Two Sources of Personal Development and Social Growth: The Prescribed Prayers and Zakat

Giriş

İnsan toplum halinde yaşayan bir varlıktır; çünkü ihtiyaçları ve fıtri yapısı
onu böyle yaşamaya zorlamıştır. İnsanın olduğu her yerde mutlaka bir aile yapısı
ve topluluk/toplum şekli vardır. İnsan maddi ve manevi yapısı gereği ancak başka
insanlarla etkileşim halinde olduğu bir toplum içinde varlığını sürdürebilir. İnsanın
toplumsal bir varlık olması, hem onun bireysel yönünü geliştirmiş hem de toplumsal
yönüne bir zenginlik kazandırmıştır.

İnsanın toplum halinde yaşaması, ona çeşitli zenginlikler katsa da, kalabalıklar
içinde yalnızlaşarak kaybolup gitmesine de neden olabilmekte ve bir kişi olarak
kendisine yönelmesini de engelleyebilmektedir. Nitekim insanın “birey”e indirgendiği
modern zamanlarda, insan toplum içinde yaşadığı halde, toplumsal bir varlık olma
özelliğinden oldukça uzaklaşmış ve kalabalık insan yığınları içinde yalnızlığa mahkûm
olmuştur. Dolayısıyla, insanın toplum içinde yaşarken kendini unutmaması ve kendi
özüne yabancılaşmaması için çeşitli vasıtalara ihtiyacı olduğu aşikârdır. Bu vasıtalar
sayesinde, insan hem toplumsal varlığının bilincinde olur hem de bir insan olarak
kendisinden uzaklaşmamış olur.

İnsan eksik yaratılmıştır. Eksikliklerini gidermek ve kendisinin tamamlamak/kemale
ermek için bu dünyaya gönderilmiştir. Toplum halinde yaşamasının bir nedeni de budur.
İnsanoğlu kendisindeki eksiklikleri gidermek ve toplumsal yaşamını zenginleştirmek
için tarih boyunca birbirinden farklı yöntemler geliştirmiş ve çeşitli vasıtalar
(araçlar, teknikler vs.) üretmiştir. Ancak, insanoğlunun ürettiği vasıtaların çoğu
insanın maddi yönüne hitap etmiş ve toplumun maddi zenginliğine katkıda bulunmuştur.
İnsanın fıtri yapısı ve kişisel ve manevi yapısının gelişimi ise büyük ölçüde ihmal
edilmiştir.

Dinsel kaynaklı olan namaz ve zekât ise hem bireysel anlamda -namaz vasıtasıyla-
insanın kişiliğine ve maddi ve manevi yapısına büyük önem vermiş, hem de toplumsal
anlamda -zekât vasıtasıyla- toplumun sosyo- ekonomik açıdan kalkınmasına ve toplumsal
tabakalar arasında uçurumların meydana gelmemesine azami ölçüde özen göstermiştir.
Namaz ve zekâta sadece dinsel ibadetler gözüyle ve genellikle İslamî literatür içinde
yer aldığı için, İslamî kavramlar olarak bakmamak gerekir. Aynı zamanda, herhangi
bir ideolojik yaklaşım gözetilmeden, bu kavramların insana ve topluma olan katkılarını
önemsemek ve insan ve toplum için olan önemini göz önünde bulundurmak da gerekmektedir.

Bu yazıda, basitçe şu görüş savunulacak: Namaz genellikle bireysel bir ibadet
olduğu halde, toplumsal yönü de oldukça önemli olan bir sosyal eylemdir. Zekât ise
toplumsal bir ibadet olduğu halde, bireysel yönleri de bulunan bir davranıştır.
Uhrevi tarafı bir yana namaz, insanın bu dünyaya ait işlerini de düzene sokar ve
insana bir şahsiyet ve duruş kazandırır. Zekât ise, insanlardaki merhamet duygularını
tatmin etmekten ziyade, toplumun sosyal ve ekonomik açılardan kalkınmasını sağlar
ve toplumdaki tabakalar arasında, özellikle zenginlerle yoksullar arasında, güçlü
bir iletişimin kurulmasını amaçlar. Bu sayede, hem insan onurunu zedeleyen bir yoksulluğun
oluşmasını engeller, hem de muhtemel toplumsal çatışmaların önüne geçer. Bu açıdan
bakıldığında, İslam’ın köprüsü olarak nitelendirilen zekâtın, gerçekten toplumdaki
tabakalar arasında bir köprü vazifesi gördüğü ve toplumsal mesafeleri küçülttüğü
görülür. Namaz ve zekâtın Kur’ân’da genellikle birlikte zikredilmesinin bir nedeni,
bu ikisinin birlikte insana ve topluma yaptığı katkıdan dolayıdır. Ayrıca, bir arada
zikredildikleri yerlerde namazın zekâttan önce anılmasının bir hikmeti ise, insana
öncelik verilmesi gerektiğidir. Doğru insan ve düzgün toplumun oluşması için işe
insandan başlamak gerekir. Namazla bir şahsiyet kazanan ve topluma yararlı bir kişi
haline gelen insan, zekâtla da toplumsal ve ekonomik kalkınmaya hizmet eder.

