esasî ve düstur-u
siyasîsi hürriyet-i vicdandır.

Evet, evvelâ başta
cümlesi,
makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üç yüz elli (1350) tarihine parmak basar ve
mânâ-yı işârî ile der: Gerçi o tarihte, dini, dünyadan tefrik ile dinde ikraha
ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan
hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve
hükümet, lâik cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil manevî bir cihad-ı dinî,
iman-ı tahkiki kılıcıyla olacak. Çünkü dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikati
gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün
eden bir nur Kur’ân’dan çıkacak diye haber verip bir lem’a-i i’caz gösterir.

Hem, tâ
kelimesine
kadar, Risale-i Nur’daki bütün muvazenelerin aslı, menbaı olarak aynen o
muvazeneler gibi mükerreren nur ve zulümat ve iman ve karanlıkları
karşılaştırmasıyla gizli bir emaredir ki, o tarihte bulunan cihad-ı mânevî
mübarezesinde büyük bir kahraman “Nur” namında Risale-i Nur’dur ki, dinde
bulunan yüzer tılsımları keşfeden onun mânevî elmas kılıcı, maddî kılıçlara
ihtiyaç bırakmıyor.

Evet, hadsiz şükürler olsun ki, yirmi senedir Risale-i Nur bu
ihbar-ı gaybı ve lem’a-i i’câzı bilfiil göstermiştir. Ve bu sırr-ı azîm içindir
ki, Risale-i Nur şakirtleri dünya siyasetine ve cereyanlarına ve maddî
mücadelelerine karışmıyorlar ve ehemmiyet vermiyorlar ve tenezzül etmiyorlar. Ve
hakikî şakirtleri, en dehşetli bir hasmına ve hakaretli tecavüzüne karşı ona
der:

“Ey bedbaht! Ben seni idam-ı ebedîden kurtarmaya ve fâni
hayvaniyetin en süflî ve elîm derecesinden bir bâki insaniyet saadetine
çıkarmaya çalışıyorum; sen benim ölümüme ve idamıma çalışıyorsun. Senin bu
dünyada lezzetin pek az, pek kısa; ve âhirette ceza ve belâların pek çok ve pek
uzundur. Ve benim ölümüm bir terhistir. Haydi def ol! Seninle uğraşmam, ne
yaparsan yap!” der. O zalim düşmanına hiddet değil, belki acıyor, şefkat ediyor,
“Keşke kurtulsaydı” diyerek ıslahına çalışır.

Şualar, s. 243

Muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi temin eden ve bu millet-i
İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsi

Kardeşlerim,

Sizce münasipse Başvekile ve dindar mebuslara verilmek üzere,
ihtara binaen yazdırılmış gayet ehemmiyetli bir hakikattir.

Mukaddeme: Kırk seneye yakın siyaseti terk ettiğimden ve ekser
hayatım bir nevi inzivada geçtiğinden, hayat-ı içtimaiye ve siyasiye ile meşgul
olmadığımdan, büyük bir tehlikeyi göremiyordum. Bugünlerde o tehlikenin hem
millet-i İslâmiyeye ve hem de bu memleket ve hükümet-i İslâmiyeye büyük bir
zarar vermeye zemin hazırlamakta olduğunu hissettim. Mecburiyetle, İslâmiyet
milliyeti ve hâkimiyeti ve memleketin selâmeti için çalışan ehl-i siyaset ve
cemiyet-i beşeriyeye hamiyetle çalışanlar için bana manevî bir ihtar
edildiğinden Üç Noktayı beyan edeceğim.

Birinci nokta: Gazeteleri dinlemediğim halde bir iki
senedir “irtica ile itham” kelimesi mütemadiyen tekrar edildiğini işitiyordum.
Eski Said kafasıyla dikkat ettim, kat’iyen gördüm ki:

Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet
ve bedevîliğin bir kanun-u esasîsine irticaa çalışan ve hamiyet maskesini başına
geçiren gizli İslâmiyet düşmanları, gaddarâne bir ithamla ehl-i İslâmiyet ve
hamiyet-i diniye ve kuvvet-i imaniye cihetiyle değil dini siyasete âlet yapmak,
belki de siyaseti dine âlet ve tâbi yapmakla, tâ İslâmiyet’in kuvvet-i
mâneviyesinden bu hükümet-i İslâmiyeyi tam kuvvetlendirmek ve dört yüz milyon
hakikî kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve bir kısım zâlim
Avrupa’nın dilenciliğinden kurtulmak için çalışanlara pek haksız olarak “irtica”
damgasını vurup onları memlekete zararlı tevehhüm etmeleri, yerden göğe kadar
hadsiz bir haksızlıktır. Numunelerinden birinci numunesi: Bu asrın dehşetli
zulmüne karşı bir sed olarak İkinci Noktada beyan etmek zamanı geldi. Menşe’leri
iki kanun-u esasiye istinad eden iki irtica var:

Biri: Siyasî ve içtimaî ki, hakikî irticadır. Onun kanun-u
esasîsi çok su-i istimale ve zulme medar olmuştur.

İkincisi: İrtica namı verilen hakikî bir terakki ve adaletin
esasıdır.

