The Panels of “Civilian Constitution”
“Sivil Anayasa” Panelleri
Ankara’da düzenlenen “Sivil Anayasa Paneli” (15 Eylül 2007) ve “Yeni Anayasa Paneli”ndeki (20 Ekim 2007) konuşma metinleri
Paneli düzenleyen STK’lara teşekkür ediyorum. Aslında bütün
dünyanın aradığı tek şey var: Daha iyi işleyen bir devlet, toplum, demokrasi ve
ekonomi. İçinde bulunduğumuz yeni bin yılın aradığı da budur. Bizim de
aradığımız budur. İnsanın başını döndürecek kadar dünyada hızlı değişimler,
dönüşümler yaşanıyor. Devletler arasında, milletler arasında amansız bir yarış
var. Şüphesiz bu yarışta olmak, geride kalmamak hepimizin öncelikli görevidir.
Bizi yarışın gerisinde bırakan bugüne kadar adeta yerimize
çivileyen, çakan fikri ve fiziki ağırlıklarımızdan kurtulmak öncelikli hedefimiz
olmalıdır. Bugün temel hak ve özgürlüklerle ilgili pek çok yasak ve sınırlamalar
var. Oysa hem kendi hem de ülkelerinin geleceğini özgürlük zemininde hazırlayan
gelişmiş ve ileri model ülkeler olduğunu biliyoruz. Çağdaş dünyanın siyasi,
sosyal alanlarda kabul ettiği evrensel değerler var. Bunların başında da
demokratik hukuk devleti, insan hak ve hürriyetleri gelmektedir. Uygar dünyanın
günümüzde insan hak ve özgürlüklerine verdiği önem öylesine artmıştır ki ortak
bir insan hakları anlayışı oluşmuştur. Geçen yüzyılda insanlık, insan haklarını
hiçe sayan baskıcı, dayatmacı bütün militarist sistemleri tasfiye etmiştir.
Yeni bin yılda ise insanlığın hedefi daha çok demokrasi,
özgürlük, refah ve barış içinde birlikte yaşama arzusudur. Türkiye büyük bir
ülke olmak zorundadır. Bunun için çağdaş dünyanın olmazsa olmaz kabul ettiği
evrensel değerlerin paylaşılması kaçınılmazdır. Bu Türkiye’nin insan hakları ve
demokratikleşmeyle ilgili uluslararası taahhütlere sadık kalması da önemli
olduğu kadar özünde Türk toplumunun kendi varlık ve düzenlik meselesidir. İnsan
hakları artık devletlerin bir iç sorunu olmaktan çıkmış, ulusal sınırları aşarak
bir dünya sorunu haline gelmiştir. Türkiye’nin uygar dünya ile bütünleşmesi
zorunludur. Türkiye, AB ile birleşme tercihinde bulunmuştur. Kendi serbest seçim
iradesiyle Batı dünyasında yer aldığına göre Batı standartlarına uymakla da
yükümlüdür. Bireyin hakkını devlete feda eden, devletin halkın refahı, huzuru ve
mutluluğunu temin etmek üzere oluşturulmuş bir büyük siyasal organizasyon olarak
kutsal bir varlık gibi takdim eden mevcut anayasa yerine sivil ve demokratik bir
anayasa projesi mutlaka tarafımızdan gerçekleştirilmelidir.
Uygarlık yalnızca kendiliğinden oluşan değil aynı zamanda
tasarım ise, şu soruya birlikte cevap aramalıyız; “Günümüz değerleri içerisinde
uygarlık değerinin merkezinde oturan dinamik nedir?” sorusuna cevap bulmalıyız.
“Devlet mi, toplum mu, insan mı.” O merkeze insanı oturttuğumuz zaman
ulaşacağımız sonuç farklıdır. Çizeceğimiz yol farklıdır ve koyacağımız hedef
farklı ve daha da anlamlı olacaktır. Geleceğin insan merkezli olacağı görüşü
dünyanın ortak görüşüdür. Bu anlayışla tasarımlar, planlar, kurumlar ona göre
şekillenilir. Hoşgörü, gerilim, gereksiz korkular ve evrensel barış ona göre
yeni tariflere kavuşturulacaktır.
İnsan yalnızca biyolojik ve fizyolojik bir varlık değil.
İnsandaki düşünce makinesini ve yaratıcı ruh, derinliğini keşfetme yolunda.
