Like ethereal happiness, earthly welfare of women is included in the scope of religious discipline

Yirmi Dördüncü Lem’a

-Tesettür hakkındadır-

On Beşinci Notanın İkinci ve Üçüncü Meseleleri iken, ehemmiyetine
binaen Yirmi Dördüncü Lem’a olmuştur.

1

(ilâ âhir) âyeti, tesettürü emrediyor. Medeniyet-i sefihe ise, Kur’ân’ın
bu hükmüne karşı muhalif gidiyor. Tesettürü fıtrî görmüyor, bir esarettir diyor.2

Elcevap: Kur’ân-ı Hakîmin bu hükmü tam fıtrî olduğuna ve muhalifi
gayr-ı fıtrî olduğuna delâlet eden çok hikmetlerinden yalnız dört hikmetini beyan
ederiz.

Birinci Hikmet

Tesettür, kadınlar için fıtrîdir ve fıtratları iktiza ediyor. Çünkü
kadınlar hilkaten zayıf ve nazik olduklarından, kendilerini ve hayatından ziyade
sevdiği yavrularını himaye edecek bir erkeğin himaye ve yardımına muhtaç bulunduğundan,
kendini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve istiskale mâruz kalmamak için fıtrî bir
meyli var.

Hem kadınların on adetten altı yedisi, ya ihtiyardır, ya çirkindir
ki, ihtiyarlığını ve çirkinliğini herkese göstermek istemezler. Ya kıskançtır, kendinden
daha güzellere nisbeten çirkin düşmemek veya tecavüzden ve ittihamdan korkar; taarruza
mâruz kalmamak ve kocası nazarında hıyanetle müttehem olmamak için, fıtraten tesettür
isterler. Hattâ dikkat edilse, en ziyade kendini saklayan, ihtiyarlardır. Ve on
adetten ancak iki üç tanesi bulunabilir ki, hem genç olsun, hem güzel olsun, hem
kendini göstermekten sıkılmasın.

Malûmdur ki, insan sevmediği ve istiskal ettiği adamların nazarından
sıkılır, müteessir olur. Elbette açık saçıklık kıyafetine giren güzel bir kadın,
bakmasına hoşlandığı nâmahrem erkeklerden onda iki üçü varsa, yedi sekizinden istiskal
eder. Hem tefahhuş ve tefessüh etmeyen bir güzel kadın, nazik ve serîü’t-teessür
olduğundan, maddeten tesiri tecrübe edilen, belki semlendiren pis nazarlardan elbette
sıkılır. Hattâ işitiyoruz, açık saçıklık yeri olan Avrupa’da çok kadınlar, bu dikkat-i
nazardan sıkılarak, “Bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar” diye polislere
şekvâ ediyorlar. Demek, medeniyetin ref-i tesettürü hilâf-ı fıtrattır. Kur’ân’ın
tesettür emri fıtrî olmakla beraber, o maden-i şefkat ve kıymettar birer refika-i
ebediye olabilen kadınları, tesettür ile sukuttan, zilletten ve mânevî esaretten
ve sefaletten kurtarıyor.

Hem kadınlarda ecnebî erkeklere karşı, fıtraten korkaklık, tahavvüf
var. Tahavvüf ise, fıtraten, tesettürü iktiza ediyor. Çünkü sekiz dokuz dakika bir
zevki cidden acılaştıracak sekiz dokuz ay ağır bir veled yükünü zahmetle çekmekle
beraber, hâmisiz bir veledin terbiyesiyle, sekiz dokuz sene, o sekiz dokuz dakika
gayr-ı meşru zevkin belâsını çekmek ihtimali var. Ve kesretle vâki olduğundan, cidden
şiddetle nâmahremlerden fıtratı korkar ve cibilliyeti sakınmak ister. Ve tesettürle,
nâmahremin iştahını açmamak ve tecavüzüne meydan vermemek, zayıf hilkati emreder
ve kuvvetli ihtar eder. Ve bir siperi ve kalesi, çarşafı olduğunu gösteriyor. Mesmûâtıma
göre, merkez ve payitaht-ı hükümette, çarşı içinde, gündüzde, ahalinin gözleri önünde,
gayet âdi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına
bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların hayâsız yüzlerine bir şamar
vuruyor!