İkinci nokta: Beşerin vahşet ve bedevîlik zamanlarındaki
bir kanun-u esasîsine, medeniyet namına dine hücum edenler, irtica ile o vahşete
ve bedevîliğe dönüyorlar. Beşerin selâmet, adalet ve sulh-ü umumîsini mahveden o
dehşetli vahşiyane kanun-u esasî, şimdi bizim bu biçare memleketimize girmek
istiyor. Garazkârâne ve anûdâne particilik gibi bazı cereyanları aşılamaya
başlaması gibi bir ihtilâf görülüyor. O kanun-u esasî de budur:

Bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatasıyla
o taifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün fertleri mahkûm ve düşman ve mes’ul
tevehhüm ediliyor. Bir hata, binler hata hükmüne geçiriliyor. İttifak ve
ittihadın temel taşı olan kardeşlik ve vatandaşlık, muhabbet ve uhuvveti zîr ü
zeber ediyor.

Evet, birbirine karşı gelen muannid ve muarız kuvvetler,
kuvvetsiz oluyorlar. Bu kuvvetsizlikle zayıflandığı için, millete ve memlekete
ve vatana âdilâne hizmete muvaffak olunamadığından, maddî ve manevî bir nevi
rüşvet vermeye mecbur oluyorlar ki, dinsizleri kendilerine taraftar yapmak için
o gaddar, engizisyonâne ve bedeviyâne ve vahşiyane bu mezkûr kanun-u esasîye
karşı ayn-ı adalet olan bu semavî ve kudsî
nass-ı
kat’îsiyle, Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsi muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi temin
eden ve bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-u
esasî ki, “Birisinin hatasıyla başkası mesul olamaz.” Kardeşi de olsa, aşireti
ve taifesi de olsa, partisi de olsa, o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa, o
cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız mânevî günahkâr olup âhirette mesul olur;
dünyada değil. Eğer bu kanun-u esasî çabuk düstur-u esasî yapılmazsa, hayat-ı
içtimaiye-i beşeriye iki Harb-i Umumînin gösterdiği tahribatın emsaliyle,
esfel-i sâfilîn olan o vahşî irticaa düşecek.

İşte, Kur’ân’ın bu gibi kudsî kanun-u esasîsine irtica namını
veren bedbahtlar, vahşet ve bedevîliğin dehşetli bir kanun-u esasîsi olarak
kabul ettikleri şimdiki öylelerinin siyasetinin bir nokta-i istinadı şudur ki:
“Cemaatin selâmeti için fert feda edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku
nazara alınmaz. Devletin siyasetinin selâmeti için cüz’î zulümler nazara
alınmaz” diye, bir tek câni yüzünden bir köyü mahvetmekle bin mâsumun hakkını
nazara almaz. Bir tek câninin yüzünden bin adamın kılıçtan geçmesini caiz görür.
Bir adamın yaralanmasıyla binler masumu sıkıntıya verdirir. Ve iki yüz adamı
kurşuna dizilmesini o bahaneyle nazara almaz. Birinci Harb-i Umumîde üç bin
adamın câniyâne siyaset hatâlarıyla otuz milyon biçare nev-i beşer aynı harpte
mahvedildiği gibi, binler misaller var.

İşte bu vahşiyane irticaın, bu dehşetli zulümlerine karşı gelen
Kur’ân şakirtlerinin, Kur’ân’ın yüzer kanun-u esasîsinden
âyetinin ders
verdiği kanun-u esasîsi ile adâlet-i hakikiyeyi ve ittihadı ve uhuvveti temin
etmeye çalışan ehl-i iman fedakârlarına “mürteci” namını verip onları müttehem
etmek, mel’un Yezid’in zulmünü adalet-i Ömeriyeye tercih etmek misilli en vahşî
ve zalimâne bir engizisyon kanununu, beşerin en yüksek terakkiyatına ve
adaletine medar olan Kur’ân’ın mezkûr kanun-u esasîsine tercih etmek
hükmündedir. Hükümet-i İslâmiye ile bu memleketin selâmetine çalışan ehl-i
siyasetin mezkûr hakikati nazara alması lâzımdır. Yoksa üç veya dört cereyanın
muannidâne muaraza etmeleriyle, o kuvvetler, muaraza sebebiyle zayıflar.
Memleketin menfaatine ve asayişine sarf edilecek o zayıf kuvvetle
hâkimiyetini—hatta istibdad ile de olsa—asayiş ve emniyet-i umumiyeyi muhafazaya
kâfi gelmediğinden Fransız ihtilâl-i kebîrinin tohumlarının bu mübarek
memleket-i İslâmiyeye ekilmesine yol vermektir diye telâş edilebilir.

Madem bu ittifaksızlıktan gelen zaafiyet ve kuvvetsizlik
sebebiyle ecnebînin politikasına ve ehemmiyetsiz, muvakkat yardımlarına karşı bu
acip mânevî rüşvetler veriliyor, dört yüz milyon kardeşin uhuvvetine, milyarlar
ecdadın mesleğine ehemmiyet verilmiyor gibi bir mânâ hükmediyor. Ve asayiş ve
siyasete zarar gelmemek için bu kadar israfat ile bol maaşlar suretinde kuvvet
teminine kendilerini mecbur zannederek rüşvetler veriliyor; milletin fakr-ı hali
nazara alınmıyor. Elbette ve elbette ve kat’î olarak, şimdi bu memleketteki
ehl-i siyaset, garba ve ecnebîye verdiği siyasî ve mânevî rüşvetin on mislini
âlem-i İslâmın ileride cemahir-i müttefikası hükmünde olacak olan dört yüz
milyon Müslüman kardeşlere memleket ve milletin ve bu devlet-i İslâmiyenin
selâmeti için gayet azîm bir bahşiş ve zararsız rüşvet vermesi lâzım ve
elzemdir.

