Worship: Climax of Divine Love

Allah Ma’bud’dur. Yani kendisine ibadet edilen, perestişe layık
olan, perestiş edilen, kulluk yapılan, itaat edilen, emirlerine boyun eğilen, sözü
ve kelamı dinlenen Ma’bud-u Bilhak Cenab-ı Hak’tır. Peygamber Efendimiz’den (a.s.m.)
rivayet edilen1 Ma’bud ismi Kur’an’da fiil ve emir sigası halinde gelmiştir: “Ey
insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin”2 Cenab-ı Hak,
bir diğer ayette, “Allah’a ibadet edin. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın”3 buyurmakta;
diğer bir ayette ise Peygamber Efendimizin (a.s.m.) inkârcılara şöyle seslenmesi
istenmektedir: “Ben sizin taptıklarınıza tapıcı da değilim! Benim ibadet ettiğime
de siz ibadet edici değilsiniz!”4-5

Kur’an’ın birçok ayetinde göklerin ve yerin Allah’a boyun eğdiği, tesbih ve secde
ettiği bildirilmiştir. Mesela, “O, gökte de ilâh olandır, yerde de ilâh olandır.”6,
“Görmedin mi ki şüphesiz, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, ağaçlar,
hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde etmektedir.”7 Ve “(Allah) göklerin,
yerin ve bu ikisi arasındakilerin Rabbidir. Şu hâlde, O’na ibadet et ve O’na ibadet
etmede sabırlı ol. Hiç, O’nun adını taşıyan bir başkasını biliyor musun?”8 ayetleri
ibadetin kime olması gerektiğini işaret eder. “Göklerde ve yerde kim varsa, ister
istemez kendileri de gölgeleri de sabah akşam Allah’a boyun eğer”9 ayeti ise kâinatın
ibadetinin sürekliliğini ifade etmektedir. “Baksana göklerde olan, yerde olan herkes,
kanatlarını çarparak uçan dizi dizi kuşlar, hep Allah’ı tesbih ederler. Onlardan
her biri kendi duasını ve tesbihini pekiyi bellemiştir”10 ayeti ise mahlûkatın ibadetlerinin
kemalatına dikkat çekmektedir. “Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah’ı tespih etmektedir”11
ve “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey
O’nu hamd ile tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız“12 ayetleri
de kâinatın tesbihinin farkında olmaya teşvik eden ayetlerdir.

Risale-i Nur Külliyatı’nda kâinatın ve özellikle de insanın ibadeti meselesi
ehemmiyetli bir yer işgal etmiştir. Bu geniş muhteva Esma-i Hüsna noktasında da
zengin bir kullanımı beraberinde getirmiştir. Nur Külliyatı’nda Ma’bud13 isminin
gökkuşağı Ma’bud-u Bâkî14, Ma’bud-u Bilhak15, Ma’bud-u Cemîl-i Zülcelâl16, Ma’bud-u
Ezelî17, Ma’bud-u Hakiki18, Ma’bud-u Mahmud19, Ma’bud-u Mukaddes20, Ma’bud-u Mutlak21,
Ma’bud-u Lemyezel22, Ma’bud-u Zülcelâl23 tonlarını netice vermiştir.

Bu makalede öncelikle kâinatın tesbih ve ibadetinin mahiyeti ve onun içinde insanın
ibadetinin ehemmiyeti incelenecektir. Daha sonra insanın ibadetinin çeşitleri olan
dua, namaz, tefekküri ve menfi ibadet hakikatleri üzerinde durulacaktır. Ardından
insanlar arasında en mükemmel fert olan Peygamber Efendimizin (a.s.m) Mi’racına
ve sünnet-i seniyyesine, ibadet ve külli ubudiyet perspektifinden bakılmaya çalışılacaktır.
Meselenin nihayetinde ibadetin ve ubudiyetin ruhu olan niyet ve ihlâs hakikatlerine
temas edilecektir.

Kâinat “Mescid-i Ekber”, İnsan “Abd-i Sâcid”dir

Her insan kâinatı kendi aynasında görür. Kâinata bakışını ise “itikad-ı kalbî”si
derinlemesine etkiler.24 Küfür kâinatı yokluk ve abesiyet karanlıklarına gark ederken;
iman ise kâinatın mülk cihetini şeffaflaştırır ve melekûtunun derinliklerinde tulu
eden Esma-i Hüsna’nın seyrini sağlar. Bu sır gereği kâinatın hakiki mahiyeti olan
ibadetini ancak Allah’a itikat eden ve hakkıyla O’na ibadet eden biri görebilir.
Kâinatın ve içindeki varlıkların ibadetini fark edebilmek için ise kâinata mescid
ve mevcudata sâcid nazarıyla bakmak gerekir.

Vahşi bir adam, Cuma namazı vaktinde, Sultanahmet camii gibi büyük bir camiye
girer. Amir-memur, zengin-fakir, genç-yaşlı farkı olmaksızın herkesin tek sesle
kalkıp, eğilip, oturduklarını görür. İçinde bulunduğu mekânı cami ve duyduğu sesi
ise ilahi emrin yansıması olarak bilmediği takdirde, görünmez iplerin bu topluluğu
hareket ettirdiğini hayal eder. Bu olay kâinata bakış tarzının da bir temsili olabilmektedir.
Kâinatta zerrelerden gökadalara kadar her şeyin intizamlı mükemmel hareketleri vardır.
Bu hareketlerin ve faaliyetlerin gerçek mahiyetini anlayabilmek için kâinata “Ma’bud-u
Ezeli’nin muntazam bir mescidi” nazarıyla bakmak gerekmektedir.25 Kâinat “Öyle muhteşem
ve içi hadsiz âyâtla ve manidar nakışlarla tezyin edilmiş ve mescid-i Rahmanîdir
ki, her bir köşesinde bir taife, bir nevi ibadet-i fıtriye ile iştigal eder.”26

Kâinatın büyük bir mescid olması hakikati Kur’an’ın ayetlerinde de belagatli
bir ifadeyle ihsas edilmiştir: “Göklerde ve yerde kimler varsa O’na aittir. O’nun
huzurunda bulunanlar, O’na ibadet hususunda kibirlenmezler ve yorulmazlar.”27 “Göklerde
ve yerde bulunan hiçbir kimse yoktur ki (kıyamet günü) Rahman’ın huzuruna kul olarak
çıkmasın.”28

Allah’ın yüceliği karşısında sadece insanoğlu değil kâinatta bulunan her şey
lisan-ı hâl ile O’na ibadet eder. Kur’an’da, yerde ve gökte ne varsa hepsinin Allah’ı
hamd ile tesbih ettiği belirtilmektedir.29 Yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar,30
gökte dizi halinde uçan kuşlar31 ve diğer varlıklar Allah’ın istediği şekilde O’na
ibadet eder ki buna “kâinatın ibadeti” denir.32 Nur’un eşsiz ifadesiyle kâinatın
ibadeti “âyât-ı Kur’aniyenin işaratıyla, bütün mevcudattan daimi bir surette dergâh-ı
İlahiyeye giden bir ubudiyettir, bir tesbihtir, bir secdedir, bir duadır ve bir
hamd ü senadır ki, daimi o dergâha gidiyor.”33

Mevcudata dikkatle bakıldığında canlı-cansız her şeyin mükemmel bir sistemin
içinde kendilerine yüklenen görevleri ifa ettikleri görülmektedir. “Şuurkârâne”,
“intizamperverâne” ve “ubudiyetkârane” bir şekilde hassasiyetle her şeyin görevine
koşması, durmak bilmeden şevkle hareket etmesi, mevcudatı ibadete sevk eden bir
Ma’bud-u Bilhakk’ın varlığını ve birliğini göstermektedir.34 Kâinatın şahit olunan
mülk boyutundaki bu esaslı hakikat, melekût boyutunun sakinleri olan sayısız meleklerin
ve ruhanilerin ubudiyetleriyle –muhteşem bir hâl kazanarak– kemale ermektedir. Melekler
ve ruhanilerle görüşen peygamberler ve veliler sayısınca bu hakikatin sadık şahitleri
vardır.35

Gaybi-şuhudi, cismani-manevi âlemlerden meydana gelen kâinattaki “ibadat-ı umumiye”
çok açık bir şekilde Ma’bud-u Mutlak’ı gösterir.36 Arştan ferşe, yıldızlardan zerrelere,
meleklerden çiçeklere kadar her şey Ma’bud olan Allah’a tesbih, hamd, secde ve ibadet
etmektedir. Fakat ibadetleri fıtratlarına, yeteneklerine ve mazhar oldukları Esma-i
Hüsna’ya göre çeşit çeşittir. Ma’bud-u Ezeli kâinat mescidinde –en genel manada–
dört tür “âbid” yaratmıştır: Melekler, hayvanlar, bitkiler ve cansızlar, insanlar.37
Bitkiler ve cansızlar lisan-ı hâlle yaptıkları ibadetlerinin bilincinde olmayan
varlıklardır. İbadetlerini hayat vazifesi olarak yapan hayvanlar ise bunun karşılığı
olarak cüz’i bir ücret alırlar. Fakat ibadetlerinin külli gayelerini bilmekten acizdirler.
Melekler külli ibadet edebilen şuurlu varlıklardır. Fakat ibadetlerinin mahiyetinde
mücahede ile terakki etme imkânı olmadığı için makamları, rütbeleri sabittir. İnsan
ise üç “âbid”in de ibadetlerini yapabilecek, anlayabilecek ve temsil edebilecek
yetenektedir. İnsan cismani bedeniyle bitkidir; iştihalı nefsiyle hayvandır; külli
marifeti ve ibadetiyle de melektir. İnsan kendi mahiyetindeki bu her bir varlık
mertebesinin hakkını vermekle ve ubudiyet şuuruyla yaşamakla yaradılışının kemaline
erebilir.

Kâinat “mescid-i kebir”inin en ehemmiyetli “abd-i sâcid”i insandır. Kâinat Allah’ın
büyüklüğünü haykıran ayetlerle, delillerle nakış nakış işlenmiştir. Bu birbirinden
farklı sayısız ayetleri okuyup anlayabilmesi ve hayret secdeleriyle mukabele edebilmesi
için insan, başta akıl olmak üzere ubudiyetin her türlü cihazlarıyla donatılmıştır.38
Kendisinden başka hiç kimseye ibadet edilmeyen Ma’bud-u Mutlak’ın mescid-i kebir
mahiyetindeki böyle ihtişamlı kâinatına, insan gibi bir abd-i sâcid lazımdır.

Ma’budiyet Hakikati

Risale-i Nur Külliyatı’nda ma’budiyet hakikatine dair en dikkat çekici cümlelerden
biri şudur: “Mahlûkat ma’budiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi, mahlûkiyet
nisbetinde de birdirler.”39 Bu ifadeden anlaşıldığı üzere ma’budiyet mahlukiyetten
uzaklıktır. Başka bir ifadeyle yaratılmış olmaya dair her türlü noksan sıfatlardan
münezzeh olmaktır.