Yeniliğin ve kalkınmanın kaynağı ise özgürlüktür. Birey her türlü özgürlüğünü
korkudan uzak ve güven içinde yaşamalıdır. Özgürlük, üretim, eleştiri, bireyin
keşfetme gücünü eriten devlet, geleceğe değil geçmiş yolculuğa çıkar. Bireyi ve
devleti yeniden keşfetmeliyiz. Onlara demokrasinin, hukukun ve insan haklarının
penceresinden bakmalıyız. Her türlü manevi değerler, inançlar ve ibadetler
dokunulmazdır. Kutsalı ve kutsallığı tehlikenin değil, çoğulcu hoşgörünün
kaynağı olarak görmeliyiz.
İnanç, düşünce ve girişim özgürlüğü önündeki siyasal, yönetsel
ve ekonomik engeller ortadan kaldırılmalıdır. İzin verildiği kadar düşünebilen
birey ve toplumlar, devlet tarafından hapsedilmiş gibidirler. Böyle bir vatan
insan haklarının vatanı olamaz. Devlet-millet arasındaki ilişkilerde ciddi
sorunlar vardır. Millet devletine tam bir güvenle güvenemiyor. Bu problemle
ilgili mesaj değerinde öneriler geliştirmeliyiz. Devlet milletin devleti
olmalıdır. Milletle devlet arasında oluşturulan değerler uçurumu ortadan
kaldırılmalıdır. Ankara milletin temel değerleriyle çatışmayan, akılcı
kararların alındığı ve siyasaların geliştiği bir bilge merkezi olmalıdır.
İnançlara ve değerlere saygılı yönetim anlayışı egemen
kılınmalıdır. Devlet, kendilerini devlet zanneden ve aslında milletin memuru
olan bürokrasinin de tasallutundan kurtarılmalıdır. Bireyin hakkını devlete feda
eden, devleti halkın huzuru ve refahını temin etmek üzere oluşturulmuş bir büyük
siyasal organizasyon olarak değil de kutsal bir varlık gibi gören anlayışlar
değişmelidir. Ceberut, baskıcı devletten hukuk devletine geçiş mutlaka
sağlanmalıdır. Devleti birilerinin iradeleri değil, hukukun üstünlüğü
yönetmelidir.
Anayasamızın anti demokratik yorumlara açık karakteri
Türkiye’nin önünü tıkamakta, sistemi kilitlemekte, yetki ve sorumluluk
karmaşasına yol açmakta, milli iradenin üstünlüğünü zedelemektedir. Anayasa,
özgürlüklerden korkan, vatandaşına güvenmeyen bir yaklaşımı sergilemektedir.
Mevcut anayasamız 26 yılı aşan uygulama sürecinde insan hakları
ve siyasal rejimin işleyişi ile ilgili bütün tartışmaların ve eleştirilerin
odağı olarak görülmüştür. Çünkü olağanüstü koşullarda, olağanüstü yöntemlerle
yapılmıştır. Demokratik değildir. Anti demokratiktir. Siyasal ve toplumsal
uzlaşma aranmamıştır. Milletin seçtiği gerçek temsilciler eliyle yapılmamıştır.
Ya kurucu meclis ya danışma meclisi adı altında oluşturulan meclisler eliyle
yapılmış anayasalardır. Bugünkü evrensel oluşumlara ve toplumumuzun eriştiği
gelişme sürecine yanıt verecek bir anayasaya ihtiyacımızın olduğu çok açıktır.
Anayasa, yöneten gücü yönetilene karşı sınırlandırmak için
geliştirilmiş bir hukuk tekniğidir. Devleti bireye ve onun haklarına karşı
korumak adına totaliter bir anlayışla, devletçi bir anlayışla, zihniyetle
yapılmış anayasalarla toplumun bir yere varması mümkün değildir. Milletlerin ve
devletlerin bu seviyeye gelmelerinde binlerce yıl işkence, zulüm ve kan gerekli
olmuştur. Kolay değil. Anayasal seviye, hukuk ve insan fikrinin inkâr ettiği bir
sonuç olmaktan çok insanlığın güce karşı verdiği haysiyet mücadelesinin görkemli
bir meyvesi olarak görülmelidir. Bugün insan haysiyetine rağmen meşruiyetlerini
ve bekalarını güçten alanların uzun bir ömürleri olmadıklarını söylemek bir
kehanet değildir.
Türk anayasasının tarihi gel-gitlerin ve kısa dönem denemelerin
tarihidir. Bu köksüzlüğün birden fazla ana sebebi vardır. Bana göre ana sebep
Türk anayasalarının toplumsal talep ve mücadele sonucu ulaşılmış bir haklar
demeti olmaktan çok, adına devlet deyin ne derseniz deyin, gücün bireye
hükmettiği birer ulufe özelliği taşımaktadır. Buna rağmen anayasacılık
deneyimlerimiz hukuk ve demokrasi uygarlığımız açısından önemli bir kazanımdır.