İkinci Hikmet

Kadın ve erkek ortasında gayet esaslı ve şiddetli münasebet, muhabbet
ve alâka, yalnız dünyevî hayatın ihtiyacından ileri gelmiyor. Evet, bir kadın, kocasına
yalnız hayat-ı dünyeviyeye mahsus bir refika-i hayat değildir. Belki hayat-ı ebediyede
dahi bir refika-i hayattır.

Madem hayat-ı ebediyede dahi kocasına refika-i hayattır; elbette,
ebedî arkadaşı ve dostu olan kocasının nazarından gayrı, başkasının nazarını kendi
mehâsinine celb etmemek ve onu darıltmamak ve kıskandırmamak lâzım gelir. Madem
mü’min olan kocası, sırr-ı imana binaen, onunla alâkası hayat-ı dünyeviyeye münhasır
ve yalnız hayvânî ve güzellik vaktine mahsus, muvakkat bir muhabbet değil, belki
hayat-ı ebediyede dahi bir refika-i hayat noktasında esaslı ve ciddî bir muhabbetle,
bir hürmetle alâkadardır. Hem yalnız gençliğinde ve güzellik zamanında değil, belki
ihtiyarlık ve çirkinlik vaktinde dahi o ciddî hürmet ve muhabbeti taşıyor. Elbette
ona mukabil, o da kendi mehâsinini onun nazarına tahsis ve muhabbetini ona hasretmesi,
mukteza-yı insaniyettir. Yoksa pek az kazanır, fakat pek çok kaybeder.

Şer’an koca, karıya küfüv olmalı, yani, birbirine münasip olmalı.
Bu küfüv ve denk olmak, en mühimi, diyanet noktasındadır.

Ne mutlu o kocaya ki, kadınının diyanetine bakıp taklit eder; refikasını
hayat-ı ebediyede kaybetmemek için mütedeyyin olur.

Bahtiyardır o kadın ki, kocasının diyanetine bakıp “Ebedî arkadaşımı
kaybetmeyeyim” diye takvâya girer.

Veyl o erkeğe ki, saliha kadınını ebedî kaybettirecek olan sefahete
girer.

Ne bedbahttır o kadın ki, müttakî kocasını taklit etmez, o mübarek
ebedî arkadaşını kaybeder.

Binler veyl o iki bedbaht zevc ve zevceye ki, birbirinin fıskını
ve sefahetini taklit ediyorlar, birbirine ateşe atılmasında yardım ediyorlar.

Üçüncü Hikmet

Bir ailenin saadet-i hayatiyesi, koca ve karı mâbeyninde bir emniyet-i
mütekabile ve samimî bir hürmet ve muhabbetle devam eder. Tesettürsüzlük ve açık
saçıklık, o emniyeti bozar, o mütekabil hürmet ve muhabbeti de kırar. Çünkü açık
saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki, kocasından daha
güzeli görmediğinden, kendini ecnebîye sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından daha
iyisini görür. Ve yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor.
O vakit o samimî muhabbet ve hürmet-i mütekabile gitmekle beraber, gayet çirkin
ve gayet alçakça bir his uyandırmaya sebebiyet verebilir. Şöyle ki:

İnsan, hemşire misilli mahremlerine karşı fıtraten şehvânî his taşıyamıyor.
Çünkü mahremlerin simaları, karâbet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i
meşruayı ihsas ettiği cihetle, nefsî, şehvânî temâyülâtı kırar. Fakat bacaklar gibi
şer’an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî
nefislere göre, gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin
siması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak,
mahremin gayrıyla müsavidir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından,
hayvânî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle
nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!

