“Worship is a very high relation and a dignified bond between the Creator and the creature.”
Kur’an’daki anasır-ı esasiye ve Kur’an’ın takip ettiği maksatlar
tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet olmak üzere dörttür. Bu dört unsuru beyan
edeceğiz.
Sual: Kur’an’ın, şu dört hedefe doğru yürüdüğü neden malumdur?
Cevap: Evet, beni adem, büyük bir kervan ve azim bir kafile
gibi mazinin derelerinden gelip, vücut ve hayat sahrasında misafir olup, istikbalin
yüksek dağlarına ve müzeyyen bağlarına müteveccihen kafile kafile müteselsilen yürümekte
iken, kainatın nazar-ı dikkatini celb etti. “Şu garip ve acip mahluklar kimlerdir?
Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar?” diye ahvallerini anlamak üzere hilkat hükümeti,
fenn-i hikmeti karşılarına çıkardı ve aralarında şöyle bir muhavere başladı:
Hikmet: “Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz
nedir? Reisiniz kimdir?
Bu suale, beni âdem namına, emsali olan büyük peygamberler gibi,
Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselam, nev-i beşere vekaleten karşısına çıkarak
şöyle cevapta bulundu: “Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelinin kudretiyle,
yokluk karanlıklarından, ziyadar varlık alemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı
Ezeli, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir.
Biz, haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki
işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle re’sü’l-malımız olan istidatlarımızı
nemalandırmaktır. Ve şu azim insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezeliden risalet
vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelinin risalet beratı olarak
bana verdiği Kur’an-ı Azimüşşan elimdedir. Şüphen varsa al, oku!”
Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselamın verdiği şu cevaplar, Kur’an’dan
muktebes ve Kur’an lisanıyla söylenildiğinden, Kur’an’ın anasır-ı esasiyesinin şu
dört maksatta temerküz ettiği anlaşılıyor.
İşaratü’l- İ’caz, s. 17
“Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet
ediniz ki, takva mertebesine vasıl olasınız. Ve yine Rabbinize ibadet ediniz ki,
arzı size döşek, semayı binanıza dam yapmış ve semadan suları indirmiş ki, sizlere
rızık olmak üzere yerden meyve ve sair gıdaları çıkartsın. Öyleyse, Allah’a misil
ve şerik yapmayınız. Bilirsiniz ki, Allah’tan başka Mabud ve Halıkınız yoktur.”
(Bakara, 21-22)
Mukaddeme
Akaidi ve imani hükümleri kavi ve sabit kılmakla meleke haline getiren,
ancak ibadettir. Evet, Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan
ibaret olan ibadetle, vicdani ve akli olan imani hükümler terbiye ve takviye edilmezse,
eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hale, alem-i İslamın hal-i hazırdaki vaziyeti
şahittir.
Ve keza, ibadet, dünya ve ahiret saadetlerine vesile olduğu gibi,
maaş ve maade, yani dünya ve ahiret işlerini tanzime sebeptir ve şahsi ve nev’i
kemalata vasıtadır ve Halıkla abd arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir
rabıtadır.
İbadetin dünya saadetine vesile olduğunu izah eden cihetler:
Birisi: İnsan, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak,
acip ve latif bir mizaçla yaratılmıştır. O mizaç yüzünden, insanda çeşit çeşit meyiller,
arzular meydana gelmiştir. Mesela, insan, en müntehap şeyleri ister, en güzel şeylere
meyleder, ziynetli şeyleri arzu eder, insaniyete layık bir maişet ve bir şerefle
yaşamak ister.
Şu meyillerin iktizası üzerine, yiyecek, giyecek ve sair hacetlerini
istediği gibi, güzel bir şekilde tedarikinde çok san’atlara ihtiyacı vardır. O san’atlara
vukufu olmadığından, ebna-yı cinsiyle teşrik-i mesai etmeye mecbur olur ki, herbirisi,
semere-i sa’yiyle arkadaşına mübadele suretiyle yardımda bulunsun ve bu sayede ihtiyaçlarını
tesviye edebilsinler.
Fakat insandaki kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i akliye
Sani tarafından tahdit edilmediğinden ve insanın cüz-ü ihtiyarisiyle terakkisini
temin etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muamelatta zulüm ve tecavüzler
vukua gelir. Bu tecavüzleri önlemek için, cemaat-i insaniye, çalışmalarının semerelerini
mübadele etmekte adalete muhtaçtır.
Lakin her ferdin aklı, adaleti idrakten aciz olduğundan, külli bir
akla ihtiyaç vardır ki, fertler, o külli akıldan istifade etsinler. Öyle külli bir
akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun, ancak şeriattır.
Sonra, o şeriatın tesirini, icrasını, tatbikini temin edecek bir
merci, bir sahip lazımdır. O merci ve o sahip de ancak peygamberdir.
Peygamber olan zatın da, zahiren ve batınen halka olan hakimiyetini
devam ettirmek için, maddi ve manevi bir ulviyete ve bir imtiyaza ihtiyacı olduğu
gibi, Halıkla olan derece-i münasebet ve alakasını göstermek için de bir delile
ihtiyacı vardır. Böyle bir delil de ancak mu’cizelerdir.
Sonra, Cenab-ı Hakkın emirlerine ve nehiylerine itaat ve inkıyadı
tesis ve temin etmek için, Saniin azametini zihinlerde tesbit etmeye ihtiyaç vardır.
Bu tesbit de, ancak akaid ile, yani ahkam-ı imaniyenin tecellisiyle olur. İmani
hükümlerin takviye ve inkişaf ettirilmesi, ancak tekrarla teceddüd eden ibadetle
olur.
İkincisi: İbadet, fikirleri Sani-i Hakime çevirttirmek içindir.
Abdin Sani-i Hakime olan teveccühü, itaat ve inkıyadını intaç eder. İtaat ve inkıyad
ise, abdi intizam-ı ekmel altına ithal eder. Abdin intizam altına girmesiyle ve
nizama ittiba etmesiyle, hikmetin sırrı tahakkuk eder. Hikmet ise, kainat sayfalarında
parlayan san’at nakışlarıyla tebarüz eder.
Üçüncüsü: İnsan, santral gibi, bütün hilkatın nizamlarına
ve fıtratın kanunlarına ve kainattaki nevamis-i İlahiyenin şualarına bir merkezdir.
Binaenaleyh, insanın, o kanunlara intisap ve irtibat etmesi ve o namusların eteklerine
yapışıp temessük etmesi lazımdır ki, umumi cereyanı temin etsin. Ve tabakat-ı alemde
deveran eden dolapların hareketlerine muhalefetle o dolapların çarkları altında
ezilmesin. Bu da, ancak o emir ve nevahiden ibaret olan ibadetle olur.
Dördüncüsü: Emirleri imtisal, nehiylerden içtinap etmek sayesinde,
bir fert, heyet-i içtimaiyede çok mertebelerle nisbet peyda eder ve alakadar olur.
Bilhassa ahkam-ı diniye ve mesalih-i umumiye hususunda, bir fert, bir nevi hükmüne
geçer. Yani, pek çok hukuklar, haysiyetler, irşadlar, talimler, ıslahlar gibi vazifeler,
bir şahsa yüklenir. Eğer o emri imtisal, nevahiden içtinap eden o şahıs olmasa,
o vazifeler tamamen payimal olur.
Beşincisi: İnsan, İslamiyet sayesinde, ibadet saikasıyla
bütün Müslümanlara karşı sabit bir münasebet peyda eder ve kavi bir irtibat ve bağlılık
elde eder. Bunlar ise, sarsılmaz bir uhuvvete, hakiki bir muhabbete sebep olur.
Zaten heyet-i içtimaiyenin kemaline ve terakkisine ilk ve en birinci basamaklar,
uhuvvetle muhabbettir.
İbadetin şahsi kemalata sebep olduğunun izahı:
İnsan, cismen küçük, zayıf ve aciz olmakla beraber, hayvanattan
addedildiği halde, pek yüksek bir ruhu taşıyor. Ve pek büyük bir istidada maliktir.
Ve hasredilmeyecek derecede meyilleri vardır. Ve gayr-ı mütenahi emeller sahibidir
ve addedilemez fikirleri vardır. Ve gayr-ı mahdud şeheviye ve gadabiye gibi kuvveleri
vardır. Ve öyle acaip bir yaratılışı vardır ki, sanki bütün enva ve alemlere fihriste
olarak yaratılmıştır.
İşte, böyle bir insanın o yüksek ruhunu inbisat ettiren, ibadettir.
İstidatlarını inkişaf ettiren, ibadettir. Meyillerini temyiz ve tenzih ettiren,
ibadettir. Emellerini tahakkuk ettiren, ibadettir. Fikirlerini tevsi’ ve intizam
altına alan, ibadettir. Şeheviye ve gadabiye kuvvelerini had altına alan, ibadettir.
Zahiri ve batıni uzuvlarını ve duygularını kirleten tabiat paslarını izale eden,
ibadettir. İnsanı, mukadder olan kemalatına yetiştiren, ibadettir. Abd ile Ma’bud
arasında en yüksek ve en latif olan nisbet, ancak ibadettir. Evet kemalat-ı beşeriyenin
en yükseği, şu nisbet ve münasebettir.
İhtar: İbadetin ruhu, ihlastır. İhlas ise, yapılan ibadetin
yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete
illet gösterilse, o ibadet batıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler,
illet olamazlar.
Kur’an-ı Kerim vakta ki
-Ey insanlar!