Yazıda önce namaz ve zekât tarihsel olarak ele alınacak, sonra da namaz ve zekâtın
toplumsal yönleri ve insan ve toplum için taşıdığı önemlerine değinilecektir.

Tarihsel Birer Olgu Olarak Namaz ve Zekât

Namaz ve zekât sadece İslam dinine özgü ibadetler değildir. İslam öncesindeki
tek tanrılı/ilahî dinlerde de bu ibadetler vardı. Ancak, mahiyetleri ve uygulanış
biçimleri farklıydı. Örneğin, Musevilik’te namaz kılınırken rükû yapılıyordu, ama
secde yapılmıyordu. Örneğin, İsrailoğulları’na hitaben Kur’ân’da1 şöyle bir ayet
var: “Namazı hakkıyla edâ edin, zekâtı verin ve rüku edenlerle birlikte rüku edin!”
(Bakara: 43). Benzeri durumlar zekât için de geçerlidir. Bu bir bakıma insanlığın
gelişimiyle ilgili bir meseledir. Çünkü insanlıkta bir tekâmül süreci vardır. Bugün
İslam dininde olgun halleriyle bulunan namaz ve zekât gibi ibadetlerin bu halleriyle
eski çağlardaki dinlerde bulunmaları mümkün değildi. Zira insanın yapısı henüz buna
müsait değildi. İmanî meselelerde bile durum böyleydi. Mesela, Musevilik’te ve Hıristiyanlık’ta
iman noktasında genellikle Allah ve ahiret inancına vurgu yapılıyordu. İslam’da
olduğu gibi imanın altı şartına uyma zorunluluğu yoktu. Meleklere ve kadere iman
buna örnek gösterilebilir.

Namaz ve zekâtın tarihselliği İslam’ın en önemli kaynağı olan Kur’ân-ı Kerim’de
birkaç surede ele alınmıştır. Kur’ân peygamberlerden hareketle geçmiş toplumlardan
özetle ve genellikle o toplumların en önemli özelliklerinden bahseder. Özellikle,
Enbiya ve Meryem gibi surelerde birçok peygamberin hayatı ve peygamberlerin içinde
bulundukları toplumların yapısı çok özlü bir şekilde anlatılmaktadır. Bunların içinde
en çarpıcı olanı Meryem Suresi’nde Hz. İsa ile ilgili olarak geçen bahistir. Henüz
kundaktaki bir bebekken Allah’ın bir mu’cizesi olarak Hz. İsa’nın (a.s.) ağzından
çıkan ilk sözler şunlar olmuştur:

“Şüphesiz ki ben, Allah’ın kuluyum; (O) bana Kitab’ı verdi ve beni peygamber
yaptı! Hem nerede olsam beni mübârek kıldı; hayat sahibi olduğum müddetçe de bana
namazı ve zekâtı emretti. Ve (beni) anneme iyilik eden bir kimse kıldı. Hem beni
zorba ve âsî bir kimse yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve hayat sahibi olarak
(kabirden) kaldırılacağım gün (Allah’ın) selâm(ı) benim üzerimedir!” (Meryem: 30-33).

Hz. İsa (a.s.) , kendisine ilahlık makamının verileceğini önceden hissetmiş gibi,
daha doğar doğmaz “Şüphesiz ki ben, Allah’ın kuluyum” diyerek kendisinin ancak bir
kul ve peygamber olduğunu kendi lisanıyla bütün insanlığa bildirmiştir. Aynı zamanda,
namaz ve zekâtla emrolunduğunu belirterek de insanın ve toplumun en çok neye ihtiyacı
olduğunu peygamberlik ferasetiyle önceden hissetmiş ki, henüz bebekken kendisine
bu hakikatler söylettirilmiştir.

Aslında, bugün İslam dini içinde yer alan bütün hakikatler geçmiş peygamberlerin
şeriatları içinde de yer alıyordu. Mahiyetleri aynıydı; fakat uygulanış biçimleri
farklıydı. Hz. Adem’den Hz. Nûh’a, Hz. Nûh’tan Hz. İbrahim’e, Hz. İbrahim’den Hz.
Musa’ya, Hz. Musa’dan Hz. İsa’ya ve Hz. İsa’dan Hz. Muhammed’e kadar dinin aslı
ve temel hakikatleri hep aynı kalmıştır. Bununla ilgili olarak Kur’ân’da birçok
ayet vardır. Örneğin, bir ayette şöyle deniliyor:

“(Ey Resûlüm!) Şüphe yok ki biz, Nûh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz
gibi sana da vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Ya’kub’a, (onun) torunlarına,
İsa’ya, Eyyüb’e, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a da vahyettik. Davud’a ise Zebûr’u
verdik” (Nisâ: 163).

