Life-Worship Balance and Meaning and Importance of Worship in Western Countries
Giriş: Hayat ve İbadet
İlahî dinlerin temel esasları arasında yer alan ibadetler; esas olarak dinin,
inanç boyutundan gözlemlenebilir ve yaşanabilir davranışlar boyutuna gelmesidir.
İslâm dininde ise ibadetler, sadece Allah Teâlâ’ya yaklaşmak için yapılan belirli
bazı davranışlar olarak görülmemiş, hemen bütün dünya hayatının bir ibadet haline
dönüştürülebilmesi için, Allah Teâlâ’ya kulluk ve O’na yakınlaşma maksadıyla yapılan
veya terk edilen her davranış, kulluk/ibadet olarak değerlendirilmiştir. Şu ayette
Cenâb-ı Hak buna işaret eder: “De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım
ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi olan Allah içindir” (el-En’âm, 6:162). Buna göre
İslâm’da ibadet ve kulluk, sadece namaz, oruç, hac, zekât ve dualardan ibaret değil,
Müslüman’ın yüce Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla yaptığı dünyadaki her güzel
ve yararlı iş; yani “amel-i sâlih”tir. Dindarlığın esasını iman vücuda getirirse
de, kalpteki imanın varlığını fiilen ibadetler ortaya koyar. Allah Teâlâ, “Ben insanları
ve cinleri sadece bana ibadet etsinler diye yarattım” (ez-Zâriyât, 51:56) buyurarak,
kâinattaki en şerefli mahlûk olan insanın da kendisine kulluk maksadıyla yaratıldığını
bildirir.
Şu halde insanoğlu, iş ve ibadet hayatını bu gayeye uygun olarak, kendisine verilen
görevleri yerine getirme derecesine göre, Allah Teâlâ’ya yaklaşır.
Meseleye bu açıdan bakılırsa, hayatın kendisi bir ibadet; bütün ibadetler de
hayattır. Zira ibadet hayattan kopuk değil, hayat ile iç içedir. Müslümanın hayatında
hayat ayrı, ibadet ayrı gibi bir bölünme yoktur. Zira ibadet Müslümanın hayatında
iğreti duran bir husus değil, hayat dokusunun özünde bulunan bir iksir olup, İslâm’da
gerek ferdin gerekse toplumun hayatı el ele dokunur. Bir “İslâm insanı” veya bir
“İslâm toplumu”ndan söz edilecekse bu, ancak ibadeti ve iş hayatını Allah Teâlâ’ya
yakınlık duygusu ile bütünleşme halinde olur. Bu itibarla İslâm dini, evrensel bir
din olup tüm insanlığa ve hayatın bütün alanlarına yönelik teori-pratik, iman-aksiyon/amel
ve ahlâkı kucaklayan, aileden ekonomiye, fertten devlete, sosyal hayattan siyasî
hayata kadar bir dizi esaslar getirmiştir. Bu sebeple İslâm, Müslüman’ın iş hayatı
ve çalışma düzeni ile günlük, haftalık ve senelik ibadetleri arasında uyum/ahengin
de tedbirlerini almıştır.
Bu itibarla ibadetin ibadet olabilmesi için bile günlük iş ve aile hayatının
İslâm’ın bütünlüğü içinde inşa edilmiş olmasına ihtiyaç vardır. Zira insanın Allah’ın
huzurunda duruyor yoğunluğuna ulaşamadığı bir hayat içinde, yani insanın kalbi,
dimağı, uzuvlarından her biri bir yerde takılıp kalmışken, uzuvlarının bir araya
getirilebilmesi mümkün olamaz. Bu sebeple, esasen bir ibadet olan hayat-iş ile takva
ve ihlasın yön verdiği ibadetlerimizi bir arada ahenk içinde götürmek, bugün dünden
daha önemli hale gelmiştir. Zira Allah Teâlâ ile ilişki biçimi hem de dindarlığın
bir ifadesi olan ibadetlerin, ihlâs, samimiyet ve rıza-i Bârî (Allah’ın rızası)
ile yapılması, insanda psikolojik bir alan açarak onda manevî bir coşkunluk, huzur,
heyecan vermeye sebep olur ve bu da iş hayatına olumlu yansır.
Buradan hareketle, bir ibadet niyetiyle âhiret hedeflenerek yapılan işler, insanın
hayatını, ölümü ve ölüm ötesini anlamlandırmada da ona çok önemli katkılar sağlar.
İnsanı sadece maddî değerlere bağlanıp kalmaktan kurtararak insanı hem dünya hem
de âhiret hayatında gerçek mutluluğa götürür. Bilinçli olarak Allah Teâlâ’nın huzurunda
olduğunu hisseden insan, daima O’nun kontrolünde bulunduğunu düşünür ve iş hayatını
O’nun emir ve yasakları, helâl ve haramları çerçevesinde düzenler. Böylece ibadetler,
kişinin sadece Yüce Allah ile olan ilişkisini değil, aynı zamanda Müslüman olsun
gayr-i müslim olsun etrafındaki diğer insanlar ve bütün canlılarla olan ilişkisini
de olumlu etkiler.