Nur Külliyatında ma’budiyete ulûhiyet hakikatine yakın bir mana verilmiştir.
Mesela Ayetü’l Kübra’nın İkinci Bab’ında “berahin-i tevhidiye”nin birincisi olarak
ulûhiyet hakikati anlatılırken “ulûhiyete, yani ma’budiyete karşı şükür ve ibadetle
mukabele edenler…”40 vurgusu Bediüzzaman’ın ma’budiyete uluhiyet manasını yüklediğinin
bir işaretidir. Yine tevhidin –ism-i azam noktasında– ispatının yapıldığı bir başka
risalede “Lâ ilahe illallah’ta bir tevhid-i uluhiyet ve ma’budiyet vardır”41 cümlesinin
kurulması manidardır. Tespitimize dair bir başka delil ise İhlâs Suresi’nin tefsir
edildiği bir bölümdeki “Allahu Ehad’dir ki, tevhid-i ulûhiyete tasrihtir. Hakikat,
hak lisânı der ki: La Ma’bude illa hu”42 cümlesidir.

Kur’an’ın “Allah’a ibâdet edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız yok”43 ayetinden
ibadet edilenin, yani ma’budun, ilah olması gerektiği anlaşılmaktadır.

Nur tefsirinde ma’budiyet, yani ulûhiyet hakikatinin külli delilleri dört maddede
özetlenmiştir: 1- Nev-i beşerin her taifesi birer nevi ibadetle fıtrî gibi meşgul
olması, 2- Zihayatın, belki cemadâtın dahi fıtrî hizmetleri birer nevi ibadet hükmünde
bulunması, 3- Kâinatta maddi ve manevi bütün nimetlerin ve ihsanların her biri,
bir ma’budiyet tarafından, hamd ve ibadeti yaptıran perestişe ve şükre birer vesile
olmaları, 4- Vahiy ve ilhamlar gibi bütün tereşşuhat-ı gaybiye ve tezahürat-ı maneviyenin
bir tek ilâhın ma’budiyetini ilan etmeleridir.44

Bediüzzaman’a göre zevâlden kendini kurtaramayan45, veled ve vâlidi ve küfvü
bulunan46, ve rızık ve it’âm kabiliyeti olan47 ilâh ve ma’bud olamaz. “Allah’ı bırakıp
da, kendilerine göklerden ve yerden hiçbir rızık sağlayamayan ve buna gücü de yetmeyen
şeylere tapıyorlar”48 ayetinden, ancak rızkı veren zatın ma’budiyete layık olduğu
manası da anlaşılmaktadır. Öyleyse başta insan olmak üzere tüm kâinatın ilahı ve
ma’budu, ezeli ve ebedi olandır. Zatıyla zaman ve mekândan münezzeh olup, isimlerinin
ve fiillerinin tecellileriyle tüm zaman ve mekânda tasarruf edendir. Eşi ve benzeri
bulunmayıp, varlıklara muhtaç olmayan; fakat her şeyin kendisine her an muhtaç olduğu
Ma’bud-u Bilhak’tır.

İnsanın Ma’bud Arayışı…

İmtihan dünyasının sıkıntıları, musibetleri, ağırlıkları insana Ma’bud’unu arattırır.
“Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur”49 ayeti bu ebedi arayışa mütercimdir.
Akıl kendini meşgul etse de vicdan ve vicdan’daki iki “nokta” daima Ma’bud’unu arar.50
“Nokta-i istinad” ve “nokta-i istimdad” denilen bu iki vicdanî pencereden insan
daima Ma’bud’una bakar. Çünkü insanın sonsuz ihtiyaçları ve sayısız düşmanları vardır.
Bir çiçeği istediği gibi ebedi Cenneti de arzu eder. Bir mikroptan endişe ettiği
gibi ölümden de korkar. “Nokta-i istimdad” insanın sonsuz ihtiyaçlarını karşılayabilen
rahmet hazinesine açılan bir kapının anahtarıdır. “Nokta-i istinad” ise sayısız
düşmanların kötülüklerinden kurtaracak mutlak kudretin teminatıdır.51

İnsanın en önemli ihtiyacı “iman nimeti”dir. Çünkü iman ebedi hayatın, Cennetin
anahtarıdır. Cennete girmek ise, imansız mümkün değildir. Cennet ki, dünyanın bin
sene mesudane hayatı onun bir saatine denk değildir. İşte bu derece büyük bir nimet
–Bediüzzaman’ın tabiriyle– Ma’budiyetin en büyük penceresidir.52 Bu hakikat gereği
insanın hakiki Ma’budu, ebedi Cenneti ve saadet diyarını yaratan ve imanı ona anahtar
yapandan başkası değildir.

İnsanın Ma’budu, Rabbi, melcei, halâskârı, maksudu öyle bir Zat olabilir ki,
umum kâinat O’nun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyârat dahi taht-ı emrindedir53;
arz ve semâya hükmeder, dünya ve ukbâ dizginlerine mâliktir54; her şeyin dizgini
elinde, her şeyin hazînesi yanında, her şeyin yanında nâzır, her mekânda hazır,
mekândan münezzeh, aczden müberrâ, kusurdan mukaddes, nakstan muallâ bir Kadîr-i
Zülcelâl, bir Rahîm-i Zülcemâl, bir Hakîm-i Zülkemâl olabilir. Çünkü, nihayetsiz
hâcât-ı insaniyeyi ifâ edecek, ancak nihayetsiz bir kudret ve muhît bir ilim sahibi
olabilir. Öyle ise, Ma’budiyete lâyık yalnız O’dur.55

İnsan yeryüzü, gökyüzünü ve içindekileri yaratan ve kendine secde ettiren Ma’bud’u
ararken kesret içinde fikri dağılıyor ve kalbi boğuluyor. Her ne kadar bir abd namazının
her rekâtında lafzen “ancak sana ibadet ederiz”56 dese de bunu “hakiki hitab” makamında
söyleyemiyor. Ma’bud-u Bilhak hakkıyla kendisine ibadet edilmesi ve kesreti hiç
hatıra getirmeyecek şekilde ubudiyet ahvalinin sergilenmesi için varlıkların üzerine
“ehadiyet sikkesi” basmıştır. Kur’an’daki “Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin
ve renklerinizin farklılığı da yine O’nun varlık ve birliğinin delillerindendir”57
gibi ayetlerde kesrette boğulmadan huzura ulaştıran tefekkürî bakışın anahtarları
vardır.58

Nefs-i Emmareye veya Başkasına Köle Olmamak

İnsanı diğer varlıklardan farklı kılan en özel yönlerinden biri de hürriyetine
azamî düşkün olmasıdır. Belki de insanlığın vahşet ve bedevilik devrinden, kölelik,
esirlik, işçilik devirlerinden geçerek hür teşebbüs devrine kadar geçen tarihi aşamaları
bir nevi hürriyet mücadelesidir.59 Gelinen noktada hürriyet başkasına zarar vermemek
şartıyla insanın her istediğini yapması olarak genel kabul görmektedir. Oysa gerçek
hürriyet insanın ne kendine ne de başkasına zarar vermemesidir. İnsanı dünyevileştiren,
ilahi huzurdan uzaklaştıran, günahları serbestçe işlemesine yol açan hürriyet, hürriyet
değildir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle bu manadaki serbestlik “hayvanlıktır, şeytanın
istibdadıdır, nefs-i emmareye esir olmaktır.”60

Bediüzzaman, “insanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar”61 ve “iman ne kadar
mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet…”62 diyerek gerçek
hürriyetin iman ve ubudiyet dairesinde olduğunu vurgulamıştır. Ma’bud-u Hakikiye
hakiki abd olan biri “şehamet-i imaniye”si gereği kimseden korkmayacağı, hürriyetinden
taviz vermeyeceği gibi; “şefkat-i imaniyesi” gereği de başkasını ezmeyecek, hukukuna
ve hürriyetine zarar vermeyecektir.

Ma’bud-u Hakiki’yi hakkıyla hamd ve tesbih etmek için insana bir kısım duygular
ve yetenekler verilmiştir. Ma’bud’unu kemalatıyla methetmek ve her türlü noksanlıklardan
tenzih etmek maksadıyla verilen bu yetenekleri insan kendisi için kullanırsa emanete
ihanet etmiş olacaktır. Kendini beğenen, öven, yücelten, kusurunu kabul etmeyen
ve daima nefsini temize çıkaran biri nefsinin esiri olmuştur. “Kendi nefsinin hevasını
kendisine ilâh edineni gördün mü?”63 ayetinin ikazıyla karşı karşıyadır.64

Nefsin hevası ve enesi serbest olmak ister, sınırlanmak istemez. Bu duygular
terbiye edilmezse şiddetlenir ve Ma’bud’a karşı düşmancasına bir isyana dönüşür.
Diğer isyankârların desteğiyle nevin enaniyetine inkılâp eder. Milliyetçilerin,
milliyeti ma’bud kabul etmeleri ve dini duyguların yerine milli duyguları ikame
etmelerinin sebebi bu olsa gerektir. Milli enaniyet güçlendikçe isyan büyür, genişler
ve tüm varlıkların Ma’bud-u Ezeli ile bağını koparmak derecesine gelir. Öyle ki,
sebeplere, maddeye ve tabiata ezeliyet isnad edilerek sahte ilahlar, ma’budlar türetilir.65

İnsan -fıtratı gereği- ihsanın kölesidir. İhtiyaçlarına ve arzularına sınır konulmayan
insan, kendisine ihsan edilenleri ya varlıklardan bilir veya Allah’tan. Allah’tan
bildiğinde ibadetini ve kulluğunu yalnız O’nun için yapar. Aksi halde ise kendi
gibi yaratılmış olan varlıklara ibadet etmek derecesinde bir kutsiyet atfeder. Mesela,
tarihte birçok putperest toplumda inek ve öküze ma’budiyet derecesinde kutsiyet
verilmiştir. Çünkü insanlık tarihinin büyük bir zaman dilimini tarım toplumu süreci
meydana getirir. Tarımın yükü ise inek ve öküzün üzerindedir.

Ma’bud-u Ezeli ibadetin yalnız kendisi için yapılması gerektiğini ezeli kelamında
birçok ayetinde zikretmiştir. Bunlardan biri de Hz. Musa’nın (a.s.) ineği kesme
kıssasıdır. Nur’un Kur’anî bakışıyla, ineği kesme emriyle İsrailoğulları’nın seciyelerine
ve istidatlarına işlemiş olan “bakarperestlik mefkûresi” kesilip öldürülmüştür.66
Bu kıssayı dinleyen herkesin bu olaydan ibret alıp kendi dünyasına taşıyabileceği
bir hissesi vardır. En genel manada bu hisse Allah’ın haricinde hiçbir şeye perestiş
edilmemesi, kutsiyet atfedilen şeylerin faniliğinin görülüp –Samed aynası olan-
kalplerde onlara yer verilmemesi ve manen onlarla irtibatın kesilmesidir. Günümüzde
eski Mısırlılar ve İsrailoğulları gibi aşikâre ineğe kutsiyet atfedilmiyor; fakat
akılları ve kalpleri meşgul edip Allah’ın marifetine ve muhabbetine perde olan başka
metaların varlığı da inkâr edilemez bir gerçektir. Kur’an’ın “Allah, size bir sığır
kesmenizi emrediyor”67 emrinde günümüzün sahte ma’budları olabilen para, şöhret,
makam, kadın, ideoloji, bilim, teknoloji vs.’nin hisseleri olsa gerektir.