Kısacası, İslam dininin 5 şartı içinde yer alan namaz ve zekât -temelde bütün
peygamberlere aynı şeyler vahyedildiği için- bütün peygamberlerin hayatında yer
almıştır. Dolayısıyla, namaz ve zekâtın dinin değişmez en temel iki hakikati, belki
de insanlığın muhtaç olduğu en önemli iki hakikat olduğunu söylemek mümkündür. Namaz
ve zekâtın genellikle birlikte zikredilmesinin bir hikmeti de bu olsa gerektir.
Öyle ki, Kur’ân’da bahsi en çok geçen peygamber ve kavim olan Hz. Musa ve İsrailoğulları
ilgili ayetlerde de bu konu üzerinde sıkça durulmuştur. Hz. Musa’nın İsrailoğulları’na
getirmiş olduğu meşhur on emir (evamir-i aşere) içinde de namaz ve zekât hakikatleri
yer almıştır. İlgili emirlerin bir kısmı şunlardır:

“Yine bir vakit İsrailoğullarından: ‘Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz,
ana-babaya, akrabaya, yetimlere ve yoksullara iyilik (edeceksiniz), insanlara da
güzellikle söyleyin, namazı hakkıyla edâ edin ve zekâtı verin!’ diye sağlam söz
almıştık. Sonra sizden pek azı müstesna, döndünüz, zaten siz yüz çevirici kimselersiniz”
(Bakara: 83).

Birer İbadet Olarak Namaz ve Zekât

İslam’da şeriata uygun olduğu sürece ibadet hükmüne geçmeyen hemen hemen hiçbir
davranış yok gibidir. Yeme-içme, uyuma ve konuşma gibi günlük basit hareketlere
kadar bile durum böyledir. Namaz ve zekât ise zaten en büyük ibadetlerden sayılmıştır.
İbadet, manâsı çok geniş olan bir kavramdır. Bediüzzaman’a göre, “Akaidî ve imanî
hükümleri kavî (kuvvetli) ve sabit kılmakla meleke haline getiren ancak ibadettir.
Evet, Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden (yasaklarından) sakınmaktan
ibaret olan ibadetle, vicdanî ve aklî olan imanî hükümler terbiye ve takviye edilmezse,
eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hale, alem-i İslam’ın hal-i hazırdaki vaziyeti
şahittir. Ve kezâ ibadet, dünya ve ahiret saadetlerine vesile olduğu gibi, maaş
ve maade, yani dünya ve ahiret işlerini tanzime sebeptir ve şahsî ve nev’î kemâlata
(ferdin ve insanlığın olgunlaşmasına) vasıtadır ve Halık ile abd (yaratıcı ile kul)
arasında pek yüksek bir nispet ve şerefli bir rabıtadır (bağdır)” (İşârâtü’l-İcâz:
131).

Bu alıntıda göze çarpan en önemli nokta belki de, ibadetin insan ve insan türünün
kemâlatına sağladığı katkıdır. Bu tür ibadetlerin en başta gelenleri ise şüphesiz
ki namaz ve zekâttır. İbadete konu olan namaz ve zekât, tefsir ve fıkıh kitaplarında
detaylı olarak ele alınmıştır. Bu yüzden, burada namaz ve zekâtın bu yönü üzerinde
fazlaca durulmayacaktır.

Namaz ve Zekâtın Birlikteliği

Namaz ve zekâtla ilgili olarak üzerinde durulması gereken en mühim husus, bu
ikisinin niçin genellikle birlikte anıldığıdır. Kur’ân’da, birkaç yerde ayrı anılmalarına
rağmen, 27 kez birlikte zikredilmişlerdir (Yılmaz, 2009: 76). Ancak, bu birliktelik
sadece İslam dini için geçerli değildir. İlginç olanı, bu birlikteliğin bütün semavî
dinlerde ve peygamberlerin hayatlarında görülmesidir.

Kur’ân’da mü’minlerin sıfatlarından bahsedilirken en çok namaz ve zekât gibi
sosyal içerikli ibadetler üzerinde durulmaktadır. Örneğin, Mü’minun ve Meâric surelerinde
mü’minlerden söz edilirken en çok onların şu özelliklerine vurgu yapılmaktadır:
O mü’minler namazlarında huşu içindedirler, namazlarını korurlar ve namazlarına
devam ederler, zekâtı verirler yahut zekât vermek için çalışırlar, ırzlarını korurlar,
boş şeylerden yüz çevirirler, emanetlerine ve sözlerine riayet ederler (Mü’minun:
1-11; Meâric: 22-35).

Bediüzzaman ise bu birlikteliğin sırrını şu şekilde izah etmektedir:

“Namaz… dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekât da İslam’ın kantarası, yani
köprüsüdür. Demek, birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden ilahî iki esastırlar.
Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır” (İşârâtü’l-İcâz: 39).

Namazla zekâtın birlikteliği/ayrılmazlığı, insanın toplumla olan ilişkisinden
ileri gelmektedir. İnsan için namazın önemi ne ise, toplum için de zekâtın önemi
odur. İnsan toplumsal bir varlık olduğu için yaşamını sürdürebilecek huzurlu ve
güvenli bir ortama (toplumsal çevreye) ihtiyaç duyar. Bunun için de, hem kendi bireysel
gelişimi hem de içinde yaşadığı toplumsal çevrenin kalkınması için, her şeyden evvel
bireysel ve toplumsal gelişme vasıtalarına ihtiyacı vardır. Bunlar öyle vasıtalar
olmalı ki, ne insanı kendi kabuğuna çekerek toplum içinde yalnızlaştırıp topluma
yabancılaştırsın, ne de toplumu insanın üzerine çıkarıp insanı topluma feda etsin.
Yani, her meselede olduğu gibi, bu konuda da ne ifrata (aşırıya) gidilsin ne de
tefritte (geride) kalınsın; İnsanın fıtrî yapısına en uygun olan orta yol tercih
edilsin.