Bu şuurla yapılan ibadet, Cibrîl hadisinde Peygamber Efendimiz’e “İhsan nedir?”
diye sorulduğu zaman, Efendimiz’in, “Allah’a sanki O’nu görüyormuş gibi ibadet etmendir…”
(Buhârî, Îmân, 37; Müslim, Îmân, 1, 5) diye cevap verdiği üzere, ihsan derecesinde
kulluk ve ibadet olur. Böyle bir ibadet ise, “Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve
kötülükten alıkoyar…” (el-Ankebût, 29:45) âyet-i kerîmesinden de anlaşıldığı üzere,
günümüzde çoğunlukla şâhit olduğumuz üzere, kişiyi her türlü kötülükten, stresten,
depresyondan, iş ve mal hırsından, şahsî ve ailevî huzursuzluklardan alıkoyarak
çalışma/iş hayatını ve ahlâkını güzelleştirir.
İbadetler ve Maddi-Manevi Hayat Arasındaki Denge
İbadetlerde maddî ve ruhî hayat arasında denge gözetilmesi, dünya hayatı için
âhiret, âhiret hayatı için de dünya hayatının feda edilmemesi, âhiret hayatına yönelik
olarak işlerin düzenlenmesi, ancak hiç bir surette dünya hayatının, günlük işlerimizin
ihmal edilmemesi gerekir. Yani dünyanın kesben (kazanç ve rızık temini için) değil,
kalben terk edilmesi lazımdır. Kısacası İslâmiyet, ibadet hayatında dengeli olmayı,
kendi nefsini, aile fertlerini ve sorumlu olduğu insanları ihmal edecek tarzda aşırılığa
gidilmemesini esas almıştır. Bu anlamda, fahr-i kâinat Efendimiz (a.s.m.), az da
yapılsa, devamlı ve sürekli yapılan ibadeti öğütlemiş; iş ve ibadet hayatında dengeli
olmayı emir ve tavsiye etmiştir. Büyük bir hırsla iş hayatına dalıp ailesini, çocuklarını,
sosyal sorumluluklarını ihmal etmek, esasen Efendimiz’in (asm) emir ve tavsiyesi
olan denge ve i’tidal çizgisini iş ve dünya hayatı lehine kaybetmek olacaktır. Bu
ise, günümüzde örneklerini pek çok Müslüman’da gördüğümüz tam bir bocalama halidir.
Zira burada kendi şahsî işleriyle hizmet ve dava işleri karışacaktır.
Şu halde yapılacak iş, dava işleriyle şahsî işleri birbirine karıştırmamak; önce
kendi olmaktır. Kendisi olamayan, kendisini tanımayan, iş ve ibadet anlamında kendisi
için bir şey yapmaktan aciz birinin, din adına başkası için bir şey yapabilmesine
ihtimal var mıdır? Boğulmuş biri, boğulmakta olan başka birini kurtarabilir mi?
Kişinin öncelikli vazifesi kendine yeterliliğidir. Etrafına yardım bir sonraki adımdır.
Yük olmamak, külfet getirmemek esastır. Bu anlamda Hz. Ömer’in “Bugün Allah için
ne yaptın?” sözü, “Bugün kendin için ne yaptın?” ifadesi bağlamında düşünülmelidir.
Zira kendisi için bir şeyler yapamayan insan, aslında Allah için, İslâm için de
bir şey yapamaz. Kendisi için namaz kılmayan, kendisi ve ailesi için helâl kazanç
peşinde koşmayan, kendisi için âhiret yatırımı yapmayan, kendisini geliştirecek
bir okuma, düşünme, anlama, yorumlama faaliyetinde bulunmayan, “düne göre bugün
daha ilerideyim” diyemeyen, bugün öldüğünde arkasında kalıcı bir “iz” bırakamayan,
ailesine ve çevresindeki insanlara bugün daha güzel davranmayan, her an kötü alışkanlıklarından
birini daha terk edip hayatına bir güzellik ekleyemeyen kimse Allah için bir şeyler
yapabilir mi?
Bütün bunların yanı sıra ibadetlerimizi iş hayatımızla ahenk ve denge içinde
götürmek için, iş hayatında önceliklerin ibadetlere göre belirlenmesinin de önemi
büyüktür. İşlerin, ibadetler gözetilerek, o an için en ehemmiyetlilerini öne alıp
diğerlerinin de önemine göre sıralanması gerekir. Bu “ehemi (daha önemli olanı)
mühime (biraz daha az önemli olana) tercih etmek” demektir. Burada da “acil ve önemli
olan işler”, “acil olmayan fakat önemli olanlar”, “acil fakat önemsiz olanlar”,
“acil olmayan önemsiz işler” şeklinde bir sıralama yapılabilir; ibadetler de bu
düzen içinde yerine getirilebilir. Bu sıralamayı ise, “Yaptığım bu iş gerçekten
yapılması gereken bir iş midir?”, “Şayet bu işi yapmaktan tamamıyla vazgeçersem
ne kaybederim?”, “Bu iş, başka bir vakte ertelenebilir mi?”, “Bu işe gerçekten lüzumlu
ve ehemmiyetli olduğu için mi, yoksa haz için mi giriştim?” soruları bağlamında
yapmak anlamlı olacaktır.
İş-İbadet Uyumunu ve İbadetlerde Dengeyi Sağlamadaki Bazı Önemli Hatalar
Bununla beraber burada sık tekrarlanan bazı hatalar vardır: Birincisi, az zamanda
çok iş yapmaya çalışılarak çoğu zaman doğru işlerin, doğru zamanda, Müslüman’ın
hayatının gayesine uygun olarak doğru istikamette yapılıp yapılmadığını gözden kaçırmaktır.
