The Most Beautiful Reflection of Love for Allah: Worship and Justice

A. Cahiliye Dönemi’nin İbadet ve Adalet Bakımından Durumu

İbadet; tapınmak, kulluk yapmak, ta’zim maksadıyla Allah’a boyun eğmek demektir.
İnsan ibadet ettiği ma’budun abdidir, kuludur. Cahiliye dönemi insanları kendi elleriyle
yaptıkları putlara tapıyorlardı. Putlar, fayda veya zarar vermeyen1, işitip görmeyen2,
atalarının ve kendilerinin verdikleri isimleri taşıyan3 kendi elleriyle yaptıkları
heykellerden ibaretti. Bu yüzden bu güçsüz ve kuvvetsiz olan varlıkların, yaratma,
insanı öldürme, öldükten sonra diriltme gibi özellikleri yoktu. Böyle varlığı ile
yokluğu arasında insan için hiçbir değer taşımayan putlara tapmak, onların Allah’a
hesap verme düşüncesinden uzaklaşmalarına, bencil, menfaat düşkünü, zalim, kötü
arzularının peşinden koşan insanlar olmalarına yol açmıştır. “Hem dediler ki, o
hayat sırf bizim dünya hayatımızdan ibarettir, ölürüz ve yaşarız ve bizi ancak zaman
helâk eder, halbuki buna dâir bir ilimleri yoktur, onlar sadece zannederler”4 ayetine
göre, onların, ahirete inanmaları, başka bir dünyayı yaratacak güce sahip bir varlığa
inançlarının olmamasından kaynaklanıyordu. Böyle inancın yokluğu, kendi ürettikleri
putların böyle bir güçten mahrum olması da dünyayı tercih eden insanların sorumsuzca
yaşamalarına sebep oluyordu.

Putlara bağlılıkları, bir taraftan Allah’ı sever gibi onları sevmelerine5, diğer
taraftan onlar vasıtasıyla birbirlerini sevmelerine6 sebep olmuştur. Başka bir ifadeyle
onlar, put sevgisi merkezli bir dünya görüşü oluşturmuşlardır.

Bu sevgi, bu bağlılık ve bu tapınma, aslında onların kendi menfaatlerine tapınmaları
demekti. Çünkü kendilerin yerleştirdiği Kabe’nin etrafında bulunan 360 civarındaki
put, kabilelerin Mekke’ye akın etmelerine ve ticaret yapmalarına sebep oluyor, bir
başka ifadeyle bu da elit Mekke müşriklerini hayli memnun ediyordu.7 Çocuklarına
Abduluzza, Abdulmenat gibi isimler vermeleri, onların putlara tapmasının geleneksel
olduğu kadar duygusal/ekonomik bir boyut da taşıdığını göstermektedir. Bu putları
Allah’a ortak koşanlar, dünyaya, lezzetlere ve zulme dalmışlardı ki, kendi aciz
ve zayıflıklarının farkında bile değillerdi. Hatta Cahiliye Arap şiirlerine bakılacak
olursa, başka kabile ve zayıf fertlere yaptıkları haksızlık ve zulümleri kahramanlık
olarak görüyorlar ve bununla da övünüyorlardı. Zor durumlarda kaldıklarında aciz
olduklarını hissedip Allah’a yalvarmış olsalar da, bu durum zorluk ortadan kalktığında
değişiyor ve tekrar taptıkları putlara dönüyorlardı. O günkü Cahiliye toplumunda,
akrabaya, yoksula, fakire yardım etmek, çok nadir görünen bir hasletti. İyilik yapanlar,
bunu bir cömertlik gösterisine dönüştürüyorlardı. Peygamberimiz’in (a.s.m.) bir
hadislerinde buyurdukları gibi onlar, “abdu’d-dirhem, abdu’d-dinar” olmuşlardı.
Yani, paranın kulu haline gelmişlerdi. Peygamberimiz (a.s.m.), paranın kullarının
helak olduğunu bildirmiştir. Allah’tan başka varlıklara tapan bu insanların, nefislerinin
taşkınlıklarını kontrol altına almalarını sağlayacak bir güç, bir sistem yoktu.
Bu yüzden zulümde, haksızlıkta, adaletsizlikte, tecavüzde sınır tanımıyorlardı.