İnsanlığın doğrusal bir gelişme çizgisi takip edememesinin ve maddi zenginlik
açısından en yüksek doruğa ulaşmış birçok uygarlığın yok olmasının en önemli nedenlerinden
birisi belki de, insanla toplum arasında bir dengenin kurulamamasıdır. Daha da önemlisi
insanın toplum içindeki konumunun doğru teşhis edilememesidir. Geçmişi inkâr üzerine
kurulan bugünkü Batı uygarlığı da aynı hatayı işlemiş, sunduğu bütün maddi zenginliğe
rağmen, birey konumuna indirgediği ve bir yönüyle de tanrısallaştırdığı insana gerçek
huzuru verememiş, insanı ruhsal hastalıklarıyla baş başa bırakmıştır. Daha da kötüsü
ruhen ve manen hasta olan insana maddi ilaçlarla tedavi etme yolunu önermiş olmasıdır.

Bu bağlamda geçmiş toplumlara ve uygarlıklara (özellikle Mısır uygarlığına) bakıldığında,
karşımıza önemli veriler çıkmaktadır. Geçmiş toplumlar bugün içinde yaşadığımız
toplumlar kadar karmaşık bir yapıya sahip olmasa da, tabakalı ya da sınıfsal bir
yapıya sahiptiler. Her toplum birbirinden oldukça farklı olan insan gruplarını içerisinde
barındırmaktadır. Özellikle zengin ve yoksul gruplar/tabakalar hemen hemen her toplumda
var olmuştur. Her toplumda söz ve itibar sahibi olan zengin insanlar mutlaka vardır.
Bunlar, genellikle o toplumun ileri gelenleri olarak görülür. Bu ileri gelenler,
servetlerini korumak ve çıkarlarını garanti altına almak için güç elde etme ihtiyacını
hissetmişlerdir. Bunun için ya mevcut yönetimlerle işbirliği içine girmişler ya
da yönetimleri kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmişler yahut da yönetimi tamamen
ele geçirip mutlak güç ve iktidar sahibi olmuşlardır. Ancak, elde ettikleri bu gücü
ve iktidarı hak ve adaleti hâkim kılmak için kullanmamışlar; tam tersine hak ve
adaleti kendi çıkarlarına uyarlayıp menfaat elde etme yoluna gitmişlerdir. “Kuvvet
haktadır” ilkesi yerine “Hak kuvvettedir” ilkesini benimseyip bir yaşam felsefesi
haline getirmişlerdir. Bunun sonucunda, tarihte efendi-köle, ezen-ezilen, serf-senyör,
yöneten-yönetilen vb. gibi zıt kutuplar ortaya çıkmıştır. Mesela, Firavunlar zamanındaki
Mısır’da yönetim Firavunların elindeydi; bunların yardımcıları ve vezirler ise o
toplumun ileri gelenleri olarak tabir edilen zengin kişilerden oluşuyordu. Sözgelimi,
Karun böyle zengin birisiydi ve aynı zamanda da Firavun’un başdanışmanıydı. Karun
o kadar zengindi ki, sadece hazinelerinin anahtarlarını taşımak bile bir topluluğa
ağır gelmişti. Bununla beraber, aynı toplumda İsrailoğulları olarak bilinen Yahudi
milleti ise köle olarak yaşıyordu. Bir tarafta aşırı zenginlik vardı, diğer tarafta
ise açlık, sefalet ve zulüm hüküm sürüyordu. Bundan anlaşılıyor ki, o toplumdaki
zenginlik toplumsal tabakalar arasında paylaşılmamış, tabakalar arasındaki dengeleri
sağlayan zekât gibi sosyal ve iktisadî kurumlar vücuda getirilememiştir. Bu yüzden,
o toplum farkında olmadan kendi sonunu da hazırlamış oluyordu. Bırakınız zenginliği
paylaşmak, zenginliğin köleler ve ezilen sınıfların sırtları üzerinde kazanıldığını
söylemek daha doğru olur. Çünkü Hz. Musa, kardeşi Harun ile birlikte Firavun ve
ileri gelenlerine gidip, İsrailoğullarını bizimle beraber gönderin dediği zaman,
onlar şu karşılığı vermişlerdi: “(Sen) bize, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyden
bizi döndüresin de yeryüzünde saltanat sadece ikinizin olsun diye mi geldin? Biz,
ikinize de inanacak kimseler değiliz.” (Yunus: 78).

İnsanla toplum ve maddeyle manâ arasında denge kurmak isteyen peygamberlerin
mücadeleleri de iktidar sahipleri tarafından bir iktidar mücadelesi olarak görülmüştür.
Zaten, Hz. Musa örneğinde görüldüğü gibi, iktidar ve servet sahibi kişiler genellikle
hak ve adalet mücadelesi verenleri kendilerine rakip, iktidarlarına ve servetlerine
ise düşman kabul etmişlerdir. İktidar ve servet sahiplerinin hakka karşı mücadelelerinin
en önemli nedeni budur. İnsanlık tarihi bu yönüyle, bir bakıma bir iktidar mücadelesinden
ibarettir.

