“Universe was Created for Us to Worship”

Sizin kavram dünyanızda ibadetin tanımı nedir?

Benim için ibadet bir kavram değil, bir kavramın çok ötesinde bir hakikatin adıdır.
Kavramın kucaklamaktan aciz kaldığı bir hakikat… İbadet varlıkların en şereflisi
olan insan için hakikatin idrakine giden yoldur. Zira Cenab-ı Hak “Kâinatı insan
için, insanı da kendim için yarattım” buyuruyor. Cenab-ı Hakk’ın kâinatı yaratmasının
sırrı insanın ibadetinde yatmaktadır. Hilkatin sırrı ibadettedir. Kâinatın tamamı
insan için, insan ise ibadet için var edilmiştir. Gerçi her varlık kendi halince
ibadet ve zikir halindedir. Ama kâinatın en şuurlu varlığı olarak asıl ibadet, bize
Cenab-ı Hakk’ın Hz. Peygamber vasıtası ile rükünlerini öğretmiş olduğu, insani ibadettir.
Allah, kâinatı biz ibadet edelim diye halk etti. Dolayısıyla sözlüklerdeki binlerce
kavramdan ya da kelimeden biri gibi ibadet kelimesini kullanmak bana ibadetin manevi
şahsiyetine saygısızlıkmış gibi geliyor.

“Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var” denir ayet-i kerimede. “Bir bebeğin göbek
bağıyla olan hayati ilişkisi gibi” sizin de dua ile aranızda böyle hayati bir ilişki
olduğu söylenir. Dua hakkında neler söylemek istersiniz?

Dua, Cenab-ı Hak ile muhabbettir. Cenab-ı Hak’la bir manada yüz yüze, göz göze
olmadan ama O’nun huzurunda olarak muhavere etmektir. Ben, duanın Cenab-ı Hakk’a
sessiz ve savtsız bir şekilde anında intikal ettiği kanaatindeyim. Dolayısıyla fani
bir kulun ulaşabileceği en büyük şereftir dua. Dua bir zevktir, çünkü Allah’la birlikte
olmaktır. Allah’a mülaki olmaktır. Allah’a dost olmaya -en azından- niyet etmektir
ve Allah’ın iradesinin kendi irademize yansıması için yapılan bir gayrettir. Bir
insanın yaşarken ulaşabileceği en yüksek şereftir dua etmek. İnsanın daima Allah’ın
huzurunda, hilkatin bütününü temsil eden bir varlık olarak bulunmak ve hilkatin
bütünü adına dua etmek mecburiyetinde olduğuna inanıyorum. İnsan kâinatın sorumluluğunu
sırtında taşıyarak dua etmelidir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın çok tekrarladığım bir
cümlesi var: “Bir insan bütün kâinattan mesuldür.” Bunu unutmadan, bu şuurla Cenab-ı
Hak’ın huzurunda olmalıdır insan. Dua, bütün kâinattan kendini mesul hissederek
Allah’ın huzuruna vasıl olmaktır. Benim en sık tekrarladığım iki duam vardır. Birincisi:
“Ya Rabbi beni İslam’la müşerref eyledin, beni İslam’a gerçekten layık kıl!” İkinci
duam ise: “Ya Rabbi bütün beşeriyeti İslam’la müşerref eyle!” İslamiyet’e layık
olmak için her aldığımız nefeste biraz daha gayret etmemiz, her verdiğimiz nefeste
ondan daha da çok gayret etmemiz gerek. Bütün dünyanın İslam’la müşerref olması
için de evvela lisan-ı kal ile sonra da lisan-ı hal ile dua etmeliyiz. İslamiyet’i
bütün Müslümanların en mükemmel şekilde temsil etmek mecburiyetinde olduklarını,
bütün Müslüman kardeşlerime haddim olmayarak hatırlatmak istiyorum.

Bir Müslüman olarak hac ibadetini yerine getirdiniz. Sizin hac ibadetini yerine
getirdiğiniz zaman yaşadıklarınızı bize anlatır mısınız?