Çünkü her insanda bulunan gazab, şehvet ve akıl kuvvesini terbiye edecek mürebbi
yoktu. Bu yüzden bu duyguların ifrat derecede kullanılmasının önünde hiçbir engel
bulunmuyordu.

B. Kur’an’a Göre İbadet ve Adalet

Kur’an nazil olmaya başladığında ibadet bakımından durum böyledi. Putlara tapmanın
aklî, kalbî ve vicdanî bir temeli yoktu. Körü körüne atalara bağlılık en büyük dayanakları
idi. Kur’an’ın sorduğu gibi, “ya ataları yanlış yolda ise”. Gerçekten de ataları
yanlış yolda idi. Fakat bunu fark edecek durumda değillerdi. İslam geldiğinde, Allah’a
temelsiz bir ibadeti emretmedi. Önce iman temelini attı, Allah’a ve diğer iman esaslarına
kuvvetli bir iman temelini yerleştirdi. Kur’an’ın açtığı tefekkür yoluyla aklını
çalıştırmaya başlayan insan, Allah’ı isim ve sıfatlarıyla, kainattaki yansımalarıyla
tanır. Zaten Allah’ı kendisiyle ilgili enfüsî, kainatla ilgili afakî tefekkür sonucunda
tanıyan bir kimse, her şeyi en güzel şekilde yaratan, her şeyi ihsan eden, her şeye
merhamet eden, her şeyi terbiye eden Rabbini sevmeye başlar. Yani, kendi iç aleminde,
iman-ı billah, marifetullah ve muhabbetullah çizgisini takip eden böyle bir insan
şöyle bir soruyu kendisine sorar: Acaba beni bu kadar cömertçe besleyen, bana merhamet
eden, her türlü nimeti en güzel ve en faydalı şekilde ikram ve ihsan eden, Rahman,
Rahim, Gafur, Afuvv, Kadir, Rezzak, Cemil, Kerim, Muhsin, Mücemmil olan Rabbime
karşı nasıl teşekkür edebilirim?

Aslında yapılan her iyiliğe karşı teşekkür etmek fıtratında yaratılan insanın,
her şeyi en mükemmel şekilde ihsan ve ikram eden Rabbine karşı böyle bir duygu içinde
olması onun fıtratının gereğidir. Tefekkür bu fıtratın gereğini yerini getirmede
insana yardımcı olan önemli bir güçtür. Pratik yönü bulunmayan soyut bir sevginin
insanlar arasında dahi fazla bir değeri yokken, böyle pratiğe dönüşmeyen soyut bir
sevginin Allah hakkında gerçek bir sevgi olması mümkün değildir. Bu yüzden, sevgi,
Allah’a olan bu teşekkürün hem söz hem de öz ile yapılmasını gerektirmektedir. İşte
teşekkür, sevginin pratiğidir. Buna da dinimizde ibadet denmektedir. Böyle bir teşekkür
anlamındaki ibadetin şekli ve sınırları, insanın iradesine bırakılmamış, bizzat
Ma’bud-u Hakikimiz olan Allah tarafından belirlenmiştir. “Ey insanlar, Allah’a ibadet
edin”8 ayeti, bütün insanlara Allah’a olan sevgilerinin sonucunda oluşan teşekkür
duygusunu ibadet şeklinde yerine getirmelerini emreder. Zaten, insanlar, hatta cinler
de sadece Allah’a ibadet etmek için yaratılmışlardır.9 İnsanın bu ibadet görevi
ise, birkaç gün ile sınırlı değildir; ölene kadardır. “Yakin (ölüm) gelinceye kadar
Rabbine ibadet et”10 ayeti kulluk görevinin ölene kadar yapılması gerektiğini beyan
etmektedir. Çünkü Allah’ın insana lütuf ve ihsanları ölene kadar devam etmektedir.
Ölmekle, başka bir alemin kapısı açılmakta ve insanın dünyadaki imtihan süresi sona
ermektedir. Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, insanın asıl yaratılış amacı, imandan
sonra ibadettir.