İşte o makbul, lâzım ve çok menfaatli, caiz ve vacip rüşvet ise,
teavün-ü İslâmın esası ve hediye-i Kur’ân’ın semavî bir düsturu ve rabıtası ve
kudsî kanun-u esasîsi olan
kudsî, esasî
kanunlarını düstur-u hareket etmektir.

(Müslümanlar ancak kardeştir. Hucurât Sûresi, 49:10.)
(Allah’ın dinine ve Kur’ân’a hep birlikte sımsıkı sarılın. Âl-i İmran Sûresi,
3:103.)
(Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. En’âm Sûresi, 6:164; İsrâ
Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer Sûresi, 39:7.)
(İhtilâfa düşmeyin; sonra cesaretiniz kırılır, kuvvetiniz de elden gider. Enfâl
Sûresi, 8:46.)

Emirdağ Lahikası, s. 318-320

Kur’anî bir düstur: “Bir adamın cinayetiyle başkası mesul
olamaz”

Üstadımız en cebbar firavunlara karşı izzet-i İslamiyeyi
muhafaza edip baş eğmediği ve hatta esareti vaktinde Rus’un başkumandanına kıyam
etmeyerek ve idamı kabul edecek derecede bir izzet-i diniyeyi taşıdığı halde, bu
mübarek vatanda asayişe zarar gelmemek için, en küçük bir jandarmanın dahi
hürmetsiz ve ismetsiz muamelesine ses çıkarmıyor, sabırla karşılıyor. Sebebi de
Kur’an’ın bir kanun-u esasisi olan
sırrıyla ,
“Bir adamın cinayetiyle başkası mesul olamaz-kardeşi de olsa.”

Said Nursi Risale-i Nur okuyanlara, hususan bütün vilayat-ı
şarkiyedekilere Nur dersleriyle demiş ki: “Dâhili asayişe ilişmek, yüzde on cani
yüzünden doksan masuma zulüm ve zarar vermektir. Onun için, Risale-i Nur
okuyanlara ilişmek değil, muhafaza etsinler.” İşte bu sır için siyasete
ilişmiyor. Asayişi bütün kuvvetiyle muhafazaya çalışıyor. Yine bugün de, bu
müessif hadiseden dolayı kaymakama hiddet etmemiş, bilakis selam göndererek
hakkını helal ettiğini bildirmiştir.

Şualar, s. 430

Bir masum, rızası olmadan, bütün insana da feda edilmez

Birinci Sual: Niçin eskiden Hürriyetin başında siyasetle
hararetle meşgul oluyordun, bu kırk seneye yakındır ki bütün bütün terk ettin?

Elcevap: Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-u
esasîsi olan, “Selâmet-i millet için fertler feda edilir. Cemaatin selâmeti için
eşhas kurban edilir. Vatan için her şey feda edilir” diye, bütün nev-i beşerdeki
şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun su-i istimalinden neş’et ettiğini
kat’iyen bildim. Bu kanun-u esasî-yi beşeriye, bir hadd-i muayyenesi olmadığı
için çok su-i istimale yol açmış. İki Harb-i Umumî, bu gaddar kanun-u esasînin
su-i istimalinden çıkıp bin sene beşerin terakkiyatını zîr ü zeber ettiği gibi,
on câni yüzünden doksan mâsumun mahvına fetva verdi. Bir menfaat-i umumî perdesi
altında şahsî garazlar, bir câni yüzünden bir kasabayı harap etti. Risale-i Nur
bu hakikati bazı mecmua ve müdafaatta ispat ettiği için onlara havale ediyorum.

İşte, beşeriyet siyasetlerinin bu gaddar kanun-u esasîsine
karşı, Arş-ı Âzamdan gelen Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyandaki bu gelen kanun-u esasîyi
buldum. O kanunu da şu âyet ifade ediyor:

(Hiçbir
günahkâr başkasının günahını yüklenmez. En’âm Sûresi, 6:164)

(Kim bir cana
kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları
öldürmüş gibidir. Maide Suresi, 32.)

Yani, bu iki âyet, bu esası ders veriyor ki: “Bir adamın
cinayetiyle başkalar mes’ul olmaz. Hem bir masum, rızası olmadan, bütün insana
da feda edilmez -kendi ihtiyarıyla, kendi rızasıyla kendini feda etse, o
fedakârlık bir şehadettir ki, o başka meseledir” diye, hakikî adalet-i
beşeriyeyi te’sis ediyor. Bunun tafsilâtını da Risale-i Nur’a havale ediyorum.

İkinci Sual: Sen eskiden şarktaki bedevî aşâirde seyahat
ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk
seneye yakındır medeniyet-i hâzıradan “mim’siz” diyerek hayat-ı içtimaiyeden
çekildin, inzivaya sokuldun?