Benim hacdan önce umrem var. Hac ile umre birbirinden çok farklı psikolojik boyutlarda
yaşanan iki farklı ibadettir. Umrede iken Hz. Peygambere olan aşkım zirvede idi
ve Allah’tan utanıyordum. “Ya Rabbi!” diyordum, “Hz. Peygamber’in aşkının içinde
o kadar yok olmuşum ki, oradan kendimi ayırıp sanki senin huzuruna gelemiyorum.”
Böyle bir duygu seli içinde idim. Hacda ise bunun tam tersini yaşadım. Orada ise
Allah’ın huzurundan bir türlü ayrılıp Hz. Peygamber’in huzuruna gidemedim. Yani
adeta umreyi Hz. Peygamber’in aşkının içinde, “fena fil-resul” olarak yaptım. Haccı
ise “fena fil hak” psikolojisi içerisinde kaybolarak yaptım. Dolayısıyla umre ile
haccın birbirinden çok farklı psikolojik boyutları olduğunu düşünüyorum.

Yaşanan küresel ekonomik krizin ardından zekâtla ilgili düşüncelerinizi alabilir
miyiz?

Zekât belli bir şekilde tanımlanmıştır. Hoca efendi buna, “Kırkta biri cimri
zekâtı” diyor. Ben öyle inanıyorum ki; gerçek zekâtı veren Müslümanların biraz da
azaldığı çağımızda -inşallah bunu söylerken zekât veren kardeşlerime karşı hata
etmiyorumdur- sadece bir yıllık gelirinin şu kadarını veren, şundan bundan muaf
olanlar değil; kendisinde ihtiyacından fazlası olan herkes vermekle mükelleftir.
Þunu söylemek istiyorum. “Üç esvaptan fazlası suale tabi olacak” deniyor. Allah
affetsin, hepimizin gardırobunda kaç üç esvap var? Bu, en azından şöyle yapılabilir;
bir yıl boyunca kullanılmayan eşyalar muhakkak verilmelidir. Çünkü kullanmadığımız,
sakladığımız nice eşyalar var; hâlbuki onu sırtına giymek kullanmak ihtiyacında
olan insanlar var. Bu kullanmadıklarımız muhakkak verilmeli, bu birincisi. İkincisi,
zekâtı sadece kırkta bir olarak düşünmemeli. Bu farz olan zekat. Namazın, orucun
nafilesi olduğu gibi zekâtın da niye nafilesi olmasın! Unutulmasın ki kulu Allah’a
en çok yakınlaştıran ameller, nafile ibadetlerdir. İhtiyacımız yoksa niye verilen
miktar mesela otuzda bir olmasın, niye yirmide bir veya onda bir olmasın? Ve zekâtı
verirken de ehliyeti çok aramalı. İslam olma şartını aramalı; samimi Müslüman, idrakli
Müslüman, irfanlı Müslüman, Allah’a yakın olan Müslüman, Allah için çalışan Müslüman
olma şartını aramalı. Þahsen ben zekât vermekle yeni mükellef oldum. Allah’a hamd
ediyorum, farz olan bu ibadeti yerine getirme şansına yeni sahip oldum. Fakat şu
hususa çok dikkat ediyorum, ettiğimi zannediyorum, inşallah hata etmiyorumdur. Bire
bir gördüğüm insana veriyorum zekâtı, yani mutlaka ihtiyacı olduğunu, liyakat sahibi
olduğunu bilmem lazım. Tanımadığım insanlara da yolladığım oluyor, mesela kurbanları
ülke dışına ya da Anadolu’ya gönderiyorum. O ayrı, hatta onu zekâtımdan saymıyorum.
O, benim bir hediyem gibi oluyor. Zekâtım kabul ettiğim paramın, servetimin bir
kısmını bire bir tanıdığım insanlara vermeyi ve bire bir bunların onlardan istifade
ettiğini görmek beni mü’mine olarak mutlu ediyor. Zekâtı sadece insanlara verilen
bir yardım olarak da anlamıyorum. Mesela; geçen gün balık alıyordum Beylerbeyi İskelesi’nden.
Yerler kar, buz tutmuş, ağaçların gövdelerinin kuzey tarafları karla kaplanmış.
Sahilde martılar ve karabataklar çığlıklar atarak uçuyorlar, dönüp tekrar yaklaşıyorlar.
Tabi hayvanlar çok aç kalıyor karlı havada. Normalde bir yerden çöp buluyor, yiyorlar.
Ama her yer karla kaplandığı için onu da bulamıyorlar ve dolayısıyla aç kalıyorlar.
Baktım ki; ben balıkçının oraya gidince, birinin balık almaya geldiğini, dolayısıyla
satın alınan balığın solungaçlarının ve bağırsaklarının biraz sonra balıkçı tarafından
denize atılacağını biliyorlar. Birden yoğunlaştı orada martılar ve karabataklar.
Balıkçı benim aldığım balığın başını ve bağırsaklarını attı; tabi bir kısmı yakaladı,
bir kısmı yakalayamadı. Çok azıcık bir şey, belki orada yirmi tane martı ve karabatak
var; neyine yeter iki tane levreğin içi onlara? Ben, balıkçıya sordum “Acaba” dedim;
“buradan hamsi alıp versem hayvanlara?” Balıkçı, “Yiyorlar abla, havada kapıyorlar”
dedi. “Tamam” dedim. Bir miktar da kuşlar için aldım ve balıkçı benim aldığım hamsileri
havaya doğru avuç avuç attı. Martılar bol gıda geldi diye uçuşları hızlandırdı ve
hamsileri havada kapıp aldılar. Tabi hamsiler aşağıya doğru düşünce bu sefer karabataklar
denize dalıp denize düşen balıkları yediler. Dedim ki “Rabbim; şu deniz seviyesinin
üstündeki rızkı martılara, altındakileri ise karabataklara ayırmışsın.” Çünkü martılar
dalamıyorlar, karabataklar da havada yakalayamıyorlar. O gün ben aldığım levreğin
zekâtını oradaki martılar ve karabataklara hamsi olarak verdiğimi hissettim. Hayvanların
dili yok, bana teşekkür edemezler. Fakat onları bir miktar hamsi ile doyurmuş olmaktan
dolayı ruhumda aynen bir ihtiyaç sahibine vermiş olduğum zekat ya da sadakanın bende
yaratmış olduğu itminan duygusuna benzer bir mutluluk hissettim. “Ağalık vermekle“
denir. Bence de asıl ruh ağalığı sadece insanlara değil kâinata mutluluk vermekle
olur. Allah hepimizin bu idrake ulaşmasını nasip etsin.