Diğer taraftan yüce Allah, Kur’an’da birçok ayette adaletli olmayı, adaletle
hükmetmeyi emretmektedir.11 Kur’an’ın adalet hususunda önem verdiği konulara baktığımızda,
bunların başında şahitlik etmenin geldiğini görürüz. Bazı ayetlerde, insanın ana-babası
da dahil yakınları aleyhinde dahi olsa Allah için şahitler olarak adaleti ayakta
tutmak gerektiği ifade edilmektedir.12 Yetim malı konusunda, ölçü tartı konusunda
dikkatli olmaya çağıran bir ayette adalet vurgusunun ön plana çıktığını görmekteyiz.13
Aynı zamanda Rahman Suresi’nde Cenab-ı Hakk ölçü ve tartıyı adaletle yapmayı, noksan
tutmamayı emretmektedir.14

Şu iki ayet ise adalet başlığı altında yapılması gerekenleri bildirmektedir:

“Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder; çirkin utanmazlıklardan
(fahşadan), kötülüklerden ve zorbalıklardan sakındırır. Size öğüt vermektedir, umulur
ki öğüt alıp-düşünürsünüz.”15

“Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp çıkarmayanlara
iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah,
adalet yapanları sever.”16

Görüldüğü gibi, ayetlerde her şeyden önce adaletli olmanın emredilmesi, adaletli
olmanın kendisinin “bir ibadet” olduğunu göstermektedir. Çünkü ibadet, Allah’ın
emirlerini yapmak, yasaklarından kaçınmaktır. Diğer taraftan, ana-babalarımızın,
yakınlarımızın aleyhine de olsa şahitlik, ölçü tartıda verirken eksik, alırkan fazla
ölçüp tartarak haddi aşmamak, Müslüman olmasalar da akrabalarımıza iyilik, ihsan,
kötülüklerden uzak kalmak gibi hususlar da Kur’an’da adaletle ilgili ayetlerin muhtevasında
zikredilmektedir. O halde adalet, ifrat ve tefritten uzak, ölçülü, dengeli, kimseye
zarar vermeyen bir tavır içine girmeyi ifade etmektedir. Bunları yapmak ise Allah’ın
emirlerini yapıp yasaklarından kaçınmak anlamında olduğunda ibadet etmek anlamına
gelmektedir.

C. İbadetin Hz. Muhammed’e (a.s.m.) Uyma Boyutu

Allah’ın emrettiği bu ibadeti Kur’an’ın bildirdiği şekilde yapmak gerekir. Ancak,
bu ibadetlerin nasıl olacağını da en güzel şekilde Hz. Muhammed (a.s.m.) bize göstermiştir.
Biz Kur’an’da kısa olarak bildirilen ibadet ile ilgili emirlerin uygulamasını Hz.
Muhammed’de (a.s.m.) görürüz. O nasıl namaz kılmışsa öyle kılarız, o nasıl oruç
tutmuşsa öyle tutarız. O bütün ibadetleri nasıl yapmışsa biz de aynısını yaparız.
Bu bir zorunluluktur. Bu zorunluluk ayetlerde de ifade edilir. “Allah’a ve Resulüne
itaat edin ki, merhamete nail olasınız.”17 “Kim Resule itaat ederse, Allah’a itaat
etmiş olur.”18 Görüldüğü gibi bu ve benzeri ayetler, Allah’a olduğu kadar, onların
emirlerini en güzel şekilde yerine getiren, yasaklarından en mükemmel şekilde kaçınan
Hz. Muhammed’e (asm) itaat edilmesini de emretmektedir. Çünkü Hz. Muhammed (asm),
Allah’ın resulüdür, Allah tarafından terbiye edilmiştir ve insanlara iman, ibadet
ve ahlakta en güzel örnektir. Kur’an onun yüce bir ahlak üzere olduğunu19 ve onda
mü’minler için güzel bir örnek bulunduğunu da bildirir.20 Bu ayetler de ona itaat
etmenin, Allah’a sevgimizin eseri olan şükrümüzü ve kulluğumuzu izhar etmenin en
güzel temelini oluşturmaktadır.