İbadet ediniz… (Bakara Suresi: 21.) – (ila ahir) emriyle insanları ibadete davet
etti; sanki lisan-ı hal ile “Niçin ibadet yapalım? İlleti nedir?” diye sorulan suali,
Kur’an-ı Kerim
-Sizi yaratan
Rabbine… (Bakara Suresi: 22.) – cümleleriyle cevaplandırmak üzere Saniin vücud-u
vahdetine dair bürhanları zikretmeye başladı.
İşaratü’l- İ’caz, s. 141-142
Üçüncü Söz
(Ey insanlar! Rabbinize kulluk ediniz.(Bakara Sûresi: 21.))
İbâdet ne büyük bir ticaret ve saadet; fısk ve sefâhet ne büyük
bir hasâret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:
Bir vakit, iki asker, uzak bir şehre gitmek için emir alıyorlar.
Beraber giderler. Tâ yol ikileşir. Bir adam orada bulunur. Onlara der:
“Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan
ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaati olmamakla beraber,
on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi, kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız
bir fark var ki; intizamsız, hükümetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız
gider. Zâhirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür. İntizam-ı askerî altındaki
sağ yolun yolcusu ise, mugaddî hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü
alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur.”
O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra, şu bahtiyar
nefer sağa gider. Bir batman ağırlığı omzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu
binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur. Öteki bedbaht nefer ise, askerliği
bırakır. Nizâma tâbi olmak istemez. Sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur.
Fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir.
Hem herkese dilenci, hem her şeyden, her hâdiseden titrer bir sûrette gider. Tâ
mahall-i maksûda yetişir. Orada, âsi ve kaçak cezasını görür.
Askerlik nizâmını seven, çanta ve silâhını muhâfaza eden ve sağa
giden nefer ise, kimseden minnet almayarak, kimseden havf etmeyerek, rahat-ı kalb
ve vicdan ile gider. Tâ, o matlûb şehire yetişir. Orada, vazifesini güzelce yapan
bir nâmuslu askere münâsip bir mükâfat görür.
İşte ey nefs-i serkeş! Bil ki, o iki yolcu, biri mutî-i kanun-u
İlâhî, birisi de âsi ve hevâya tâbi insanlardır. O yol ise, hayat yoludur ki, âlem-i
ervâhtan gelip, kabirden geçer, âhirete gider. O çanta ve silâh ise ibâdet ve takvâdır.
İbâdetin, çendan, zahirî bir ağırlığı var. Fakat, mânâsında öyle bir rahatlık ve
hafiflik var ki, tarif edilmez. Çünkü, âbid, namazında der:
– Yani, “Hàlık
ve Rezzâk, Ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat, Onun elindedir. O hem Hakîmdir,
abes iş yapmaz. Hem Rahîmdir, ihsanı, merhameti çoktur” diye itikad ettiğinden,
her şeyde bir hazîne-i rahmet kapısını bulur. Duâ ile çalar. Hem herşeyi kendi Rabbinin
emrine musahhar görür. Rabbine ilticâ eder; tevekkül ile istinad edip, her musîbete
karşı tahassun eder. İmânı ona bir emniyet-i tâmme verir.
Evet, her hakiki hasenât gibi, cesâretin dahi menbaı imândır, ubûdiyettir.
Her seyyiât gibi, cebânetin dahi menbaı dalâlettir.
Evet, tam münevverü’l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa,
ihtimâldir ki, onu korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedâniyeyi, lezzetli bir
hayret ile seyredecek. Fakat, meşhur bir münevverü’l-akıl denilen kalbsiz bir fâsık
feylesof ise, gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. “Acaba bu serseri
yıldız arzımıza çarpmasın mı?” der, evhâma düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan
Amerika titredi. Çokları gece vakti hânelerini terk ettiler.)
Evet, insan nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde, sermâyesi hiç
hükmünde. Hem nihayetsiz musîbetlere mâruz olduğu halde, iktidarı hiç hükmünde birşey.
Adetâ sermâye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat emelleri,
arzuları ve elemleri ve belâları ise; dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve
gidinceye kadar geniştir.
Bu derece âciz ve zayıf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibâdet,
tevekkül, tevhid, teslim ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu,
bütün bütün kör olmayan görür, derk eder. Mâlûmdur ki, zararsız yol, zararlı yola
velev on ihtimâlden bir ihtimâl ile olsa tercih edilir. Halbuki, meselemiz olan
ubûdiyet yolu, zararsız olmakla beraber, ondan dokuz ihtimâl ile bir saadet-i ebediye
hazînesi vardır. Fısk ve sefâhet yolu ise hattâ fâsıkın itirafiyle dahi menfaatsiz
olduğu halde, ondan dokuz ihtimâl ile şekàvet-i ebediye helâketi bulunduğu, icmâ
ve tevâtür derecesinde, hadsiz ehl-i ihtisâsın ve müşâhedenin şehâdetiyle sabittir
ve ehl-i zevkin ve keşfin ihbarâtıyla muhakkaktır.
Elhâsıl, âhiret gibi dünya saadeti dahi, ibâdette ve Allah’a asker
olmaktadır. Öyle ise biz dâimâ,
– Emirlerine
itaate ve hayırlı işlerde başarıya ulaştırdığı için Allah’a hamd olsun. – demeliyiz
ve Müslüman olduğumuza şükretmeliyiz.
Sözler, s. 24
İkinci Nükte: İbâdetin mânâsı şudur ki: Dergâh-ı İlâhîde
abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp, kemâl-i Rubûbiyetin ve kudret-i Samedâniyenin
ve rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.
Yani, Rubûbiyetin saltanatı, nasıl ki ubûdiyeti ve itaati ister;
Rubûbiyetin kudsiyeti, pâklığı dahi ister ki, abd, kendi kusurunu görüp istiğfar
ile ve Rabbini bütün nekàisten pâk ve müberrâ ve ehl-i dalâletin efkâr-ı bâtılasından
münezzeh ve muallâ ve kâinatın bütün kusurâtından mukaddes ve muarrâ olduğunu tesbih
ile, “” ile ilân
etsin.
Hem de, Rubûbiyetin kemâl-i kudreti dahi ister ki, abd, kendi zaafını
ve mahlûkatın aczini görmekle, kudret-i Samedâniyenin azamet-i âsârına karşı istihsan
ve hayret içinde “”
deyip, huzû ile rükûa gidip, Ona ilticâ ve tevekkül etsin.
Hem, Rubûbiyetin nihayetsiz hazîne-i rahmeti de ister ki, abd, kendi
ihtiyacını ve bütün mahlûkatın fakr ve ihtiyacâtını suâl ve duâ lisâniyle izhâr
ve Rabbinin ihsan ve in’âmâtını şükür ve senâ ile ve “”
ile ilân etsin.
Demek, namazın ef’âl ve akvâli, bu mânâları tazammun ediyor ve bunlar
için taraf-ı İlâhîden vaz’ edilmişler.
Sözler, s. 45
Bâb-ı Kerem ve Rahmettir ki, Kerîm ve Rahîm isminin cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki, gösterdiği âsâr ile nihayetsiz bir kerem ve
nihayetsiz bir rahmet ve nihayetsiz bir izzet ve nihayetsiz bir gayret sahibi olan
Şu âlemin Rabbi, kerem ve rahmetine lâyık mükâfat, izzet ve gayretine şâyeste mücâzâtta
bulunmasın?
Evet, şu dünya gidişâtına bakılsa, görülüyor ki, en âciz, en zayıftan
tut, Hâşiye1 tâ en kavîye kadar her canlıya lâyık bir rızık veriliyor.
En zayıf, en âcize en iyi rızık veriliyor; her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriliyor.
Öyle ulvî bir keremle ziyâfetler, ikramlar olunuyor ki, nihayetsiz bir Kerem Eli,
içinde işlediğini bedâheten gösteriyor.
Meselâ, bahar mevsiminde, Cennet hûrileri tarzında bütün ağaçları
sündüs-misâl libaslar ile giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaâtıyla süslendirip,
hizmetkâr ederek, onların latîf elleri olan dallarıyla çeşit çeşit en tatlı, en
musannâ meyveleri bize takdim etmek; hem, zehirli bir sineğin eliyle şifâlı en tatlı
balı bize yedirmek; hem, en güzel ve yumuşak bir libası elsiz bir böceğin eliyle
bize giydirmek; hem, rahmetin büyük bir hazînesini küçük bir çekirdek içinde bizim
için saklamak, ne kadar cemîl bir kerem, ne kadar latîf bir rahmet eseri olduğu
bedâheten anlaşılır.
Hem, insan ve bâzı canavarlardan başka, güneş ve ay ve arzdan tut,
tâ en küçük mahlûka kadar her şey kemâl-i dikkatle vazifesine çalışması, zerrece
haddinden tecavüz etmemesi, bir azîm heybet tahtında umumi bir itaat bulunması,
büyük bir Celâl ve İzzet Sahibinin emriyle hareket ettiklerini gösteriyor.
Hem, gerek nebâtî ve gerek hayvanî ve gerek insanî bütün vâlidelerin
o rahîm şefkatleriyle Haşiye2 ve süt gibi o latîf gıdâ ile o âciz ve
zayıf yavruların terbiyesi, ne kadar geniş bir rahmetin cilvesi işlediği bedâheten
anlaşılır.
Bu âlemin mutasarrıfının mâdem nihayetsiz böyle bir keremi, nihayetsiz
böyle bir rahmeti, nihayetsiz öyle bir celâl ve izzeti vardır. Nihayetsiz celâl
ve izzet, edebsizlerin te’dibini ister; nihayetsiz kerem, nihayetsiz ikram ister;
nihayetsiz rahmet, kendine lâyık ihsan ister. Halbuki, bu fânî dünyada ve kısa ömürde,
denizden bir damla gibi, milyonlar cüz’den ancak bir cüz’ü yerleşir ve tecellî eder.