Oruç için “melekleşme provası” diyorsunuz. Oruç nasıl insanı melekleştirir bunu
bize izah eder misiniz?

Melekleri nasıl tanımlıyoruz? Yemezler, içmezler, cinsel ilişkide bulunmazlar
değil mi? Yani ruhani varlıklardır. Bizim iradi olarak Allah’ın emriyle, bedenimizle
ilgili ihtiyaçlardan kesilmiş olmamız; bunları yapabilme imkânına sahip olduğumuz
halde bunlardan Allah’ın rızası için vazgeçmemiz; bizi meleklerden daha üst bir
konuma getiriyor. Çünkü biz bunları yapabiliriz; ama Allah’ın rızası için bundan
vazgeçiyoruz. Dolayısıyla oruç sadece melekleşme provası değil, meleklerin de üstüne
çıkma provasıdır. Allah hepimize böyle oruçlar tutmayı nasip etsin.

İbadet-ahlak ilişkisi için neler söylemek istersiniz?

İbadet esas olarak Allah’la birebir irtibat kurmak demektir. Her an huzur-u Hak’ta
olduğunu bilmek demektir. Her an huzur-u Hak’ta olduğunu bilen insanın da Allah’ın
çizmiş olduğu ahlak kurallarının dışına çıkması mümkün değildir. Dolayısıyla âbid
olan insan ahlaklıdır. Ahlakı olmayan insan, ibadeti olmayan insandır. Bunun dışında
da bir takım laik ahlak sistemleri öneriliyor. Ben bunların bir yere kadar faydalı
ve geçerli olabileceğini düşünüyorum. Fakat gerçek ahlak sahibi olan insan, “Ben
güzel ahlakı tamamlamak için geldim” diyen peygamberin ümmeti olan insan, âbid olan-
zâhid olan insandır. Mü’minlik beraberinde ahlaklılığı getirir. Ahlaklı değilse
o insan, onun imanından şüphe etmek lazım. Mü’min olmayan bir insan belki ahlaklı
olabilir; ama mü’min olan bir insan asla ahlaksız olamaz.