İbadetin Peygamberimiz’e (a.s.m.) itaat boyutunun Allah sevgisiyle kuvvetli bağını
şu ayet-i kerime açık bir şekilde gösterir: “De ki, ey Muhammed! Eğer Allah’ı seviyorsanız,
bana tabi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin.”21

Said Nursi 11. Lem’a’da bu ayet-i kerimeyi tefsir ederken şöyle der:
âyet-i azîmesi, ittibâ-ı sünnet ne kadar mühim ve lâzım olduğunu pek kat’î bir
surette ilân ediyor. Evet, şu âyet-i kerime, kıyâsât-ı mantıkıye içinde, kıyas-ı
istisnâî kısmının en kuvvetli ve kat’î bir kıyasıdır. Şöyle ki:

Nasıl mantıkça kıyas-ı istisnâî misali olarak deniliyor: “Eğer güneş çıksa gündüz
olacak.” Müsbet netice için denilir: “Güneş çıktı. Öyleyse netice veriyor ki, şimdi
gündüzdür.” Menfi netice için deniliyor: “Gündüz yok. Öyleyse netice veriyor ki,
güneş çıkmamış.” Mantıkça, bu müsbet ve menfi iki netice katîdirler.

Aynen böyle de, şu âyet-i kerime der ki: Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa, Habibullaha
ittibâ edilecek. İttibâ edilmezse, netice veriyor ki, Allah’a muhabbetiniz yoktur.
Muhabbetullah varsa, netice verir ki, Habibullahın Sünnet-i Seniyyesine ittibâı
intaç eder.

Evet, Cenâb-ı Hakka iman eden, elbette Ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde
en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâşüphe, Habibullahın gösterdiği ve takip
ettiği yoldur.

Evet, bu kâinatı bu derece in’âmât ile dolduran Zât-ı Kerîm-i Zülcelâl, zîşuurlardan
o nimetlere karşı şükür istemesi, zarurî ve bedihîdir. Hem bu kâinatı bu kadar mucizât-ı
san’atla tezyin eden o Zât-ı Hakîm-i Zülcelâl, elbette, bilbedâhe, zîşuurlar içinde
en mümtaz birisini Kendine muhatap ve tercüman ve ibâdına mübelliğ ve imam yapacaktır.
Hem bu kâinatı had ve hesaba gelmez tecelliyât-ı cemal ve kemâlâtına mazhar eden
o Zât-ı Cemîl-i Zülkemal, elbette, bilbedâhe, sevdiği ve izharını istediği cemal
ve kemal ve esmâ ve san’atının en câmi ve en mükemmel mikyas ve medarı olan bir
zâta, herhalde en ekmel bir vaziyet-i ubudiyeti verecek ve onun vaziyetini sairlerine
numune-i imtisal edip herkesi onun ittibâına sevk edecek. Tâ ki o güzel vaziyeti
başkalarında da görünsün.”

Görüldüğü gibi, Allah’a itaat yollarının en müstakimi, en makbulü ve kısası Allah’ın
Habibi olan Peygamberimiz’in (a.s.m.) gösterdiği yoldur.

D. Nursî’nin Görüşleri Işığında İbadet-Adalet İlişkisi

O halde ibadet, Allah ve Resulüne itaat etmektir. Bu Allah sevgisinin neticesi,
şükrün gereğidir. Böyle bir durum, ayette bildirildiği gibi, Allah’ın mümini sevmesine
ve günahlarını affetmesine sebep olacaktır. Bir insanı Allah severse, ondan razı
olmuş demektir. O halde Allah tarafından sevilmek için, Allah’a ibadet etmek gerekir.
Peki, öyleyse ibadeti nasıl tarif edebiliriz?

Said Nursi, insanın yaratılış amacı olan ibadeti etrafını cami, ağyarını mani
olacak bir tarif ile tarif etmektedir. Bu tarif, Kur’an’ın mesajını daha iyi anlamamıza
yardımcı olmaktadır. Aynı zamanda Kur’an’da vurgulanan adalet ile ibadet kavramları
arasındaki ilişkiyi doğru bir şekilde kurmamızı sağlamaktadır.