Elcevap: Medeniyet-i hâzıra-i garbiye, semavî kanun-u
esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına, hatâları,
zararları, faydalarına râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakikî olan
istirahat-i umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisat, kanaat
yerine israf ve sefahet; ve sa’y ve hizmet yerine tembellik ve istirahat meyli
galebe çaldığından, biçare beşeri hem gayet fakir, hem gayet tembel eyledi.
Semavî Kur’ân’ın kanun-u esasîsi,
(İnsan için
ancak çalıştığının karşılığı vardır. Necm Sûresi, 53:39; “Yiyin, için, fakat
israf etmeyin.” A’râf Sûresi, 7:31.) ferman-ı esasîsiyle, “beşerin saadet-i
hayatiyesi, iktisat ve sa’ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avâm
tabakası birbiriyle barışabilir” diye Risale-i Nur bu esası izaha binaen, kısa
bir iki nükte söyleyeceğim:

Birincisi: Bedevîlikte beşer üç dört şeye muhtaç oluyordu. O üç
dört hâcâtını tedarik etmeyen, on adette ancak ikisiydi. Şimdiki garp
medeniyet-i zâlime-i hâzırası, su-i istimâlât ve israfat ve hevesatı tehyiç ve
havâic-i gayr-ı zaruriyeyi, zarurî hâcatlar hükmüne getirip görenek ve
tiryakilik cihetiyle, şimdiki o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hâcâtı
yerine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcâtı tam helâl bir tarzda
tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir; on sekizi muhtaç hükmünde kalır.
Demek, bu medeniyet-i hâzıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri
zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Biçare avâm ve havas tabakasını daima
mübarezeye teşvik etmiş. Kur’ân’ın kanun-u esasîsi olan “vücub-u zekât, hurmet-i
riba” vasıtasıyla avâmın havassa karşı itaatini ve havassın avâma karşı
şefkatini temin eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana
sevk etmeye mecbur etmiş. İstirahat-i beşeriyeyi zîr ü zeber etti.

İkinci nükte: Bu medeniyet-i hâzıranın harikaları, beşere birer
nimet-i Rabbaniye olmasından, hakikî bir şükür ve menfaat-i beşerde istimali
iktiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki, ehemmiyetli bir kısım insanı tembelliğe
ve sefahete ve sa’yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek
meylini verdiği için, sa’yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisatsızlık
yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevk ediyor.

Meselâ, Risale-i Nur’daki Nur Anahtarının dediği gibi, radyo
büyük bir nimet iken, maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmekle bir manevî şükür
iktiza ettiği halde, beşte dördü hevesata, lüzumsuz, malayani şeylere sarf
edildiğinden, tembelliğe, radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip sa’yin şevkini
kırıyor. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor.

Hatta çok menfaatli olan bir kısım harika vesait, sa’y ve amel
ve hakikî maslahat-ı ihtiyac-ı beşeriyeye istimali lâzım gelirken, ben kendim
gördüm, ondan bir ikisi zarurî ihtiyâcâta sarf edilmeye mukabil, ondan sekizi
keyif, hevesat, tenezzüh, tembelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz’î misale binler
misaller var.

Elhasıl: Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semavî dinleri tam
dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisat ve
kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tamahı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama
yol açmış.

Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle, o biçare muhtaç
beşeri tam tembelliğe atmış, sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete
sevk edip ömrünü faydasız zayi ediyor.

Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri, hasta etmiş. Su-i istimal
ve israfatla yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.

Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit
hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin
içlerine yayılmasıyla intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı
ebedî suretinde gösterip her vakit beşeri tehdit ediyor, bir nevi cehennem azâbı
veriyor.

İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur’ân-ı Hakîmin
dört yüz milyon talebesinin intibahıyla ve içinde semavî, kudsî kanun-u
esasîleriyle bin üç yüz sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dört yüz milyonun
kendi kudsî esasî kanunlarıyla beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini;
ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem saadet-i hayat-ı dünyeviyesini,
hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını; ve ölümü, idam-ı ebedîden
çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini; ve ondan çıkan
medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini; ve şimdiye kadar olduğu
gibi dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek
değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı
edeceğini, Kur’ân-ı Mu’cizi’l-Beyânın işârât ve rumuzundan anlaşıldığı gibi,
rahmet-i İlâhiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor.

Emirdağ Lahikası, s. 333- 335

Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına vesile
olabilen Medresetü’z Zehra

Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat
etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet
milliyeti ile
Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu
ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle
tam musalâha etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbirine
yardımcı olarak ittifak etsin diye, vilâyât-ı şarkiyenin merkezinde hem
Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında,
Medresetü’z-Zehra mânâsında, Câmiü’l-Ezher üslûbunda bir darülfünun, hem mektep,
hem medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risale-i Nur’un
hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım. En evvel bunun kıymetini (Allah
rahmet etsin) Sultan Reşad takdir edip yalnız binasını yapmak için 20 bin altın
lira verdiği gibi, sonra ben eski Harb-i Umumîdeki esaretimden döndüğüm vakit,
Ankara’da mevcut 200 mebustan 163 mebusun imzası ile 150 bin lira, o zaman
paranın kıymetli vaktinde, aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler.
Mustafa Kemal de içinde idi. Demek, şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir
tahsisat vermekle, tâ o zamanda böyle kıymetdar bir üniversitenin tesisine her
şeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hatta dinde çok lâkayt ve garplılaşmak ve
an’anattan tecerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım mebuslar dahi onu imza
ettiler. Yalnız onlardan ikisi dediler ki:

“Biz şimdi ulûm-u an’ane ve ulûm-u diniyeden ziyade
garplılaşmaya ve medeniyete muhtacız.”

Ben de cevaben dedim:

Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da,
ekser enbiyanın Asya’da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve filozofların garpta
gelmelerinin delâletiyle Asya’yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin
tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak
garplılaşmak namıyla an’ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız
dahi, dört beş büyük milletlerin merkezinde olan vilâyat-ı şarkiyede millet,
vatan selâmeti için dine, İslâmiyet’in hakaikine kat’iyen taraftar olmak, size
lâzım ve elzemdir.