İkincisi, her zaman hayattaki öncelikli işlerin acil işler (ehem) olduğu zannına
kapılmak, kısaca meşguliyetin kıskacına düşüp ibadetleri ihmal ederek bocalamaktır.
Üçüncüsü, işlerimizle ibadetlerimizin, arzu ve isteklerimiz ve sosyal/içtimaî hayatın
getirdiği sorumluluklarla bir arada yürütülebilecek şekilde planlanamamasıdır. Dördüncüsü,
iş ve ibadetlerimizde hedef ve plan yapmakla birlikte, esas olanın içerisinde bulunulan
zaman/andaki sorumlulukla alakalı olduğunu hatırdan çıkarmaktır. Beşincisi, küçük
olsun büyük olsun işlerin ertelenmesidir. Zira ertelenen iş, zamanla birikecek ve
bu da ibadet hayatımızı olumsuz etkileyecek, ibadet hayatımızın olumsuz etkilenmesi
ise imanımıza zarar verir noktaya ulaşabilecektir. Altıncısı, düzenli ve az uyuma
konusunda gerekli hassasiyeti göstermemektir. Zira gereğinden fazla uykunun, insanı
istirahat gayesinden uzaklaştırdığı, iş düzenini bozduğu ve her şeyden önemlisi
hayatın bereketini yok ettiği bir gerçektir.
Bunlara dikkat edildiğinde, iş hayatının ibadetlerle insicam/uyum içinde yürüdüğü
görülecektir. Aksi bir durumda, yani iş ve ibadet hayatımızın düzenli yürümemesi,
genelde suçluluk, yetersizlik, çaresizlik, huzursuzluk ve ümitsizliğe yol açacaktır.
Bunun sonucu, genellikle stres, depresyon gibi asrımızın ruhî bunalımlarıdır. Bütün
bunların neticesinde de, iş hayatında verimin düşmesi, işe kendini verememe ve elde
edilmesi gereken azami faydayı temin edememe durumuyla karşı karşıya gelinecektir.
Böyle bir durumun ise, ibadet-hayat/iş uyumu anlamında İslâm’ın öngörmediği bir
durum olduğu izahtan varestedir.
Bazı Hastalıklarla Baş Etmede İnanç ve İbadetin Rolü
Günümüzde gerek bedensel gerekse zihinsel ve ruhsal hastalıkların arttığında
şüphe yoktur. İlgili araştırmaların sonuçları da zaten bunu doğruluyor. Kur’an ve
Sünnet gibi iki temel kaynağa dayanan İslam dini, hastalıklar konusunda da bizim
için rehberdir. Zira Kur’an’da hem fiziki ve ruhi hem de manevi ve ahlaki hastalıklara
işaret eden pek çok ayet vardır. Buna göre 13 ayette ruhi-ahlaki-manevi hastalıklara,
11 ayette de fiziksel hastalıklara işaretler vardır. “Onların kalplerinde hastalık
vardır…” (el-Bakara, 10) ayetinde manevi-kalbi hastalıklara; “Hastalandığımda O
bana şifa verir” (26: 80) ayetinde de ruhi-fiziksel/bedensel hastalıklar anlatılmaktadır.
Fiziki ve ruhi hastalıkların teşhis ve tedavisinde de çoğunlukla maneviyat ve
ahlakın rolüne işaretler vardır. Zira aynı şekilde Kur’an kendisini “şifa” olarak
tanımlamıştır. Ayrıca özel olarak da “şifa ayetleri” diye bilinen ayetler, Kur’an’da
yer almaktadır. Yine Kalem Suresi son ayeti ile Fatiha ve “Muavezeteyn (Felak-Nas)”
surelerinin de, Hz. Peygamber’in (asm) gerçeklik” olduğunu haber verdiği “nazar-göz
değmesi” için okunduğu bilinen bir husustur.
Bunun yanı sıra Hz. Peygamber’in (asm) hadisleri içinde de “Tıbb-ı Nebevi=Nebevi
tıp” adı altında pek çok hadislerinin bulunduğu ve bunlarda Efendimiz’in (asm) çeşitli
bedensel ve ruhsal hastalıklar hakkında emir ve tavsiyelerinin bulunduğu aşikârdır.
Sadece Buhari’nin Sahih’inde doğrudan bedensel ve ruhsal hastalıkların tanım ve
tedavisine dair 129 hadis mevcuttur. Bu konuda gerek klasik dönemde gerekse günümüzde
pek çok müstakil eserin de kaleme alınmış olduğunu belirtmeliyiz. Kaldı ki bunların
büyük bir kısmının bugün alternatif tıp ismiyle son yıllarda alabildiğine yaygınlık
kazanan tedavi yöntemlerine kaynaklık ettiği artık bir sır değildir. Ne var ki Efendimizin
(asm) bu tavsiyelerinin daha ziyade günümüz tıp dilinde “koruyucu hekimlik” diye
bilinen tedbir ve tavsiyeler olduğunu ve uyulmamasında herhangi bir zorunluluk olmadığını
da burada özellikle belirtmeliyiz. Yani İslam esasen Müslüman’ın fiziki ve ruhsal
olarak kendilerini nasıl korumaları gerektiği konusuna eğilmiş; hastalığı yaratan
Allah’ın şifayı da yaratmış olduğunu, dolayısıyla genel anlamda tedavi yollarını
aramayı teşvik etmiştir.