Başka varlıklara perestiş etmek Ma’bud-u Mutlak olan Allah’ın haysiyetine, hikmetine
ve rububiyetine aykırıdır. Özellikle de kâinatın meyvesi olan insanın ibadet ve
ubudiyetinin sebeplere, tabiata ve tağutlara dağıtılmasına Allah’ın razı olması
asla düşünülemez. Kâinatı ve insanı, kendini tanıtmak ve sevdirmek için yaratan
Allah en mükemmel ve en yetenekli mahlûkunun marifetini, muhabbetini, minnettarlığını,
teşekkürünü, ibadetini ve ubudiyetini başka sebeplere vermez. Kendini unutturmaz.
Kâinatı yaratma sebebini ve hikmetini inkâr ettirmez. Cenneti, ebedi saadeti ve
huzur-u kibriyası için yarattığı eşref-i mahlûkatını yokluğa mahkûm etmez.68 “Bir
zihayat, cüzî bir şifası veya bir rızkı veya bir hidayeti için Cenâb-ı Hak’tan başkasına
hakiki minnettar olmak ve başkasına perestişkârâne medih ve senâ etmek, rububiyetin
azametine dokunur ve ulûhiyetin kibriyasına ilişir ve ma’budiyet-i mutlakanın haysiyetine
dokundurur, celâlini müteessir eder.”69

İbadeti terk eden, öncelikle kendi yaratılış gayesini ihmal ettiği için nefsine
zulmeder. İkinci olarak kâinatın ibadetini göremediği için onun kemalatını tahkir
eder. Üçüncüsü “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım”
ayetinde açıklanan “hikmet-i İlahi”yi inkârdır. Dördüncüsü ise Allah’ın kendini
sevdirmek istemesine ibadet ve ubudiyetle mukabele etmediği için “meşiet-i Rabbaniye”yi
istihfaftır.70

İbadet ve Ubudiyet Hakikatleri

Kur’an’ın temel hakikatlerinden biri ibadet meselesidir. Kâinatın dört temel
unsuru olması misali, Kur’an’ın “makasıd-ı esasiye”si ve “anasır-ı asliye”si de
dörttür. Bu esaslar, tevhid/ispat-ı Sani, risalet/nübüvvet, haşir, adalet ile ibadettir.71
Başka bir ifadeyle “Kur’an’ın vazife-i asliyesi daire-i Rububiyetin kemalat ve şuunatını
ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir”.72 Tevhid ve nübüvvet daire-i
Rububiyetin, haşir ve adalet ile ibadet de daire-i ubudiyetin meseleleridir.

Sözlükte “boyun eğme, alçak gönüllülük, itaat, kulluk, tapma, tapınma” anlamlarına
gelen ibadet dini bir terim olarak insanın Allah’a saygı, sevgi ve itaatini göstermek,
O’nun hoşnutluğunu kazanmak niyetiyle ortaya koyduğu belirli tutum ve gerçekleştirdiği
davranışları ifade eder. Daha genel olarak, aynı mahiyetteki düşünüş, duyuş ve sözleri
de kapsar; ancak kelimenin dini içerikli belirli ve düzenli davranış biçimleri için
kullanımı daha yaygındır. İslami literatürde genellikle bu tür davranış biçimleri
için ibadet, insanın hayatını daima Allah’a karşı saygı ve itaat bilinci içinde
sürdürmesi şeklindeki kulluk duyarlılığı için de ubudiyet ve ubudet terimlerine
yer verilmiştir. Bir tanıma göre ubudiyet “kulun Allah’ın yaptıklarından memnun
olması”, ibadet ise “O’nun razı olacağı işleri yapması”dır.73 Buna göre ibadette
belirli davranış şekilleri öne çıkarken ubudiyette ahlaki ve manevi öz ağır basmaktadır.
Bununla birlikte böyle bir özden yoksun olan davranışlar ibadet sayılmaz. Nitekim
ibadetin bütün tanımlarında “taat, hudu’, zül” kelimelerinin tekrar edildiği görülmektedir.
Mesela Fahreddin er-Razi ibadeti “saygının en ileri derecesi” diye tanımlarken74
İbn Kayyim el-Cevziyye, ibadet kavramının hem sevgi hem de itaat unsurlarını içerdiğini,
bu özelliklerinin ikisini birden taşımayan davranışların ibadet sayılamayacağını
belirtir.75 Genellikle tasavvufi kaynaklarda yukarıdaki anlamıyla ubudiyete daha
çok önem verilirken76 Ragıb el-İsfehani ibadeti “alçak gönüllülüğün dışa vurulması”
şeklinde açıklamakta, dolayısıyla ibadeti ubudiyetten daha önemli görmektedir.77
Yine Ragıp el-İsfehani ibadetin biri zorunlu, diğeri iradeye bağlı olmak üzere iki
şeklinin bulunduğunu belirtir.78 Kâinattaki bütün varlıkların Allah’ın karşı konulamaz
yasalarına boyun eğmiş bir halde işlevlerini sürdürmeleri zorunlu ibadet olup bazı
ayetlerde bu ibadet söz konusu varlıkların “Allah’a secde etmesi” şeklinde ifade
edilmiştir.79 İradeye bağlı ibadet ise akıl sahibi varlığın hür iradesiyle yapması
istenen, bu sebeple de sorumluluğa, mükâfat veya cezaya konu olan kulluk şeklidir.80

Fıtrat ve yaratılışın amacı Allah’ı tanımak ve O’na kulluk etmektir. Fıtratta
var olan bu ilahi şuura ulaşmak ve bunun gerektirdiği bir düzen ve davranışı koruyup
geliştirmek değişmez bir ilahi kanundur. Cin ve insanın yaratılış amacı da aynıdır.81
Ancak diğer varlıklar için zorunlu olan bu kulluk ilişkisi insan için isteğe bağlıdır.
İrade ve şuur taşımayan varlıkların ibadeti onların tabiat düzeni içinde yürürlükte
olan ilahi kanunlara göre hareket etmesidir. Kur’an’da ifade edildiği üzere kâinatta
her şey kendini Allah’ın iradesine teslim etmiştir. Fakat insan Allah’a hem itaat
hem de isyan etme imkânıyla donatılmış olduğundan82 sadece Allah’a ibadet etmeye,
kendi bencil arzuları dâhil bütün yalancı tanrıları terk etmeye çağrılır.83 İnsanın,
kendisi için mümkün bir yol olan isyana yönelmeyip istek ve iradesiyle Allah’a itaat
ve dua etmesi son derece anlamlı ve değerli bir davranıştır. Esasen böyle bir davranış
hem kâinat düzenine hem de insanın kendi fıtratına uygunluk arz eder. Bu bakımdan
insanın Allah’a ibadet etmesi dini bir görev olduğu kadar insanlık güçlerini geliştirip
olgunlaştırmasının da en etkili aracıdır. Öte yandan dünyevi varlıklar arasındaki
değer sıralamasının en üstünde yer alan insan,84 Allah ile kurduğu ibadet ilişkisi
sayesinde tabiat ötesi âleme açılmakta, Allah’a yakınlaşmakta, böylece ruhani yüceliş
ve olgunlaşmanın en üst sınırına ulaşarak varlıkla Allah arasındaki bağı tamamlamaktadır.85

Tasavvufta kulluğun ibadet, ubudiyet ve ubudet olmak üzere üç şekli vardır. İbadet
ilme’l-yakin, ubudiyet ayne’l-yakin, ubudet de hakka’l-yakin mertebesindeki salikler
için söz konusudur. İbadet ve ubudiyet daima Rab ve Mevla kavramlarını çağrıştırır.
Kendini abd olarak gören Allah’ı Rab, kendini âbid olarak gören O’nu Ma’bud ve Mevla
olarak görür.86

İbadet ferdin kendisini Ma’bud’una çok yakın hissettiği, O’nunla deruni münasebetler
içinde bulunduğu hissini veren özel bir tecrübe ve bu tecrübeye dayalı her türlü
eylem ve işlemdir, dini hayatın uygulamaya yönelik ifadesidir.87 Nitekim Ezeli Kelam’da
insanın Allah’ın huzuruna çıkması ve yakınlığını kazanmaya çalışması apaçık bir
şekilde emredilmiştir: “Bana ibadet et ve beni anmak için namaz kıl”88 “Yakîn gelinceye
kadar Rabbine ibadet et”89

İbadetlerin daha çok batîni özellikleri, ruhu ve özü üzerinde duran sûfiler bundan
başka ihlâs, huşu, Allah sevgisi ve korkusu gibi gönül hallerini; sabır, şükür,
tevazu, cömertlik, af, merhamet gibi ahlak esaslarını; kısaca kalp temizliğine,
ruhun olgunlaşmasına vesile olan ve sonuçta insanı Allah’a yaklaştıran her türlü
iyi halleri ve davranışları ibadet sayarlar. Tasavvufta ibadet kavramının bu kapsamlı
anlamı “ubudiyet” kelimesiyle ifade edilmiştir.

İbadetin en geniş manadaki tariflerinden biri şudur: “[İbadet],
Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmak”tır. “[İbadet], abd ile
Ma’bud arasında en yüksek ve en latif olan nisbet”tir tarifi ise insanın
yaradılış gayesi noktasında ibadetin ehemmiyetini vurgulayan bir ifadedir.90

İbadetin üç temel şartı vardır: 1- Ma’bud’un mevcut olması, 2- Ma’bud’un tek
olması, 3- Ma’bud’un ibadete layık olmasıdır.91

Nur Külliyatı’nda varlıkların ibadetleri –en genel manada- iki tabirle ifade
edilmiştir: 1- Fıtri ibadetler, 2- İhtiyari ibadetler. 92 İhtiyari ibadetler ise
iki kısma ayrılmıştır: 1- Müspet ibadetler (namaz, zekât, oruç, dua vs.) 2- Menfi
ibadetler (hastalıklar, musibetler vs.)93 Menfi ibadetin bir nevi de takva’dır.
Takva, günahlardan ve yasaklardan kaçınmak manasına gelir. Takva içinde büyük sevap
gizlidir. Mesela, bir haramı terk etmek vaciptir. Bir vacip işlemenin ise çok sünnetlere
karşılık bir sevabı vardır. Günümüz şartlarında günahtan kaçınmak kastıyla ve takva
niyetiyle küçük bir sakınmayla, binlerce günah terk edilebilir. Bunun sonucu olarak
ise binlerce vacip sevabı, on binlerce sünnet sevabı kazanılabilir.94 İnsan menfi
ibadetlerde aczini, zaafını ve kusurunu fark ettiği için halis bir ubudiyete mazhar
olur. Ucb, riya, gurur gibi ihlâsı bozan hallerden kurtulur.