Demek o kereme lâyık ve o rahmete şâyeste bir dâr-ı saadet olacaktır. Yoksa, gündüzü
ışığıyla dolduran güneşin vücudunu inkâr etmek gibi, bu görünen rahmetin vücudunu
inkâr etmek lâzım gelir. Çünkü, bir daha dönmemek üzere zevâl ise, şefkati musîbete;
muhabbeti hırkate; ve nimeti nikmete; ve aklı meş’um bir âlete; ve lezzeti eleme
kalbettirmekle, hakikat-i rahmetin intifâsı lâzım gelir.
Hem, o celâl ve izzete uygun bir dâr-ı mücâzât olacaktır. Çünkü,
ekseriyâ zâlim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek,
bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor, tehir ediliyor; yoksa, bakılmıyor değil. Bâzan
dünyada dahi ceza verir. Kurûn-u sâlifede cereyan eden âsi ve mütemerrid kavimlere
gelen azablar gösteriyor ki, insan başıboş değil; bir celâl ve gayret sillesine
her vakit mâruzdur.
Evet, hiç mümkün müdür ki, insan, umum mevcudât içinde ehemmiyetli
bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar
muntazam masnuâtıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan imân ile Onu tanımazsa;
hem, bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibâdetle
kendini Ona sevdirmese; hem, bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini
ona gösterse, mukabilinde insan şükür ve hamd ile Ona hürmet etmese, cezasız kalsın,
başıboş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zât-ı Zülcelâl, bir dâr-ı mücâzât hazırlamasın?
Hem, hiç mümkün müdür ki, o Rahmân-ı Rahîmin kendini tanıttırmasına
mukabil, imân ile tanımakla ve sevdirmesine mukabil, ibâdetle sevmek ve sevdirmekle
ve rahmetine mukabil şükür ile hürmet etmekle mukabele eden mü’minlere bir dâr-ı
mükâfatı, bir saadet-i ebediyeyi vermesin?
Sözler, s. 66
İşte bu asırda, İslâm ve Türk gençleri, kahramanâne davranıp, iki
cihetten hücum eden bu tehlikeye karşı, Risâle-i Nur’un Meyve ve Gençlik Rehberi
gibi keskin kılınçlarıyla mukabele etmeleri elzemdir. Yoksa, o bîçare genç, hem
dünya istikbâlini, hem mesud hayatını, hem âhiretteki saadetini ve hayat-ı bâkiyesini
azablara, elemlere çevirip mahveder. Ve sû-i istimâl ve sefâhetle hastahânelere
ve hayatın taşkınlıkları ile hapishânelere düşer. Eyvahlar, esefler ile, ihtiyarlığında
çok ağlayacak. Eğer terbiye-i Kur’âniye ve Nurun hakikatleriyle kendini muhâfaza
eylese, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mesud bir Müslüman ve sâir
zîhayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur.
Evet, bir genç, hapiste, yirmi dört saat her günkü ömründen tek
bir saatini beş farz namaza sarf etse ve ekser günahlardan hapis mâni olduğu gibi,
o musîbete sebebiyet veren hatâdan dahi tevbe edip sâir zararlı, elemli günahlardan
çekilse, hem hayatına, hem istikbâline, hem vatanına, hem milletine, hem akrabâsına
büyük bir faydası olması gibi; o on, on beş senelik fânî gençlikle, ebedî parlak
bir gençliği kazanacağını, başta Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân, bütün kütüb ve suhuf-u
semâviye katî haber verip müjde ediyorlar.
Evet, o şirin, güzel gençlik nimetine istikàmetle, tâatle şükretse,
hem ziyâdeleşir, hem bâkîleşir, hem lezzetlenir. Yoksa hem belâlı olur, hem elemli,
gamlı, kâbuslu olur gider; hem akrabâsına, hem vatanına, hem milletine muzır bir
serseri hükmüne geçirmeye sebebiyet verir.
Eğer mahpus, zulmen mahkûm olmuş ise, farz namazını kılmak şartıyla,
herbir saati bir gün ibâdet olduğu gibi, o hapis, onun hakkında bir çilehâne-i uzlet
olup, eski zamanda mağaralara girerek ibâdet eden münzevî sâlihlerden sayılabilirler.
Eğer fakir ve ihtiyar ve hasta ve imân hakikatlerine müştak ise,
farzını yapmak ve tevbe etmek şartıyla, herbir saatleri yirmişer saat ibâdet olup,
hapis ona bir istirahathâne; ve merhametkârâne ona bakan dostlar için bir muhabbethâne,
bir terbiyehâne, bir dershâne hükmüne geçer. O hapiste durmakla, hariçteki müşevveş,
her taraftaki günahların hücumuna mâruz serbestiyetten daha ziyâde hoşlanabilir;
hapisten tam terbiye alır. Çıktığı zaman, bir kàtil, bir müntakîm olarak değil,
belki tevbekâr, tecrübeli, terbiyeli, millete menfaatli bir adam çıkar. Hattâ Denizli
hapsindeki zâtların az zamanda Nurlardan fevkalâde hüsn-ü ahlâk dersini alanlarını
gören bâzı alâkadar zâtlar demişler ki, “Terbiye için on beş sene hapse atmaktansa,
on beş hafta Risâle-i Nur dersini alsalar, daha ziyâde onları ıslâh eder.”
Sözler, s.136
Kur’ân-ı Hakîm tasrih ediyor ki, arştan ferşe, yıldızlardan sineklere,
meleklerden, semeklere, seyyârâttan zerrelere kadar her şey Cenâb-ı Hakka secde
ve ibâdet ve hamd ve tesbih eder. Fakat ibâdetleri, mazhar oldukları esmâlara ve
kabiliyetlerine göre ayrı ayrıdır, çeşit çeşittir. Biz onların ibâdetlerinin tenevvüünün
bir nevini bir temsil ile beyân ederiz.
Meselâ,
azîm bir mâlikü’l-mülk,
büyük bir şehri veya muhteşem bir sarayı binâ ettiği vakit, o zât dört nevi ameleyi
onun binâsında istihdam ve istimâl eder.
Birinci nevi, onun memlûk ve köleleridir. Bu nevin, ne maaşı
var ve ne de ücreti var. Belki onlar seyyidlerinin emriyle işledikleri her amelde,
onların gayet latîf bir zevk ve hoş bir şevkleri vardır. Seyyidlerinin methinden
ve vasfından ne deseler onların zevkini ve şevkini ziyâde eder. Onlar o mukaddes
seyyidlerine intisablarını büyük bir şeref bilerek onunla iktifâ ediyorlar. Hem
o seyyidin nâmiyle, hesâbiyle, nazarıyla işlere bakmalarından da mânevî lezzet buluyorlar.
Ücret ve rütbeye ve maaşa muhtaç olmuyorlar.
İkinci kısım ki, bâzı âmî hizmetkârlardır. Bilmiyorlar niçin
işliyorlar. Belki o mâlik-i zîşan onları istimâl ediyor, kendi fikriyle ve ilmiyle
onları çalıştırıyor. Onlara lâyık bir cüz’î ücret dahi veriyor. O hizmetkârlar bilmiyorlar
ki, amellerine ne çeşit küllî gàyeler, âlî maslahatlar terettüb ediyor. Hattâ bâzıları
tevehhüm ediyorlar ki, onların amelleri yalnız kendilerine âit o ücret ve maaşından
başka gàyesi yoktur.
Üçüncü kısım: O mâlikü’l-mülkün bir kısım hayvanâtı var;
onları o şehrin, o sarayın binâsında bâzı işlerde istihdam ediyor. Onlara yalnız
bir yem veriyor. Onların da istidadlarına muvâfık işlerde çalışmaları, onlara bir
telezzüz veriyor. Çünkü, bilkuvve bir kabiliyet ve bir istidad, fiil ve amel sûretine
girse, inbisat ile teneffüs eder, bir lezzet verir; ve bütün faaliyetlerdeki lezzet
bu sırdandır. Şu kısım hizmetkârların ücret ve maaşları yalnız yem ve şu lezzet-i
mâneviyedir. Onunla iktifâ ederler.
Dördüncü kısım: Öyle amelelerdir ki, biliyorlar ne işliyorlar
ve ne için işliyorlar ve kimin için işliyorlar ve sâir ameleler ne için işliyorlar
ve o mâlikü’l-mülkün maksadı nedir, ne için işlettiriyor. İşte bu nevi amelelerin
sâir amelelere bir riyâset ve nezâretleri var. Onların derecât ve rütbelerine göre
derece derece maaşları var.
Aynen bunun gibi, semâvât ve arzın Mâlik-i Zülcelâli ve dünya ve
âhiretin Bâni-i Zülcemâli olan Rabbü’l-âlemîn – değil ihtiyaç için, çünkü her şeyin
Halıkı Odur; belki izzet ve azamet ve rubûbiyetin şuûnâtı gibi bâzı hikmetler için
– şu kâinat sarayında, şu daire-i esbâb içinde hem melâikeyi, hem hayvanâtı, hem
cemâdât ve nebâtâtı, hem insanları istihdam ediyor. Onlara ibâdet ettiriyor. Şu
dört nevi, ayrı ayrı vezâif-i ubûdiyetle mükellef etmiştir.