Nursi’ye kulak verelim:

“Dergah-ı ilahide abd, kendi kusurunu, acz ve fakrını görüp kemal-i Rububiyetin
ve kudret-i Samedaniyyenin ve rahmet-i İlahiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde
etmektir.”22

Görüldüğü gibi kullukta esas olan şey, insanın kusur, acz ve fakrını görmesi,
Allah’ın kendisini terbiye ettiğini, her ihtiyacını giderdiğini, hem verdiği nimetlerle,
hem de işlediğini kusurlarını affetmesiyle merhametini gösterdiğini anlamalı, bu
anlayış neticesinde Allah’ın önünde “hayret ve muhabbetle” secde etmelidir. Buradaki
hayret, şaşkınlık demektir. Yani, insanın Cenab-ı Hakk’ın kendisine yaptığı bu ihsan
ve iyiliklerden, bu ikramlardan dolayı bunun sebeplerini düşünerek hayret içinde
kalmasıdır. Muhabbet ile secde etmesi ise şudur: Yüce Allah’ın ikram ve ihsanları,
isim ve tecellilerinin güzelliği ve mükemmelliği Allah’ı tanımasına ve sevmesine
sebep olmakta, bu sevgi de insanı Allah’a secde etmeye, yani O’na kulluk yapmaya
sevk etmektedir.

Nursi, bir başka yerde, ibadetin en geniş anlamıyla “Allah’ın emirlerini yapıp,
yasaklarından sakınmak” olduğunu ifade etmektedir.23

Bu tarifleri tahlil ettiğimizde şöyle bir tablo ile karşılaşırız:

İnsan diğer hayvanlardan farklı olarak aciz, zayıf, kusurlu ve fakir olarak yaratılmıştır.
İbadetin özü, insanın bu eksiklerinin farkına varmasıdır. Yaşamak zaten farkına
varmak demektir. Neden bu dünyaya gönderildiğinin farkına varmadan, kendi yaratılış
özelliklerinin de farkına varamaz. İnsanlar varlıkların en acizi olarak dünyaya
gelir. Diğer hayvanlar kısa sürede ayağa kalkıp hayat şartlarına uyum sağlamalarına
rağmen, insan yürüyemez, konuşamaz, bir şey yapamaz bir şekilde dünyaya gönderilir.
Büyüdükçe bu acizlik kısmen kalkar. Ama bu defa acizlik başka boyutlarda kendisini
gösterir. Musibetler, hastalıklar, ölüm gibi hayatın gerçekleri, insanın aciz bir
varlık olduğunu iliklerine kadar hissetmesine sebep olur. İnsan aynı zamanda zayıftır
da. Bir mikroba mağlup olur insan. Bütün ihtiyaçlarını karşılayamayacak kadar zayıftır.
Diğer taraftan noksanları çoktur, kusurludur insan. Hata yapma kabiliyetinde yaratılan,
bununla imtihan edilen iki varlıktan birisidir. Öte yandan bir de fakr var insanda.
Kur’an’da ifade edildiği gibi “Siz Allah’a muhtaç olan insanlarsınız (entüm fukarau
ilallah). Allah zengin ve övgüye layıktır.”24 Görüldüğü gibi ayette, insanların
Allah’a muhtaç olduğu gerçeğini ifade etmek için “fukara” tabiri kullanılmakta ve
herkese bu fakrı hatırlatılmaktadır. Buna göre, dünyada maddi olarak zengin olsun,
fakir olsun herkes Allah’a muhtaç. Ama kimi bunun farkında kimi de farkında değil.
İnsan dünyada hayatını devam ettirmek için her şeye muhtaçtır; havaya, suya, sebzelere,
tahıllara ve meyvelere. Bütün bunları kendi gücüyle yapması mümkün değildir. Allah
havayı, suyu vermese bütün canlılar gibi insan da ölür. Güneşi döndürmeye kimin
gücü yeter? Diğer taraftan ebediyet isteyen duygularını geçici bir dünyada tatmin
etmesi imkânsızdır. Bu yüzden ahiret alemlerini getirecek güce sahip bir Allah’a
muhtaçtır insan.

