Dimensions of Worship

Tanım ve Kapsam

İslam’da ibadet, özel anlamda Allah’ın belli zaman dilimlerinde yapmamızı emrettiği
namaz, oruç, zekât ve hac gibi fiillerdir. Genel anlamda ise, ibadetin çok geniş
ve kapsayıcı bir anlamı vardır. İslam’a göre ibadet insanın yaratılışının temel
amacıdır. Nitekim Allah Teâlâ insanın hakiki vazifesini ve hayatının gayesini anlatma
sadedinde şöyle buyuruyor:


“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben onlardan
bir rızık istemiyorum. Bana yedirmelerini de istemiyorum. Şüphesiz Allah rızık veriyor,
güçlüdür ve çok kuvvetlidir”1 Bu ayet, rızık elde etmek bahanesiyle ibadeti terk
etmemesi konusunda insanı uyarmaktadır. Allah demek istiyor ki: “Ey cinler ve insanlar!
Siz ibadet için yaratılmışsınız. Rızık elde etmek de, emr-i ilahi noktasında bir
nevi ibadettir. Sizin rızıklarınızı ben veriyorum. Çünkü Rezzak benim. Siz rızık
elde etmeyi bahane edip ibadeti terk etmeyiniz.”2 Allah’ın emrine uygun olsun diye
insanın yaptığı bütün işler, namaz kılması, çalışması, duruşu, hareketi, kısacası
hayatı boyunca yaptığı ve Allah’ın hoşuna giden bütün fiilleri ibadet sayılır. Allah,

“De ki: Benim namazım da, diğer ibadetlerim de, yaşamım da ölümüm de âlemlerin rabbi
Allah içindir”3 ayetiyle insanın hiç bir fiilini ibadet kapsamının dışında bırakmamıştır.

Bu açıdan denilebilir ki: İslam’da ibadet için mü’minlerin hareketlerine ve düşüncelerine
bir sınırlama getirilmemiştir. Çünkü ibadet, Allah rızası için mü’min kullardan
sadır olan bütün hisler, düşünceler ve fiillerdir. Namaz kılmak, oruç tutmak, sadaka
vermek, Allah yolunda nefsiyle ve malıyla cihat etmek, Allah’ın mahlûkatında ibretle
tefekkür etmek, muhtaçlara yardım etmek, kötülüklerle mücadele etmek, helallere
talip olmak ve haramlardan uzaklaşmak, adil davranmak… Bütün bunlar, eğer Allah’ın
emrine boyun eğmek için yapılıyorsa birer ibadettirler. Nitekim Resulullah (s.a.v):
“İbadetin en efdali midesini ve ırzını korumaktır” buyuruyor.4 Diğer taraftan kişinin,
kendi nefsi için istediğini mü’min kardeşi için istememesi halinde gerçek mü’min
olamayacağını ifade eden hadisler, diğerkâmlığın da büyük bir ibadet olduğunu açıkça
ifade ediyor.5 Hatta düşman hattında, ağır şartlar altında tutulan bir saat nöbet
bazen bir sene ibadet hükmüne geçebilir.6

Ancak İslam âlimleri, özellikle fıkıh bilginleri, Müslümanların hareketlerini
iki kısma ayırmışlardır. Birincisi Allah’a yaklaşmak (kurbiyyet) niyetiyle yerine
getirilen hareketler (ibadat); ikincisi de Allah’a yaklaşmak (kurbiyyet) kasdı olmadan
yerine getirilen fiillerdir (Muamelat). Mesela alış veriş yapmak, nikâh akdi yapmak,
boşamak, ya da miras paylaşmak, kısacası muamelat denilen işleri yapmak için kurbiyyet
niyeti şart değildir. Ama namaz, oruç, hac ve dua için kurbiyyet baştan sona kadar
devam etmesi gerekir. Namaz, oruç, zekât, hac, dua, cihat, emr-i bi’l-maruf ve nehy-i
an’il-münker Allah’a yaklaşmak niyetiyle yerine getirildikleri için “İbadet” kavramı,
ıstılahî anlamda adeta bunlara tahsis edilmiştir. Oysa Kur’an’da veya hadiste ibadetle
ilgili olarak böyle bir tasnif söz konusu değildir. Dolayısıyla ticaret yapan, alış
veriş yapan ya da evlenen bir mü’min de, helal dairesinde kalmaya gayret ettiği
takdirde ibadet etmiş sayılır.