Birinci kısım: Temsilde memlûklere misâl, melâikelerdir. Melâikeler
ise, onlarda mücâhede ile terakkiyât yoktur, belki her birinin sabit bir makamı,
muayyen bir rütbesi vardır. Fakat, onların, nefs-i amellerinde bir zevk-i mahsusaları
var, nefs-i ibâdetlerinde derecâtlarına göre tefeyyüzleri var. Demek o hizmetkârlarının
mükâfatı hizmetlerinin içindedir. Nasıl insan mâ, hava ve ziyâ ve gıdâ ile tegaddî
edip telezzüz eder; öyle de, melekler zikir ve tesbih ve hamd ve ibâdet ve mârifet
ve muhabbetin envarıyla tegaddî edip, telezzüz ediyorlar. Çünkü, onlar nurdan mahlûk
oldukları için gıdâlarına nur kâfidir. Hattâ nura yakın olan râyiha-i tayyibe dahi
onların bir nevi gıdâlarıdır ki, ondan hoşlanıyorlar. Evet, ervâh-ı tayyibe, revâyih-i
tayyibeyi sever.
Hem melekler Ma’budlarının emriyle işledikleri işlerde ve Onun hesâbiyle
işledikleri amellerde ve Onun nâmiyle ettikleri hizmette ve Onun nazarıyla yaptıkları
nezârette ve Onun intisabıyla kazandıkları şerefte ve Onun mülk ve melekûtunun mütâlâasıyla
aldıkları tenezzühte ve Onun tecelliyât-ı cemâliye ve celâliyesinin müşâhedesiyle
kazandıkları tenâumda öyle bir saadet-i azîme vardır ki, akl-ı beşer anlamaz, melek
olmayan bilemez.
Meleklerin bir kısmı âbiddirler, diğer bir kısmının ubûdiyetleri
ameldedir. Melâike-i arzıyenin amele kısmı bir nevi insan gibidir. Tâbir câiz ise,
bir nevi çobanlık ederler, bir nevi de çiftçilik ederler. Yani, rûy-i zemin umumi
bir mezraadır; içindeki bütün hayvanâtın tâifelerine Halık-ı Zülcelâlin emriyle,
izniyle, hesâbiyle, havl ve kudretiyle bir melek-i müekkel nezâret eder. Ondan daha
küçük herbir nevi hayvanâta mahsus, bir nevi çobanlık edecek bir melâike-i müekkel
var.
Hem de, rûy-i zemin bir tarladır; umum nebâtât onun içinde ekilir.
Umumuna Cenâb-ı Hakkın nâmiyle, kuvvetiyle nezâret edecek müekkel bir melek vardır.
Ondan daha aşağı, bir melek bir tâife-i mahsusaya nezâret etmekle Cenâb-ı Hakka
ibâdet ve tesbih eden melekler var. Rezzâkıyet arşının hamelesinden olan Hazret-i
Mîkâil Aleyhisselâm şunların en büyük nâzırlarıdır.
Meleklerin çoban ve çiftçiler mesâbesinde olanlarının insanlara
müşâbehetleri yoktur. Çünkü, onların nezâretleri sırf Cenâb-ı Hakkın hesâbiyledir
ve Onun nâmiyle ve kuvvetiyle ve emriyledir. Belki nezâretleri, yalnız Rubûbiyetin
tecelliyâtını, memur olduğu nevide müşâhede etmek ve kudret ve rahmetin cilvelerini
o nevide mütâlâa etmek ve evâmir-i İlâhiyeyi o nev’e bir nevi ilham etmek ve o nevin
ef’âl-i ihtiyâriyesini bir nevi tanzim etmekten ibârettir. Ve bilhassa zeminin tarlasındaki
nebâtâta nezâretleri, onların tesbihât-ı mâneviyelerini melek lisâniyle temsil etmek
ve onların hayatlarıyla Fâtır-ı Zülcelâle karşı takdim ettiği tahiyyât-ı mâneviyelerini
melek lisâniyle ilân etmek; hem onlara verilen cihazâtı hüsn-ü istimâl etmek ve
bâzı gàyelere tevcih etmek ve bir nevi tanzim etmekten ibârettir.
Melâikelerin şu hizmetleri, cüz-i ihtiyârîleriyle bir nevi kisbdir,
belki bir nevi ubûdiyet ve ibâdettir; tasarruf-u hakikileri yoktur. Çünkü, herşeyde
Halık-ı Küll-i Şeye has bir sikke vardır; başkaları parmağını icada karıştıramaz.
Demek, melâikelerin şu nevi amelleri ise, onların ibâdetidir; insan gibi, âdetleri
değildir.
Ve bu saray-ı kâinatta ikinci kısım amele, hayvanâttır. Hayvanât
dahi, iştihâ sahibi ve bir nefis ve bir cüz-i ihtiyârîleri olduğundan, amelleri
“hâlisen livechillâh” olmuyor. Bir derece nefislerine de bir hisse çıkarıyorlar.
Onun için Mâlikü’l-Mülk-ü Zülcelâ-li ve’l-İkram, Kerîm olduğundan onların nefislerine
bir hisse vermek için amellerinin zımnında onlara bir maaş ihsan ediyor. Meselâ,
meşhur bülbül kuşu; gülün aşkıyla mâruf o hayvancığı, Fâtır-ı Hakîm istihdam ediyor.
Beş gàye için onu istimâl ediyor:
Birincisi: Hayvanât kabîleleri nâmına, nebâtât tâifelerine
karşı olan münâsebât-ı şedîdeyi ilâna memurdur.
İkincisi: Rahmân’ın rızka muhtaç misafirleri hükmünde olan
hayvanât tarafından bir hatib-i Rabbânîdir ki, Rezzâk-ı Kerîm tarafından gönderilen
hediyeleri alkışlamakla ve ilân-ı sürur etmekle muvazzaftır.
Üçüncüsü: Ebnâ-i cinsine imdad için gönderilen nebâtâta karşı
hüsn-ü istikbâli herkesin başında izhâr etmektir.
Dördüncüsü: Nev-i hayvanâtın nebâtâta derece-i aşka vâsıl
olan şiddet-i ihtiyacını nebâtâtın güzel yüzlerine karşı mübârek başları üstünde
beyân etmektir.
Beşincisi: Mâlikü’l-Mülk-ü Zülcelâli ve’l-Cemâli ve’l-İkramın
bârgâh-ı merhametine en latîf bir tesbihi, en latîf bir şevk içinde, gül gibi en
latîf bir yüzde takdim etmektir.
İşte, şu beş gàyeler gibi başka mânâlar da vardır. Şu mânâlar ve
şu gàyeler, bülbülün Hak Sübhânehü ve Teâlânın hesâbına ettiği amelin gàyesidir.
Bülbül kendi diliyle konuşur. Biz şu mânâları onun hazin sözlerinden fehmediyoruz.
Melâike ve ruhâniyâtın fehmettikleri gibi kendisi kendi nağamâtının mânâsını tamamen
bilmese de fehmimize zarar vermez. “Dinleyen söyleyenden daha iyi anlar” meşhurdur.
Hem, bülbül şu gàyeleri tafsilâtıyla bilmemesinden, olmamasına delâlet etmiyor.
Lâakal, saat gibi sana evkàtını bildirir; kendisi bilmiyor ne yapıyor. Bilmemesi
senin bildiğine zarar vermez.
Ammâ o bülbülün cüz’î maaşı ise, o tebessüm eden ve gülen güzel
gül çiçeklerinin müşâhedesiyle aldığı zevk ve onlarla muhâvere ve konuşmak ve dertlerini
dökmekle aldığı telezzüzdür. Demek onun nağamât-ı hazûnesi, hayvanî teellümâttan
gelen teşekkiyât değil, belki atâyâ-i Rahmâniyeden gelen bir teşekkürâttır.
Sözler, s. 317-319
Enbiyâ ve evliyâya muhabbetin ise, ehl-i gaflete karanlıklı bir
vahşetgâh görünen âlem-i berzah, o nurânîlerin vücudlarıyla tenevvür etmiş menzilgâhları
sûretinde sana göründüğü için, o âleme gitmeye tevahhuş, tedehhüş değil, belki,
bilakis temâyül ve iştiyak hissini verir, hayat-ı dünyeviyenin lezzetini kaçırmaz.
Yoksa, onların muhabbeti, ehl-i medeniyetin meşâhir-i insaniyeye muhabbeti nevinden
olsa, o kâmil insanların fenâ ve zevâllerini ve mâzi denilen mezar-ı ekberinde çürümelerini
düşünmekle, elemli hayatına bir keder daha ilâve eder. Yani, “Öyle kâmilleri çürüten
bir mezara, ben de gideceğim” diye düşünür, mezaristana endişeli bir nazarla bakar,
ah çeker. Evvelki nazarda ise, cisim libasını mâzide bırakıp, kendileri istikbâl
salonu olan berzah âleminde kemâl-i rahatla ikàmetlerini düşünür, mezaristana ünsiyetkârâne
bakar.
Hem, güzel şeylere muhabbetin, mâdem Sâni’leri hesâbınadır, “Ne
güzel yapılmışlar” tarzındadır. O muhabbetin, bir leziz tefekkür olduğu halde hüsünperest,
cemâlperest zevkinin nazarını, daha yüksek, daha mukaddes ve binler defa daha güzel
cemâl mertebelerinin defînelerine yol açar, baktırır. Çünkü, o güzel âsârdan ef’âl-i
İlâhiyenin güzelliğine intikal ettirir; ondan esmânın güzelliğine, ondan sıfatın
güzelliğine, ondan Zât-ı Zülcelâlin cemâl-i bîmisâline karşı kalbe yol açar. İşte
bu muhabbet, bu sûrette olsa, hem lezzetlidir, hem ibâdettir ve hem tefekkürdür.
Gençliğe muhabbetin ise, mâdem Cenâb-ı Hakkın güzel bir ni’meti
cihetinde sevmişsin, elbette onu ibâdette sarf edersin, sefâhette boğdurup öldürmezsin.