Ancak bu durum esasen hastalık öncesi ile alakalıdır. Hastalığa yakalandıktan
sonra ise İslam, bu hastalıkla nasıl başa çıkılacağı ile ilgili tavsiyelerde bulunur.
Bunu ise hastalığın insan için bir “felaket”, “ceza” olmadığı, aksine kişinin günahlarına
“kefaret” olduğunu net bir biçimde ifade etmekle başlar. Ancak bu, manevi hastalıklar
için değil; ruhsal ve bedensel hastalıklar için geçerlidir. Yani manevi hastalıklara
İslam’da negatif bir bakış; buna karşılık bedensel hastalıklara olumlu bir bakış
söz konusudur. Bunun sebebi ise ruhi ve bedensel hastalıklardan kurtulmanın en önemli
vesilelerinden birinin kalbi-manevi hastalıklardan arınmakla mümkün olması sebebiyledir.
Bu ise aslında hastalıklara bakış konusunda Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi diğer
dinlerle İslam arasındaki çok önemli bir ontolojik farka işaret eder. Zira İslam’ın
dışındaki dinlerde hastalık bir ceza olarak görülür. İki yıl önce Kampen Üniversitesi’nde
düzenlenen “Hastalık Sempozyumu”nda İslam’ın hastalıklara bakışında en temel noktanın,
onun bir “kefaret” olarak görülmesi olduğunu söylediğimde, salonda bulunanların
hayretli bakışları ile karşılaşmıştım. Bu nokta aslında inançlı bir hastanın bu
hastalığının üstesinden gelmesindeki en önemli motivasyon kaynağıdır. Hastalığının
günahlarından kurtuluşuna vesile olacak bir kefaret olduğunu düşünen ve inanan biri
bu hastalıktan kurtulma konusunda çok daha istekli olacaktır. Tabiatıyla bu hastalığın
ve şifanın kaynağının Allah Teâlâ olduğu ve bu hastalığı kendisine veren Cenab-ı
Hakk’ın bunda bir hikmetinin olacağı, ama aynı zamanda bu hastalığının şifasının
da yaratıldığı inancına sahip kişi hastalığı ile baş etmede, daha baştan kazanmış
demektir. Bu aynı zamanda gerçek manada iman olgunluğuna ermiş kişiyi ifade eder.
Aksi bir durumda yani “neden bu hastalık beni buldu?” sorusunu sormaya başladığında
ise, başlangıçta bedensel olan rahatsızlığını aynı zamanda ruhsal rahatsızlığa ve
inanç krizine dönüştürebilir. Bu ise, günümüzün ruhsal rahatsızlığı diye nitelenen
“stres” ve “depresyon” demektir. Stres ve depresyon da pek çok başka hastalığın
tetikleyicisi olduğu uzmanlarca ifade edilmektedir. Bazılarımız bunun üstesinden
gelmede başarılı olur ve olgunlaşırken bazılarımız ise imha oluruz. İşte burada
kişilik yapısının rolü olduğu gibi inanç ve ibadetler de son derece önemli rol oynar.
Zira stresli vücudun psikolojik cevabı korku, endişe, gerilim şeklinde olurken;
bedensel/fizyolojik cevabı da çarpıntı, terleme, nefes sıkışması gibi belirtiler
gösterir. Aşırı duyarlı, benmerkezci, katı, endişeli, kötümser, içine kapanık, alıngan,
huzursuz, kolay kışkırtılan, saldırgan, aceleci, sabırsız, telaşlı, hırslı, doyumsuz,
mükemmeliyetçi, vurdumduymaz kişilik yapısına sahip kimselerin bu tür hastalıklarla
mücadelede son derece zorlandığı bilinmektedir. Bütün bunların ise, esasen bir Müslüman’a
yakışmayan huy-karakter özellikleri ve manevi anlamda kalbi hastalıklar olduğu izahtan
varestedir.
Bu itibarla modern dünyamızda genel geçer bir kabul/postüla haline gelen “Tıp
pozitif bir bilimdir; manevi tedavi ise teokratik bir kanundur; ikisi birbiri ile
hiçbir şekilde uyuşmaz” düşüncesi sarsılmıştır. Zira manevi yönelişlerin ve inancın
insan beyninde birtakım kimyasalları tetiklediği, bu kimyasalların da savunma sistemini
harekete geçirerek hastalıkları yenmede etkili olduğu bilinmektedir. Bu durum, tıp
bilimi ile maneviyat ve inancın birlikteliğinin insanın hem bedensel hem de ruhsal
sağlığına son derece olumlu etki yaptığını doğrulamaktadır. Şu halde ümit, sevgi,
merhamet, bağışlama, Yaratıcı’nın ona yardım edeceği ve dolayısıyla O’na teslim
olma, yalnız O’na güvenme, yalnız O’ndan yardım isteme ve O’ndan gelene tereddütsüz
rıza gösterme vb. duygular, kişinin hastalıklardan iyileşmesine son derece olumlu
tesirde bulunur. Artan iyileşme beklentisi de, beyinde seretonin gibi ruh halini
düzenleyen bazı salgıları arttırır. Bu salgılar ise, hastanın savunma sistemini
güçlendirir ve beden kendi kendine yardım ve tamir işlevini başlatır. Böylece içimizdeki
büyük doktor ve geniş eczaneyi harekete geçirmek için sağlam bir inancın somut etkilerini
aslında bilim gözüyle de doğrulanmıştır.