İbadetin bir türü de “ibadet-i tefekküriye”dir. Kur’an’ın birçok ayetinde tefekkür
emri vardır.95 Tefekkür ibadeti o kadar ehemmiyetlidir ki hadis-i şerifin beyanıyla
bazen bir saat tefekkür bir sene ibadet sevabını kazandırabilmektedir.96 Bir tefekkürün
ibadet-i tefekküriye olabilmesi için ise Kur’an’a ait olması, yani Kur’an ve iman
hakikatlerine dair olması gerekmektedir.97 İbadetin hakikatinde Allah’ın yakınlığını
hissetme ve O’nu görüyormuşçasına bir huzuru yakalama hâleti vardır. İşte ibadet-i
tefekküriye insana bu hâleti yaşatan bir ibadettir.

İbadetin özünde iç içe üç mükellefiyet vardır: 1- Kalple teslim ve inkıyad, 2-
Akılla iman ve tevhid, 3- Kalıpla amel ve ibadete mükellefiyettir. Bu mükellefiyetlerin
sonucu ortaya çıkan ağırlıklar, Ma’bud-u Ezeli’ye muhatap olmaktan kaynaklanan zevk
ve lezzetle hafifletilmiştir. Aciz bir abd olan insanın ubudiyetin aşağı mertebesi
olan “gaibane” ubudiyetten, huzurun yüksek mertebesi olan “hazırane muhataba” makamına
çıkması ancak ibadetle mümkün olabilmektedir.98

Ubudiyet sonradan verilecek ödüllerin bir başlangıcı değil, önceden verilen nimetlerin
bir sonucudur.99 Ubudiyetin edebinde teslimiyet vardır; tecrübe ve imtihan yoktur.100
Ubudiyetin sebebi Allah’ın emridir ve meyvesi Allah’ın rızasıdır.101 Ubudiyetin
esası acz, fakr, kusur ve noksanını bilmektir.102

Nur Külliyatında ibadetin manası şöyle özetlenmiştir: “Dergâh-i İlahide abd,
kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp, kemal-i Rububiyetin ve kudret-i Samedaniyenin
ve rahmet-i İlahiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.”103 Kul nefsinde
fakrını görünce rahmet-i İlahiyeye yönelmeli, sonsuz rahmetin zenginliğini fark
etmeli ve bu hâlet-i ruhiyesini “elhamdülillah” kudsi kelimesiyle dile getirmelidir.
Nefsinde sonsuz aczini hissedince kudret-i Samedaniyeye sığınmalı, sonsuz kudretin
gücünü yanında hissetmeli ve bu hâletini “Allahu ekber”le tercüme etmelidir. Eğer
mahiyetinde noksan ve kusurunu görürse, kemal-i Rububiyeti aramalı ve O’nun kudsiyetini,
kusursuzluğunu anlamalı ve hâlini “Sübhanallah” ile ilan etmelidir. Bu demektir
ki, ibadetin özü tesbih (Sübhanallah), tekbir (Allahuekber) ve hamd’dir (Elhamdülillah).
Ma’bud-u Hakiki’nin celaline karşı tesbih, kemaline karşı tekbir ve cemaline karşı
da hamd edilmelidir.104 Ma’bud-u Hakiki’nin rahmetiyle yakınlığı hissedildiğinde
hamd; zatıyla yüce oluşu, varlıklardan uzak oluşu düşünüldüğünde ise tesbih vazifesi
yapılmalıdır. Bu makamların farkları gözetilerek ubudiyette tekâmül edilir.105

İnsan hayatının iki yüzü vardır. Birinci yüz, dünya hayatına bakan “enaniyet”idir.
İkinci yüz ise, ebedi hayata bakan “ubudiyet”idir.106 Ubudiyetin de iki mertebesi
vardır: Birincisi “gaibane”, ikincisi ise “hazırane muhataba” suretinde ubudiyettir.107
Birincisinde kâinata ve ilahi sanata bakılarak ubudiyet vazifeleri ifa edilir. İkincisi
ise huzur ve hitap makamıdır. Bu makam Cenab-ı Hakk’ın Esma-i Hüsna’sının tecellilerine
tanıklık ederek ibadet etme mertebesidir.108

Ubudiyetin en yüksek mertebesi “ubudiyet-i Muhammediye”dir (a.s.m.). Hz. Muhammed’in
(a.s.m.) ubudiyetinin ünvanı “mahbubiyet”tir. Mahbubiyetin esasları ise niyaz, şükür,
tazarru, huşû, acz, fakr, halktan istiğna gibi hakikatlerdir.109

Külli Ubudiyet, Mi’rac ve Namaz

Cenab-ı Hak insanı cüz’iyetten külliyete çıkarmış ve iç içe daireler halinde
sayısız nimet sofralarıyla perverde etmiştir. İnsanın vazifesi de kendisine ihsan
edilen “külli nimetler”e “külli niyet” ve “hadsiz itikad” ile mukabele etmektir.
Mesela, insanın iştihalı midesinin önüne rızık çeşitleri sayısınca geniş bir nimet
sofrası açılmıştır. Bununla da yetinilmeyip göz, kulak gibi duyuların önüne yeryüzü
genişliğinde daha geniş manevi bir sofra daha kurulmuştur. Akıl nimetiyle insanın
istifade dairesi melekût âlemlerine kadar genişletilmiştir. İman ve İslamiyet nimetiyle
lezzet ve istifade dairesi ahiret âlemlerine kadar ulaşmıştır. İmandaki muhabbet
nimetiyle Allah’ın zat-ı ulûhiyetine ve ehadiyetine muhatap olmaktan kaynaklanan
elemsiz saadet yolu insanın önüne açılmıştır. İç içe bu nihayetsiz nimetlere mukabil
insandan külli bir şükür istenmiştir. İbadetler ve özellikle de namaz ibadeti böyle
külli bir şükrün anahtarıdır. Âciz bir abd namazında “elimden gelseydi tüm mahlûkatının
ibadetiyle sana ibadet ederdim” külli niyetini ve “sen onlara ve hem daha fazlasına
layıksın” külli itikadını Ma’bud-u Ezeliye -kalbiyle, lisanıyla ve cismiyle- takdim
etmektedir.110 Külli ubudiyetin ve namazın bu manadaki hakikati Resul-i Ekrem’in
(a.s.m.) Mi’rac-ı Ekber’iyle kemal mertebesini bulmuştur.

“Küntü kenzen mahfiyyen fehalaktü’l halkî liye’rifüni”111 kudsi hadisince Esma-i
Hüsna’sı gizli hazineler olan Cenab-ı Hak, tanınmak ve bilinmek istediği için kâinatı
ve mahlûkatı yaratmıştır. Yaratılmış olan her şey Cenab-ı Hakk’ın cemalini ve kemalini
gösteren birer ayna mahiyetindedir. Aynaların kabiliyetine göre Cenab-ı Hakk’ın
Esma-i Hüsna’sının farklı tecellileri yansımaktadır. Cenab-ı Hakk’ın vahidiyeti
bu çeşitliliği gerektirdiği gibi, ehadiyeti de Esma-i Hüsna’nın tüm tecellilerini
tek bir aynada görmek ve tek bir noktada toplamak istemektedir. İşte insan Cenab-ı
Hakk’ın bu mahiyette yarattığı cemalinin ve kemalinin en parlak bir aynasıdır. “Ben
kâinata sığmadım, mü’min kulumun kalbine sığdım” kudsi hakikati de bu manaya delalet
ediyor olsa gerektir.

Ehadiyetin bu derin sırrı, Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) Mir’ac-ı Ekber’inin de azim
hikmetidir.112 Resul-i Ekrem (a.s.m.) tüm mahlûkatı temsil makamında, Hz. Cebrail’i
(a.s.) de arkasında bırakarak “Kab-ı Kavseyn” makamında huzur-u İlahiye çıkmış ve
perdesiz bir şekilde rü’yetullah’a mazhar olmuştur. Bu ilahi kabulde tüm kâinatın
ibadetlerini ve ubudiyetlerini dört cami kelimeyle Ma’bud-u Ezeli’ye selam suretinde
takdim etmiştir. “Et-tahiyyatü” kelimesiyle tüm zihayatın fıtri ibadetlerini, “el-mübarekatü”
kelimesiyle zihayatın hülasası olan tohumların, çekirdeklerin, yumurtaların tebriklerini
ve ubudiyetlerini, “es-salavatü” kelimesiyle zihayatın hülasası olan ziruhun dualarını,
niyazlarını, salâvatlarını ve namazlarını ve “et-tayyibat” kelimesiyle ise külli
şuur sahibi olan insan, cin, melek ve ruhanilerin imanlarını, medhü senalarını,
marifetlerini ve muhabbetlerini sunmuştur.113 Mi’rac-ı Ekber ile başta Hz. Cebrail
(a.s.) ve peygamberler olmak üzere tüm meleklerin ve ruhanilerin nezdinde Resul-i
Ekrem’in (a.s.m.) Allah’ın huzurundaki ehemmiyetine tanık olunmuş ve “Levlake levlake
lema halaktü’l eflak/Sen olmasaydın [ya Muhammed], sen olmasaydın mahlukatı yaratmazdım”114
kudsi hadisinin sırrı da anlaşılmıştır.

Mi’racla rububiyet ve ubudiyet dairelerinin reisleri arasındaki en yüksek “muarefe”
ve “mükâleme” gerçekleşmiştir. Ubudiyet dairesinin reisi olan Resul-i Ekrem (a.s.m.)
“âmm nazarı” ve “külli şuuru” ile Ma’bud-u Bilhakk’ın “ferd-i ferid” manasında “muhatab-ı
hass”ıdır. Çünkü “âmm nazarı”yla kâinatın tamamına nezareti vardır; “külli şuuru”yla
da Cenab-ı Hakk’ın kâinatı yaratma maksatlarını eksiksiz bilmektedir.115

Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) Mi’rac-ı Ekber’inin hakikati her mü’minin namazında
derc edilmiştir. Bu sebeple namaz “mi’rac-ı asgar”dır.116 Emri altındaki askerlerin
hizmetlerini kendi adına komutanına takdim eden subay misali; insan da namazında
yeryüzünün halifesi rütbesiyle kendi âlemindeki bütün varlıkların dualarını, marifetlerini,
muhabbetlerini, ibadetlerini ve ubudiyetlerini Ma’bud-u Zülcelal’e takdim etmektedir.117
Namaz kılan biri üç büyük cemaatin içinde kendini hissedebilir ve onların ibadetlerini
Ma’bud-u Zülcelal’e sunabilir. İlk olarak İslam âlemini büyük bir mescid şeklinde
görür. Mekke bir mihrab ve Medine bir minbere dönüşür. Namaz kılan bütün Müslümanların
daire şeklinde Kâbe’nin etrafında saf tuttuklarını hissedebilir. İkinci olarak kâinat
büyük bir camiye dönüşür. Bütün mahlûkatın kendilerine mahsus hâl dilleriyle namaz
kıldıklarını, ibadet ettiklerini fark edebilir. Üçüncü olarak ise “küçücük kâinat”
hükmünde olan kendi ruhundaki ve bedenindeki zerrelerin, hislerin, duyguların ve
kuvvelerin dilleriyle tesbih ve ibadet ettiğini fark edebilir.118