Öyle ise, o gençlikte kazandığın ibâdetler, o fânî gençliğin bâkî meyveleridir.
Sen ihtiyarlandıkça, gençliğin iyilikleri olan bâkî meyvelerini elde ettiğin halde,
gençliğin zararlarından, taşkınlıklarından kurtulursun. Hem, ihtiyarlıkta daha ziyâde
ibâdete muvaffakıyet ve merhamet-i İlâhiyeye daha ziyâde liyâkat kazandığını düşünürsün.
Ehl-i gaflet gibi beş on senelik bir gençlik lezzetine mukabil, elli senede, “Eyvah,
gençliğim gitti” diye teessüf edip, gençliğe ağlamayacaksın.
Sözler, s. 588
Niyet gibi, tarz-ı nazar dahi âdeti ibâdete çevirir.
Şu noktaya dikkat et: Nasıl olur niyetle mübah âdât, ibâdât; öyle,
tarz-ı nazarla fünûn-u ekvân, olur maarif-i İlâhî,
Tetkik dahi tefekkür. Yani, ger harfî nazarla, hem san’at noktasında
“Ne güzeldir” yerine, “Ne güzel yapmış Sâni’; nasıl yapmış o mâhı!”
Nokta-i nazarında kâinata bir baksan, nakş-ı Nakkaş-ı Ezel, nizam
ve hikmetiyle lem’a-i kasd ve itkan, tenvir eder şübehi.
Döner ulûm-u kâinat, maarif-i İlâhî. Eğer mânâ-i ismiyle, tabiat
noktasında “zâtında nasıl olmuş” eğer etsen nigâhı,
Bakarsan kâinata, daire-i fünûnun daire-i cehl olur. Bîçare hakikatler,
kıymetsiz eller kıymetsiz eder. Çoktur bunun güvâhı.
Sözler, s. 664
Beşinci Kelime
Yani, bütün
mevcudatta sebeb-i medih ve senâ olan kemâlât O’nundur. Öyleyse, hamd dahi O’na
aittir. Ezelden ebede kadar her kimden her kime karşı gelen ve gelecek medh ü senâ
Ona aittir. Çünkü sebeb-i medih olan nimet ve ihsan ve kemal ve cemal ve medar-ı
hamd olan herşey O’nundur, O’na aittir. Evet, âyât-ı Kur’âniyenin işârâtıyla, bütün
mevcudattan daimî bir surette dergâh-ı İlâhiyeye giden bir ubudiyettir, bir tesbihtir,
bir secdedir, bir duadır ve bir hamd ü senâdır ki, daimî o dergâha gidiyor.
Şu hakikat-i tevhidi ispat eden bir bürhan-ı âzama şöyle işaret
ederiz ki:
Şu kâinata baktığımız vakit, bağistan şeklinde, sakfı ulvî yıldızlarla
yaldızlanmış, zemini ziynetli mevcudatla şenlenmiş surette görünüyor. İşte şu bağistandaki
muntazam nuranî ecrâm-ı ulviye ve hikmetli ve ziynetli mevcudat-ı süfliye, umumen
herbiri, lisan-ı mahsusuyla derler ki: “Biz bir Kadîr-i Zülcelâlin mu’cizât-ı kudretiyiz;
bir Hâlık-ı Hakîm ve bir Sâni-i Kadîrin vahdetine şehadet ederiz.”
Ve şu bağistan-ı âlem içindeki küre-i arza bakıyoruz. Görüyoruz
ki, bir bahçe şeklinde, rengârenk, yüz binler süslü, çiçekli nebâtat taifeleri onda
serilmiş ve çeşit çeşit yüz binler envâ-ı hayvânat onda serpilmiştir.
İşte, şu zemin bahçesinde bütün o süslü nebâtat ve ziynetli hayvânat,
muntazam suretleriyle ve mevzun şekilleriyle ilân ediyorlar ki, “Biz birtek Sâni-i
Hakîmin san’atından birer mu’cizesi, birer harikasıyız ve vahdâniyetin birer dellâlı,
birer şahidiyiz.”
Hem o bahçedeki ağaçların başlarına bakar, görürüz ki: Gayet derecede
alîmâne, hakîmâne, kerîmâne, lâtifâne, cemîlâne yapılmış muhtelif suretlerde meyveleri,
çiçekleri görüyoruz. İşte şunlar, bil’umum bir lisan ile ilân ederler ki, “Biz bir
Rahmân-ı Zülcemâlin ve bir Rahîm-i Zülkemâlin mu’ciznümâ hediyeleriyiz, hayretnümâ
ihsanlarıyız.”
İşte, bağistan-ı kâinattaki ecram ve mevcudat ve küre-i arz bahçesindeki
nebâtat ve hayvânat ve eşcar ve nebâtâtın başlarındaki ezhar ve semerat, nihayet
derecede yüksek bir sadâ ile şehadet eder, ilân eder, derler ki:
Bizim Hâlıkımız ve Musavvirimiz ve bizi hediye veren Kadîr-i Zülcemâl,
Hakîm-i Bîmisal, Kerîm-i Pürneval herşeye kadirdir. Hiçbir şey O’na ağır gelmez.
Hiçbir şey daire-i kudretinden hariç olamaz. Kudretine nispeten, zerreler, yıldızlar
birdir. Küllî, cüz’î kadar kolaydır. Cüz, küll kadar kıymetlidir. En büyük, en küçük
kadar kudretine nispeten rahattır. Küçük, büyük kadar san’atlıdır; belki, san’atça,
küçük büyükten daha büyüktür. Bütün mazideki acaib-i kudreti olan vukuat şehadet
eder ki, o Kadîr-i Mutlak, bütün istikbaldeki acaib-i imkânâta muktedirdir. Dünü
getiren yarını getirdiği gibi, maziyi icad eden o Zât-ı Kadîr, istikbali dahi icad
eder. Dünyayı yapan o Sâni-i Hakîm, âhireti de yapar. Evet, Mâ’bud-u Bilhak yalnız
o Kadîr-i Zülcelâl olduğu gibi, Mahmud-u bi’l-Itlak yine yalnız O’dur. İbadet Ona
mahsus olduğu gibi, hamd ü senâ dahi O’na hastır. Hiç mümkün müdür ki, semâvat ve
arzı hâlk eden bir Sâni-i Hakîm, semâvat ve arzın en mühim neticesi ve kâinatın
en mükemmel meyvesi olan insanları başıboş bıraksın, esbab ve tesadüfe havale etsin,
hikmet-i bâhiresini abesiyete kalb etsin? Hâşâ!
Hiç mümkün müdür ki, Hakîm, Alîm bir zat, bir ağacı gayet ehemmiyetle
tedbir ve tasvir edip ve gayet derecede hikmetle idare ve terbiye ettiği hâlde,
o ağacın gayesi, faydası olan meyvelerine bakmayıp ehemmiyet vermesin; hırsız ellere,
boş yerlere dağılsın, zayi olsun? Elbette bakmamak, ehemmiyet vermemek olamaz. Ağaca
ehemmiyet vermek, meyveleri içindir. İşte, şu kâinatın zîşuuru ve en mükemmel meyvesi
ve neticesi ve gayesi, insandır. Şu kâinatın Sâni-i Hakîmi, mümkün müdür ki, şu
zîşuur meyvelerin meyveleri olan hamd ve ibadeti, şükür ve muhabbeti başkalara verip
hikmet-i bâhiresini hiçe indirsin, veyahut kudret-i mutlakasını acze kalb ettirsin,
veyahut ilm-i muhitini cehle çevirsin? Yüz bin defa hâşâ!
Hiç mümkün müdür ki, şu kâinat sarayının binasındaki makasıd-ı Rabbâniyenin
medarı olan zîşuur ve zîşuurun serfirâzı olan nev-i insanın mazhar olduğu nimetlere
mukabil izhar ettikleri şükür ve ibadeti, o saray-ı kâinatın Sâniinden başkasına
gitsin? Ve o Sâni-i Zülcelâl, o gayetü’l gaye olan şükür ve ibadeti, başkalara gitmesine
müsaade etsin?
Hem hiç mümkün müdür ki, hadsiz envâ-ı nimetiyle kendini zîşuurlara
sevdirsin; ve hadsiz mu’cizât-ı san’atıyla kendini onlara tanıttırsın; sonra onların
şükür ve ibadetlerini, hamd ve muhabbetlerini, marifet ve minnettarlıklarını esbaba
ve tabiata terk edip ehemmiyet vermesin, hikmet-i mutlakasını inkâr ettirsin, saltanat-ı
rububiyetini hiçe indirsin? Yüz bin defa hâşâ ve kellâ!
Hiç mümkün müdür ki, bir baharı hâlk edemeyen ve bütün meyveleri
icad edemeyen ve yeryüzünde sikkeleri bir olan bütün elmaları inşa edemeyen, onların
bir misal-i musağğarı olan bir elmayı hâlk edip ve o elmayı nimet olarak birisine
yedirsin, şükrünü kazansın, Mahmud-u bi’l-Itlaka hamd noktasında iştirak etsin?
Hâşâ! Çünkü, bir elmayı hâlk eden kim ise, bütün dünyaya gelen elmaları icad eden
yine O olabilir. Çünkü sikke birdir. Hem elmaları icad eden kim ise, bütün dünyada
medar-ı rızık olan hububat ve semerâtı hâlk eden yine Odur. Demek, en küçük cüz’î
bir zîhayata en cüz’î bir nimeti veren, doğrudan doğruya kâinatın Hâlıkıdır ve Rezzâk-ı
Zülcelâldir. Öyleyse, şükür ve hamd, doğrudan doğruya O’na aittir. Öyleyse, hakikat-i
kâinat, daima hak lisanıyla der:
Her kimden gelirse
gelsin, ezelden ebede bütün hamdler Ona mahsustur.