Emirdağ Lahikası, s. 439

Kur’ânî bir kanun-u esasînin Risale-i Nur’a verdiği ders
Bediüzzaman Said Nursî’nin gazetelere bir mektubu

Bize ait meseleleri yazan gazetelere hitaben yazdığım bu yazıyı
neşretseler, bugünlerde olan aleyhimdeki isnatlarını helâl edeceğim. Şiddetli
hastalığıma binaen bu kısacık mektubumu o gazeteler neşretsinler ki; bizi
düşünen kardeşlerim kederlenmesin.

Evvelâ: Bugünlerde olan meseleler için merak etmeyiniz.
Hakkımızda tecelli eden inayet ve rahmet-i İlâhiye ile bu büyük bir hayırdır.
Hem hasta olduğumdan konuşmaya ve görüşmeye de tahammül edemiyorum. Şimdi
Risale-i Nur’un dâhil ve hariçteki fevkalâde intişarı ve geniş fütuhatıyla
düşmanlar da dost olmuşlar. Herkesin konuşmak istemesine mukabil, inayet-i
İlâhiye ile sesim de kısılmış ki, daha Risale-i Nur bana ihtiyaç bırakmadığından
görüşüp konuşamıyorum.

Beni altı vilâyetten davet etmeleri üzerine giderken önümüze
gelen ve Risale-i Nur’un ve mesleğimin hakikatini anlayan dost memurlar,
Emirdağ’ında istirahat etmemi ve şimdilik Emirdağ’ında kalmamı hükümetin rica
ettiğini bildirdiler. Zaten görüşmeye ve konuşmaya tahammül edemediğimden,
hakkımdaki bu dostane teklif ve vaziyet bir inayet oldu ki, beni davet eden çok
vilâyetlerdeki hakikî kardeşlerimin hatırları kırılmasın. Hem bazı vilâyetlere
gidip diğer vilâyetlere gidemediğimden ileri gelen vaziyetimle, yüz binlerle
hakikî fedakâr talebelerim gücenmesinler.

Saniyen: Benim bu seyahatlerimde kat’iyen siyasetle alâkamın
olmadığına bir delil, kırk seneden beri siyaseti terk ettiğimden, yalnız ve
yalnız Kur’ân’ın bu zamana tam muvafık bir tefsiri olan Risale-i Nur küfr-ü
mutlakı kırdığı için anarşistliğe ve tahribatçı cereyanlara karşı sed çektiği
gibi, Kur’ân’ın Risale-i Nur’a verdiği dersinde bir kanun-u esasî olan
sırrıyla,
“Asayişe ilişmek, beş câni yüzünden doksan mâsuma zulüm etmektir” diye olan
uhrevî hizmetimiz vatan, millet ve âsâyişe de büyük bir faydası olması
cihetiyle, beni tecessüs eden veyahut da zahmet veren polis ve inzibatlara da
helâl ediyorum. Onları asayişin mücahid muhafızları diye, kardeş gibi mesrurâne
kabul ettim. Hatta beni Ankara’dan çevirmelerini de kabul ettiğim gibi, hakkımda
bir inayet-i İlâhiyeye vesile olmaları cihetiyle Allah’a şükrettim. Ve kemal-i
ferahla Ankara’dan döndüm.

Emirdağ Lahikası, s. 453

Meşrutiyet ve kanun-u esasî; hakikî adalet ve meşveret-i
şer’iyeden ibarettir.

Geçen sene bidayet-i hürriyette elli-altmış telgraf umum şark
aşîretlerine sadaret vasıtasıyla çektim. Meali şu idi:

“Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise; hakikî
adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir. Hüsn-ü telâkki ediniz, muhafazasına
çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz meşrutiyettedir. Ve istibdattan herkesten
ziyade biz zarardîdeyiz.”

Her yerden bu telgrafların cevabı müspet ve güzel olarak geldi.
Demek vilayat-ı şarkiyeyi tenbih ettim, gafil bırakmadım; ta yeni bir istibdat
onların gafletinden istifade etmesin. Neme lazım demediğimden cinayet işledim
ki, bu mahkemeye girdim.

Tarihçe-i Hayat, s. 56

Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, kâinattaki
kanun-u fıtrata muvafık hareket etmeli

Tenkitkârâne bir suale cevaptır.

Ehl-i dünya tarafından deniliyor ki: “Sen neden bizden küstün?
Bir defa olsun hiç müracaat etmeyip sükût ettin. Bizden şiddetli şekva edip
‘Bana zulmediyorsunuz’ diyorsun. Hâlbuki bizim bir prensibimiz var, bu asrın
muktezası olarak hususî düsturlarımız var. Bunların tatbikini sen kendine kabul
etmiyorsun. Kanunu tatbik eden zalim olmaz. Kabul etmeyen isyan eder. Ezcümle,
bu asr-ı hürriyette ve bu yeni başladığımız cumhuriyetler devrinde, müsavat
esası üzerine tahakküm ve tagallübü kaldırmak düsturu bizim bir kanun-u esasîmiz
hükmüne geçtiği halde, sen kâh hocalık, kâh zâhidlik suretinde teveccüh-ü âmmeyi
kazanarak, nazar-ı dikkati kendine celp ederek, hükümetin nüfuzu haricinde bir
kuvvet, bir makam-ı içtimaî elde etmeye çalıştığın, zâhir halin ve eski
zamandaki macera-yı hayatının delâletiyle anlaşılıyor. Bu hâl ise, şimdiki
tabirle, burjuvaların müstebidâne tahakkümleri içinde hoş görünebilir. Fakat
bizim tabaka-i avâmın intibahıyla ve galebesiyle tezahür eden tam sosyalizm ve
bolşevizm düsturları bizim daha ziyade işimize yaradığı için o sosyalizm
düsturlarını kabul ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor,
prensiplerimize muhalif düşüyor. Onun için sana verdiğimiz sıkıntıdan şekvaya ve
küsmeye hakkın yoktur.”