Namaz gibi ibadetlerin sosyal yönü için neler söyleyebilirsiniz?

Toplu ibadete çok önem veriyorum. Çok da severim beraber namaz kılmayı. Yani
evimde de olsa bir imamım olsun, ben arkada tek kişilik cemaat olayım, bundan çok
zevk alırım. Yani cemaatin büyüklüğü önemli değil. Senin arkanda da namaz kılmayı
seviyorum. Çünkü o anda iki kişi olarak evimin salonunda huzur-u Hak’ta olduğumuzu
hissediyorum. Camideki namazlara gelince; benimle aynı değerlere sahip olan insanlarla
ibadet etmek için aynı mekânda bulunmak ve huzurullahta niyaza durmak, rükuya gitmek,
secdeye varmak bende bir secdeyi binlere katlamış olma sevinci yaratıyor. Seneler
önce kadınlar da Fatih Camii’ne Cuma namazına gidebiliyorlardı. O zaman Cuma günleri,
cami nüfusu bu kadar çok değildi, elhamdülillah şimdi arttı. Cuma salası verilirken
kadınlar da üst kata çıkıp namaz kılabiliyorlardı, erkeklerle beraber, aynı anda.
Ben fakülteden çıkardım. Þehzadebaşı’na Süleymaniye’ye, Sultanahmet’e gitmezdim;
Fatih’e giderdim. Çünkü Fatih Camii’nde kadınlar üst katta namaz kılıyorlar, arkada
değil. Ben ana giriş kapısının üstünde, yani imam mihrapta bense bir kat yukarda;
ama tam onun arkasında namaza dururdum. İmam “Allahuekber” der. Cami lebâleb dolu,
saflar fevkalade muntazam… Kıyamda hoca okur, rükuya gider; ondan sonra secdeye
hep beraber gidilirken -Allah beni affetsin- ben biraz ağırdan alırdım. Çünkü o
binlerce insanın huzur-u hakka baş koymak için, secdeye gidişlerini seyretmek bana
derin bir zevk verirdi. Biliyorum namazda secde yerine bakılır, ama -Allah beni
affetsin- Fatih Camii’nde kılmış olduğum Cuma namazlarında; sırf o secdeye giden
sevgili mü’min kardeşlerimin halinin güzelliğine şahit olmak için, meleklerle beraber
tebessüm edebilmek için secdeye geç giderdim. Tek başına yapılan ibadetler de çok
önemli. O mahremiyeti yaşamak çok özel bir hal; fakat bir arada yapılan ibadetlerde,
Allah’ın huzurunda “Omuz omuzayız Ya Rabbi, hepimizi sen yarattın. İşte huzurunda
biz bir saf olmuşuz, Sana ibadete gelmişiz” psikolojisinin yaşanması da çok önemli.
Avatar filminde olduğu gibi; birbirine değen omuzlardan vücut enerjisinin bütün
toplumu dolaşması ve tek bir bedenin enerjisinin bin bir vücudun enerjisine dönüşmesi
iç aydınlığın bin bire katlanması demek.

İlmi kimliğimizin yanında dini kimliğimizi nasıl oluşturmalıyız?

İlmi kimlikle dini kimlik aslında birbirinden ayrılmamalıdır. Zira bu ikisi,
iki ayrı şey değil, tek bir hakikatin iki veçhesidir. Öyle ki ilmimiz arttıkça imanımız
artar, imanımız artıkça da ilmimiz artar. Yani bu ikisini birbirinden keserek ayırmak
mümkün değildir. Bu ikisi zaten birbirine bağlıdır. İlmimiz ne kadar derinse imanımız
da o kadar kavi olacaktır. İmanımız ne kadar kavileşirse ilmimiz de o kadar artacaktır.
Burada sadece mana ilimlerini kastetmiyorum, tabiat ilimlerini de kastediyorum.
Bu artışta idrak iki ayrı yönde yol alamaz, tek yönde yol alır. İdrakimizin manevi
tarafı irfanımızı besler, maddi tarafı ise ilmimizi besler.