İbadetin Kısımları

Kuşkusuz insan dâhil, yer, gök, güneş, ay ve yıldızlar; hasılı bütün mahlûkat
Allah’a ibadet etmektedir. Nitekim
“Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi; ona ve yeryüzüne: “İsteyerek veya
istemeyerek gelin” dedi. İkisi de: “İsteyerek geldik” dediler”7 ayeti, arzın ve
semanın toplu halde Allah’a itaat ettiğini ifade etmektedir

Diğer taraftan:

“Görmez misin ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar, güneş, ay ve yıldızlar,
dağlar, ağaçlar ve hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde eder”8 ayeti, insan
dahil bütün mahlukatın Allah’a secde ettiklerini açık bir şekilde dile getirmektedir..
Ancak ayette geçen “…ve insanların birçoğu…” kaydından da anlaşıldığı gibi mahlûkatın
ibadetlerini iki grupta mütalaa etmemiz gerekir. Birinci grup insanların ibadetleridir.
Bu ibadetler iradîdir; yani insan cüzî iradesini kullanarak ve bir tercihte bulunarak
bu ibadeti yerine getirmektedir. Yine ayetten anlaşıldığı gibi bir kısım insanlar
da yaratıcılarına ibadet etmeyi tercih etmiyorlar. İkinci grup ise, insan dışındaki
mahlûkların ibadetleridir ki, bu ibadetler iradî değildir. Başka bir deyimle, insan
dışındaki mahlûkatın (meleklerin, hayvanların, bitki ve cansızların) ibadetleri,
kendi iradeleriyle yaptıkları ibadetler değildir.

Bediüzzaman yukarıda zikredilen Hac Suresi’nin 18. ayetini tefsir ederken, mahlûkatın
Allah’a göre olan durumlarını, tıpkı bir padişahın, bir sarayın inşaatında çalıştırdığı
amelelerin durumuna benzetir. Ona göre bir büyük padişah, bir saray inşa etmek istediği
zaman o sarayın inşaatında dört çeşit amele çalıştırır. Birinci kısım padişahın
köleleridir. Bunların ne maaşları ne de ücreti var. Onlar sadece efendilerinin emriyle
yaptıkları her işten, latif bir zevk ve hoş bir şevk almaktadırlar. Efendilerine
sundukları övgüler ve senalar onların zevklerini ve şevklerini arttırır. Onlar o
mukaddes efendilerine intisaplarını büyük bir şeref telakki ederek bu intisap zevkiyle
iktifa ediyorlar. Bu yüzden ücrete, maaşa, ya da rütbeye muhtaç değillerdir.

Sarayın inşaatında çalışan ikinci kısım amele, bazı amî hizmetkârlardır. Ne amaçla
çalıştıklarını bilmiyorlar. Padişah kendi fikrine ve ilmine göre onları çalıştırıyor.
Buna karşılık onların amelelerine uygun bir cüzî ücret dahi veriyor. O hizmetkârlar
yaptıkları işlere ne çeşit küllî gayeler, ne büyük maslahatlar terettüp ettiğini
bilmiyorlar. Hatta onlardan bazıları amellerinin, kendilerine ait bir ücretten başka
bir amaç taşımadığını sanıyorlar.

Üçüncü kısım, mülk sahibinin bazı hayvanlarıdır. Onlar sarayın binasında bazı
işlerde istihdam ediliyorlar. Buna karşılık padişah onlara sadece bir yem veriyor.
Ne var ki, onların da yeteneklerine uygun işlerde çalışmaları, onlara manevi bir
lezzet veriyor. Çünkü bir kabiliyet ve bir istidat, fiil ve amel suretine girse,
genişlemeye başlar ve bir lezzet verir. Hatta bütün faaliyetlerdeki lezzet bu sırdandır.
Şu kısım hizmetkârların ücret ve maaşları yalnız yemleri manevi lezzetleridir.

Dördüncü kısmı teşkil eden ameleler ise, ne iş yaptıklarını, ne amaçla çalıştıklarını
ve kimin için çalıştıklarını, padişahın ne maksatla böyle bir sarayı inşa ettiğini
çok iyi biliyorlar. Kuşkusuz bu grubu oluşturan amelelerin, diğer gruplara bir üstünlükleri
vardır ve olmalıdır.9

Bu misali zikrettikten sonra Bediüzzaman şunu söylüyor: “Aynen bunun gibi, semâvât
ve arzın Mâlik-i Zülcelâli ve dünya ve âhiretin Bâni-i Zülcemâli olan Rabbü’l-âlemîn,
değil ihtiyaç için -çünkü her şeyin Halıkı O’dur- belki izzet ve azamet ve rubûbiyetin
şuûnâtı gibi bâzı hikmetler için şu kâinat sarayında, şu daire-i esbâb içinde hem
melâikeyi, hem hayvanâtı, hem cemâdât ve nebâtâtı, hem insanları istihdam ediyor.
Onlara ibâdet ettiriyor. Şu dört nevi mahlûkatı ayrı ayrı vezâif-i ubûdiyetle mükellef
etmiştir.”10