Öte yandan ABD’nin Pensilvanya Eyaleti’nin İtalyan asıllı dindar katoliklerin
yaşadığı bir kasabasında yapılan bir araştırma, inanç ile hastalıklar arasındaki
sıkı bağlantıyı ortaya koymuştur. Araştırmacıların bu kasabada dikkatle not ettikleri
husus, kalp hastalıklarında bütün ABD’ye kıyasla en düşük orana sahip olmalarıdır.
Bunun sebeplerini ortaya koymak için yapılan alan araştırmada, beslenmeden hayat
tarzına kadar pek çok konu incelenmiş. Neticede elde edilen başlıca farklılıklar
olarak, lüks düşkünlüğü, tüketim çılgınlığının henüz kasabayı istila etmediği gözlemlenmiş.
Zira bu kasaba halkının dindar ve muhafazakâr olarak geleneklerine sahip çıktığı,
aile bağlarına da son derece önem verdiği, hasta ve yaşlıların aile içinde çok büyük
saygı, sevgi ve ilgi gördükleri belirtilmektedir.
Resûlullâh (sav) dünyada rahat ve huzuru ancak Yüce Rabbine ibadet etmekte bulurdu.
Bu itibarla dünya meşguliyetleri arasında daraldığı zaman; “Ey Bilâl! Bizi rahatlat”
buyurarak ezana ve namaza koşar, namaz vakti girdiğinde her şeyi bir tarafa bırakarak
Rabbine yönelirdi. Hatta herhangi bir sebeple sevinmiş olsa bile Efendimiz (asm),
şükür için hemen namaza yönelirdi (Ebû Dâvûd, Salât, 312).
Hayatı boyunca namazlarını daima ilk vaktinde kılmıştır. Nitekim o, nerede olursa
olsun, vakti girdiği anda hemen namaz kılmaktan çok hoşlanırdı (Buhârî, Salât, 48)
Hayatını, İslâm’ı en güzel şekilde tebliğ etmeye ve Ashabını ilâhî bir terbiye ile
yetiştirmeye adamış olan Resul-i Ekrem (asm), huzur kaynağı namazın, herkes tarafından
en güzel bir şekilde kılınmasını isterdi. Esasen psikolojik rahatsızlıkların son
derece yaygın olduğu günümüzde modern insanın en çok ihtiyacı olan şey de bu olsa
gerektir. Bu açıdan bakıldığında ünlü mütefekkir Cemil Meriç’in kızı sosyolog Ümit
Meriç’e ait şu söz çok daha anlamlı hale gelir: “Namaz kılan bir toplumun psikolojiye
zekât veren bir toplumun da sosyolojiye ihtiyacı yoktur.” Bir başka sözünde ise
Ümit Meriç, “Namaz olmazsa yaşadığımı unutacağım sanki” demektedir.
Bu sözler, aslında en önemli ibadet olan namazın manevî tatmin ve huzuru yakalamadaki
anlam ve önemini en güzel özetleyen sözlerdendir. Ancak burada kastedilen, kişinin
bütün hücreleriyle hissederek, adeta namazı içselleştirerek kıldığı namazdır. Bu
şekilde kılınan namaz, kişiyi yaşamanın şuuruna erdirir; onu adeta diriltir. Yine
Kur’an okumanın stres azaltıcı etkisi ve vücudun bağışıklığını artırıcı bir güce
sahip olduğu da genel olarak ifade edilen hususlardandır.
Ayrıca duaların ve ismen dualaşmanın da hastalıkların üstesinden gelmede önemli
tesiri vardır. Zira duada birisi ismen anıldığında dua mesajı ruhsal boyutta telepatik
iletişimle dua edilen hasta kişiye ulaşacaktır. Duaların da Efendimiz’in (asm) hadisinde
buyurulduğu üzere “ibadetlerin özü-iliği” (Tirmizî, Deavât 1) olduğu bilinmektedir.
Çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek olan dua, Kur’an’a göre “insanın
içten bir kalp ile Allah’a yönelmesi, O’na muhtaç olduğunun bilinci ile sonsuz güç
sahibi Allah’tan yardım dilemesidir.” Yapılan araştırmalarda hastalar için dua etmenin
hastaların rahatsızlık belirtilerini azalttığı ve iyileşme sürecini hızlandırdığı
sonucu elde edilmiştir. Araştırmaya göre dindarlarda depresyon ve stres daha az
görülürken, düzenli olarak ibadet ve dua eden hastalar üzerinde yapılan bazı araştırmalarda
ibadet ve duanın iyileştirici gücü bilimsel olarak da ispatlanmıştır.
Şurası muhakkak ki, hayatın korunmasını beş temel gayesinden biri sayan İslam,
Kur’an ve Sünnet’iyle sağlıklı bir hayat sürmeyi ve hastalığa yakalanmamayı ve hastalığa
götürecek sebeplerden uzak durulmasını öncelikle hedefler. Zira Kur’an’ın ifadesiyle
insanın hayatı da ölümü de Allah’a aittir. Hastalık halinde de bu bilinç ve inanç
üst düzeye çıkar ve hasta güçsüzlük ve zayıflığını anlayıp Cenab-ı Hakk’a sığınır.