Namazı bir nevi mi’raca dönüştürmek için; 1- Manen, hayalen ve
niyeten iki cihanı (dünya ve ahiret) arkada bırakmak, 2- Maddiliğin
ağırlıklarından, sınırlarından sıyrılmak, 3- Külli ubudiyet etme niyetini ve
itikadını taşımak gibi hakikatlere riayet etmek gerekmektedir. Bu manalar hayata
geçtiğinde namazdaki her bir “Allahüekber” bir mi’rac basamağını çıkmak hükmüne
geçecektir. Namazın bu manadaki hakikatinin bir nuruna “manen” veya “niyeten”
veya “tasavvuren” veya “hayalen” mazhar olmak bile çok büyük bir saadettir.119

Sünnet-i Seniyye ve Şeair

Resul-i Ekrem (a.s.m.) her şeyde olduğu gibi ibadet ve ubudiyet noktasında da
en kemal mertebededir. İbadetinde “iptida ve intihayı birleştirmesiyle” eşsizdir.
Olağanüstü hayatının en sıkıntılı anlarında bile ubudiyetin en ince esrarını yaşaması
benzersizdir.120 Mesela, İslamiyet’in en kritik savaşı olan Bedir’de –ilahi emirle-
Resul-ü Ekrem’in (a.s.m.) Sahabelerine cemaatle namaz kıldırmasının dünya tarihinde
bir benzeri yoktur. Savaşanlar kuvvetler arasında denge olmadığı (Müşrikler 1000,
Mü’minler 305) ve savaşta ruhsatla amel edilebileceği halde sünnet sevabının en
büyük bir siyasi meseleden ehemmiyetli görülmesi ibret-i âlemdir, ubudiyetin şahikasıdır.121

Kısa bir ömürde sonsuz hayatı kazanmak, sınırsız sevap kazanmak, her bir ömür
dakikasını bir ömür kadar faydalı kılmak, sıradan davranışları bile ibadete çevirmek
ve her an Allah’ın huzurunda olma bilinciyle yaşamak isteyen biri Sünnet-i Seniyyeyi
yaşamalıdır. Çünkü sünneti yaşamak Peygamber Efendimiz’i (a.s.m.) hatırlatır. Onun
sünnetine ittiba etmekle Allah’ın katında en makbul ve en sevimli şeklin takip edildiği
noktasında mutmain olunur. Bu halet ise huzur-u İlahi’de olma şuurunu yaşatır.122
Böylelikle “Sünnet-i Seniyyeye ittibaı kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir,
bütün ömrünü semeredar ve sevaptar yapabilir.”123

Sünnet-i Seniyyenin içinde en ehemmiyetlisi şeair olanlarıdır. Şeairin nafile
olanı bile şahsi farzlardan daha ehemmiyetlidir. Çünkü şeair İslamiyet’in alametidir,
simgesidir. Cemiyete ait bir ubudiyettir. Ayrıca şeair farz-ı kifayedir, yani bir
kişinin yapmasıyla cemiyet faydalanır. Fakat terk edildiğinde herkes sorumlu olur.
Şeaire riya girmediği için açıktan yapılır.124 Şeair’de külli ubudiyetin hakikati
vardır. Özellikle, Cuma, bayram, yağmur ve husuf küsuf gibi büyük bir cemaatle kılınan
namazların ehemmiyeti bu sırdan kaynaklanır. Şeairin her mertebesiyle hayata geçirildiği
ve bir manada şeairin fihristi denilebilecek ibadet hacdır. Bir hacı ne kadar âmî
olursa olsun, manen terakki etmiş bir veli gibi Allah’a yönelebilir ve külli ubudiyet
mertebeleriyle onurlandırılır.125

Kur’an’da emredilen ve Resul-i Ekrem (a.s.m.) tarafından açıklanıp gösterilen
şeklin dışındaki ibadet tarzları dinde bid’a olarak nitelendirilir ve kınanır. Bu
bağlamda bid’a, “Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) sünnetinde bulunmayan herhangi bir davranışın
ibadet telakki edilmesi veya mevcut ibadet şekillerinde arttırma veya eksiltme yapılması”
manasına gelir.126 Bid’a icad etmek veya bid’aya taraftar olmak “Bugün sizin dininizi
kemale erdirdim”127 ayetine isyan olduğundan “Her bid’a dalalettir ve her dalalet
Cehennem ateşindendir”128 hadisinin tehdidine müstahak eder. Sünnetin edep nevinden
olan kısmına muhalefet etmek bid’a değildir. Yalnızca Resul-i Ekrem’in (a.s.m.)
edebi olan “hakiki edebe” muhalefet etmektir ki, o kıymetli nurdan mahrum kalmaktır.

Dua İbadeti

Yapılan araştırmalar, insanlığın dini tecrübesinde en yaygın ibadet şeklinin
bir yüce varlığa veya çeşitli varlıklara dünyevi veya uhrevi gayelerle dua edip
yalvarmak olduğunu ortaya koymuştur.129 İlkel kabilelerde [bile] kötülüklerden korunmak,
hayat, güç ve sağlık kazanmak ve dünyanın çeşitli nimetlerinden faydalanmak, yağmur
yağdırmak, bol mahsul elde etmek vb. amaçlarla tanrı veya tanrılara dua etmek ibadetin
en yaygın şeklidir.130

Dua bir ibadettir,131 sırr-ı azîm-i ubudiyettir,132 esas-ı ubudiyettir133, ubudiyetin
ruhudur ve halis bir imanın neticesidir.134 Dua, tevhid ve ibadetin esrarına numunedir.
Dua ubudiyetin özü olan aczi ve fakrı hissettirir ve Allah’ın bir olması, en gizli
arzuları işitmesi, her şeye gücü yetmesi gibi tevhid hakikatlerini hayata geçirmeyi
temin eder.135 Dua kişiyi yalnızlıktan kurtarır. Duada Allah’ın rububiyetinin şefkat
kanatlarına iltica edilir. Bunun sonucu tedbir Allah’a bırakılır, tevekkül edilir,
hikmetine güvenilir ve rahmetinden emin olunur.136

Duanın en güzel, en latif, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki: Dua
eden adam bilir ki, birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir,
ona merhamet eder. Onun kudret eli her şeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız
değil; bir Kerim Zat var, ona bakar, ünsiyet verir. Hem onun hadsiz ihtiyacâtını
yerine getirebilir ve onun hadsiz düşmanlarını def edebilir.137

Hastalıklar, musibetler, dünyevi maksatlar –namaz vakitleri gibi– dua ibadetinin
vakitleridir. Tüm ibadetler gibi dua da ahiret için olmalıdır. İbadetin ruhu dua
olduğu gibi, duanın da ruhu ihlâstır. Yani duanın sebebi Allah’ın emri olmalı ve
neticesinde ise yalnız O’nun rızasını kazanma niyeti taşınmalıdır. Fakat dünyevi
netice elde edilinceye kadar dua ibadetine devam edilir. Çünkü henüz daha duanın
vakti bitmemiştir.138 Mesela, hastalık duanın vaktidir, şifa duanın neticesi değildir.139
Şifa ancak dua vaktinin bittiğinin işareti olabilir.

“Bana duâ edin, size cevap vereyim”140 ayetinin hakikatince Cenab-ı Hak bütün
dualara cevap verir. Fakat cevap vermek aynen kabul etmeyi gerektirmez. Doktordan
ilaç isteyen hasta bir çocuk gibi, dua eden insan da Şafi-i Hakiki olan Allah’tan
her şey isteyebilir. Fakat Allah insanın hevesine göre değil, hikmeti iktizasınca
ya aynen istediğini verir ya daha iyisini verir ya da zarar olduğu için hiç vermez.141

Dua yalnız insanın eli yetişmediği bir kısım arzularını ve ihtiyaçlarını, kalben
ve lisanen Allah’tan istemesiyle sınırlı bir hakikat değildir. Belki kâinattan Ma’bud-u
Ezeli’ye doğru farklı lisanlarla sayısız dualar yükselmektedir. En genel manada
bu dualar üç lisanda gerçekleşir: 1- İstidad lisanı 2- İhtiyac-ı fıtri lisanı 3-
Iztırar lisanı.142 Tohumlar, yumurtalar, nutfeler istidad lisanıyla dua ederlerken;
zihayatlar rızıkları için ihtiyac-ı fıtri lisanıyla dua ederler. Iztırar lisanıyla
dua ise şuurlu varlıkların duasıdır. Birincisi vücud, ikincisi beka, üçüncüsü ise
kemal için yapılan dualardır.

Dua insanın en dehşetli iki yarası olan aczini ve fakrını tedavi eder. Dua sayesinde
insanın aczi ve fakrı, sonsuz bir rahmet hazinesini ve tükenmez bir kuvveti keşfetmenin
yolu olur. Duanın enerjisiyle kuvvet kazanan insan, aczinin ve fakrının kanatlarıyla
kemalatın en yüksek mertebelerine uçabilir. Dua sayesinde insan gerçek mahiyetini
kavrar ve vazifesini şöyle ifa eder: “Bir sultan gibi, bütün kâinatın duâlarını
kendi duâ[sı] içine al[ıp], bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumi gibi ‘İyyake na’budu
ve iyyake nesteîn/Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım isteriz’ de[r],
kâinatın güzel bir takvîmi ol[ur].”143

İman-İbadet İlişkisi

İslamiyet’te amel imandan bir parça sayılmaz. Bu sebeple iman esaslarını tasdik
eden biri, ameli ne olursa olsun Müslüman sayılır. Büyük günahları işlemiş olsa
bile imanla kabre giren her kişi en nihayet Cennet’e kavuşacaktır. Ebu Zerr’den
rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (a.s.m.) şöyle demiştir: “Lailahe illallah”
diyen, sonra da bu inanç üzere ölen hiçbir insan yoktur ki Cennet’e girmesin. Bunu
Cebrail (a.s.) müjdeledi. “Ey Allah’ın Resulü! Zina etse de, hırsızlık yapsa da
mı?” dediğimde, Hz. Peygamber, “Evet! Zina da etse, hırsızlık da yapsa” dedi. Ben
tekrar aynı soruyu sordum, aynı cevabı verdi. Üçüncü defa aynı soruyu sorunca: “Evet!
Zina etse de, hırsızlık yapsa da Cennet’e gidecektir. Hem de Ebu Zerr’in burnu yere
sürtse ve bunu istemese de…” dedi.144