Mektubat, s. 230
Üçüncü sabır: İbadet üzerine sabırdır ki, şu sabır onu makam-ı
mahbubiyete kadar çıkarıyor, en büyük makam olan ubudiyet-i kâmile cânibine sevk
ediyor.
Beşinci Sualiniz: Sinn-i mükellefiyet on beş sene kabul ediliyor.
Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm nübüvvetten evvel nasıl ibadet ederdi?
Elcevap: Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmın, Arabistan’da çok
perdeler altında cereyan eden bakiye-i dini ile. Fakat farziyet ve mecburiyet suretiyle
değil, belki ihtiyarıyla ve mendubiyet suretiyle ibadet ederdi. Şu hakikat uzundur;
şimdilik kısa kalsın.
Mektubat, s. 272
Eğer desen: Madem o Habîbullahtır. Bu kadar salâvat ve duaya
ne ihtiyacı var?
Elcevap: O zat (a.s.m.) umum ümmetinin saadetiyle alâkadar
ve bütün efrad-ı ümmetinin her nevi saadetleriyle hissedardır ve her nevi musibetleriyle
endişedardır. İşte, kendi hakkında merâtib-i saadet ve kemâlât hadsiz olmakla beraber,
hadsiz efrad-ı ümmetinin, hadsiz bir zamanda, hadsiz envâ-ı saadetlerini hararetle
arzu eden ve hadsiz envâ-ı şekavetlerinden müteessir olan bir zat, elbette hadsiz
salâvat ve dua ve rahmete lâyıktır ve muhtaçtır.
Eğer desen: Bazen kati olacak işler için dua edilir: meselâ
husuf ve küsuf namazındaki dua gibi. Hem bazen hiç olmayacak şeyler için dua edilir.
Elcevap: Başka Sözlerde izah edildiği gibi, dua bir ibadettir.
Abd, kendi aczini ve fakrını dua ile ilân eder. Zâhirî maksatlar ise, o duanın ve
o ibadet-i duaiyenin vakitleridir; hakikî faydaları değil. İbadetin faydası âhirete
bakar. Dünyevî maksatlar hâsıl olmazsa, “O dua kabul olmadı” denilmez. Belki “Daha
duanın vakti bitmedi” denilir.
Hem hiç mümkün müdür ki, bütün ehl-i imanın bütün zamanlarda mütemadiyen
kemâl-i hulûs ve iştiyak ve dua ile istedikleri saadet-i ebediye onlara verilmesin
ve bütün kâinatın şehadetiyle hadsiz rahmeti bulunan o Kerîm-i Mutlak, o Ra-hîm-i
Mutlak, bütün onların o duasını kabul etmesin ve saadet-i ebediye vücut bulmasın?
Mektubat, s. 291
Sünnet-i Seniyyenin herbir nevine tamamen bilfiil ittibâ etmek,
ehass-ı havassa dahi ancak müyesser olur. Ona bilfiil olmasa da, binniyet, bilkast,
taraftarâne ve iltizamkârâne talip olmak, herkesin elinden gelir. Farz ve vâcip
kısımlara zaten ittibâa mecburiyet var. Ve ubudiyetteki müstehap olan Sünnet-i Seniyyenin
terkinde, günah olmasa dahi, büyük sevabın zayiatı var. Tağyirinde ise büyük hata
vardır. Âdât ve muamelâttaki Sünnet-i Seniyye ise, ittibâ ettikçe, o âdât, ibadet
olur. Etmese itab yok; fakat Habibullahın âdâb-ı hayatiyesinin nurundan istifadesi
azalır.
Ahkâm-ı ubudiyette yeni icadlar bid’attır. Bid’atlar ise,
sırrına münafi
olduğu için, merduttur. Fakat, tarikatte evrad ve ezkâr ve meşrepler nev’inden olsa
ve asılları Kitap ve Sünnetten ahzedilmek şartıyla, ayrı ayrı tarzda, ayrı ayrı
surette olmakla beraber, mukarrer olan usul ve esasat, Sünnet-i Seniyyeye muhalefet
ve tağyir etmemek şartıyla, bid’a değillerdir. Lâkin bir kısım ehl-i ilim, bunlardan
bir kısmını bid’aya dahil edip, fakat “bid’a-i hasene” namını vermiş. İmam-ı Rabbânî
Müceddid-i Elf-i Sâni (r.a.) diyor ki:
“Ben seyr-i sülûk-i ruhanîde görüyordum ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâmdan mervî olan kelimat nurludur, Sünnet-i Seniyye şuâı ile parlıyor. Ondan
mervî olmayan parlak ve kuvvetli virdleri ve halleri gördüğüm vakit, üstünde o nur
yoktu. Bu kısmın en parlağı, evvelkinin en azına mukabil gelmiyordu. Bundan anladım
ki, Sünnet-i Seniyyenin şuâı bir iksirdir. Hem o Sünnet, nur isteyenlere kâfidir;
hariçte nur aramaya ihtiyaç yoktur.”
İşte, böyle hakikat ve şeriatın bir kahramanı olan bir zâtın bu
hükmü gösteriyor ki, Sünnet-i Seniyye, saadet-i dâreynin temel taşıdır ve kemâlâtın
madeni ve menbaıdır.
Lem’alar, s. 61
Bazı risalelerde gayet katî ispat ettiğimiz gibi, hâkimiyetin şe’ni,
müdahaleyi reddetmektir. Hattâ, en ednâ bir hâkim, bir memur, daire-i hâkimiyetinde
oğlunun müdahalesini kabul etmiyor. Hattâ, hâkimiyetine müdahale tevehhümüyle, bazı
dindar padişahlar, halife oldukları halde mâsum evlâtlarını katletmeleri, bu redd-i
müdahale kanununun hâkimiyette ne kadar esaslı hükmettiğini gösteriyor. Bir nahiyede
iki müdürden tut, tâ bir memlekette iki padişaha kadar, hâkimiyetteki istiklâliyetin
iktiza ettiği men-i iştirak kanunu, tarih-i beşerde çok acip hercümerc ile kuvvetini
göstermiş.
Acaba âciz ve muavenete muhtaç insanlardaki âmiriyet ve hâkimiyetin
bir gölgesi bu derece müdahaleyi reddetmeyi ve başkasının müdahalesini men etmeyi
ve hâkimiyetinde iştirak kabul etmemeyi ve makamında istiklâliyetini nihayet taassupla
muhafazaya çalışmayı gör; sonra, hâkimiyet-i mutlaka rububiyet derecesinde; ve âmiriyet-i
mutlaka ulûhiyet derecesinde; ve istiklâliyet-i mutlaka ehadiyet derecesinde; ve
istiğnâ-yı mutlak kadîriyet-i mutlaka derecesinde bir Zât-ı Zülcelâlde, bu redd-i
müdahale ve men-i iştirak ve tard-ı şerik, ne derece o hâkimiyetin zarurî bir lâzımı
ve vâcip bir muktezası olduğunu, kıyas edebilirsen et.
Amma ikinci şık şüphen ki: Bazı esbab, bazı cüz’iyâtın bazı
ubudiyetlerine merci olsa, o Mâbûd-u Mutlak olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda müteveccih,
zerrattan seyyârâta kadar mahlûkatın ubudiyetlerinden ne noksan gelir?
Elcevap: Şu kâinatın Hâlık-ı Hakîmi, kâinatı bir ağaç hükmünde
halk edip, en mükemmel meyvesini zîşuur, ve zîşuurun içinde en câmi meyvesini insan
yapmıştır. Ve insanın en ehemmiyetli, belki insanın netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı
ve semere-i hayatı olan şükür ve ibadeti, o Hâkim-i Mutlak ve Âmir-i Müstakil, kendini
sevdirmek ve tanıttırmak için kâinatı halk eden o Vâhid-i Ehad, bütün kâinatın meyvesi
olan insanı ve insanın en yüksek meyvesi olan şükür ve ibadetini başka ellere verir
mi? Bütün bütün hikmetine zıt olarak, netice-i hilkati ve semere-i kâinatı abes
eder mi? Hâşâ ve kellâ, hem hikmetini ve rububiyetini inkâr ettirecek bir tarzda,
mahlûkatın ibadetlerini başkalara vermeye rıza gösterir mi? Hiç müsaade eder mi?
Ve hem hadsiz bir derecede kendini sevdirmeyi ve tanıttırmayı ef’âliyle gösterdiği
halde, en mükemmel mahlûkatının şükür ve minnettarlıklarını, tahabbüb ve ubudiyetlerini
başka esbaba vermekle kendini unutturup, kâinattaki makasıd-ı âliyesini inkâr ettirir
mi? Ey tabiatperestlikten vazgeçen arkadaş, haydi sen söyle.
Lem’alar, s. 191
Birinci Sual: Çok tembellerden ve târikü’s-salâtlardan işitiyoruz.
diyorlar ki: “Cenâb-ı Hakkın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kur’ân’da çok
şiddet ve ısrarla, ibadeti terk edeni zecredip Cehennem gibi dehşetli bir cezayla
tehdit ediyor? İtidalli ve istikametli ve adaletli olan ifade-i Kur’âniyeye nasıl
yakışıyor ki, ehemmiyetsiz bir cüz’î hataya karşı nihayet şiddeti gösteriyor?”
Elcevap: Evet, Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir
şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî
yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz. Acaba bir
hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda
ettiği ısrara mukabil, hekime dese: “Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?”
Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın.
Amma Kur’ân’ın, terk-i ibadet hakkında şiddetli tehdidâtı ve dehşetli
cezaları ise: Nasıl ki bir padişah, raiyetinin hukukunu muhafaza etmek için, âdi
bir adamın, raiyetinin hukukuna zarar veren bir hatasına göre, şiddetli cezaya çarpar.
Öyle de, ibadeti ve namazı terk eden adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin raiyeti hükmünde
olan mevcudatın hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve mânevî bir zulüm eder. Çünkü,
mevcudatın kemalleri, Sânie müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadetle tezahür eder.
İbadeti terk eden, mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder.
O vakit, ibadet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve herbiri birer mektub-u
Samedânî ve birer âyine-i esmâ-i Rabbâniye olan mevcudatı âli makamlarından tenzil
ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, câmid, perişan bir vaziyette telâkki ettiğinden,
mevcudatı tahkir eder, kemâlâtını inkâr ve tecavüz eder.
Evet, herkes kâinatı kendi aynasıyla görür. Cenâb-ı Hak, insanı
kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden
hususî bir âlem vermiş; o âlemin rengini, o insanın itikad-ı kalbîsine göre gösteriyor.
Meselâ, gayet meyus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve meyus
suretinde görür. Gayet sürurlu ve neşeli, müjdeli ve kemâl-i neşesinden gülen bir
adam, kâinatı neşeli, güler gördüğü gibi; mütefekkirâne ve ciddî bir surette ibadet
ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcut ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını
bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam, mevcudatı,
hakikat-i kemâlâtına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder
ve mânen onların hukukuna tecavüz eder. Hem o târikü’s-salât, kendi kendine mâlik
olmadığı için, kendi mâlikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder. Onun mâliki,
o abdinin hakkını onun nefs-i emmâresinden almak için, dehşetli tehdit eder. Hem
netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı olan ibadeti terk ettiğinden, hikmet-i İlâhiye
ve meşiet-i Rabbâniyeye karşı bir tecavüz hükmüne geçer. Onun için cezaya çarpılır.
Elhasıl, ibadeti terk eden hem kendi nefsine zulmeder -nefis ise
Cenâb-ı Hakkın abdi ve memlûküdür- hem kâinatın hukuk-u kemâlâtına karşı bir tecavüz,
bir zulümdür. Evet, nasıl ki küfür, mevcudata karşı bir tahkirdir; terk-i ibadet
dahi, kâinatın kemâlâtını bir inkârdır. Hem hikmet-i İlâhiyeye karşı bir tecavüz
olduğundan, dehşetli tehdide, şiddetli cezaya müstehak olur.
İşte bu istihkakı ve mezkûr hakikati ifade etmek için, Kur’ân-ı
Mu’cizü’l-Beyan, mu’cizâne bir surette o şiddetli tarz-ı ifadeyi ihtiyar ederek,
tam tamına hakikat-i belâgat olan mutabık-ı mukteza-yı hâle mutabakat ediyor.
Lem’alar, s. 193
Ey sabırsız hasta! Sabret, belki şükret. Senin bu hastalığın, ömür
dakikalarını birer saat ibadet hükmüne getirebilir. Çünkü ibadet iki kısımdır. Biri
müsbet ibadettir ki, namaz, niyaz gibi malûm ibadetlerdir. Diğeri menfi ibadetlerdir
ki, hastalıklar, musibetler vasıtasıyla musibetzede aczini, zaafını hisseder, Hâlık-ı
Rahîmine iltica eder, yalvarır. Hâlis, riyâsız, mânevî bir ibadete mazhar olur.
Evet, hastalıkla geçen bir ömür, Allah’tan şekvâ etmemek şartıyla,
mü’min için ibadet sayıldığına rivâyât-ı sahiha vardır. Hattâ bazı sâbir ve şâkir
hastaların bir dakikalık hastalığı, bir saat ibadet hükmüne geçtiği ve bazı kâmillerin
bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçtiği, rivâyât-ı sahiha ve keşfiyat-ı sadıka
ile sabittir. Senin bir dakika ömrünü bin dakika hükmüne getirip, sana uzun ömrü
kazandıran hastalıktan teşekkî değil, teşekkür et.
Lem’alar, s. 207
Hem hayat, bütün kâinattan süzülmüş en sâfi bir hülâsası olduğu
gibi, kâinattaki en mühim bir maksad-ı İlâhî ve hilkat-i âlemin en mühim neticesi
olan şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir sırr-ı âzamdır.
İşte, hayatın bu mezkûr yirmi dokuz ehemmiyetli ve kıymettar hassalarını
ve ulvî ve umumî vazifelerini nazara al. Sonra bak, Muhyî isminin arkasında ism-i
Hayyın azametini gör. Ve hayatın bu azametli hassaları ve meyveleri noktasından,
ism-i Hayy nasıl bir İsm-i Âzam olduğunu bil.
Hem anla ki, bu hayat madem kâinatın en büyük neticesi ve en azametli
gayesi ve en kıymettar meyvesidir; elbette bu hayatın dahi kâinat kadar büyük bir
gayesi, azametli bir neticesi bulunmak gerektir. Çünkü ağacın neticesi meyve olduğu
gibi, meyvenin de çekirdeği vasıtasıyla neticesi, gelecek bir ağaçtır. Evet, bu
hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi, bir meyvesi de, hayatı veren
Zât-ı Hayy ve Muhyîye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki, bu şükür
ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise, hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın gayesidir.
Ve bundan anla ki, bu hayatın gayesini “rahatça yaşamak ve gafletli
lezzetlenmek ve heveskârâne nimetlenmektir” diyenler, gayet çirkin bir cehaletle,
münkirâne, belki de kâfirâne, bu pek çok kıymettar olan hayat nimetini ve şuur hediyesini
ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkir edip dehşetli bir küfran-ı nimet ederler.
Lem’alar, s. 324
Berâhin-i Tevhidiyeye dairdir
Dünyaya iman için gönderilen ve bütün kâinatta fikren seyahat eden
ve herşeyden Hâlıkını soran ve her yerde Rabbini arayan ve hakkalyakîn derecesinde
İlâhını vücub-u vücud noktasında bulan dünya misafiri, kendi aklına dedi ki:
“Gel, Vâcibü’l-Vücud Hâlıkımızın vahdet bürhanlarını temâşâ için
yine beraber bir seyahate gideceğiz.”
Beraber gittiler. Birinci menzilde gördüler ki, kâinatı istilâ eden
dört hakikat-i kudsiye, vahdeti bedahet derecesinde istilzam edip isterler.
Birinci Hakikat, ulûhiyet-i mutlakadır.
Evet, nev-i beşerin her taifesi birer nevi ibadetle fıtrî gibi meşgul
olması; ve sâir zîhayatın, belki cemâdâtın dahi fıtrî hizmetleri birer nevi ibadet
hükmünde bulunması; ve kâinatta maddî ve mânevî bütün nimetlerin ve ihsanların herbiri,
bir mâbudiyet tarafından, hamd ve ibadeti yaptıran perestişe ve şükre birer vesile
olmaları; ve vahiy ve ilhamlar gibi bütün tereşşuhat-ı gaybiye ve tezahürat-ı mâneviyenin
birtek İlâhın mâbudiyetini ilân etmeleri, elbette ve bedahetle bir ulûhiyet-i mutlakanın
tahakkukunu ve hükümferma olduğunu ispat ederler.
Madem böyle bir ulûhiyet hakikatı var, elbette iştirakı kabul edemez.
Çünkü ulûhiyete, yani mâbudiyete karşı şükür ve ibadetle mukabele edenler, kâinat
ağacının en nihayetlerinde bulunan zîşuur meyveleridir. Ve başkaların o zîşuurları
memnun ve minnettar edip yüzlerini kendilerine çevirmesi ve görünmediğinden çabuk
unutturulabilen hakikî mâbudlarını onlara unutturması, ulûhiyetin mahiyetine ve
kudsî maksatlarına öyle bir zıddiyettir ki, hiçbir cihetle müsaade etmez. Kur’ân’ın
çok tekrar ile ve şiddetle şirki red ve müşrikleri Cehennemle tehdit etmesi, bu
cihettendir.
Şualar, s. 138
(Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Cinleri ve insanları ancak
Bana îman ve ibâdet etsinler diye yarattım. Zâriyat Sûresi, 51:56.)
Bu âyet-i uzmânın sırrıyla, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti
ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve Ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın
vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti, mârifetullah ve iman-ı billâhtır ve iz’an
ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.
Evet, fıtraten daimî bir hayat ve ebedî yaşamak isteyen ve hadsiz
emelleri ve nihayetsiz elemleri bulunan bîçare insana, elbette o hayat-ı ebediyenin
üssü’l-esası ve anahtarı olan iman-ı billâh ve mârifetullah ve vesilelerinden başka
olan şeyler ve kemâlâtlar o insana nisbeten aşağıdır. Belki çoğunun kıymetleri yoktur.
Şualar, s. 93
Beşinci Kelime:
Ancak Sana
kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz. (Fatiha Suresi: 5.)’dir. Bundaki hüccete
işaretten evvel hakikatli bir seyahat-i hayaliyeyi Yirmi Dokuzuncu Mektubun izahına
binaen kısaca beyan etmek kalbe geldi. Şöyle ki:
Bir zaman, Kur’an’ın mu’cizelerini ararken, Risale-i Nurda hususan
İşaratü’l-İcaz tefsir-i Nuride ve Rumuz-u Semaniyede beyanları gibi, Sure-i Fethin
ahirindeki ayette dört beş mucize ve ihbar-ı gaybiyi, hatta
Bugün senin
cesedini kurtaracağız. (Yunus Suresi: 92. ) cümlesinde bir tarihi mu’cizeyi, hatta
çok kelimelerinde müteaddit i’caz lem’alarını ve bazı harflerinde mu’cizane nükteleri
bulduğum bir zamanda, namazda Fatihayı okurken
deki Nun’un
bir mucizesini bana bildirmek için bir sual kalbime geldi:
Neden
, yani, “Ben
ibadet ve istiane ederim” denilmedi, nun-u mütekellim-i maal-gayr ile, yani, “Biz
Sana ibadet ve istiane ederiz” demiş?