Bütün bu eksik özelliklerini fark eden insan şunu düşünecektir:

“Benim kemal sıfatlara sahip bir Rabbim var. Hastalıklar ve musibetlerle acizliğimi
göstererek beni terbiye etmek istiyor. Bana bu acizliğimi giderecek olanın kendisi
olduğunu hatırlatıyor. Aynı zamanda benim Rabbim Kadir’dir. Her şeye gücü yeter.
Benim her türlü dünyevi ihtiyacımı olduğu gibi, ebediyet arzu ve isteğimi ahireti
yaratarak giderecek olan O’dur. Benim böyle zayıf, aciz ve fakr içinde yaratılmam,
kusurlarımın olması, hep O’na yönelmek, O’na kulluk yapmak için verilmiş fırsatlardır.
Bu fırsatları kazanca dönüştürmek de benim elimdedir. Fırsatı kazanca dönüştürmenin
tek yolu da kulluktur.”

İşte kendi noksanlıklarının farkına vararak kendisini böyle tahlil eden bir kimse,
Allah’ın emirlerini yapıp onun yasaklarından kaçınarak ibadetin anlamını gerçekleştirir.
Ona yapılan bu kulluk, vicdanî ve aklî olan imanî hükümleri terbiye ve takviye eder.
Yani onları geliştirir, kuvvetli hale getirir. Bu yüzden imanın eserleri ve tesirleri
zayıf kalmaktan kurtulmuş olur. Risale-i Nur’daki bir başka ifadeyle, “imanî hükümlerin
takviye ve inkişaf ettirilmesi ancak tekrar ile teceddüd eden ibadetle olur.” Böyle
bir ibadet yine Risale-i Nur’da geçen ifadelerde “zihinlerini Sani-i Hakim’e çevirir.
Bu çevirme, itaati ve boyun eğmeyi netice verir. Bu da kulu, mükemmel bir intizam
altına sokar.”25

Burada, ibadetin zihinleri Sani-i Hakim’e çevirmesi, bunun itaati gerektirmesi,
bunun da insanı mükemmel bir intizam altında tutması dikkatli okunması gereken hususlardır.
Çünkü burada ibadetin, insanın hem Rabbi ile ilişkilerini düzene soktuğu, hem de
insanlar ile münasebetlerini düzenlediği ifade edilmektedir. Bu ifadeler, ibadetin
genel anlamını ve amacını ortaya koymaktadır. O halde ibadet ile insanlar Allah’a
yönelirler. Allah’a yönelenler, ona kulluk yapar. Bu kulluk o insanı “mükemmel bir
intizam altına sokar.”

Burada, kulun mükemmel bir intizam altına girmesi nasıl gerçekleşecektir sorusu
akla gelmelidir. Bu soruya verilecek cevap, ibadet ile adalet arasındaki yakın ilişkiyi
de ortaya koymaktadır:

İnsanın mükemmel bir intizam altına girmesi, fıtraten sınır konulmamış akıl,
gazap ve şehvet kuvvelerine sınır konulması demektir. Bunu yapacak olan ancak ibadettir.
Çünkü Allah’ın emirlerini yapıp yasaklarından kaçınmak demek olan ibadet, insanı
kötülüklerden uzaklaştırırken, iyilikleri yapmaya da sevk eder. Çünkü ibadet eden
bir insan, bir taraftan farz olan ibadetlerini yaparken, diğer taraftan Kur’an’ın
bildirdiği ahlak kurallarına uyma çabasında olur. Bütün bunlar, Allah emrettiği
için yapıldığından zihinleri, bütün isim ve sıfatlarıyla Allah’a çevirir. Allah
ile insan arasındaki bu kopmaz bağ, ona olan güçlü imanın bir eseridir aynı zamanda.
Bu durumda ahirette yapacağı kötülüklerden dolayı Allah’ın hesap soracağını, iyiliklerden
dolayı mükafat vereceğini düşünerek, ifrat ve tefritten uzak kalır. Vasat üzere
yaşayan bir insan olur. İşte Nursi, bu dengeyi adalet olarak isimlendirir: Ona göre
sırat-ı müstakim, şecaat, hikmet ve iffetten oluşur. Bu da aynı zamanda adalettir.26
Yani bu insanın duygularının dengede olması, ölçülü ve vasat bir şekilde kullanılması
anlamına gelir. İşte ibadetin adaletle ilişkisine önce bu yönden bakmak gerekir.
İbadet insanın, duygularında adaletli yani ölçülü ve dengeli, ifrat ve tefritten
uzak olmasını sağlar.