Mü’minlerin şeytanın desiselerine kapılmaları imansızlıktan veya imanın zayıflığından
gelmemektedir. Hatta büyük günahları işlemekle bile küfre girilmiş olmaz. Mutezile
ve bir kısım Haricilerin “Büyük günahları işleyen kâfir olur veya imanla küfür ortasında
kalır” diye hükümleri hatadır. Çünkü şeytanlar küçük bir terkle insanı büyük tehlikelere
atabilirler. Tek bir kıvılcımla ormanın yanması misali, şeytanın elinde büyük bir
tahrip gücü vardır. Bu sebeple Cenab-ı Hak Ezeli Kelamında tekrarla “Gafûrü’r-Rahim”
isimlerini hatırlatarak mü’minlere ümit verir ve istiğfara davet ederek şefkat kanatlarına
sığınmaya çağırır.145

Büyük günahları işlemek imansızlıktan gelmese de her bir günah içinde küfre giden
bir yol vardır. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse kalbi karartır. Tekrar
tekrar işlenen günahlar kalbe işler ve siyahlandıra siyahlandıra iman nuru çıkıncaya
kadar kalbi katılaştırır.146

İmam Maturidi “imanın yeri kalp, amelin yeri ise organlardır” diyerek ikisinin
farklı şeyler olduğunu söylemiştir. Maturidi, iman-amel ilişkisi konusunda ayrıca
şunları söylemiştir: “Cenab-ı Hak, Allah’a iman eden ve salih amel işleyen…147 ayetinde
amelden ayrı olarak kişiye mü’min ismini vermiştir. Buna göre ayette, iman’dan maksat
‘kalp ile tasdik’tir. Eğer amel imana dâhil olsaydı, esaslarında neshin caiz olması
gerekirdi. Hâlbuki imani hususlarda nesh caiz değildir; amele dair hükümlerde ise
caizdir. Bu da imanın amelden ayrı olduğunu gösterir.”148

Hakîm es-Semerkandî’nin düşüncesinde iman ile amelin farklı şeyler olmasının
delilleri şunlardır: “Her peygamberin kendine has bir şeriatı, bir yolu vardır.
Bununla beraber, hiç birinin imanı ötekinden farklı değildir. Dolayısıyla, Allah’ın
elçilerinin imanları bir, şeriatları farklı olunca; iman ile amelin farklı şeyler
olduğu ortaya çıkar… İmanda süreklilik şart iken, amel için bu durum söz konusu
değildir. Bir kâfir bütün hayır ve taatleri yapsa da mü’min olamaz, çünkü amelden
önce iman bulunmalıdır.”149

Salih amel ve ibadetin şartı ise iman ve tevhid ile yapılmasıdır.150 Her ne kadar
imansız amel ve ibadetin bir faydası olmasa bile din yalnız iman değildir, belki
salih amel de dinin ikinci cüz’üdür.151 Akaidi ve imani hükümleri kavi ve sabit
kılmakla meleke haline getiren, ancak ibadettir… İbadetle, vicdani ve akli olan
imani hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır.
Bu hâle, âlem-i İslam’ın hâl-i hazırdaki vaziyeti şahittir.152

Bir Müslüman ibadetlerini yapmasa ve kula yakışır bir hayatı olmasa bile hakka
taraftar olmalıdır. Çünkü İslamiyet hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyattır. Aksi
halde, Kur’an’ın bir kısım hükümlerine tarafgirlik göstermeyenler “gayr-i Müslim
bir mü’min” tabirine mazhar olurlar. İman ve İslamiyet bir bütündür. Ne imansız
İslamiyet, ne de İslamiyetsiz iman kurtuluş sebebi değildir.153

Cenab-ı Hak kâinat ve içindekilerle kendini hem tanıttırmak, hem de sevdirmek
istemektedir. Onun tanıttırmasına karşı imanla tanımaya çalışmak ve sevdirmesine
karşı da ibadet ve ubudiyetle sevmeye çalışmak gerekmektedir.154 İbadetlerine dikkat
etmeyen veya ihmal eden birinin Allah’a muhabbeti meselesinde ciddi bir samimiyet
sorunu söz konusudur.

Niyet ve İhlâs

İbadetlerde niyet ve ihlâs çok önemlidir. Niyet, az ibadeti çok yapar. İhlâs
ise bu ibadetin bütününün, eksiksiz Allah’a takdimini temin eder. Niyet ve ihlâs
ile az bir ömürde ebedi bir hayat hak edilir.

Niyet öyle bir “maya” ve “iksir”dir ki, sıradan işleri ve hareketleri bile ibadete
çevirir. Niyet bir ruhtur, ölü hâletleri canlandırır, canlı ibadetlere çevirir.
Niyet manevi bir kimyadır, eşyanın mahiyetini değiştirir. Günahı sevaba, sevabı
günaha dönüştürür. Gösteriş niyetiyle yapılan bir ibadeti günaha dönüştürdüğü gibi,
Allah’ın sevgisini kazanmak niyetiyle yapılan basit bir işi de ibadete dönüştürür.155

Niyet bir ruhtur. O ruhun da ruhu ihlâstır.156 İhlâs ise yapılan ibadetin yalnız
emredildiği için yapılmasıdır.157 Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana
müreccahtır. İhlâsı kazandıran, harekâtındaki sebebi sırf bir emr-i İlâhî ve neticesi
rıza-yı İlâhî olduğunu düşünmeli ve vazife-i İlâhiye’ye karışmamalıdır.158

Kur’an’da dini yalnızca Allah’a has kılarak ibadet etmekle ilgili pek çok ayet
bulunduğu gibi159 Hz. Peygamber (a.s.m.) de halis niyet bulunmadan yapılan ibadetlerin
içi boş davranışlardan ibaret olduğunu hatırlatmıştır. Amellerin niyete göre olduğunu
bildiren hadis de160 esasen ibadetlerin ifasında şekil şartı sayılan kasıt ve bilincin
değil içtenlik ve ihlâs anlamındaki niyetin önemini vurgular.161

İhlâs dupduru olmak, arınmak, öze dönmek manalarını ihtiva eder. İhlâs kişinin
imanında ve ibadetinde Allah’ın emir ve rızası dışında her şeye karşı kapılarını
kapatması demektir. Sehl-i Tüsterî’ye “insanın nefsine en çok ağır gelen nedir?”
diye sorduklarında, “ihlâstır” cevabını vermiş ve akabinde ise sebebini şöyle açıklamıştır:
“Çünkü ihlâsta nefsin payı yoktur”.

Kur’an’da, insanın en büyük düşmanı olan şeytanın desiselerinden kurtulmasının
yegâne yolu olarak ihlâsa işaret edilmiştir. Şöyle ki: “İblis: ‘Öyle ise, senin
izzetine yemin ederim ki ben de onların hepsini şaşırtacağım. Ancak Senin ihlâsa
erdirdiğin kullar bundan müstesnadır.’ dedi.”162 Cüneyd-i Bağdadi’nin harikulade
ihlâs tarifinde bu hakikate bir işaret vardır: “İhlâs, Allah ile kul arasında bir
sırdır; onu melek bilemez ki yazsın, şeytan bilemez ki bozsun, nefis ve heva bilemez
ki saptırsın.” Bağdadi’nin de belirttiği üzere ihlâs şeytanın desiselerinden tasaffi
etmiş en güvenli hakikat yoludur.

İhlâs, en sâfî bir ubudiyettir.163 Gizli şirklerden kurtuluştur. Tevhidin anlatıldığı
sureye ihlâs ismi verilmesinin hikmeti de bu olsa gerektir. Tevhid noktasında terakki
edildikçe ihlâsta da kemale ulaşılır. Kur’an’da ihlâs kelimesi “muhlisine lehü’d
din” şeklinde on defa tekrar edilmiştir.164 Bu tekrardan da anlaşılmaktadır ki,
insanın manevi terakkisi şirkin her türlüsünden arınmış bir tevhid inancı ve ibadet
bilinci ile gerçekleşmektedir.

Ma’bud-u Bilhakkın en hâlis abdi Resul-i Ekrem’dir (a.s.m.)165 O’nun (a.s.m)
âleminde ihlâsın ne derece önemli olduğu şu hadislerinden anlaşılmaktadır: “Dini
hayatında ihlâslı ol, az amel yeter”166; “Her zaman amellerinizde ihlâsı gözetin,
zira Allah, sadece amelin hâlis olanını kabul eder“167; “İnsanlar helâk oldu -âlimler
müstesna. Âlimler de helâk oldu -ilmiyle amel edenler müstesna. Amel edenler de
helâk oldu -ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahiplerine gelince, onlar da pek büyük
bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.”168

İbadetin Faydaları

Kur’an’ın terbiyesi ile felsefenin terbiyesi arasındaki en derin farklardan biri
de “menfaat” anlayışlarıdır. Felsefe talebesi her menfaatli şeyi kendine rab kabul
eden ve menfaati için en değersiz şeylere ibadet eden bir “firavun-u zelil”dir.
Aşağı bir menfaati için şeytan gibi şahısların ayağını öpmek derecesinde bir zilleti
kabullenir. Kur’an terbiyesiyle yetişmiş ihlâs sahibi zat ise bir “abd”dir. En büyük
varlıkları bile kendinden üstün görmez ve onlara ibadet etmeye tenezzül etmez. Menfaat
noktasında ise en büyük mükâfat olan Cenneti bile ibadetinin gayesi olarak görmeyen
bir “abd-i aziz”dir.169

Kur’an talebesinin herhangi bir dünyevi ve uhrevi menfaat beklentisi olmasa bile,
ibadetlerinin hem dünyevi hem de uhrevi sayısız faydaları vardır.

İbadet hem dünya hem de ahiret mutluluğunun vesilesidir. Aynı zamanda dünyevi
ve uhrevi işleri sistematize etmenin yegane yoludur. Şahsi, içtimai ve insani kemalatın
vesilesidir. En önemlisi insan ile Allah arasında pek yüksek bir iletişim vasıtası
ve şerefli bir muhatabiyettir…170

İnsanın tekâmülünde ibadetin büyük bir ehemmiyeti vardır. İnsanın mahiyetindeki
her bir cihazın kemalatında ibadetin katkısı vardır. Şöyle ki: İbadet; 1- Yüksek
ruhu inbisat ettirir, 2- İstidatları inkişaf ettirir, 3- Meyilleri temyiz ve tenzih
ettirir, 4- Emelleri tahakkuk ettirir, 5- Fikirleri tevsi ve tanzim eder, 6- Kuvve-i
şeheviye ve gadabiyeyi had altına alır, 7- Zahiri ve batıni uzuvları ve duyguları
parlatır, 8- Mukadder kemalata yetiştirir, 9- Ma’bud ile en yüksek ve en latif bir
nisbeti temin eder.171

İbadetlerin birleştirici rolü en etkili sosyolojik güç olarak kabul edilmektedir.172
Dinin, insanın iç dünyası ile tabii ve toplumsal çevre arasında denge ve uyum kurmasına
yardımcı olmasında ve insana kişilik yapısındaki güçleri bütünleştirme imkânı vermesinde
ibadetin büyük payı vardır.173

Johnson’a göre ibadet tedavi edici bir tecrübedir. Çünkü ibadet erişilebilir
en yüksek gerçekliği arar. Ciddiyet ve samimiyetle ibadet eden kişi kendisine ve
yaratıcısına karşı dürüst olmaya gayret gösterir ve daha değerli olmak için çaba
sarf eder.174

Sonuç

Başta insan olmak üzere tüm kâinatın ilahı ve ma’budu ezeli ve ebedi olandır.
Zatıyla zaman ve mekândan münezzeh olmakla birlikte, isimlerinin ve fiillerinin
tecellileriyle tüm zaman ve mekânda tasarruf edendir. Eşi ve benzeri bulunmayan,
varlıklara muhtaç olmayan; fakat her şeyin kendisine her an muhtaç olduğu Ma’bud-u
Bilhak’tır.