Birden o nun kapısıyla bir seyahat-i hayaliye meydanı açıldı. Namazdaki
cemaatin azim sırnnı ve büyük menfaatini ve bu tek harf bir mu’cize olduğunu şuhud
derecesinde bildim ve gördüm. Şöyle ki:
Ben, o zaman İstanbul’da Bayezid Camiinde namaz kılarken,
Ancak Sana kulluk
eder, ancak Senden yardım dileriz. (Fatiha Süresi: 5.) dedim. Baktım, o camideki
cemaat, benim gibi diyerek bu davama ve
Bizi [doğru
yola] ilet. (Fatiha Suresi: 6.) -’daki duama tamamen iştirak edip tasdik ettikleri
zamanda, bir perde daha açıldı. Gördüm ki, İstanbul’un bütün mescidleri, büyük bir
Bayezid hükmüne geçtiler. Aynen benim gibi
deyip benim
davalarıma ve dualarıma imza basıyorlar, “Amin” diyorlar. Ve bana bir nevi şefaatçi
suretini almaları içinde, hayalime bir perde daha açıldı. Gördüm ki, alem-i İslam,
büyük bir mescid suretini aldı. Mekke, Kabe mihrab hükmüne geçti. Bütün namaz kılan
Müslümanların safları, dairevi bir tarzda o kudsi mihraba teveccüh ederek, benim
gibi deyip,
herbiri umum namına hem dua, hem tasdik eder, hem onları kendine şefaatçi yapar.
Hem, “Bu kadar azim bir cemaatin yolu, davası yanlış olamaz ve duası reddedilmez;
şeytani vesveseleri tard eder” diye düşünürken ve namazda cemaatin büyük menfaatlerini
bilmüşahede tasdik ederken, bir perde daha açıldı. Gördüm ki, kâinat bir cami-i
ekber ve bütün mahlukat taifeleri bir salat-ı kübrada cemaat ile herbiri kendine
mahsus bir ibadetle ve hâl dili ile bir nevi namaz kılıyorlar gibi Mâbud-u Zülcelalin
muhit rububiyetine karşı çok geniş bir ubudiyetle mukabele için tedbiri umumun şehadetlerini
ve tevhidlerini tasdik eder ki, aynı neticeyi ispat tarzında vaziyet alıyorlar diye
müşahede ederken, birden bir perde daha açıldı. Gördüm ki, nasıl bir insan-ı ekber
olan kâinat lisan-ı hâl ve çok eczaları istidat ve ihtiyac-ı fıtri lisanıyla ve
zişuur mevcudatları lisan-ı kal ile
diyorlar ve
Halıkının merhametkarane rububiyetine karşı ubudiyetlerini gösteriyorlar; aynen
öyle de, bir küçücük kâinat hükmünde o cemaat-i uzmada her bir arkadaşımın cesedi
gibi benim cesedimdeki zerreler ve kuvveler ve duygularım dahi Halıkının rububiyetine
karşı itaat ve ihtiyaçlarının lisan-ı haliyle
diyerek emir
ve irade-i İlahiyeye göre hareket ettiklerini ve her anda Halıklarının inayetine
ve merhametine ve yardımına muhtaç olduklarını gösteriyorlar gördüm. Hem namazdaki
cemaatin kudsi sırrını, hem Nun’un güzel mu’cizesini hayretle müşahede edip, nun
kapısıyla girdiğim gibi çıktım, “Elhamdülillah” dedi.
cümlesini,
o üç cemaatin ve o büyük ve küçücük arkadaşlarım hesabına da söylemeye çalıştım.
Şimdi mukaddime bitti, sadede dönüyoruz.
’in işaret ettikleri
hüccete gayet kısa bir işarettir:
Evvela: Biz, gözümüzle görüyoruz: Kâinatta, hususan zemin
yüzünde dehşetli ve daimi bir faaliyet ve hallakıyetin intizamla cereyanı içinde
merhametkarane, müdebbirane bir rububiyet-i mutlaka hadsiz zihayatların istianelerine
ve fiilen ve halen ve kalen istimdatlarına ve dualarına kemal-i hikmet ve inayet
ile imdat ve herbirine fiilen cevap vermek tezahürü içinde bir uluhiyyet-i mutlaka,
bir mâbudiyet-i ammenin tecelliyatı, umum mahlukatın, hususan zihayatın ve bilhassa
insan taifelerinin fıtri ve ihtiyari binler tarzdaki ibadetlerine mukabelesini akl-ı
selim ve iman gözü gördüğü gibi, bütün semavi fermanlar ve enbiyalar haber veriyorlar.
Saniyen:
nun’unun
remziyle mukaddimede mezkur üç cemaatten herbiri ve umumu, beraber, çeşit çeşit,
fıtri ve ihtiyari ibadetlerle meşgul olmaları, şeksiz, bedahetle bir mâbudiyete
karşı şakirane bir mukabele ve bir Mâbud-u Mukaddesin mevcudiyetine hadsiz ve şüphesiz
bir şehadettir. Ve
’nun remziyle
mezkur üç cemaatin, yani mecmu-u kâinattan ta bir ceseddeki zerrelerin cemaatinden
her bir taifenin, her bir ferdin fiili ve hali istianeleri ve dualan var. Ve onların
muavenetlerine koşan ve dualarına kabul ile cevap veren bir şefkatli Müdebbire,
şüphesiz şahadet eder. Mesela, Yirmi Üçüncü Sözün dediği gibi, zemindeki umum mahlukatın
üç nevi duaları pek harika ve ümidin haricinde kabul olması, bir Rabb-i Rahim ve
Mucibe kati şahadet eder. Evet, tohumlar ve çekirdekler, istidat lisanıyla, herbiri
birer ağaç ve birer sünbüle olmayı Halıkından isteyip duaları gözümüz önünde kabul
olması gibi, bütün hayvanatın ihtiyac-ı fıtri lisanıyla elleri yetişmediği yerlerden
rızıklarını ve hayatlarına lüzumu bulunan ve iktidarlarının haricindeki matlublarını
birisinden isteyip o fıtri ihtiyaç diliyle ettikleri bütün dualarını gözümüz önünde
kabul eden ve imdatlarına acib ve şuursuz mahlukatı vakti vaktine hikmetle koşturan
bir Halık-ı Kerime zahir şahadet eder.
İşte bu iki kısma kıyasen, lisan-ı kal ile edilen duaların bütün
nevileri, hususan enbiyaların (aleyhimüsselam) ve havasların harika bir surette
makbuliyeti,
Ancak senden yardım dileriz-’deki hüccet-i vahdaniyete şahadet eder.
Şualar, s. 530-532
İ’lem eyyühe’l-aziz! Mü’minler ibadetlerinde, dualarında birbirine
dayanarak cemaatle kıldıkları namaz ve sair ibadetlerinde büyük bir sır vardır ki,
herbir fert, kendi ibadetinden kazandığı miktardan pek fazla bir sevap cemaatten
kazanıyor. Ve herbir fert ötekilere duacı olur, şefaatçi olur, tezkiyeci olur- bilhassa
Peygamber Aleyhissalatü Vesselama… Ve keza, herbir fert, arkadaşlarının saadetinden
zevk alır ve Hallak-ı Kainata ubudiyet etmeye ve saadet-i ebediyeye namzet olur.
İşte mü’minler arasında, cemaatler sayesinde husule gelen şu ulvi,
manevi teavün ve birbirine yardımlaşmakla hilafete haml, emanete mazhar olmakla
beraber mahlûkat içerisinde mükerrem ünvanını almıştır.
Mesnevi-i Nuriye, s. 201
Hâşiye1: Rızk-ı helâl iktidar ile alınmadığına, belki
iftikàra binâen verildiğine delil-i katî, iktidarsız yavruların hüsn-ü maîşeti ve
muktedir canavarların dîyk-ı maîşeti, hem zekâvetsiz balıkların semizliği ve zekâvetli,
hileli tilki ve maymunun derd-i maîşetle vücudca zayıflığıdır. Demek, rızık iktidar
ve ihtiyâr ile ma’kûsen mütenâsibdir; ne derece iktidar ve ihtiyârına güvense, o
derece derd-i maîşete mübtelâ olur.
Hâşiye2: Evet, aç bir arslan zayıf bir yavrusunu kendi
nefsine tercih ederek, elde ettiği bir eti yemeyip yavrusuna vermesi; hem, korkak
tavuk, yavrusunu himâye için ite, aslana saldırması; hem, incir ağacı kendi çamur
yiyerek yavrusu olan meyvelerine hâlis süt vermesi, bilbedâhe nihayetsiz Rahîm,
Kerîm, Şefîk bir Zâtın hesâbiyle hareket ettiklerini kör olmayana gösteriyorlar.
Evet, nebâtât ve behimiyât gibi şuursuzların gayet derecede şuurkârâne ve hakîmâne
işler görmesi, bizzarûre gösterir ki, gayet derecede Alîm ve Hakîm birisi vardır
ki, onları işlettiriyor; onlar, Onun nâmiyle işliyorlar.