Namaz: Bireysel Olgunlaşmanın Vasıtası

Namaz, bütün insanları değil, sadece iman edenleri ilgilendiren bir ibadettir.
Günümüzde ise genellikle Müslümanlar tarafından belirli vakitlerde (günde 5 vakit
farz namaz) ve günlerde (Cuma ve Bayram namazları) yerine getirilen sosyal içerikli
bir ibadettir. Namaz; insanın günlük işlerini düzene koyduğu ve hayatı planlı ve
programlı yaşamayı öğrettiği gibi, insanı kötülüklerden ve çirkin işler yapmaktan
da korur. Ancak, burada bahis konusu olan ideal namazdır. Bugün çoğu Müslüman’ın
kıldığı reel namaz ile ideal namaz arasında çok fark vardır. Her şeyde bir yozlaşma
ve anlam kaybı olduğu gibi, maalesef dinî ibadetler de giderek gerçek mahiyetlerinden
uzak bir hal almışlardır. İbadetlerin insana huzur vermemesinin bir nedeni de belki
budur. Teknik ve bilimsel ilerlemeler sayesinde, ibadetlerin hikmetleri ve faydaları
ortaya çıktıkça, asıl gayeleri arka planda kalmaktadır. İbadetler hikmetleri ve
faydaları için edâ edilir olmuştur.

Örneğin, namazla ilgili söylenecek olursa, görüldüğü kadarıyla namaz bir vicdan
rahatlatma aracına, aradan çıkarılan günlük bir olaya, bedeni dinçleştiren bir spor
hareketine vb. indirgenmiş durumda. Yazının başında namazın insana bir şahsiyet
ve duruş kazandıran özelliğinden bahsedilmişti. Bunun da ötesinde namaz, insanı
doğru ve güvenilir bir kişi yapar. Ne var ki, namazla namaz kılan kişinin kişiliği
arasında doğrusal bir ilişki bulunması gerekirken, gerçek hayatta bunun aksi durumlarla
karşılaşıyoruz. Dolayısıyla, namazdan bahsederken bazı eleştirilere de değinmek
gerekiyor. Bu da bizi başka taraflara çekmeye zorlayacak. Bu yüzden, burada namazın
insan kişiliğine olan katkıları üzerinde durulmayacaktır. Şimdi toplum için oldukça
önemli olan ve neredeyse herkesi doğrudan veya dolaylı olarak ilgilendiren zekât
meselesi ele alınacak.

Zekât: Toplumsal Kalkınmanın Vasıtası

Zekât genellikle mal ve servetle ilgili olduğu için çoğu zaman ekonomik meselelerle
birlikte gündeme gelmektedir. Bu yüzden zekâta genellikle iktisadî bir kavram gözüyle
bakılmaktadır. İslâmî literatürde de durum böyledir. Oysa, zekât iktisadî bir kavram
olduğu kadar toplumsal bir kavramdır da. Ayrıca, zekât sadece toplumun bir kurumu
olan ekonomi ile değil, toplumun bütünüyle alakalı olan bir kavramdır.

Burada bir hususa açıklık getirmek gerekiyor. Ekonominin ve ekonomik insanın
dünyaya hakimiyeti yeni dönemlere ait bir olgudur. Ekonomi toplumun bir kurumuyken,
Sanayi Devrimi’nin etkisiyle Batı’da hızla gelişen kapitalizmin bir sonucu olarak
topluma egemen olmaya başladı. Kendi kendine (görünmez el tarafından) işlediği iddia
edilen ve serbest piyasaya dayalı olan kapitalist ekonomi toplumun yerini aldı.
Her şey ekonomik ilişkilere göre düzenlenmeye başladı. K. Polanyi (2000), bu yeni
ekonomik düzenin 19. yüzyılda nasıl bir uygarlık meydana getirdiğini ve bu uygarlığın
20. yüzyılın ilk yarısında büyük savaşlarla nasıl büyük bir felakete yol açtığını
detaylı bir şekilde anlatmaktadır. Bu durum, bilimsel literatürdeki kavramları da
etkiledi ve ekonomi bilimine ait kavramlar daha çok telaffuz edilmeye başlandı.
Birkaç yüzyıldır hep aynı kavramları işitiyoruz: Sanayileşme, gelişme, kalkınma,
azgelişmişlik, geri kalmışlık, kentleşme, kapitalizm, sosyalizm, devletçilik, piyasa,
liberalizm, burjuvazi…

İslâmiyet hayatın her yönüyle alakalı ve dolayısıyla toplumsal bir din olduğu
için temelde insanın bu dünyadaki ferdî ve toplumsal hayatı ile ahiret hayatının
mutluluğunu esas alır. Bunun için ortaya koyduğu ve insanlığa sunduğu bütün ilkeleri
bu amaç doğrultusunda olmuştur. İslâmiyet’e ait hiçbir kurum ya da kavram toplumun
üstünde yer almamıştır ve hiçbirinin insanı tahakküm altına alınmasına izin verilmemiştir.
Dolayısıyla, zekât gibi toplumsal hayatı düzenlemeye yönelik kurumlara bu gözle
bakmak gerekir. Aşağıda bununla ilgili bir örnek verilecek.