Buradan anlıyoruz ki, insanın ibadetini diğer mahlûkatın ibadetinden ayıran en
önemli kayıt “iradîlik”tir; yani insanın kasten ve bizzat Allah’a yönelmiş olmasıdır.
Nitekim Allah Kur’an’da bu kayda işaretle:
“Bana ibadet etmeyi bırakıp büyüklük
taslayanlar aşağılanarak Cehenneme gireceklerdir”11 buyurmaktadır. Ayette geçen
“istikbar” kelimesi büyüklük taslayarak yüz çevirmek anlamındadır. Oysa meleklerde
nefis olmadığı için “istikbar” onlar için söz konusu değildir. Üstelik Allah melekler
hakkında “Kuşkusuz Rabbin katındakiler O’na kulluk etmekten kibirlenmezler”12 buyurmaktadır.
Anlaşılıyor ki, İslam’da insana yönelik ibadet mefhumunda dikkati çeken iki önemli
mana vardır: Birincisi, boyun eğmek ve tezellül etmektir. İkincisi de bu tezellül
ve boyun eğmenin kasdî olmasıdır.

Tefekkürî İbadet

İnsanı yaratıcısına bağlayan en önemli şey tefekkür yoluyla yapılan ibadettir.
İnsan Allah’ın mahlûkatında tefekkür etmekle ona yakınlaşır. Hatta tefekkürün en
büyük vasıtası olan akıl, iman ve marifet-i ilahiye için en büyük bir araçtır. Çünkü
yaratılışın en büyük gayesi Allah’a imandır. İnsanlığın en yüce mertebesi de Allah’a
iman içindeki marifetullah’tır; yani Allah’ı tanımaktır. Ayrıca cinlerin ve insanların
en büyük saadetleri marifetullah içindeki muhabbetullahtır; yani Allah’ın sevgisidir.
Yine insan ruhu için en büyük sevinç muhabbetullah içindeki ruhani lezzettir. Bu
açıdan denilebilir ki, hakiki saadet ve safi lezzet marifetullahtadır. Allah’ı tanıyan
ve seven sonsuz saadete mazhardır. Onu hakiki tanımayan, bilmeyen ve sevmeyen bedbahttır
ve sonsuz mutsuzluklara müptela olur.13

Kur’an-ı Kerim insanların nazarların tefekküre ve mütefekkirlere çevirmektedir.
Şöyle der: “Sözü dinleyip de onun en güzeline uyanlar var ya, işte onlar Allah’ın hidayete
erdirdiği kimselerdir. İşte onlar akıl sahiplerinin ta kendileridir.”14 Bir diğer
ayette Allah âlim insanlara ve mütefekkirlere dikkatlerimizi çekiyor ve:
“Allah’a
karşı ancak, kulları içinde âlim olanlar derin saygı duyarlar.”15 buyuruyor. Diğer
taraftan Sirriyü’s-Sakatî’ye isnat edilen bir söz de
“Bir an tefekkür etmek bir
yıl ibadetten daha hayırlıdır” denilmiştir. Bütün bunlar tefekkürün merkezi olan
akılla ve imanın merkezi olan kalb ile yapılan tefekkürî ibadet, samimiyet ve ihlâs
sınavından geçtiği takdirde insanı Allah’a daha çok yakınlaştırdığını ortaya koymaktadır.

İnsan Neden İbadet Etmelidir?

Kâinata sathi bir nazar ile bakan kimse bile kâinatın büyük hikmetlerle insan
için tasarlandığını ve insanın, bütün mahlûkatın üstünde müstesna bir mizaçta yaratıldığını
fark edecektir. İnsan bu farklı mizacı sebebiyle çeşit çeşit meyil ve arzulara sahip
kılınmıştır. Bu yüzden insan, hayatında en güzel şeyleri ister ve her zaman en güzel
şeylere talip olur; aynı zamanda insaniyetine layık bir geçimle hayatını sürdürmek
ister. Fakat insanın aklî, şehevî ve öfkeye yönelik duyguları sınırlandırılmadığı
için hayatını sürdürürken zulüm ve tecavüzlere sebebiyet verebilir. Kuşkusuz bu
tecavüzleri önlemek için insanlar adalete muhtaçtırlar. İnsan aklı ise tek başına
adaleti sağlayacak bir mekanizmaya sahip olamaz. Adaleti sağlamak konusunda insanın
külli bir akla ihtiyacı vardır. Bu külli akıl ise yaratıcının gönderdiği peygamberler
ve kanunlardır. Bu da ibadetle elde edilebilir. Çünkü yaratıcının emirlerine itaati
sağlayabilmek, ancak onun azametini zihinlerde tespit ettirmekle mümkündür. Bu tespit
de ancak imana dair hükümlerin tecellisiyle mümkündür. Bu da ancak tekrar ile yenilenen
ibadetle mümkündür.16