Nasıl ki susuz yaşam olamamaktadır, bugünkü anayasasız bir güç veya devlet de
tasavvur edilemez. Bugün anayasa ihtiyacı, her zamankinden daha yoğun, daha
nitelikli ve daha çeşitli bir talep olarak toplumumuzdan şiddetle ve ısrarla
seslendirilmektedir.
Türkiye ilk sivil anayasa dalgasıyla karşı karşıyadır. Bu
toplumsal dinamiği zamanında ve doğru okuyabilen siyaset kurumu seçim sürecinde
ürettiği anayasa vaadi projesiyle siyasal verimi ve hedefi düne çakılmış siyaset
karşısında bir büyük başarı elde edebilmiştir, bunu açıkça söylemek lazım.
Siyaset kurumunun toplumla yakınlaşmasının veya kenetlenmesinin canlı örneği,
yakın geçmişte yaşadığımız seçim sonuçlarıdır. Toplumu, ihtiyaçları ve talepleri
doğru okuyabilen partiler, demokratik ödülü alabilmişlerdir. Sanal vehimleri, ön
yargı tuzaklarını ve kendisini hâlâ müessir zanneden gücün nakaratlarını gerçek
zanneden ve ona yaslanan siyaset kurumunun ve ona yaslanan siyaset kurumu ise
halk önünde mukadder hezimetin acı gerçeğini dün de bugün de tadabilmiştir.
Eşya da yalan söylemez, sosyolojik kanunlar da yalan söylemez.
Tek farkla ki; o kanunları ve kabiliyetleri keşfedebilecek derinliklerin ve
liyakatlerin var olması asıldır. Küçük vehimler ne büyük olayları görebilirler
ne de hazmedebilirler. Sanırım yeniden bir tefekkür ihtiyacıyla hepimiz karşı
karşıyayız. Toplum olarak hepimiz durumumuzu ve zihniyet haritamızı sorgulamak
ve yeniden sorgulamak ve yeniden başlamak, düşünce kirlerimizi yeniden tasfiye
etmek durumundayız. Bugün bazı doğruları sizlerle paylaşmak istiyorum.
1- Anayasa dalgasının önüne geçemeyiz. Bu dalgayı en verimli
şekilde yönetmemiz gerekir. Anayasa dalgasının önünde durmak yerine bu dalgayı
daha anlamlı kılmak için pozitif katkılarımızı birlikte ortaya koymalıyız.
Dalganın gücü bize rağmen ve bizi düzleyerek sonuca varacak enerji kapasitesini
fazlasıyla bünyesinde barındırdığının farkında olmalıyız.
2- Mevcut anayasamız askeri harekâtın ve askeri iradenin
tasvibiyle kendine özgü bir iradedir. Onun yapımı süreci bir dayatma
karakterinde, iç bütünlüğünü kaybetmiş bir hukuk kevgiri konumundadır.
3- Hiçbir parti tek başına anayasayı yapamaz, yapmamalıdır.
Partilerin bilim kurulları, sivil toplumun, bireylerin anayasal taleplerini
ortaya koyan taleplerini ortaya koyması zenginliktir ve bir zorunluluktur. Asıl
marifet, siyaset kurumu nezdinde oluşacak bir kurucu komisyonun bu çeşitlilikten
toplumsal sözleşme niteliğinde bir anayasa projesi geliştirebilmesi gereklidir.
Bunu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden bekliyorum. İşte milletin anayasası bu
yöntemle yapılır. Sivil ve demokratik yapma girişimi bu yönden desteklenmelidir.
Taslak ortaya çıktıktan sonra tenkitler ve katkılar esirgenmemelidir. Medrese ve
yeniçeri kökenli “istemezük” nakaratlarının bozucu ve erteleyici sarhoşluğuna
hiç kimse kapılmamalıdır.