Bu itibarla İmam el-Gazali hastalığı “Allah’ı bilmek ve tanımanın bir vesilesi”
sayar. Bu bilinç halinin de esasen “ibadet” olduğunda şüphe yoktur. Böyle bilinç
hali ise neticede, en çaresiz, aciz ve ümitsiz anlar olan hastalıklardan şifa bulmada,
her şeyi bilen ve gücü yeten bir Kudret’e sığınarak, manevi güç, enerji ve sinerji
elde etmek olacaktır.
İbadetlerin önemi, ibadetlerde denge ve hastalıklarla baş etmede inanç ve ibadetin
rolüne dair bu izahlardan sonra aşağıda, gayr-i Müslim ülkelerde ibadetlerin ifası
ve ibadetlerin İslam’ı tebliğ ve temsildeki önemi üzerinde duracağız.
Batı Ülkelerinde Modern İş Hayatı ve İbadetler
Günümüzde özellikle Batı dünyasında –aslında Türkiye’de de- iş hayatı, fabrikaların
ve diğer kurum ve kuruluşların çalışma şekli ve zaman ayarlamaları, her ne kadar
ekonomik açıdan verimli olduğu iddia edilse bile, ibadetlerin yerine getirilmesi
açısından birtakım sıkıntıları barındırmaktadır. Bu açıdan bakılırsa, kapitalizmin
yön verdiği bugünkü çalışma hayatı, insanların dinî, ilmî, içtimaî, idarî, siyasî,
iktisadî ve ailevî alanları arasında bir ahenk ve uyum sağla(ya)mamaktadır. Aksine
daha zıtlaşma, uzaklaşma getirmekte ve böylece çalışma hayatı ahlâkla; siyasî hayat
dinle, idarî hayat ise hem din ve hem de ahlâkla çatışmakta, çelişmekte ve böylece
insan fıtratına ters düşmektedir. Zira sekiz-on saat iş başında çalışmak durumunda
olan bir Müslüman, ibadeti ile işi arasında sıkışıp kalmaktadır. Buna bir de işin
kendisinden kaynaklanan zorluklar eklenince, iş daha da içinden çıkılamaz bir hâl
alır. Şu halde ibadetle hayat arasındaki ilişkinin, modern zamanlarda dünyevîleşme
(sekülerizm) sürecinde büyük oranda kopmuş olduğunu söylemek gerekir. Bu arada modern
zihinler, “sanki Müslüman ibadetini yapar, ama işini ve hayatını İslâm dışındaki
ölçülerle yürütebilir” gibi bir anlayışa, ya da peşin kabule sürüklenmiştir.
Öte yandan iş hayatı ile ibadetlerin gayr-i Müslim ülkelerde yaşayan Müslümanlar
açısından dikkatle değerlendirilmesi gereken bir yönü de; gayr-i Müslimlerle aynı
mekânda yani iş yerlerinde çalışanların ibadetlerini yaparken bir şov görüntüsü
vermemeleridir. Zira bazan namaz kılmak isteyen bir kısım Müslümanlar, abdestlerini
herkesin kullandığı lavabolarda almakta, namazlarını da ulu-orta yerlerde kılabilmektedirler.
Bu durum, İslâm dinini anlatmaya vesile olması açısından bazı faydalar sağlayabilir.
Yine açık alanlarda huzur ve huşu ile kılınan namazın, iç huzuru arayışında olan
bazı Batılı insanların gönlünün İslâm’a açılmasına vesile olduğu da bir gerçektir.
Ancak bu halin, bazı zorlukları ve İslâmî tebliğ ve İslâm-Müslüman imajı açısından
sakıncalı durumları da beraberinde getirdiği unutulmamalıdır. Zira bazı Müslümanlar
herkesin gelip geçtiği cadde ortasında veya önemli bir devlet binasının önünde veya
kalabalık bir parkta namaz kılarken görüntülenebilmektedir. Bu ise bazan Batı basınında
alay konusu bile olmaktadır. Şüphesiz namazın vaktinin geçiyor olması, burada anlaşılabilir
ve geçerli/meşru bir mazerettir. Ancak bu durumdaki bir Müslümanın daha sakin mekânları
tercih etmesi, dolayısıyla istemeden en önemli ibadet olan namazının bir şova dönüşmesinin
önüne geçmesi, hem İslâm’ın hem de namazın ruhuna daha uygundur.
Batı Ülkelerinde İbadetlerin Tebliğ ve Temsildeki Önemi
1950 sonrası Avrupa’ya olan işçi göçü ile gelen Müslümanların Avrupa’daki modern
dönemdeki varlığı ve Avrupa toplumlarında dinlerini yaşama tezahürleri, Avrupalıların
kendi dindarlıklarını ve teolojilerini Müslümanlar üzerinden sorgulamalarını beraberinde
getirmiştir. Mesela bu anlamda son dönemde Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde daha belirginleşen
camiler, namaz, oruç gibi İslâmî ibadetler, litürgie/ibadet anlamında içi boşaltılmış
bir görünüm arzeden haftada bir günlük kilise ayinininin özellikle sorgulanmasını
beraberinde getirmiştir. Bu anlamda Hz. Peygamber’in (asm) “namaz” ve “oruç” ibadeti
bilhassa öne çıkıyor. Toplumda tezahürleri olan bu ibadetleriyle Müslümanlar, aslında
sekülerliğin alabildiğine öne çıktığı Batı toplumlarındaki günlük yaşantılarında
son derece dinamik bir inancı yaşıyorlar.