Elcevap: Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer
kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkide
muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer. Madem kanun-u
fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var; elbette fıtrat-ı beşeriyeyi
değiştirmek ve nev-i beşerin hilkatindeki hikmet-i esasiyeyi kaldırmakla, mutlak
müsavat kanunu tatbik edilebilir.

Evet, ben neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve
fikren, müsavat-ı hukuk mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve
İslâmiyetten gelen sırr-ı adaletle, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat
ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için,
bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve
istibdadın aleyhindeyim.

Fakat nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka
kanununa zıttır. Çünkü Fâtır-ı Hakîm, kemal-i kudret ve hikmetini göstermek
için, az bir şeyden çok mahsulât aldırır ve bir sayfada çok kitapları yazdırır
ve bir şeyle çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nevi ile de binler nevin
vazifelerini gördürür. İşte o sırr-ı azimdendir ki, Cenâb-ı Hak, insan nevini,
binler nevileri sümbül verecek ve hayvanatın sair binler nevileri kadar tabakat
gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvanat gibi kuvâlarına,
lâtifelerine, duygularına had konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta
gezecek istidat verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir
ki, arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zihayatın sultanı hükmüne geçmiştir.

İşte, nev-i insanın tenevvüünün en mühim mayası ve zembereği,
müsabaka ile hakikî imanlı fazilettir. Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin
tebdiliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle
olabilir. Evet, şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı yaşayan şu
asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve hâlbuki o tokada müstehak olmayan
gayet mühim bir zatın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün,

Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imha-yı hürriyet?
Çalış, idraki kaldır, muktedirsen âdemiyetten!

Sözünün yerine, bu asrın yüzüne çarpmak için ben de derim:

Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imha-yı hakikat?
Çalış, kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten!

Veyahut

Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imha-yı fazilet?
Çalış, vicdanı kaldır, muktedirsen âdemiyetten!

Evet, imanlı fazilet, medar-ı tahakküm olmadığı gibi, sebebi
istibdat da olamaz. Tahakküm ve tagallüb etmek faziletsizliktir. Ve bilhassa
ehl-i faziletin en mühim meşrebi, acz ve fakr ve tevazu ile hayat-ı içtimaiye-i
beşeriyeye karışmak tarzındadır. Lillâhilhamd, bu meşrep üstünde hayatımız
gitmiş ve gidiyor. Ben kendimde fazilet var diye fahir suretinde dâvâ etmiyorum.
Fakat nimet-i İlâhiyeyi tahdis suretinde şükretmek niyetiyle diyorum ki:

Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, ulûm-u imaniye ve Kur’âniyeye
çalışmak ve fehmetmek faziletini ihsan etmiştir. Bu ihsan-ı İlâhîyi bütün
hayatımda, lillâhilhamd, tevfik-i İlâhî ile şu millet-i İslâmiyenin menfaatine,
saadetine sarf ederek, hiçbir vakit vasıta-i tahakküm ve tagallüb olmadığı gibi,
ekser ehl-i gafletçe matlup olan teveccüh-ü nâs ve hüsn-ü kabul-ü halk dahi,
mühim bir sırra binaen benim menfurumdur, onlardan kaçıyorum. Yirmi sene eski
hayatımı zayi ettiği için onları kendime muzır görüyorum. Fakat Risale-i Nur’u
beğenmelerine bir emare biliyorum, onları küstürmüyorum.

İşte, ey ehl-i dünya! Dünyanıza hiç karışmadığım ve
prensiplerinizle hiçbir cihet-i temasım bulunmadığı ve dokuz sene esaretteki bu
hayatımın şehadetiyle yeniden dünyaya karışmaya hiçbir niyet ve arzum yokken,
bana eski bir mütegallip ve daima fırsatı bekleyen ve fikr-i istibdat ve
tahakkümü taşıyan bir adam gibi yapılan bunca tarassut ve tazyikiniz hangi
kanunladır? Hangi maslahatladır? Dünyada hiçbir hükümet böyle fevkalkanun ve
hiçbir ferdin tasvibine mazhar olmayan bir muameleye müsaade etmediği halde,
bana karşı yapılan bu kadar bed muamelelere, yalnız değil benim küsmem, belki
eğer bilse nev-i beşer küser, belki kâinat küsüyor.

Lem’alar, s. 174-175

Kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer

Bu vatanda şimdilik dört parti var. Biri Halk Partisi, biri
Demokrat, biri Millet, diğeri İttihad-ı İslâmdır.

İttihad-ı İslâm Partisi, yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin
olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini siyasete âlet etmemeye,
belki siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i
İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet
etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.