Dördüncü Hikmet

Malûmdur ki, kesret-i nesil, herkesçe matluptur. Hiçbir millet ve
hükümet yoktur ki, kesret-i tenasüle taraftar olmasın. Hattâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâm ferman etmiş: 
 
(ev kemâ kàl.) Yani, “İzdivaç ediniz, çoğalınız. Ben kıyamette sizin kesretinizle
iftihar edeceğim.”

Halbuki tesettürün ref’i, izdivacı teksir etmeyip çok azaltıyor.
Çünkü en serseri ve asrî bir genç dahi refika-i hayatını namuslu ister. Kendi gibi
asrî, yani açık saçık olmasını istemediğinden bekâr kalır, belki de fuhşa sülûk
eder.

Kadın öyle değil; o derece kocasını inhisar altına alamaz. Çünkü
kadının-aile hayatında müdir-i dahilî olmak haysiyetiyle kocasının bütün malına,
evlâdına ve herşeyine muhafaza memuru olduğundan-en esaslı hasleti sadakattir, emniyettir.
Açık saçıklık ise, bu sadakati kırar, kocası nazarında emniyeti kaybeder, ona vicdan
azâbı çektirir. Hattâ erkeklerde iki güzel haslet olan cesaret ve sehâvet kadınlarda
bulunsa, bu emniyete ve sadakate zarar olduğu için, ahlâk-ı seyyiedendir, kötü haslet
sayılırlar. Fakat kocasının vazifesi, ona hazinedarlık ve sadakat değil, belki himâyet
ve merhamet ve hürmettir. Onun için, o erkek inhisar altına alınmaz, başka kadınları
da nikâh edebilir.

Memleketimiz Avrupa’ya kıyas edilmez. Çünkü orada, düello gibi çok
şiddetli vasıtalarla, açık saçıklık içinde namus bir derece muhafaza edilir. İzzet-i
nefis sahibi birisinin karısına pis nazarla bakan, boynuna kefenini takar, sonra
bakar. Hem memâlik-i bâride olan Avrupa’daki tabiatlar, o memleket gibi bârid ve
câmiddirler. Bu Asya, yani âlem-i İslâm kıtas¨, ona nispeten memâlik-i harredir.
Malûmdur ki, muhitin, insanın ahlâkı üzerinde tesiri vardır. O bârid memlekette,
soğuk insanlarda hevesât-ı hayvâniyeyi tahrik etmek ve iştahı açmak için açık saçıklık
belki çok sû-i istimâlâta ve isrâfâta medar olmaz. Fakat seriütteessür ve hassas
olan memâlik-i harredeki insanların hevesât-ı nefsâniyesini mütemadiyen tehyiç edecek
açık saçıklık, elbette çok sû-i istimâlâta ve isrâfâta ve neslin zaafiyetine ve
sukut-u kuvvete sebeptir. Bir ayda veya yirmi günde ihtiyac-ı fıtrîye mukabil, her
birkaç günde kendini bir israfa mecbur zanneder. O vakit, her ayda on beş gün kadar
hayız gibi arızalar münasebetiyle kadından tecennüp etmeye mecbur olduğundan, nefsine
mağlûp ise fuhşiyata da meyleder.

Şehirliler, köylülere, bedevîlere bakıp tesettürü kaldıramaz. Çünkü
köylerde, bedevîlerde, derd-i maişet meşgalesiyle ve bedenen çalışmak ve yorulmak
münasebetiyle, hem şehirlilere nispeten nazar-ı dikkati az celb eden, mâsûme işçi
ve bir derece kaba kadınların kısmen açık olmaları, hevesât-ı nefsâniyeyi tehyice
medar olmadığı gibi, serseri ve işsiz adamlar az bulunduğundan, şehirdeki mefâsidin
onda biri onlarda bulunmaz Öyleyse onlara kıyas edilmez.