İç dünyasında bu kuvveler dengesini, adaletini sağlayan bir insan, dış dünyaya,
etrafındaki kimselere, aile fertlerine ve emri altında çalışanlara ya da münasebette
olduğu kimselere de hep adalet ile muamele eder. Kendisine zarar vermediği gibi,
başkalarını da zarar vermekten kaçınır. Çünkü hem kendine, hem de başkalarına zarar
vermek, ibadete aykırıdır. Zarar vermemek ibadettir. Bu yüzden, sevgi ve şefkat
dolu bir insan çıkar karşımıza. İman ve ibadetin terbiye ettiği ideal insan…

İbadet ile adalet arasındaki ilişkinin en önemli sırrı şudur:

İbadet her yapıldığında, Allah hatıra gelir. Namaz, oruç, hac, zekat, Allah’ın
ahlaki emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak; insanın imanını takviye
ve inkişaf ettirir. Kişinin Allah’a, peygamberlere, meleklere, ahiret gününe, kadere
olan imanı kuvvetlenir. Bu iman esaslarının tahkiki hale gelmesi, insanın kalbinde
iyiliklere karşı teşvikçi, kötülüklere karşı bir yasakçı oluşmasını sağlar. Böyle
bir insanın imanı ibadeti, ibadeti imanını güçlendirir. Zulüm ve haksızlıkların
cezasını çekeceğine inanan bir insanın, ailevi ve toplumsal hayatta zarar veren,
terör estiren bir insan olması mümkün değildir. Herkesi seven, herkese saygı gösteren,
iyilik yapan bir kimse haline gelir. Hele de Allah’ın adaletli olanları seveceğini
bildirdiği ayet-i kerimeyi27 duyunca, adalet ve hakka olan bağlılığı daha da artar.
Bu arttıkça toplumun huzur ve mutluluğuna inanılmaz olumlu katkılarda bulunur. Böyle
bir insan, Allah tarafından sevildiği gibi insanlar tarafından da sevilir. Adalet
herkesin arzuladığı bir şey olunca, adaleti gerçekleştirenler, yaşantılarında dengeli
hareket edenler, temiz ruhları kendisine çeker. Bir sevgi atmosferinin oluşmasına
katkı sağlar.

Sonuç

İşte böyle bir insan, Kur’an’ın öngördüğü bir insandır. Kur’an’a karşı bir çığır
açma iddiasındaki inanç temellerinden yoksun felsefe ekollerinin öngördüğü insan
ise hedonist, bencil, kibirli, kendi zayıflığının ve acizliğinin farkında olmayan
ve kendisini güçlü zanneden insandır. Böyle bir insan, fıtraten sınır konulmamış
duygularını ifrat derecede kullanır ve namusları payimal etmede, zulüm etmede, insanları
kandırmada sınır tanımaz. Adaletsiz, dengesiz bir insan olur. İşte Cahiliye dönemi
insanının portresi de böyledir. İnanç, ibadet ve ahlaktan soyutlanmak isteyen kimselerin
ve toplumların görüntüsü, böyle adalet, ölçü, denge mefhumunun olmadığı, zulüm,
haksızlık, gasb, adam öldürme, tecavüz gibi olumsuz durumların normal olarak karşılanıp
uygulandığı bir görüntüdür. Bu görüntü, kirli, pis olduğu kadar, insanların huzurlarını
bozucu, dünyada ve ahirette insanları mutsuzluğa sevk edici bir durumdur. Halbuki
Kur’an’ın önerdiği iman, ibadet ve ahlak insanı, kendi içinde duygularının dengesini
kuran bir insandır. Bu denge toplumsal huzur ve mutluluğun, sosyal adaletin de garantisidir.
Artık insanın önünde iki yol var: Birisi iman-ibadet-ahlak yolu, diğeri ise imansızlık,
ibadetsizlik, ahlaksızlık ve adaletsizlik yolu. Artık birisi seçmek iradelerimize
kalmış bir şey.