Kâinatta boş ve abes hiçbir şey yoktur. İnsan da başıboş bırakılmak üzere yaratılmamıştır.
Dolayısıyla her şeyin mutlaka bir vazifesi ve bir karşılığı vardır. Her sebebin
mutlaka bir sonucu vardır. İşte bu karmakarışık âlemde Allah, insanı yaratıcısına
bağlayabilmek için bir bağ takdir etmiştir. İşte o bağ ibadettir. Bu açıdan denilebilir
ki: İbadet zihinleri büyük yaratıcıya çevirmek için emredilmiştir. Çünkü kulun yaratıcıya
yönelmesi onun Allah’a boyun eğmesini ve itaat etmesini netice verir. İtaat ise
kulu mükemmel bir intizam altına sokar. Kulun intizam altına girmesiyle de hikmet
tahakkuk eder.17

Allah Kur’an’da:
“Hani Rabbiniz şöyle buyurmuştu: “Eğer şükrederseniz elbette
size nimetimi arttırırım. Eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir”18
buyuruyor. Bir diğer ayette şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz ki bir kavim kendi durumunu
değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez”19 Taha Suresi’nin 123. ayetinde
ise: “Eğer tarafımdan size bir yol gösterici (kitap) gelir de, kim benim yol göstericime
uyarsa artık o ne (dünyada) sapar ne de (ahrette) sıkıntı çeker” buyurmaktadır.
Ayetler çoğaltılabilir. Konuyu uzatmamak için bunlarla iktifa ediyorum.

Allah bu ayetlerde sebep ve sonuçları bir arada zikrediyor. Birinci ayette şükür,
nimetin ve sevabın artışına sebep olarak gösterilmiştir. “Çünkü kâinatın yaratılmasının
en önemli sonucu şükürdür. Şükrün ölçüsü kanaattir, iktisattır, rızadır ve memnuniyettir.
Şükürsüzlüğün ölçüsü ise, hırstır, israftır, nimete saygısızlıktır ve helal haram
demeden rastgeleni yemektir.”20 Aynı şekilde insanların genel durumlarının değişmesi
ve güzel günlere kavuşmaları, iç dinamiklerinin ve enfüsî durumlarının değişmesine
bağlı olarak gösterilmiştir. Diğer ayetlerde sıdk, ihlâs, samimiyet ve salih amel,
sevabın çokluğuna ve Cennete girmeye sebep olarak zikredilirken, nifak ve riya şiddetli
azabın gerekçesi olarak kabul edilmiştir. Kur’an’ın insan ameline bakış açısı göz
önünde bulundurularak denilebilir ki: İnsan heder olmak istemiyorsa mutlaka ibadet
etmelidir. Başka bir deyimle, dünyadan daha güzel nimetlere kavuşmak isteyenler
mutlaka ibadet etmelidirler. Ahkaf Suresi’nin 19. ayetindeki
“Kuşkusuz herkesin
yaptıklarına göre dereceleri vardır” ayeti herkesin, yaptığı amelin karşılığında
mutlaka (aşağıda veya yukarıda) bir dereceye sahip olacağını açıkça ifade etmektedir.

Hâsılı; insan maddesi itibariyle küçük, zayıf ve aciz olmakla birlikte, çok yüksek
bir ruh taşıyor; büyük bir yeteneğe sahiptir; sonsuz emelleri, arzuları ve fikirleri
vardır. Öyle bir garip yaratılışa sahiptir ki, adeta bütün kâinatın bir özeti hükmündedir.
İşte böyle bir insanın yüksek ruhunu genişliğe çıkaran ve onu boğulmaktan kurtaran
ibadettir. Yeteneklerini geliştiren, meyil ve arzularını nezih hale getiren ve emellerini
tahakkuk ettiren ibadettir. İnsanın fikirlerini genişleten, dağınıklıktan kurtaran
ve intizam altına alan ibadettir. Şehevî ve öfkeye yönelik kabiliyetlerini sınırlayan,
zahirî ve batinî uzuvlarını kirleten tabiat paslarını silen ibadettir. İbadet aynı
zamanda kul ile yaratıcı arasında en yüksek ve en değerli bir bağdır. İbadetin ruhu
ihlâstır. İhlâs ise yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır.21

Tembel ruhlu birçok insanın aklına şöyle bir soru geliyor: “Allah’ın bizim ibadetimize
ne ihtiyacı var ki, Kur’an’da ibadeti terk edenler şiddetli bir azapla tehdit edilmişlerdir?”