Ehl-i iman âhiret hemşirelerim olan kadınlar taifesi ile bir
muhaveredir

Bazı vilâyetlerde taife-i nisâdan samimî ve hararetli bir surette
Nurlara karşı alâkalarını gördüğüm ve haddimden pek ziyade, onların Nurlara ait
derslerime itimadlarını bildiğim sıralarda, mübarek Isparta’ya ve mânevî Medresetü’z-Zehrâya
üçüncü defa geldiğim zaman işittim ki, o mübarek âhiret hemşirelerim olan taife-i
nisâ, benden bir ders bekliyorlarmış. Güya vaaz suretinde camilerde onlara bir dersim
olacak. Hâlbuki ben dört beş vecihle hastayım. Ve hem perişan, hattâ konuşmaya ve
düşünmeye iktidarsız bulunduğum halde, bu gece şiddetli bir ihtarla kalbime geldi
ki:

“Madem on beş sene evvel gençlerin istemeleriyle Gençlik Rehberi’ni
onlar için yazdın ve pek çok istifade edildi. Hâlbuki hanımlar taifesi, gençlerden
daha ziyade bu zamanda öyle bir rehbere muhtaçtırlar.”

Ben de bu ihtara karşı gayet perişan ve zaaf ve aczimle beraber,
Üç Nükte ile, gayet muhtasar bazı lüzumlu maddeleri, o mübarek hemşirelerime ve
mânevî genç evlâtlarıma beyan ediyorum.

Birinci Nükte

Risale-i Nur’un en mühim bir esası şefkat olmasından, nisâ taifesi
şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle daha ziyade Risale-i Nur’la fıtraten alâkadardırlar.
Ve lillâhilhamd bu fıtrî alâkadarlık çok yerlerde hissediliyor. Bu şefkatteki fedakârlık,
hakikî bir ihlâsı ve mukabelesiz bir fedakârlık mânâsını ifade ettiğinden, şimdi
bu zamanda pek çok ehemmiyeti var.

Evet, bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret
istemeden ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlâs ile vazife-i fıtriyesi itibarıyla
kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki, hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık
var. Bu kahramanlığın inkişafı ile hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı ebediyesini
onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymettar seciye
inkişaf etmez. Veyahut sû-i istimal edilir. Yüzer nümunelerinden bir küçük numunesi
şudur:

O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi,
istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder.
“Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir.
Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden
kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmemesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin
tam zıddı olarak, o mâsum çocuğunu, âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken dâvâcı
ediyor. O çocuk, “Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?”
diye şekvâ edecek. Dünyada da, terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, validesinin
harika şefkatinin hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder.

Eğer hakikî şefkat sû-i istimal edilmeyerek, biçare veledini haps-i
ebedî olan Cehennemden ve idam-ı ebedî olan dalâlet içinde ölmekten kurtarmaya o
şefkat sırrıyla çalışsa, o veledin bütün ettiği hasenâtının bir misli, validesinin
defter-i amâline geçeceğinden, validesinin vefatından sonra her vakit hasenatlarıyla
ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, âhirette de, değil dâvâcı olmak, bütün ruh u canıyla
şefaatçi olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlât olur.

Evet, insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir.
Bu münasebetle, ben kendi şahsımda katî ve daima hissettiğim bu mânâyı beyan ediyorum:

Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde,
kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi,
merhum validemden aldığım telkinat ve mânevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda,
adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler
üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma
merhum validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler
içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.

Ezcümle: Meslek ve meşrebimin dört esasından en mühimi olan şefkat
etmek ve Risale-i Nur’un da en büyük hakikati olan acımak ve merhamet etmeyi, o
validemin şefkatli fiil ve halinden ve o mânevî derslerinden aldığımı yakînen görüyorum.

Evet, bu hakikî ihlâs ile hakikî bir fedakârlık taşıyan validelik
şefkati sû-i istimal edilip, mâsum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan âhiretini
düşünmeyerek, muvakkat fâni şişeler hükmünde olan dünyaya o çocuğun mâsum yüzünü
çevirmek ve bu şekilde ona şefkat göstermek, o şefkati sû-i istimal etmektir.