Paradoks gibi görülse de, toplumda tezahürleri olan ibadetleriyle Müslümanlar,
azınlık olmalarına ve bütün İslâmofobik-antiislâmist söz ve eylemlere rağmen Avrupa’da
toplumdan uzaklaştırılmış olan Tanrı’yı tekrar toplumsal mekânlarda görünür hale
getiriyor. Üstelik bu durum gittikçe daha da belirginleşiyor. Yani Avrupa’da İslâm
ve Müslümanlar, günümüzde Avrupa’nın bilincini sorguluyor, ama aynı zamanda da Avrupa
ve Batı’nın çağdaşı haline geliyor. Tabiatıyla bu birbirine yaklaşma aynı zamanda
çatışma noktalarını artırıcı da bir sonuca yol açıyor. Bu aynı zamanda Müslümanların,
sorunlarının farkına varması demektir. Örneğin camiler artık sadece ibadet yeri
değil, aynı zamanda kamusal alana ait, çevreye uyum sağlayıcı, birleştirici, yaşam
alanlarıyla çok amaçlı inşa ediliyor. Müslümanlar artık cami estetiğine, şeffaflığa
bile önem veriyorlar. Artık camiler, Batılı için de, şüphe edilen yerler olmaktan
çıkıp korkulan değil, beğenilen yerler olmaya başlamıştır. Bu durum, Müslümanların
kendine güvenlerini artırırken, Avrupalılar cephesinde ise son 10-15 yılda kendi
içindeki İslâm’ın daha fazla farkına varmasına yol açıyor. Bu da gösteriyor ki İslâm,
günümüzde alabildiğine bir Avrupa meselesi haline gelmiştir. Zira özellikle Batı
toplumlarında bulunan Müslümanlar son yıllarda, modernizm ve onun doğal sonucu sekülerleşme
ile toplumun dışına itilmiş olan dinî değerleri, inanç ve ibadetleriyle yaşadıkları
bölgelerin kamusal alanlarında alabildiğine görünür kılıyorlar. Nitekim bu durumun
alabildiğine farkına varan Batılılar, geleneksel Hıristiyan telâkkilerinin Avrupalıları
mobilize etmede eskiye oranla ivme kaybettiği ve İslâm Dini’nin yön verdiği değerlerin
kamusal alanda görünürlülüğüne karşılık, Avrupa’nın Hıristiyan aslına dönmesi ve
Hıristiyanlığa ait değerleri toplumda daha fazla görünür kılmaları lazım geldiğini,
“Avrupa’nın kültürünün Hıristiyanlık olduğu”nu yüksek sesle dillendiriyorlar.
Bu da gösteriyor ki, Batı/Avrupa, İslâm ve Müslümanlar üzerinden modernizm ile
ters yüz ettiği kendi Hıristiyan köklerini hatırlıyor; İslâm ve Müslümanlar üzerinden
dini değerlerine dönmeye ve teolojisini diriltmeye çalışıyor. Zira son zamanlarda
Batı medyasında gittikçe sekülerleşen Batı-Avrupa toplumlarının geleceğinde dinin
yeri sorgulanıyor. Bu anlamda din Avrupa’nın geleceğinde yer alacaksa bunun İslâm
olup olmayacağı da ayrıca tartışılıyor. Tabiatıyla bu durum, son yıllarda Avrupa’da
İslâm ve Müslümanlarla ilgili yaşanan olaylar bakımından da son derece dikkat çekicidir.
Zira özellikle Papa XI. Benedict’in üç yıl önceki Regensburg konuşması ve ardından
gelen söylemleri dikkate alındığında aslında bütün bu konuşmalar, bir başka açıdan
okunduğunda, Avrupa’ya, uzaklaştıkları Hıristiyanlıklarını hatırlatmak ve “inanç
ve ibadet hayatınızla Hıristiyanlığınıza dönün” çağrısı olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz.
Zira Avrupa’da Hıristiyan teolojisinin aslında bir çöküş içerisinde olduğu sır değildir.
Son yıllarda ortaya atılan “The end of the Protestanism=Protestanlığın sonu” ile
ilgili teoriler, görünürde Protestanlık için olsa da, son tahlilde genelde bir bütün
olarak Hıristiyan teolojisinin kriz haline işaret etse gerektir.
Tabiatıyla bu ortam içerisinde “Avrupa Müslümanlaşacak mı?” sorusu da sıkca soruluyor.