Kuşkusuz Allah’ın hiçbir şeye ve insan ibadetine de ihtiyacı yoktur. Fakat insanın
kendisi ibadete muhtaçtır. Çünkü insan adeta bir hasta gibidir. Hasta olan bir kimsenin,
şefkatli bir doktorun kendisine faydalı olan ilaçları içirmek hususunda ısrar etmesi
üzerine hastanın: “Ey doktor! Senin ne ihtiyacın var ki, bu konuda bana ısrarcı
oluyorsun?” demesi ne kadar anlamsız ise, insanın da “Allah’ın bizim ibadetimize
ne ihtiyacı vardır?” demesi de o kadar anlamsızdır. Bu açıdan denilebilir ki, ibadeti
terk eden insan, hem kendi nefsine zulmeder, hem de kâinatın hukukuna tecavüz etmiş
olur. Çünkü küfür kâinata karşı bir tahkir olduğu gibi, ibadetin terki de, kâinatın
kemalatına karşı bir inkâr ve hikmet-i ilahiyeye bir tecavüzdür. Bu yüzden kâfirler
ve ibadetsizler Kur’an’da dehşetli bir azapla tehdit edilmişlerdir.22

İbadette Niyetin Önemi

İnsanın ibadetini diğer mahlûkatın ibadetinden ayıran temel nokta niyettir. Başka
bir deyimle, insanın amellerine “ibadet” kavramını kazandıran en önemli şey niyettir.
Çünkü insanın amellerine hayat veren niyettir. Hatta niyet eşyanın mahiyetini bile
değiştirir. Yani günahı sevaba sevabı da günaha çevirebilir. Başka bir deyimle,
niyet adî bir hareketi ibadete çevirdiği gibi, gösteriş için yapılan bir ibadeti
de günaha çevirir.23 Bu itibarla şeklen ibadet eden bir insanın hareketleri dinin
aslına uygun bile olsa, niyeti “Allah’a itaat” değilse ibadetinden hiçbir fayda
elde edemez.

İnsanın kalbindeki niyeti Allah’a yaklaşmak ve hareketleri de şeriata uygun olduğu
takdirde ibadet geçerli olur ve kişiyi Allah’a yaklaştırır. Burada önemli olan niyetin
halis olmasıdır. İbadet etmeye imkân bulamayan özür sahipleri bile ibadetin sevabını
elde ediyorlar. Resul-i Ekrem (s.a.v) Tebuk seferine çıktığı zaman “Medine’de öyle
insanlar vardır ki, bizimle birlikte yola çıkmadıkları, vadiler kat etmedikleri
ve bu çetin yolculuk için harcama yapmadıkları halde Allah onları da bizim kadar
sevap sahibi yapmıştır. Onların mazeretleri ve hüsnü niyetleri kâfidir”24 buyurdu.
Hatta hanımı Rukiye’nin hastalığı sebebiyle Bedir savaşına katılamayan, katılamadığından
dolayı da için için yanan Hz. Osman’ı, Resulullah (s.a.v) savaşa katılmış gibi kabul
ederek ona da ganimetten pay vermiştir. Bir rivayette de kendisine: “Ey Osman, sen
Bedir’e katılmadığın halde Allah sana bir şehid ecrini verdi” buyurmuştur.25

Esasen niyet beyinde ve kalpte tasarlanıp kararlaştırılan ve amellerin buna göre
şekil aldığı insan fikrinin ve nefsinin mahsulü olan nihaî bir karardır. Ancak niyetin
gerçekleşmesi için iki şartın yerine getirilmesi gerekir. Her şeyden önce insan
yapmak istediği şeyi detaylı bir şekilde tanımalıdır. Zira insan kalbi iyice tanımadığı
bir şeye ciddi yönelmez. İnsanın kalbi ve nefsi, ancak etraflı bir şekilde tanıdığı
bir şeyi isteyerek ve tercih ederek yapar. İkinci olarak da, bir işin beyinde ve
kalpte tasarlanması yetmez, insan nefsi de yapacağı şeye meyletmelidir. Başka bir
ifadeyle, yapılacak amel nefsin hoşuna gitmelidir. Hoşuna gitmezse de nefis tenkit
etmemelidir. Zira nefsin meyletmediği hiçbir iş ciddi yapılmaz.