Arştan ferşe, yıldızlardan zerrelere, meleklerden çiçeklere kadar her şey Ma’bud-u
Ezeli olan Allah’a tesbih, hamd, secde ve ibadet eder. Varlıkların ibadetleri fıtratlarına,
yeteneklerine ve mazhar oldukları Esma-i Hüsna’ya göre çeşit çeşittir. Kâinatın
ibadetini ancak Allah’a itikat eden ve hakkıyla ibadet eden biri görebilir.

İmtihan dünyasının sıkıntıları, musibetleri, ağırlıkları insana Ma’bud’unu arattırır.
Akıl kendini meşgul etse de vicdan ve vicdan’daki iki “nokta” Ma’bud’unu aramaktan
vazgeçmez. “Nokta-i istinad” ve “nokta-i istimdad” denilen iki vicdanî pencereden
insan daima Ma’bud’una bakar. İnsanın hakiki Ma’budu ise, ebedi Cenneti ve saadet
diyarını yaratan ve imanı onlara anahtar yapandır.

İnsan yeryüzünü, gökyüzünü ve içindekileri yaratan ve kendine secde ettiren Ma’bud’unu
ararken kesret içinde fikri dağılır ve kalbi boğulur. Ma’bud-u Bilhakka hakkıyla
ibadet edilmesi ve kesreti hiç hatıra getirmeyecek şekilde ubudiyet ahvalinin sergilenmesi
için varlıkların üzerine “ehadiyet sikkesi” basılmıştır.

Nefsin hevası ve enesi serbest olmak ister, sınırlanmak istemez. Bu duygular
terbiye edilmezse şiddetlenir ve Ma’bud’a karşı düşmancasına bir isyana dönüşür.
Bu isyan öyle bir seviyeye gelir ki, sebeplere, maddeye ve tabiata ezeliyet isnad
edilerek sahte ilahlar, ma’budlar türetme haddine ulaşır.

Kendini beğenen, öven, yücelten, kusurunu kabul etmeyen ve daima nefsini temize
çıkaran biri nefsinin esareti altındadır. İnsanı dünyevileştiren, ilahi huzurdan
uzaklaştıran, günahları serbestçe işlemesine yol açan hürriyet hürriyet değildir.
Bu manadaki serbestlik “hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emmareye esir
olmaktır.”

İbadet Kur’an dört temel hakikatinden biridir. En geniş manasıyla Allah’ın emirlerini
yapmak ve nehiylerinden sakınmak şeklinde tarif edilebilir. Abd ile Ma’bud arasında
en yüksek ve en latif bağdır. İbadetin fıtri, ihtiyari, müspet, menfi, tefekküri
gibi kısımları vardır.

İbadet, Allah’ın razı olduğu işleri yapma iken, ubudiyet kulun Allah’ın yaptıklarından
memnun olmasıdır. İbadette belirli davranış şekilleri öne çıkarken ubudiyette ahlaki
ve manevi öz öne çıkar.

Ubudiyetin en yüksek mertebesi “ubudiyet-i Muhammediye”dir (a.s.m.). Hz. Muhammed’in
(a.s.m.) ubudiyetinin ünvanı “mahbubiyet”tir. O (a.s.m.) her şeyde olduğu gibi ibadet
ve ubudiyet noktasında da en mükemmel mertebededir. İbadetinde hem ilk olup hem
de en mükemmelini yapmasıyla eşsizdir. Olağanüstü hayatının en sıkıntılı anlarında
bile ibadetin ve ubudiyetin en ince esrarına riayet etmiştir.

Ma’bud-u Bilhak insanı külli ubudiyet yapabilme yeteneğinde yaratmıştır. İnsanın
vazifesi kendisine ihsan edilen “külli nimetler”e “külli niyet” ve “hadsiz itikad”
ile mukabele etmektir. Külli ubudiyetin kemal mertebesi ise Resul-i Ekrem’in (a.s.m.)
Mi’rac-ı Ekber’idir. Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) Mi’rac-ı Ekber’inin hakikati her
mü’minin namazında derc edilmiştir. Bu sebeple namaz “mi’rac-ı asgar”dır. Emri altındaki
askerlerin hizmetlerini kendi adına komutanına takdim eden subay misali; insan da
namazında yeryüzünün halifesi rütbesiyle kendi âlemindeki bütün varlıkların dualarını,
ibadetlerini ve ubudiyetlerini Ma’bud-u Zülcelal’e takdim etmektedir.

Kısa bir ömürde sonsuz hayatı kazanmak, sınırsız sevap kazanmak, her bir ömür
dakikasını bir ömür kadar faydalı kılmak, sıradan davranışları bile ibadete çevirmek
ve her an Allah’ın huzurunda olma şuuruyla yaşamak isteyen biri Sünnet-i Seniyyeyi
yaşamalıdır. Sünnet-i Seniyye’nin en ehemmiyetlileri ise şeair olanlarıdır. Şeairin
nafile olanı bile şahsi farzlardan daha ehemmiyetlidir. Çünkü şeair topluma ait
bir ubudiyettir ve İslamiyet’in simgesidir.

İbadetin ve ubudiyetin esası, ruhu duadır. Dua halis bir imanın neticesidir.
Dua, tevhid ve ibadetin esrarına numunedir. Dua yalnız insanın eli yetişmediği bir
kısım arzularını ve ihtiyaçlarını, kalben ve lisanen Allah’tan istemesiyle sınırlı
bir hakikat değildir. Belki kâinattan Ma’bud-u Ezeli’ye doğru istidad, ihtiyac-ı
fıtri ve ıztırar gibi farklı lisanlarla sayısız dualar yükselmektedir.

Cenab-ı Hakkın tanıttırmasına karşı imanla tanımaya çalışmak ve sevdirmesine
karşı da ibadet ve ubudiyetle sevmeye çalışmak gerekmektedir. İbadetlerine dikkat
etmeyen veya ihmal eden birinin Allah’a muhabbeti meselesinde ciddi bir samimiyet
sorunu vardır.

İbadetlerde niyet ve ihlâs çok önemlidir. Niyet az ibadeti çok yapar. İhlâs ise
bu ibadetin bütününün, eksiksiz Allah’a takdimini temin eder. Niyet ve ihlâs ile
az bir ömürde ebedi bir hayat hak edilir.

Niyet öyle bir “maya” ve “iksir”dir ki, sıradan işleri ve hareketleri bile ibadete
çevirir. Niyet bir ruhtur, ölü hâletleri canlandırır, canlı ibadetlere çevirir.
Niyet bir ruhtur. O ruhun da ruhu ihlâstır.

İhlâs ise, en sâfî bir ubudiyettir. Gizli şirklerden kurtuluştur. İhlâs dupduru
olmak, arınmak, öze dönmek manalarını ihtiva eder. İhlâs kişinin imanında ve ibadetinde
Allah’ın emir ve rızası dışında her şeye karşı kapılarını kapatması demektir.

Kur’an terbiyesiyle ihlâsı kazanan biri en büyük varlıkları bile kendinden üstün
görmez ve onlara ibadet etmeye tenezzül etmez. Menfaat noktasında ise en büyük mükâfat
olan Cenneti bile ibadetinin gayesi olarak görmeyen izzetli bir kuldur.

Öz

Bu makalede öncelikle kâinatın tesbih ve ibadetinin mahiyeti ve onun içinde insanın
ibadetinin ehemmiyeti incelenecektir. Daha sonra insanın ibadetinin çeşitleri olan
dua, namaz, tefekküri ve menfi ibadet hakikatleri üzerinde durulacaktır. Ardından
insanlar arasında en mükemmel fert olan Peygamber Efendimizin (a.s.m) Mi’racına
ve sünnet-i seniyyesine, ibadet ve külli ubudiyet perspektifinden bakılmaya çalışılacaktır.
Meselenin nihayetinde ibadetin ve ubudiyetin ruhu olan niyet ve ihlâs hakikatlerine
temas edilecektir.

Anahtar Kelimeler: Ma’bud, abd, ibadet, ubudiyet-i külliye, Mi’rac, namaz, ibadet-i
tefekküriye, menfi ibadet, dua, nefs-i emmare, sünnet-i seniyye, şeair, ihlâs, niyet.

Abstract

In this article, firstly essence of universe’s tesbih and worship and importance
of human’s worship will be examined. Then, facts of prayer, the prescribed prayers,
meditative and privative worship as human worship types will be emphasized. And
then, our Prophet’s, the most perfect person amongst all human beings, ascension
and tradition will be attempted to be considered from the perspective of worship
and total adoration. And finally, facts of intention and pure worship, which are
the spirit of worship and adoration, will be mentioned.

Keywords: Ma’bud, slave, worship, total adoration, Mi’rac (ascension), the prescribed
prayers, ibadet-i tefekküriye (meditative worship), menfi ibadet (privative worship),
dua (prayer), nefs-i emmare (desire), Illustrious Practices of the Prophet (PBUH),
observances of worship, ihlâs (pure worship), intention.

Dipnotlar

1- Mecmuatü’l-Ahzab, 2:55.

2- Bakara 2/21.

3- Nisa 4/36.

4- Kâfirun 109/2-6.

5- Süleyman Kösmene, Risale-i Nur’da Esma-i Hüsna, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul
2004, s. 231.

6- Zuhruf 43/84.

7- Hac 22/18.

8- Meryem 19/65.

9- Ra’d 13/15.

10- Nur 24/41.

11- Hadid 57/1; Haşr 59/1; Saff 61/1; Cuma 62/1; Teğabün 64/1.

12- İsra 17/44.

13- Sözler, s. 440, 318, 198, 196, 49, 18, 289; Mektubat, s. 384, 286, 255, 223,
218; Lem’alar, s. 13, 134, 268, 360; Şualar, s. 14, 25, 77, 54, 87; İşaratü’l İ’caz,
s. 150, 158, 187; Tarihçe-i Hayat, s. 345.

14- Sözler, s. 244; Şualar, s. 79.

15- Sözler, 83; Lem’alar, s. 382, 420; Mektubat, s. 384, 230, 192; Şualar, s.
214.

16- Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2001, s. 182.

17- Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2001, s. 188;
Bediüzzaman Said Nursi, Barla Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2001, s. 152.

18- Sözler, s. 439; Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul
2001, s. 227, 443.

19- Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2001, s. 526.

20- Şualar, s. 531.

21- Sözler, s. 603; Lem’alar, s. 191; Mesnevi-i Nuriye, s. 193.