İslâmiyet’in doğasından kaynaklansa gerek, zekât aynı zamanda ahlâkî bir yapıya
da sahiptir; bundan dolayı da doğrudan insanla ilgilidir ve insanın kişiliği üzerinde
etkilidir. Kısacası, zekâtın toplumsal, iktisadî ve ahlâkî bir kurum olduğunu söylemek
mümkündür.

Kelime olarak bereket, artış, temizlik, saflık ve duruluk anlamlarına gelen zekât
(Rahman, 1996, Cilt II: 376), hem toplumdaki diğer kurumlarla ilişkilidir hem de
toplumsal kalkınmayı sağlayan en önemli vasıtalardan biridir. Bunu delillendirmek
için her şeyden toplumsal kalkınmanın ne olduğuna bakmak gerekir. Gerçekte, toplumsal
kalkınma nedir ve nasıl sağlanır?

Fazla detaya girmeden kısaca şöyle söylenebilir: Toplumsal kalkınma toplumun
bir bütün olarak gelişmesini ve ilerlemesini ifade eder. Bu gelişmeye toplumun bütün
kurumları katılır. Bir kurumda bir gelişme görülse, buna karşın bir başka kurumda
benzeri bir gelişme meydana gelmezse, o zaman toplumsal kalkınmadan söz edilemez.
Örneğin, bir ülke ekonomik açıdan gelişmiş olabilir, ama aynı gelişme diyelim ki
eğitim ve hukuk gibi kurumlarda da gözlenmemişse, o ülke için bir toplumsal kalkınmadan
söz etmek zordur. Tabi, her kurumun değişme ve gelişme hızı aynı değildir. Bir kurum
çok hızlı gelişirken, bir başkası çok daha yavaş gelişebilir. Önemli olan kurumlararasında
bir çatışmanın olmaması ve her bir kurumun kendi alanında yeterli olması ve çağın
ihtiyaçlarına cevap verebilmesidir. Türkiye gibi toplumlarda bütüncül bir toplumsal
kalkınmanın meydana gelmemesinin en önemli nedeni, bu alanda görülen eksiklikler
ve yanlış düzenlemelerdir.

Her bir kurumu ayakta tutan insandır. Bütün hukukî düzenlemeler insan eseri olduğu
gibi, kurumlarda değişik pozisyonlarda çalışan ve iş görenler de yine insandır.
Bundan anlaşılıyor ki, toplumsal kalkınma içinde yer alan her bir kurum ve o kurumun
gelişimi insan faktörüyle doğrudan alakalıdır. Dolayısıyla, toplumsal kalkınma için
öyle bir vasıtaya ihtiyaç var ki, hem insanın çalıştığı kurum veya iş gördüğü alanla
ilgili olsun, hem de insanı etkileyen ve insana bir sorumluluk bilinci yükleyen
bir özelliğe sahip olsun. İşte, zekâtın ayırt edici özelliği burada ortaya çıkmaktadır.
Denilmiştir ki, her şeyin zekâtı vardır. Örneğin, malın zekâtı olduğu gibi, ilmin,
vücudun, güzelliğin vb. şeylerin de zekâtı vardır. Bediüzzaman da (Zülfikâr: 7;
İşârâtü’l-İcâz: 41) zekâtın sadece mal ve parayla sınırlı olmadığını, aynı zamanda
ilim, fikir, kuvvet, amel ve nasihat gibi şeyleri de içerdiğini belirtmektedir.
Bu açıdan bakıldığında, aslında toplumda zekâtla mükellef olmayan hiç kimsenin bulunmadığı
açığa çıkmaktadır. Zekât doğrudan vermekle alakalı olduğu için her insanın bir başkasına
vereceği mutlaka bir şey vardır. Belki her bir insan, toplumsal bir varlık olmasının
icabı olarak, bir başkasına bir şeyler vermekle yükümlüdür. Bunu daha iyi anlamak
için yukarıda vaat edilen örneği vermek gerekir.

Hz. Muhammed (asm) ve İslamiyet ile ilgili çok kapsamlı ve doğru bilgiler içeren
6 ciltlik Sîret Ansiklopedisi’nde şöyle bir olay anlatılır: Bir defasında Medine’de
kıtlık vardı. Abbad b. Şurahbil adlı aç bir adam bir bahçeye girip birkaç hurma
yedi ve bir miktar da hırkasına koydu. Bahçenin sahibi onu yakalayıp dövdü ve elbiselerini
soydu. Fakir adam bahçe sahibiyle birlikte Hz. Muhammed’in (asm) yanına gelerek
bahçe sahibini şikayet etti. Hz. Muhammed (asm) bahçe sahibine dönerek, “O cahildi,
sen ona öğretmeliydin; o açtı, sen onu doyurmalıydın” dedi (Rahman, 1996, Cilt I:
44).

Bu olaydan birkaç sonuç çıkarılabilir.

Birincisi, kıtlıktan ve açlık gibi temel bir ihtiyacı karşılamaktan olsa gerek,
Hz. Muhammed (asm) doğrudan hırsızlık yapanı suçlama yoluna gitmemiştir. Hırsızlık
cezaî işlem gerektiren bir eylem olmasına rağmen, bazı durumlarda cezaî müeyyide
uygulanmayabilir. Nitekim, Hz. Ömer’in (r.a.), kıtlık zamanlarında ekmek gibi temel
ihtiyaç maddeleri çalanları cezalandırmadığı bildirilmektedir.