İşte bir kısım insanların ibadetlerinde tereddütler göstermeleri, bazen ibadet
edip bazen de ibadetten uzak durmaları bu şartların yerine getirilmemesindendir.
Başka bir ifadeyle, insanların ibadeti bütünüyle terk etmeleri ya da angarya gibi
yerine getirmeleri, Allah’ı tanımaktan ve onu yaratıcı olarak kabul etmekten ibaret
olan imanın zafiyetine işaret etmektedir. Bu yüzden Allah Teâlâ da
“De ki: “Herkes
kendi yapısına uygun işler görür. Rabbiniz en doğru yolda olanı daha iyi bilir”26
buyurarak herkesin niyetine göre amelinin değerlendirileceğini ilan etmiştir. Yani
halis bir niyetin eseri olmayan hiçbir amel, şeraite uygun bile olsa kabul görmez.

Diğer taraftan, insanın ibadetinde halis niyetin esas olması halinde beşeri ihtiyaçları
için yaptığı bütün adetleri bile ibadet hükmüne geçebilir. Nitekim Hz. Peygamber
(s.a.v) “Her tesbîh bir sadaka, her tekbîr bir sadaka, her tahmîd bir sadaka ve
her tehlil bir sadakadır. Emr-i bil ma’rûf sadaka, kötülükten nehiy etmek de sadakadır.
Birinizin cinsî münasebetinde bile sadaka vardır” buyurmuştur. Bunun üzerine Ashab:
“Yâ Resûlallah! Birimiz hanımının yanına gider, şehvetini tatmin ederse ondan da
mı sevap alır?” diye sormuşlar. Resulüllah (s.a.v): “Ne dersiniz, o kimse şehvetini
haramla tatmin ederse, ona günah olur mu, olur. İşte o kimse şehvetini helâl yolla
tatmin ettiği zaman da ona sevap olur” buyurmuştur.27

Kuşkusuz adetlerin ibadet sayılabilmesi için bazı şartların tahakkuk etmesi gerekir.
Her şeyden önce bütün bu amellerin halis bir niyetle yapılması, zatında mübah ve
dine aykırı olmaması gerekir. Ayrıca insanın bu ameli onu dini vazifelerinden uzaklaştırmamalıdır.

İbadetin Özeti Namaz

İbadet Allah’a ulaşmanın tek yoludur. Yani onun vaat ettiği mükâfata nail olmak
isteyen ve Cehenneminden kurtulmak isteyen insan mutlaka ibadet etmelidir. Başka
bir ifadeyle, ibadetin amacı insanı kemal derecesine ulaştırmak ve insan kalbini
yanlışlıklardan korumaktır. Bununla beraber, İslam’ın emrettiği ibadet türleri (namaz,
oruç, zekât ve hac) insanı mana boyutunda yüceltmeye, onu Allah’a yaklaştırmaya
ve onu mutlu etmeye kâfi ve vafi emirlerdir. Dolayısıyla bizler Allah’a kavuşmak
ve gerçek ubudiyete ulaşmak için bu emirleri yerine getirmekten daha kısa ve daha
doğru bir yol bulamayız. Bu açıdan denilebilir ki, İslam’ın ön gördüğü ibadet şekillerinin
dışında hiç kimsenin farklı ibadetler yaparak kurtulması mümkün değildir. “İnsan’ın
Rabbine en yakın olduğu zaman başı secdede olduğu zamandır”28 hadisi bu manayı teyit
ettiği gibi, namazın bütün ibadetlerin özeti olduğunu da vurgulamaktadır.

Bu yüzden peygamberlerin atası sayılan Hz. İbrahim (a.s) “Rabbim! Beni namaza
devam eden bir kimse eyle. Soyumdan da öyle kimseler yarat”29 buyurmuştur. Dikkat
edilirse, türlü türlü ibadet şekilleri içinde Hz. İbrahim’in namaza devam etmek
isteyen bir kul olma talebinde bulunması namazın ehemmiyetine bir işarettir. Aynı
zamanda Resul-i Ekrem (s.a.v) henüz Mekke’de iken ve ibadetler farz kılınmadan “Ailene
namazı emret ve kendin de ona devam et”30 emrine muhatap olması namazın önemi açısından
çok dikkat çekicidir.