22- Sözler, s. 620, 49; Mektubat, s. 223, 221.

23- Sözler, s. 325; Şualar, s. 530, 558; Emirdağ Lahikası, s. 349.

24- Lem’alar, 23. Lem’a, Hatime, s. 251.

25- Lem’alar, s. 188.

26- Şualar, s. 214.

27- Enbiya 21/19.

28- Meryem 19/93.

29- İsra 17/44

30- Hac 22/18.

31- Nur 24/41.

32- Ferhat Koca, “İbadet Maddesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
C. 19, Diyanet Yayınları, İstanbul 1999, s. 242.

33- Mektubat, 20. Mektup, 5. Kelime, s. 230.

34- Mektubat, s. 384.

35- Sözler, s. 603.

36- Sözler, s. 603.

37- Sözler, 24. Söz, 4. Dal, s. 317.

38- Mektubat, s. 227.

39- Lem’alar, s. 118.

40- Şualar, 7. Şua, 2. Bab, s. 138.

41- Mektubat, 20. Mektub, 2. Makam, 1. Kelime, s. 224.

42- Sözler, s. 637.

43- A’raf 7/59.

44- Şualar, s. 138.

45- Sözler, s. 196.

46- Sözler, s. 376.

47- Lem’alar, s. 268.

48- Nahl 16/73.

49- Ra’d 13/28.

50- Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2001,
s. 215.

51- Mektubat, 20. Mektub, 1. Makam, 1. Kelime, s. 218.

52- Şualar, 2. Şua, s. 26.

53- Lem’alar, s. 13.

54- Lem’alar, s. 139.

55- Sözler, s. 289.

56- Fatiha 1/5.

57- Rum 30/22.

58- Bkz: Sözler, s. 18.

59- Bkz: Sözler, s. 650; Mektubat, s. 353.

60- Münazarat, s. 55.

61- Hutbe-i Şamiye, s. 93.

62- Münazarat, s. 59.

63- Furkan 25/43.

64- Sözler, s. 439; Bkz: Sözler, s. 323, 581.

65- Bkz: Sözler, s. 440, 501; Mesnevi-i Nuriye, s. 96.

66- Sözler, s. 20. Söz, s. 224.

67- Bakara 2/67.

68- Lem’alar, 23. Lem’a, 3. Muhal, s. 249.

69- Şualar, 2. Şua, s. 24.

70- Bkz: Lem’alar, 23. Lem’a, Hatime, s. 251.

71- İşaratü’l İ’caz, s. 17, 172; Mesnevi-i Nuriye, s. 197.

72- Sözler, 20. Söz’ün 2. Makamı, s. 240.

73- Lisanü’l-’Arab, “‘abd” md.; Tacü’l-’arus, “‘abd” md.

74- Mefatihu’l-gayb, XIV, 159.

75- Medaricü’s-salikin, I, 58

76- Mesela bk. Kuşeyri, II, 428-432

77- el-Müfredat, “‘abd” md.

78- a.g.e., “scd”, “‘abd” md. leri

79- Mesela bk. Rad 13/15; Hac 22/18; Rahman 55/6.

80- Mustafa Sinanoğlu, “İbadet Maddesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
C. 19, Diyanet Yayınları, İstanbul 1999, s. 233.

81- Zariyat 51/56.

82- Kehf 18/29; Şems 91/7-8.

83- Mesela bk. En’am 6/14-15; Meryem 19/90, 92.

84- İsra 17/70.

85- Hac 22/37; Buhari, “Tevhid”, 15; “Rikak”, 38; Müslim, “Zikir”, 20; Müsned,
VI, 256

86- Süleyman Uludağ, “İbadet Maddesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
C. 19, Diyanet Yayınları, İstanbul 1999, s. 247.

87- A.g.e.

88- Taha 20/14.

89- Hicr 15/99.

90- Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü’l İ’caz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2001,
s. 142.

91- İşaratü’l İ’caz, s. 149.

92- Bkz: Şualar, s. 530-531.

93- Lem’alar, 2. Lem’a, s. 16; 25. Lem’a, 2. Deva, s. 207.

94- Bkz: Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul
2001, s. 110.

95- “Belki düşünürsünüz” Bakara Suresi 2/219, 266; “Umulur ki düşünürler” A’raf
Suresi 7/176, Nahl Suresi 16/44, Haşir Suresi 59/21; “Onlar kendi üzerlerindeki
İlâhi san’at mu’cizelerini hiç düşünmezler mi? Gökleri, yeri ve her ikisi arasındakileri
Allah yaratmıştır” Rum Suresi 30/8; “Düşünen bir topluluk için âyetler, deliller
vardır” Yunus Suresi 10/24, Ra’d Suresi 13/3; Nahl Suresi 16/11, 69, Rum Suresi
30/21, Zümer Suresi 39/42, Câsiye Suresi 45/13.

96- Keşfü’l-Hafâ,1:1004.

97- Sözler, s. 416; Şualar, s. 218

98- İşaratü’l İ’caz, s. 151.

99- Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 2. Meyve, s. 324. “Ubudiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı
lahika değil, belki netice-i nimet-i sabıkadır.”

100- Lem’alar, 17. Lem’a, s. 182; Mesnevi Nuriye, s. 126.

101- Lem’alar, 17. Lem’a, s. 183.

102- A.g.e. s. 184.

103- Sözler, 9. Söz, s. 45.

104- A.g.e. s. 44.

105- Mesnevi-i Nuriye, Habbe, s. 106.

106- Sözler, 23. Söz, 2. Mebhas, 2. Nükte, s. 290.

107- Sözler, 23. Söz, 2. Mebhas, 5. Nükte, s. 297.

108- Sözler, 11. Söz, s. 114-115.

109- Mektubat, s. 439.

110- Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 2. Meyve, s. 324-325.

111- Keşfü’l-Hafâ, 2:132. “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek ve tanınmak istedim,
mahlukatı yarattım.”

112- Bkz: Sözler, 31. Söz, 3. Esas, s. 526.

113- Bkz: Şualar, 6. Şua, s. 87; Şualar, 15. Şua, s. 555-558.

114- Keşfü’l-Hafâ, 2:164; hadis no: 2123.

115- Mesnevi-i Nuriye, s. 29.

116- Şualar, s. 557.

117- Sözler, s. 325.

118- Bkz: Şualar, s. 530-531.

119- Bkz: Sözler, s. 182.

120- Şualar, 7. Şua, 1. Makamın 16. Mertebesi, s. 119.

121- Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2001,
s. 459-460.

122- Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 3. Meyve, s. 326.

123- Lem’alar, 11. Lem’a, 1. Nükte, s. 102.

124- Lem’alar, 11. Lem’a, 6. Nükte, s. 105.

125- Bkz: Sözler, 16. Söz 4. Şua, s. 183.

126- Ferhat Koca, “İbadet Maddesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
C. 19, Diyanet Yayınları, İstanbul 1999, s. 241.

127- Maide 5/3.

128- Müslim, Cum’a: 43; Ebu Davud, Sünnet: 5; Neseî, Î’deyn: 22; İbn-i Mâce,
Mukaddime: 6,7; Darimi, Mukaddime: 16, 23; Müsned, 3:310, 371, 4:126, 127; Beyhaki,
Sünen: 3:213, 214.

129- Mustafa Sinanoğlu, “İbadet Maddesi”, Türkiye Diyanet Vakfı
İslam Ansiklopedisi, C. 19, Diyanet Yayınları, İstanbul 1999, s. 234.

130- Abdurrahman Küçük, “İbadet Maddesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
C. 19, Diyanet Yayınları, İstanbul 1999, s. 235.

131- Mektubat, s. 291, Mesnevi-i Nuriye, s. 190.

132- Sözler, s. 287; Mektubat, s. 489.

133- Sözler, s. 286.

134- Mektubat, s. 292.

135- Bkz: Mesnevi-i Nuriye, s. 74; Mektubat, s. 292.

136- Sözler, s. 287.

137- Mektubat, 24. Mektub, s. 291.

138- Bkz: Mektubat, s. 291; Emirdağ Lahikası, s. 31.

139- Lem’alar, 25. Lem’a, 17. Deva, s. 274.

140- Mü’min 40/60.

141- Sözler, s. 287; Mesnevi-i Nuriye, s. 190.

142- Bkz: Sözler, s. 287-288; Mektubat, s. 289-290.

143- Sözler, s. 288.

144- Buhari, Tevhid 33; Rikak 16; Libas 24; Müslim, İman 38, 40;
Tirmizi, İman 18.

145- Bkz: Lem’alar, 13. Lem’a, 5. İşaret, s. 125.

146- Lem’alar, 2. Lem’a, s. 15.

147- Talak 65/11.

148- Doç. Dr. Ömer Aydın, Kur’an-ı Kerim İman-Amel İlişkisi, İşaret Yayınları,
İstanbul 2007, s. 97.

149- Kur’an-ı Kerim İman-Amel İlişkisi, s. 99.

150- İşaratü’l İ’caz, s. 149.

151- Şualar, s. 255.

152- İşaratü’l İ’caz, s. 140.

153- Mektubat, 9. Mektub, s. 38.

154- Lem’alar, 30. Lem’a, 3. Nükte’nin 2. Noktası, s. 494; Şualar, s. 523.

155- Bkz: Mesnevi-i Nuriye, s. 45, 61.

156- Mesnevi-i Nuriye, s. 61.

157- İşaratü’l İ’caz, s. 142.

158- Lem’alar, 17. Lem’a, 13. Nota, 3. Mesele, s. 184; Mesnevi-i
Nuriye, s. 145.

159- A’raf 7/29; Zümer 39/2, 11,14; Beyyine 98/5.

160- Buhari, “İman”, 41; Müslim, “İmaret”, 155.

161- Ferhat Koca, “İbadet Maddesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
C. 19, Diyanet Yayınları, İstanbul 1999, s. 245.

162- Sad 38/82-83.

163- Lem’alar, 21. Lem’a, s. 221.

164- A’raf 7/29; Yunus 10/22; Ankebut 29/65; Lokman 31/32; Zümer 39/2, 11, 14;
Mü’min 40/14, 65; Beyyine 98/5.

165- Mektubat, s. 192.

166- Münavi, Feyzü’l Kadir, I, 216.

167- Münavi, Feyzü’l Kadir, I, 217.

168- Keşfü’l-Hafa, 2:312.

169- Sözler, 12. Söz, s.122; Mesnevi-i Nuriye, s. 131.

170- Bkz: İşaratü’l İ’caz, s. 140.

171- İşaratü’l İ’caz, s. 142.

172- Hayati Hökelekli, “İbadet Maddesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
C. 19, Diyanet Yayınları, İstanbul 1999, s. 251; Wach, s. 39-42.

173 Süleyman Uludağ, “İbadet Maddesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
C. 19, Diyanet Yayınları, İstanbul 1999, s. 249; Argyle-Hallahmi, s. 201-203.

174- Süleyman Uludağ, “İbadet Maddesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, C. 19, Diyanet Yayınları, İstanbul 1999, s. 249; Psychology of Religion,
s. 249.