İkincisi, Hz. Muhammed (asm) açlığını gidermek için hurma çalan adamın hırsızlığından
çalan adamı değil, bahçe sahibinden hareketle bütün toplumu sorumlu tutmuştur. Buradan
hareketle Hz. Muhammed (asm), toplumsal grupların birbirlerinden soyutlanacak derecede
uzaklaşmamaları ve birbirlerinin durumundan haberdar olmaları gerektiğini ifade
etmiş olabilir. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” hadisi bunu teyit etmektedir.

Üçüncüsü, mesele doğrudan açlıkla, dolayısıyla ekonomiyle ilgili olduğu halde,
Hz. Muhammed (asm) önce başka bir konuya dikkat çekmiş, sonra asıl meseleyi dile
getirmiştir. “O cahildi, sen ona öğretmeliydin” diyerek önce meselenin ahlâkî ve
eğitim yönünü nazara vermiştir. Hurma çalan adam yeterli bir ahlâkî olgunluğa sahip
olmuş olsaydı, belki de çalmayacaktı, açlığı çalmaya tercih edecekti veyahut başka
meşru bir yola başvuracaktı. Dolayısıyla, kişinin ahlâkî uygunluğu her şeyden daha
önemlidir. Ahlâken en doruk noktada olan Hz. Muhammed’in (asm) de her şeyden önce
bu noktaya dikkat çekmesi oldukça anlamlıdır. Bir hadisinde “Ben güzel ahlâkı tamamlamak
için gönderildim.”2 diyen Hz. Muhammed’i (asm) Kur’ân da doğrulamaktadır: “Ve muhakkak
ki sen, gerçekten yüce bir ahlâk üzerindesin!” (Kalem: 4).

İslâmiyet’te kişinin ahlâkî olgunluğu esas olduğu için İslâmiyet’e ait her bir
kurumun da ahlâkî özelliği vardır. Toplumda bir yönüyle bir sosyal güvenlik mekanizması
olarak işlev gören zekât da, esasında toplum içindeki konumu ve statüsü ne olursa
olsun (zengin-yoksul, kadın-erkek, bilgili-cahil, avam-havas vb.), insanın ahlâklı
bir kişi olmasını amaç edinir. Örneğin, zengin bir kişiyi malından infak etmeye
çağırarak, onu hırstan, açgözlülükten ve aşırı isteklerden kurtarmaya çalışır. Kezâ,
yoksul bir kişiyi çalışmaya ve kanaatli davranmaya davet ederek, onu tembellikten
ve zillet içinde yaşamaktan kurtarır. Kezâ, bilgili birisini bildiğiyle amel etmeye
ve bilgisini başkalarıyla paylaşmaya teşvik ederek, onu bencillik ve gurur gibi
kötü hasletlerden arındırmak ister. Ve hakezâ…

Ahlâkî açıdan meseleye yaklaşan Bediüzzaman da (Zülfikâr: 7-9; İşârâtü’l-İcâz:
39-41; Mektûbat: 101), benzer cümlelerle hep aynı hakikati dile getirmiştir. Ona
göre, yeryüzünde görülen bütün ahlâksızlıkların kaynağı insanların birbirlerine
olan duyarsızlığıdır: “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölürse ölsün, bana
ne!” Yine ona göre yeryüzündeki bütün karışıklıkların ve ihtilallerin kaynağı da
kolay yoldan veya çalışmadan kazanç elde etme isteğidir: “Sen çalış, ben yiyeyim.”
Ya da “Sen zahmetle içinde yorul ki, ben rahat edeyim.” Bediüzzaman’a göre, bu iki
anlayışı devam ettiren de zekâtın toplumda genel bir kanun hükmünde işlememesi ve
faizin serbest olmasıdır. Çözümü zekâtın farz kılınmasında ve faizin yasaklanmasında
bulan Bediüzzaman, insanlığın bu dünyadaki mutluluğunu ve bekâsını da zekâta bağlamaktadır.
İlgili cümle şudur: “Hem değil yalnız eşhasta (şahıslarda) ve hususî cemaatlerde,
belki umum nev-i beşerin saadet-i hayatı (insanlığın mutluluğu) için en mühim bir
rükün, belki devam-ı hayat-ı insaniye (insanlığın bekâsı) için en mühim bir direk
zekâttır” (Mektûbat: 101).

Birkaç yüzyıldır dünyaya hakim olan kapitalist ekonominin en kötü tarafı, ahlâkî
ilkelerden yoksun olmasıdır. İnsanlığa mutluluk ve insana huzur getiremeyişinin
en önemli nedeni budur. Kapitalist ekonomi bir üretim ekonomisi olduğu kadar, bir
tüketim ve israf ekonomisidir de. Üreten kesimi hırs ve açgözlülükle doymaz bir
hayvan derecesine indirgemiş, tüketen kesimi de israfa ve savurganlığa teşvik ederek
maneviyattan yoksun tek boyutlu bir insana dönüştürmüştür. Bu durum, hem kapitalist
ekonomiyi periyodik krizlerle karşı karşıya getirmiştir, hem de ekonominin iki tarafında
yer alan üreten ve tüketen kesimleri mutsuz bir hayatı yaşamak zorunda bırakmıştır.