Denilebilir ki, namaz kâinatın en önemli neticesidir. Yani Allah Teâlâ kâinatı
insan için insanı da kâinat için yaratmıştır. Çünkü Allah günde beş vakit insanları
huzuruna davet etmektedir. Namaz kılan insan sanki bütün mahlûkatın imamı sıfatıyla,
onların ibadetlerini kendi ibadeti içine katarak Allah’a takdim etmektedir. İnsan
namaza başladığı an, adeta beşeriyetten tecerrüt ederek ruhani bir melek haline
geliyor. Bu yüzden namazda beşer kelamı ile konuşmak yasaklanmış, namazda zikir,
Kur’an ve tesbih emredilmiştir. Bu itibarla namaz kul ile Allah arasında bir irtibat,
bir nispet ve bir miraçtır.

İbadetle namazın manalarına dikkatle baktığımız zaman namazın, ibadetin tüm nevilerini
cami bir özel ibadet olduğunu hemen anlarız. Şöyle ki: İbadetin manası, kulun Allah’ın
huzurunda aczini ve kusurunu görüp rahmet-i ilahiyenin önünde hayret ve muhabbetle
secde etmesidir. Yani kul kendi kusurunu görüp istiğfar ve tevbe ile Rabbinin bütün
noksanlıklardan münezzeh ve mualla ve bütün kusurlardan mukaddes ve müberra olduğunu
tesbih ile ilan etmesidir. Namazın manası Allah’ı tazim etmek, O’nu yüceltmek ve
O’na şükretmektir. Başka bir deyimle namaz, Allah’ın celaline karşı kavlen ve fiilen
“Sübhanellah” deyip takdis etmek; kemaline karşı lafzan ve amelen “Allahuekber”
deyip tazim etmek; cemaline karşı da kalben ve lisanen “Elhamdulillah” deyip şükretmektir.31

Sonuç olarak diyebiliriz ki, nasıl ki insan şu kâinatın bir küçük misalidir,
Fatiha-i şerife Kur’an’ın bir nurlu numunesidir, namaz da ibadetlerin tüm nevilerini
içine alan ve bütün mahlûkatın çeşit çeşit ibadetlerine işaret eden bir kutsal harita
gibidir.32

Sonuç

Başta namaz olmak üzere İslam’da emredilen bütün ibadetler, insanı süflî âlemlerden
ulvî âlemlere çıkaran birer miraç gibidirler. İnsan ibadetle dünyanın geçici heveslerinden
vazgeçerek uhrevî ve manevî âlemlere muttali olur. İnsan ibadetle fanilik damgasını
taşıyan dünyanın ve dünya içindeki her şeyin geçici olduğunu görüyor ve ahiretin
baki ve ebedi bir ülke olduğunu yakin derecesinde müşahede ediyor. Dolayısıyla bütün
ibadetler nefsin tezkiyesi, bedenin terbiyesi ve ruhun inkişaf peyda etmesi içindir.

Mesela namaz insanı kibir ve gururdan kurtaran, insanın zayıf ve aciz olduğunu
itiraf ettiren, tevazuu ve diğerkâmlığı insana öğreten bir ibadettir. Ramazan orucu
ise, gafil olan insana ve azgınlara zafiyetini ve aczini bildiriyor. Çünkü insan
açlık vasıtasıyla midesindeki ihtiyacı anlar; zayıf vücudunun ne kadar çürük ve
temelsiz olduğunu idrak eder; ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu bilir;
nefsin firavunluğunu bırakıp Allah’ın dergâhına iltica etmek için nefsinde bir arzu
hissetmeye başlar. Eğer gaflet kalbini bozmamış ise, manevî bir şükür olan oruçla
rahmet kapısını çalmaya başlar.33

Öte yandan dua ubudiyetin temelidir. Bir çocuk eli yetişmediği bir meramını,
bir arzusunu elde etmek için istekte bulunur, çoğu zaman da ağlar. Yani ya fiilî
ya da kavlî (lisan-i acziyle) bir dua eder ve maksadına muvaffak olur. Tıpkı bunun
gibi insan da canlılar içinde nazik bir çocuk gibidir. Allah’ın dergâhına ya zaaf
ve acziyle ağlaması ya da fakrı ve ihtiyacıyla dua etmesi gerekir. Kur’an’ın

gibi ayetleriyle sabittir ki, mahlûkatın her birisi Rabbine hususi bir ibadet
ve tesbih yapmaktadır. Adeta bütün kâinattan dergâh-i ilahiyeye yükselen bir dua
vardır. Yani her şey lisan-ı haliyle Rabbine dua etmektedir.34