Mevcut anayasa yürürlülükten kaldırılmalı, anayasa yeni bir
tarifle ve yeni bir sayıyla hukuk dünyamıza girmelidir. Bu anayasada özgürlük
rejimi, haklar demeti, çağdaş dünyanın gelişim çizgisinde yeniden kaleme
alınmalıdır. Kurumların ve egemen güçlerin uyumlu çalışması için gerekli
regülâsyonlar doğru çalışmalıdır. Bürokratik kurumların kendilerine verdikleri
görevleri yerine getiren kurumlar olduğu gerçeği anayasal temele doğru
oturtulmalıdır. Söz gelimi; YÖK Başkanı’nın çıkıp “ben devlet iktidarını
kullanıyorum” şövalyeliğine yer vermeyecek sınırlamalar ve düzenlemeler ön
görülmelidir. Fertler arasında ne olursa olsun çatışmaya yol açacak sahalar
ortadan kaldırılmalıdır. Söz gelimi; Cumhurbaşkanlığı seçiminde, Meclis toplantı
sayısı için yeterli olan 184’ü 367 yapabilen Anayasa Mahkemesi’nin anayasa
koyuculuk hevesine set çekecek ana mekanizmalar mutlaka üretilmelidir. Yargı,
yürütme ve yasama egemenliklerinin birbirlerini engelleyenler değil, kamusal
verimi arttıran ahengin unsurlarını arttıracak ideolojik veya başka nedenli
sapma ve tartışmalara mani olacak, eş güdümlü yapılar üretilmelidir.
Kurumların görev tarifleri doğru yapılmalı, bunun altını önemle
çiziyorum. Hiçbir kurum kendi başına bir devlet değildir. Darbe dönemlerinin
ürünleri olan yanlış ve imtiyazlı görev tarifleri yürürlükten kaldırılmalıdır.
Söz gelimi; anayasanın, demokrasinin ve Cumhuriyetin koruyucusu millettir.
Esasen tüm egemenlik onun elindedir. Hatırlayınız; 1961 anayasası ve 1982
anayasası ile önceki anayasadan farklı “Türk milleti egemenlik hakkını Meclis
eliyle” kullanıyordu. Halkın seçtiği temsilciler eliyle kullanıyordu. Ama 1961
anayasasında bu değiştirildi. “Yetkili organlar eliyle” egemenlik hakkını
kullanabilecektir ifadesi eklendi. Buradaki yetkili organlar mutlaka tasfiye
edilmelidir. Kim bu yetkili organlar? Bu yetkili organlar yasama, yürütme ve
yargı erkleri şeklinde tasfiye edilmelidir. Aksi halde devletin diğer bürokratik
kurumları bu anayasanın 6. maddesindeki ifadeye dayanarak kendisini de egemenlik
hakkını kullanmada yetkili organ olarak görmektedir. Nitekim de zaman zaman
Türkiye’de bu kurumlar arasında görev ve yetki noktasında anayasa ve yasalardaki
yetkileri aşan düzeyde kurumlar arası çatışmalara hepimizin tanık olduğunu
yaşadığımızı biliyoruz, bunun mutlaka ortadan kaldırılması lazım.
Yürütme organının talebi olmaksızın herhangi bir bürokratik
gücün kendiliğinden koruma ve kollama görevini kullanabilmesi iki devletlilikten
başka bir şey değildir. Türkiye bu hukuk skandalından ve güç paradoksundan
kurtulmak zorundadır. Doğrudan kollama ve koruma görevine ilişkin kanun maddesi
de yürürlükten kaldırılmalıdır. Bürokrasinin herhangi bir kesiminin ve silahlı
kuvvetlerimizin siyasal regülasyon, giderek siyaset kurumuna karşı güç kullanma
gibi halk iradesi karşısında geride kalmış ilkel yöntemlere başvuramayacağı bir
model inşa edilmelidir. 27 Nisan bildirisinin doğurduğu sonuçları, her şeyden
evvel Türk seçkinlerinin ve aydınlarının doğru okuması gerektiği kanaatindeyim.
Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı en büyük sorun laiklik karşıtlığı değil,
bölücülüktür. Statüko irtica paranoyası sandalyesini devam ettirebilmek için
kullanılmaktadır. Türkiye bölücülüğü şiddet kullanarak değil, demokrasiyi,
hukuku ve entegrasyon politikalarını kullanarak aşabilir. Üniter devlet yapısı
bütün unsurlarıyla korunarak Türkiye bu konuda geniş siyasetler yapmalıdır.
Anayasal vatandaşlık kanunu bu noktada önemlidir. 1924 anayasasındaki
vatandaşlık tanımı benimsenmelidir. Farklı etnik kimliğin Türk vatandaşlığı
içinde modernleşmesi esastır. Türkiye tek millet, tek vatan ve tek devlet
gerçeğinden uzaklaşamaz. Esasen böyle bir sonucu herhangi bir güçle sağlayamaz.
Sonuç olarak; mevcut anayasamız yapımı itibariyle ayıplı,
muhtevası itibariyle noksan bir anayasadır. Türk milleti tarihinde ilk kez sivil
toplum anayasası yapabilme fırsatını yakalayabilmiştir. Üzerimize düşen bu
girişime karşı koymak değil, onun noksanlarını ortaya koymak, kalitesini
yükseltmek ve çaba göstermektir.