Oysa, insanlığın en çok muhtaç olduğu şey, toplumdaki toplumsal ve iktisadî ilişkileri
insanın fıtrî yapısına göre düzenleyen ve ahlâkî ilkeleri içerisinde barındıran
zekât gibi kurumların varlığıdır. Böyle bir kurumun işlemesi için toplumun ille
de dinî kurallarla yönetilmesi gerekmiyor. İnsanoğlu, en azından bu dünyadaki mutluluğu
için bile olsa, İslâmiyet’in zekât gibi kurumlarını tekrar gözden geçirmelidir.

Sonuç

Meseleyi bütün yönleriyle detaylı olarak ele almak, konu ile ilgili daha detaylı
araştırmalar yapmak mümkündür; ancak ilk okuduğumda beni çok etkileyen Ahmet Rufaî
Hazretleri’nin şu hikmet dolu sözlerini konuyu özetleyecek niteliktedir. Bir hakikat
ancak bu kadar özlü bir şekilde dile getirilebilir: “Kul kanaat sahibi olduğunda
hürdür. Hırsa kapıldığında köle olur. Kalbinden tamahı (açgözlülüğü) çıkar ki, ayaklarındaki
zincir çözülsün.”

Kaynaklar:

BEDÎÜZZAMAN, S. Nursî, İşârâtü’l-İcâz, (Künyesiz Osmanlıca Baskı).

BEDÎÜZZAMAN, S. Nursî, Mektûbat, (Künyesiz Osmanlıca Baskı).

BEDÎÜZZAMAN, S. Nursî, Zülfikâr, (Künyesiz Osmanlıca Baskı).

Kur’ân-ı Kerim ve Muhtasar Meâli. (2006), İstanbul: Hayrat Neşriyat

POLANYİ, Karl. (2000), Büyük Dönüşüm, (Çev. Ayşe Buğra), İstanbul: İletişim Yayınları.

RAHMAN, Afzalur. (1996), Hz. Muhammed- Siret Ansiklopedisi, Gen. Yay. Yön. H.
Güneş, (Ter. Kur. Y. Balcı, H. Bayrak, B. Biberci, K. Dönmez, T. Özkök, S. Şener,
S. Top), İstanbul: İnkılâb Basım Yayım (Yeni Şafak).

YILMAZ, Musa K. (2009), “Din ve İktisat”, İç. Köprü Dergisi, Sayı: 109 (Bahar)
s. 71-83.

Öz

Namaz ve zekât; birer ibadet olmalarının yanı sıra, insan ve toplum için büyük
faydaları olan ilahî iki esastır da. Namaz hem insanın bir kişi olarak olgunlaşmasına
yardım eder, hem de insana bir şahsiyet kazandırır ve insanı kötü işler yapmaktan
alıkoyan bir kalkan görevi görür. Ahlâkî ilkeleri içerisinde barındıran zekât ise,
hem bir bütün olarak toplumsal kalkınmaya hizmet eder, hem de ekonomik ilişkiler
içinde olan kesimleri ahlâken olgunlaştırır. Toplum insanlardan oluştuğu için toplumun
hem bireysel gelişme hem de toplumsal kalkınma vasıtalarına ihtiyacı vardır. İşte
namaz ve zekât bu ihtiyacı karşılayan iki hakikat olarak İslâmiyet’te yer almıştır.
Genellikle birlikte anılmalarının nedeni de budur. Bu yazıda önce namaz ve zekât
tarihsel olarak ele alınacak, sonra da namaz ve zekâtın toplumsal yönleri ve insan
ve toplum için taşıdığı önemlerine değinilecektir

Anahtar Kelimeler: İnsan, toplum, namaz, zekât, toplumsal kalkınma, ahlâk

Abstract

The prescribed prayers and zakat are not only forms of worship, but also are
two divine terms with great uses for the human and society. The prescribed prayers
both helps the person to get mature and make him/her gain a personality and functions
as a shield to prevent him/her from doing bad things. And zakat constituting ethical
principles therein both serves to social growth as a whole and brings those who
are involved in economic affairs to an ethical maturity. Since the society is formed
by persons, it needs tools for both personal development and social growth. The
prescribed prayers and zakat were included in the Islam as two facts to meet that
very need. This is why they generally mentioned together. In this text, firstly
the prescribed prayers and zakat will be considered historically, and then social
aspects thereof and their importance for the person and the society will be mentioned.

Keywords: Person, society, the prescribed prayers, zakat, social growth, ethics

Dipnotlar

1. Kur’ân-ı Kerim’deki bilgiler vahiy kaynaklı olduğu için bazı kesimler
ve kişilerce bilimsel olarak kabul edilmeyebilir. Ancak, asıl ihtiyacımız olan her
türlü bilgi değil, doğru bilgi olduğu için doğru bilgi elde ettiğimiz müddetçe her
türlü kaynaktan yararlanabiliriz.

2. Burada zikredilen hadisler hemen hemen bütün metinlerde yer aldığı
için kaynak gösterilmemiştir.