Zekât insanın diğerkâmlık ruhunu harekete getiren ve insan tabakaları arasında
birleştirici olan bir köprüdür. Denilebilir ki, insanların yükselmelerine engel
olan isyanları ve ihtilalları engelleyen en büyük amil zekât ve yardımlaşmadır.
Hac ise Müslümanların bir kongresidir. Bir ömür boyu birbirileriyle görüşme imkânına
sahip olmayan din kardeşleri, hac ibadeti vasıtasıyla ömürlerinde bir kez bile olsa
görüşme imkânına kavuşuyorlar. Böylece dar bir beden kalıbına sıkışıp kalan insan
ruhunu genişleten ve abd ile Mabud arasında bir bağ oluşturan en büyük şeyin ibadetler
olduğunu anlıyoruz.

Öz

İnsan, maddesi itibariyle küçük, zayıf ve aciz olmakla birlikte, çok yüksek bir
ruh taşıyor; büyük bir yeteneğe sahiptir; sonsuz emelleri, arzuları ve fikirleri
vardır. Öyle bir garip yaratılışa sahiptir ki, adeta bütün kâinatın bir özeti hükmündedir.
İşte böyle bir insanın yüksek ruhunu genişliğe çıkaran ve onu boğulmaktan kurtaran
ibadettir. Yeteneklerini geliştiren, meyil ve arzularını nezih hale getiren ve emellerini
tahakkuk ettiren ibadettir. İnsanın fikirlerini genişleten, dağınıklıktan kurtaran,
nizam ve intizam altına sokan ibadettir. Şehevî ve öfkeye yönelik kabiliyetlerini
sınırlayan, zahirî ve batinî uzuvlarını kirleten tabiat paslarını silen ibadettir.
İbadet aynı zamanda kul ile yaratıcı arasında en yüksek ve en değerli bir bağdır.
İbadetin ruhu ihlâstır. İhlâs ise yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır

Anahtar Kelimeler: Yaratıcı, ibadet, itaat, namaz kâinat, mahlûkat, niyet, ihlâs

Abstract

Although person is small, weak and incapable naturally, he/she bears a very high
spirit; it has a great skill; and has infinite aims, desires and ideas. He/she has
such a strange being that he/she is as if the summary of the whole universe. And
what frees such a person’s soul and saves him/her from being drowned is worship.
Worship is what develops his/her skills, makes his/her tendencies and desires and
accrue his/her intentions. Worship is what broadens person’s ideas, saves him/her
from mess and put him/her under order. Worship is what limits his/her abilities
concerning lust and anger and what erases the rust of nature polluting his/her extrinsic
and intrinsic aspects. Worship is also the highest and the most valuable link between
the creature and the creator. Spirit of worship is adoration. And adoration is worshipping
not just because of it was ordered so.

Keywords: Creator, worship, obedience, the prescribed prayers , universe, creature,
intention, adoration

Dipnotlar

1- Zariyat, 51/56-58.

2- Said Nursi, Lem’alar (28. Lem’a), s. 276.

3- Enam, 6/162.

4- Tirmizi, Da’avat, 115.

5- Buhari, İman, 7; Müslim, İman, 71.

6- Said Nursi, Sözler, (13. Söz), s. 137.

7- Fussilet, 41/11.

8- Hac, 22/18.9- Said Nursi, Sözler, s. 317.

10- a.g. e. a.y.

11- Mümin, 40/60.

12- Araf, 7/206.

13- Mektubat, s. 258; İst., tarihsiz.

14- Zümer, 39/18.

15- Fatır, 35/ 28.

16- İşaratü’l-İcaz, s. 93; Sözler yay, İst., tarihsiz.

17- A.g.e.; a.y.

18- İbrahim, 14/7.

19- R’ad, 13/11.

20- Mektubat, s. 412; tarihsiz.

21- İşaratü’l-İcaz, s. 94.

22- Lem’alar, s. 179-180; Sözler yay, İst., 1976.

23- Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, s. 46; İstanbul, tarihsiz.

24- Biharü’l-Envar, c.I, s. 346, Tahran, 1980.

25- TDV İslam Ansiklopedisi, c. 33; s. 438. İstanbul, 2007.

26- İsra, 17/84.

27- Müslim, Zekat, 53.

28- Müslim, Salat, 21.

29- İbrahim, 14/40.

30- Taha, 20/132.

31- Sözler, 9. Söz, s. 37, İst., tarihsiz.

32- A.g.e. s. 38.

33- Mektubat, s. 456.

34- Sözler, 23. Söz, s. 294-295.