Öz

Kur’an’a karşı bir çığır açma iddiasındaki inanç temellerinden yoksun felsefe
ekollerinin öngördüğü insan, hedonist, bencil, kibirli, kendi zayıflığının ve acizliğinin
farkında olmayan ve kendisini güçlü zanneden insandır. Böyle bir insan, fıtraten
sınır konulmamış duygularını ifrat derecede kullanır ve namusları payimal etmede,
zulüm etmede, insanları kandırmada sınır tanımaz. Adaletsiz, dengesiz bir insan
olur. Cahiliye Dönemi insanının portresi de böyledir. İnanç, ibadet ve ahlaktan
soyutlanmak isteyen kimselerin ve toplumların görüntüsü, adalet, ölçü, denge mefhumunun
olmadığı, zulüm, haksızlık, gasb, adam öldürme, tecavüz gibi olumsuz durumların
normal olarak karşılanıp uygulandığı bir görüntüdür. Bu görüntü kirli, pis olduğu
kadar, insanların huzurunu bozucu, dünyada ve ahirette insanları mutsuzluğa sevk
edici bir durumdur. Halbuki Kur’an’ın önerdiği iman, ibadet ve ahlak insanı, kendi
içinde duygularının dengesini kuran bir insandır. Bu denge toplumsal huzur ve mutluluğun,
sosyal adaletin de garantisidir.

Anahtar Kelimeler: Allah sevgisi, ibadet, adalet, Cahiliye dönemi, iman

Abstract

Human as foreseen by the philosophy schools with the claim to make an epoch against
the Qur’an and lacking bases of belief is the one, who is hedonist, selfish, unaware
of his/her own weakness and considering him/herself as strong. Such a person uses
his/her innate unlimited emotions in excessive degree, and does not consider any
limits in ruining people’s lives, suppressing and cheating them. He/she becomes
an unjust and erratic person. Portrait of the person in pre-Islamic age of ignorance
is just like this. People and societies that want to isolate themselves from worship
and ethics seem as the one where there are no notions of justice, measure, balance,
where negative situations as suppression, injustice, seizure, murder and rape are
considered as normal. Such a view is not only dirty, but also bear some characteristics
to destroy people’s peace and to lead them towards unhappiness in the earth and
afterlife. On the other hand, person of belief, worship and ethic as foreseen by
the Qur’an is the one, who can balance his/her emotions. Such a balance is the guarantee
for social peace, happiness and justice as well.

Keywords: The Love of Allah, worship, justice, pre-Islamic age of ignorance,
belief

Dipnotlar

1- Maide, 5/76; Enbiya. 21/66.

2- Meryem, 19/42.

3- Yusuf, 12/40.

4- Casiye, 45/24.

5- Bakara, 2/165.

6- Ankebut, 29/25.

7- Hasan, İbrahim Hasan, Tarihu’l-İslam, Kahire, 1964, s. 70-72.

8- Nisa, 4/36.

9- Zariyat, 2/56.

10- Hicr, 15/99.

11- Nisa, 4/58; Maide, 5/42.

12- Nisa, 4/135; Maide, 5/8.

13- En’am, 6/152.

14- Rahman, 55/9.

15- Nahl, 16/90.

16- Mümtehine, 60/8.

17- Al-i İmran, 3/132.

18- Nisa, 4/80.

19- Kalem, 68/4.

20- Ahzab, 33/21.

21- Al-i İmran, 3/31.

22- Nursi, Said, Sözler, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1978, s. 37-38.

23- Nursi, Sözler, s. 92.

24- Fatır, 35/15.

25- Nursi, İşâratü’l-İ’caz, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1978, s.
93.

26- Nursî, İ. İcaz, s. 24.

27- Maide, 5/42.