Halk Partisi ise: Hakikaten acip ve zevkli bir rüşvet-i umumîyi
kanunlar perdesinde bazı memurlara verdikleri için, yirmi sekiz senelik bütün
cinâyatıyla başkaların cinâyâtı ve İttihatçıların ve mason kısmının seyyiatları
da o partiye yükletildiği halde, Demokratlara bir cihette galip hükmündedirler.
Çünkü ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, nemrutçuluklar çoğalır.
Bu benlik zamanında, memuriyet hakikatte bir hizmetkârlık olduğu halde, bir
hâkimiyet, bir ağalık, bir nemrutçulukla nefse gayet zevkli bir hâkimiyet
mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için, bütün o acip
cinayetlerle ve kendinden olmayan ceridelerin neşriyatıyla beraber bana yapılan
muamelelerinden hissettim ki, bir cihette manen Demokratlara galip geliyorlar.
Hâlbuki İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan, hadis-i şerifte
yani,
“Memuriyet, emirlik ise, reislik değil, millete bir hizmetkârlıktır.”
Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyet’in bu kanun-u esasîsine dayanabilir.
Çünkü kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer. İstibdad, mutlak keyfî olur.

Emirdağ Lahikası, s. 386

Siyasetteki muktesit meslek

Sual:Haşiye “İnkılâptan on sene evvel, hükûmete
nihayet derecede muteriz olduğun halde, hükûmete hücum edenlere dahi îtiraz
ederdin. Hatta selâtin-i Osmaniyeyi ifratla sena ederdin; hatta derdin:
‘Muhtemeldir, Abdulhamid, muktedir değil ki dizgini gevşetsin, milletin
saadetine yol versin. Veyahut hata bir içtihad ile olabilir, bir gayr-i makbul
özrü kendine bulsun. Veyahut avanelerinin ve vehminin elinde mahpus gibidir.’
Sonra birden bütün kabahati ona attın. Neden hem îtiraz, hem hücum ederdin; hem
de bazılara karşı müdafaa ederdin?”

Cevap: İnkılâptan on altı sene evvel, Mardin cihetlerinde, beni
hakka irşad eden bir zata rast geldim. Siyasetteki muktesit mesleği bana
gösterdi. Hem, ta o vakitte, meşhur Kemal’in “Rüya”sıyla* uyandım. Lakin
maatteessüf, sû-i tesadüf ile hükümete îtiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i
tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı, Arap’tan sonra İslâmiyet’in kıvamı
olan Etrak’ı tadlîl ediyorlardı. Hatta bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl-i
kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel olan Kanun-u Esasîyi ve hürriyetin ilânını
tekfire delil gösterdi,
(Her kim
Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse…, Maide Suresi: 5:44 (ila ahir) hüccet
ederdi. Bîçare bilmezdi ki,
(Her kim
hükmetmezse…) bimana
(Her kim
tasdik etmezse…)dır. Acaba sabık istibdadı hürriyet zanneden ve Kanun-u
Esasîye itiraz eden adamlara nasıl îtiraz etmeyeceğim? Çendan, hükümete itiraz
ederlerdi; lakin onlar istibdadın daha dehşetlisini istediler. Bunun için onları
reddederdim. İşte, şimdi ehl-i hürriyeti tadlîl eden şu kısımdandır.

İkinci kısım olan ehl-i tefriti gördüm; dini bilmiyorlar, ehl-i
İslâma insafsızca itiraz ediyorlar, taassubu delil gösteriyorlardı. İşte şimdi
Osmanlılıktan tecerrüd edip, tam tamına Avrupa’ya temessül etmek fikrinde
bulunanlar şu kısımdandır. Bununla beraber, istibdat kendini muhafaza etmek için
herkese vesvese verdiği gibi, beni İnkılaptan on sene evvel aldattı ki, ehl-i
ihtilalin ekseri masondur. Lillahilhamd, o vesvese bir iki sene zarfında zail
oldu. Tâ o vakitte anladım; bizim ekser ahrarımız mutekid Müslümanlardır.

Beyanat ve Tenvirler, s. 105-106; Münazarat, s. 125

Hürriyet, Rahman olan Allah’ın bir hediyesidir

Sual : “Ne diyorsun? Şu sena ettiğin hürriyet hakkında
denilmiştir:
(Hürriyet Cehenneme layıktır. Çünkü o kâfirlere mahsustur. Hizanlı Şeyh Selim’in
beyti.)

Cevap: O bîçare şair, hürriyeti bolşevizm mesleği ve ibahe
mezhebi zannetmiş. Hâşâ! Belki, insana karşı hürriyet, Allah’a karşı ubudiyeti
intac eder. Hem de çok adamlar görmüşüm, Sultan Abdülhamid’e Ahrardan ziyade
hücum ederdi ve derdi: “Hürriyeti ve Kanun-u Esasîyi otuz sene evvel kabul
ettiği için fenadır.” İşte yahu, Sultan Abdülhamid’in mecbur olduğu istibdadını
hürriyet zanneden ve Kanun-u Esasînin müsemmasız isminden ürken adamın sözünde
ne kıymet olur? Belki, böyle diyenler öyledirler. Hem de, yirmi senelik
İslâmiyet’in bir fedaîsi de demiştir:
(Hürriyet,
Rahman olan Allah’ın bir hediyesidir. Çünkü o imanın özelliğidir.)

Beyanat ve Tenvirler, s. 42; Münazarat, s. 58

Bediüzzaman’ın bütün hayatında birinci düsturu

Bir muallim kardeşimiz, Sultan Hamid’in hakkında Üstadımızın
Hürriyet başında söylediği nutuklarda, Sultan Hamid’e hücum etmiş ve o kıymettar
padişahın kıymetini takdir etmemiş gibi bir şüphe gelmiş.

Elcevap: Biz Üstadımızdan aldığımız hakikat-i hâl ile cevap
veriyoruz.