Son dönemlerde Avrupa’da sıkça gündeme getirilen bu sorunun, provakatif bir soru
olduğunda şüphe yoktur. Zira bu tür sorular ve söylemler, özünde Avrupa’daki İslâm’ın,
İslâmî değerlerin yükselişini, İslami ibadet ve sembollerin şu veya bu şekilde engellenmesine
–en son İsviçre’deki minare referandumu buna örnektir- ve dolayısıyla İslâm’a yönelişi
engellemeye matuftur. Zira yukarıda da söylediğimiz üzere, İslâm’ın Avrupa kamusalında
alabildiğine görünür olması bir yana, günümüzde Batı toplumlarında ciddi oranlara
varan ihtida hareketleri gözlemleniyor. Paradoks gibi gözükse de, 11 Eylül gibi,
İslâm ve Müslümanlar açısından zahirde olumsuzluklarla dolu eylemlerin de bu ihtida
hareketlerini hızlandırıcı etkisi vardır. Mesela Amerikalı meşhur mühtedi-hatip
Khâlid Yasin’e gore, 11 Eylül’den bu yana Amerika’da Müslüman olanların sayısı,
540.000’nin üzerindedir. Yine Fransa’da günde ortalama 4-5 kişinin Müslüman olduğundan
bahsedilmektedir.
Batı’da İslâm’a yönelişlerin hangi dinî, mezhebî ve kültürel alt gruplardan geldiğine
dair net bilgilere sahip değilsek de, kanaatimce Müslüman olanların büyük çoğunlunu
dinden/kiliseden uzaklaşmış gruplar oluşturuyor. Bunlar, inanç krizinin, ibadet
açlığının, manevî boşluğun en fazla görüldüğü kesimdir. Zaman zaman “agnostik” olduğu
veya “ateist” olduğunu bildiğimiz kişilerin, Avrupa ülkelerindeki iftar programlarından,
Kur’an okunan ve tasavvuf meclislerinden manevî haz duyduklarını belirtmelerine
şahit olmaktayız ki, bu boşuna değildir.
Bernard Lewis ve benzerleri, bütün bunlardan hareketle, “Bu yüzyılın sonunda
Avrupa Müslümanlaşacak” diye öngörülerde bulunmakta ve Batılı politika yapıcılarına
bir anlamda, “bunu önlemenin dinî, siyasî ve sosyo-kültürel tedbirlerini alın” diye
seslenmektedir. Son Avrupa Parlementosu seçimlerinde Avrupa’nın hemen her ülkesinde
aşırı sağ partilerin yükselişini de bu yönde açıklamak mümkündür. Avrupa Birliği
Başkanlığı’na da Belçikalı Herman van Rompuy gibi aşırı Hıristiyan sağ bir başkanın
seçilmesi de bu eğilime işarettir. Hollanda’da Elsevier Dergisi’nin bildirdiğine
göre, Hollanda’da protestan ve katoliklerin % 25-30’u, köklü Hıristiyan demokrat
partileri bırakıp, son yıllarda Avrupa’da İslâm karşıtı söylem ve eylemlerin odağı
haline gelen Geert Wilders’in partisine (PVV) oy verme eğilimindedir.
Avrupa müslümanlaşacak veya Müslümanlaşmayacak; bunu nihai olarak kestirmek zor
olsa da, eldeki verilerle kestirilmesi kolay olan bir husus var ki, o da Avrupa’nın
artık eski Avrupa olmadığıdır. İslâm, Kur’an ve Hz. Peygamber (asm) ile alakalı
hiç gündemden düşmeyen bütün olumlu ve olumsuz tartışmalara rağmen, Nilüfer Göle’nin
son kitabı “İçi İçe Girişler: İslâm ve Avrupa” adlı son kitabındaki tespitiyle Müslümanlarla
iç içe geçmiş bir Avrupa vardır, artık karşımızda.
Bilindiği üzere Üstad Bedîüzzaman “Avrupa İslâm’a hamiledir; günün birinde doğuracaktır”
diyordu. Anlaşıldığı kadarıyla Avrupa henüz doğum yapmış değildir. Ancak Müslümanların
inanç ve ibadetlerinin de alabildiğine etkisi ve tezahürleriyle doğum sancılarının
başladığını söylemek mümkündür.
Öz
İslâm dininde ibadetler, sadece Allah Teâlâ’ya yaklaşmak için yapılan belirli
bazı davranışlar olarak görülmemiş, hemen bütün dünya hayatının bir ibadet haline
dönüştürülebilmesi için, Allah Teâlâ’ya kulluk ve O’na yakınlaşma maksadıyla yapılan
veya terk edilen her davranış, kulluk/ibadet olarak değerlendirilmiştir. İslam açısından
hayatın kendisi bir ibadet; bütün ibadetler de hayattır. Bu yazıda hayat-ibadet
dengesinin nasıl olması gerektiği üzerinde durulmakta ve seküler anlayışın hakim
olduğu Batı ülkelerindeki ibadet anlayışı sorgulanarak gelecekte İslam’ın Batı toplumlarındaki
yeri hususunda ipuçları sunulmaktadır.
Anahtar Kelimeler: İnanç-ibadet, denge-ahenk, iş hayatı ve ibadet, hastalıklar,
Batı ülkeleri, sekülerleşme, Hıristiyanlık, İslami tebliğ ve temsil
Abstract
In Islam, worships were not only considered as some behaviors to approach Allah,
but also any behavior performed or quitted for the purpose of approaching Allah
was considered as worship for turning all life on the earth into a worship. In Islam,
the very life is worship and all worships are the life. In this text, life-worship
balance is considered, and by questioning understanding of worship in Western countries
where secular understanding is dominant, some clues on the place of Islam in Western
societies are provided.
Keywords: Life-worship, balance-harmony, business life and worship, diseases,
Western countries, secularization, Christianity, Islamic citation and representation