Evvelâ: Üstadımızın bütün hayatındaki birinci düsturu, Kur’ân-ı
Hakîmin bir kânun-u esasîsidir ki: “Bir adamın cinayetiyle başkası mesul olamaz”
kaide-i Kur’âniyesi ile “O padişahın zamanındaki hükümetin hataları ona
verilmez” diye daima hayatında ona hüsn-ü zan etmiş, onun bazı zaman
mecburiyetle ettiği kusurları da, onun muarızlarına karşı da tevile çalışmış.

Münazarat, s. 149

Cumhuriyet ve demokrat manasındaki meşrutiyet ve kanun-u
esasî denilen adalet ve meşveret ve kanunda cem-i kuvvet

Yaşasın Kur’ân-ı Kerîmin Kanûn-u esasîleri!
26 Şubat 1324 (Mart 1909)
Dinî Ceride, no. 73

Ey Mebusan! Uzunluğu ile beraber gayet mûciz birtek cümle
söyleyeceğim. Dikkat ediniz, zira itnâbında îcaz var. Şöyle ki:

Cumhuriyet ve demokrat manasındaki meşrutiyet ve kanun-u esasî
denilen adalet ve meşveret ve kanunda cem-i kuvvet, bu ünvan ile beraber, asıl
mâlik-i hakikî ve sahib-i ünvan-ı muhteşem olan;

Ve müessir ve adalet-i mahzâyı mutazammın bulunan ve nokta-i
istinadımızı temin eden;

Ve meşrutiyeti ve cumhuriyeti bir esas-ı metine istinad ettiren;

Ve evham ve şükûk sahibini varta-i hayretten kurtaran;

Ve istikbal ve âhiretimizi tekeffül eden;

Ve menafi-i umumiye olan hukukullahı izinsiz tasarruftan sizi
tahlis eden;

Ve hayat-ı milliyemizi muhafaza eden;

Ve umum ezhanı manyetizmalandıran;

Ve ecanibe karşı metanetimizi ve kemalimizi ve mevcudiyetimizi
gösteren;

Ve sizi muahaze-i dünyeviye ve uhreviyeden kurtaran;

Ve maksat ve neticede ittihad-ı umumîyi tesis eden;

Ve o ittihadın ruhu olan efkâr-ı âmmeyi tevlid eden;

Ve çürük mesâvi-i medeniyeti hudud-u hürriyet ve medeniyetimize
girmekten yasak eden;

Ve bizi Avrupa dilenciliğinden kurtaran;

Ve geri kaldığımız uzun mesafe-i terakkiyi sırr-ı i’câza binaen,
bir zaman-ı kasırda tayyettiren;

Ve Arap ve Turan ve İran ve Sâmileri, yani beraber olanları
tevhid ederek az zaman içinde bize bir büyük kıymet verdiren;

Ve şahs-ı mânevi-i hükümeti Müslüman gösteren;

Ve kanun-u esasînin ruhunu ve on birinci maddeyi muhafaza ile
sizi hısn-ı yeminden (yemin bozmaktan) kurtaran;

Ve Avrupa’nın eski zann-ı fasidlerini tekzip eden;
Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın hâtemü’l-Enbiya ve şeriatının ebedî olduğunu
tasdik ettiren;

Ve muharrib-i medeniyet olan ve anarşiliğe yol açan dinsizliğe
karşı set çeken;

Ve zulmet-i tebâyün-ü efkârı ve teşettüt-ü ârâyı safha-i
nuranîsi ile ortadan kaldıran;

Ve umum ulema ve vaizleri ittihad ve saadet-i millete ve
icraat-ı hükûmeti, meşruta-i meşruaya hâdim eden;

Ve adalet-i mahzâsı merhametli olduğundan anâsır-ı gayr-ı
müslimeyi daha ziyade telif ve rapt eden;

Ve en cebîn ve âmi adamı en cesur ve en has adam gibi hiss-i
hakikî-i terakki ile ve fedakârlık ve hubb-u vatanla mütehassis eden;

Ve hadim-i (yıkıcı) medeniyet olan sefahet ve israfattan ve
havayic-i gayr-ı zaruriyeden bizi halâs eden;

Ve muhafaza-i âhiretle beraber imâr-ı dünya etmekle sa’ye neşat
veren;

Ve hayat-ı medeniye olan ahlâk-ı hasene ve hissiyat-ı ulviyenin
düsturlarını öğreten;

Ve her birinizi, ey mebuslar, elli bin kişinin takazasını, yani
haklarını sizden dava etmelerini hakkınızda tebrie eden;

Ve sizi icma-ı ümmete küçük bir misal-i meşru gösteren;

Ve hüsn-ü niyete binaen âmâlinizi ibadet gibi ettiren;

Ve üç yüz milyon Müslüman’ın hayat-ı mâneviyesine suikast ve
cinayetten sizi tahlis eden;

Ol Kur’ân-ı mukaddesin düsturları ünvanıyla gösterseniz ve
hükümlerinize me’haz edinseniz ve düsturlarını tatbik etseniz, acaba bu kadar
fevaid ile beraber ne gibi bir şey kaybedeceksiniz?

Vesselâm, Yaşasın Kur’ân’ın Kanun-u Esasîleri!

Said Nursî

Divan-ı Harbi Örfi, s. 69-72

Dipnotlar:

Haşiye: Şu sual, maalcevap ehemmiyetsizlik ile beraber,
cevapta bir iki nokta-i mühimme vardır.

* Namık Kemal’in 1908’de Mısır’da neşrolmuş “Rüya” adlı
makalesi.