Evet, kadınların şefkat cihetiyle bu kahramanlıklarını hiçbir ücret
ve hiçbir mukabele istemeyerek, hiçbir faide-i şahsiye, hiçbir gösteriş mânâsı olmayarak
ruhunu feda ettiklerine, o şefkatin küçücük bir numunesini taşıyan bir tavuğun yavrusunu
kurtarmak için arslana saldırması ve ruhunu feda etmesi ispat ediyor.

Şimdi terbiye-i İslâmiyeden ve amâl-i uhreviyeden en kıymetli ve
en lüzumlu esas, ihlâstır. Bu çeşit şefkatteki kahramanlıkta o hakikî ihlâs bulunuyor.
Eğer bu iki nokta o mübarek taifede inkişafa başlasa, daire-i İslâmiyede pek büyük
bir saadete medar olur. Halbuki erkeklerin kahramanlıkları mukabelesiz olamıyor;
belki yüz cihette mukabele istiyorlar. Hiç olmazsa şan ve şeref istiyorlar. Fakat
maattessüf biçare mübarek taife-i nisâiye, zalim erkeklerinin şerlerinden ve tahakkümlerinden
kurtulmak için, başka bir tarzda, zaafiyetten ve aczden gelen başka bir nevide riyâkârlığa
giriyorlar.

İkinci Nükte

Bu sene inzivâda iken ve hayat-ı içtimaiyeden çekildiğim halde,
bazı Nurcu kardeşlerimin ve hemşirelerimin hatırları için dünyaya baktım. Benimle
görüşen ekserî dostlardan, kendi ailevî hayatlarından şekvâlar işittim. “Eyvah!”
dedim. “İnsanın, hususan Müslümanın tahassungâhı ve bir nevi cenneti ve küçük bir
dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmaya başlamış?” dedim. Sebebini aradım. Bildim
ki, nasıl İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesine ve dolayısıyla din-i İslâma zarar vermek
için, gençleri yoldan çıkarmak ve gençlik hevesâtıyla sefahete sevk etmek için bir
iki komite çalışıyormuş. Aynen öyle de, biçare nisâ taifesinin gafil kısmını dahi
yanlış yollara sevk etmek için bir iki komitenin tesirli bir surette perde altında
çalıştığını hissettim. Ve bildim ki, bu millet-i İslâma bir dehşetli darbe, o cihetten
geliyor. Ben de siz hemşirelerime ve gençleriniz olan mânevî evlâtlarıma katiyen
beyan ediyorum ki:

Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi saadet-i dünyeviyeleri de ve
fıtratlarındaki ulvî seciyeleri de, bozulmaktan kurtulmanın çare-i yegânesi, daire-i
İslâmiyedeki terbiye-i diniyeden başka yoktur. Rusya’da o biçare taifenin ne hale
girdiğini işitiyorsunuz. Risale-i Nur’un bir parçasında denilmiş ki:

Aklı başında olan bir adam, refikasına muhabbetini ve sevgisini,
beş on senelik fâni ve zâhirî hüsn-ü cemâline bina etmez. Belki, kadınların hüsn-ü
cemâlinin en güzeli ve daimîsi, onun şefkatine ve kadınlığa mahsus hüsn-ü sîretine
sevgisini bina etmeli-tâ ki, o biçare ihtiyarladıkça, kocasının muhabbeti ona devam
etsin. Çünkü onun refikası, yalnız dünya hayatındaki muvakkat bir yardımcı refika
değil, belki hayat-ı ebediyesinde ebedî ve sevimli bir refika-i hayat olduğundan,
ihtiyarlandıkça daha ziyade hürmet ve merhametle birbirine muhabbet etmek lâzım
geliyor. Şimdiki terbiye-i medeniye perdesi altındaki hayvancasına muvakkat bir
refakatten sonra ebedî bir mufarakate mâruz kalan o aile hayatı, esasıyla bozuluyor.

Hem Risale-i Nur’un bir cüz’ünde denilmiş ki: Bahtiyardır o adam
ki, refika-i ebediyesini kaybetmemek için saliha zevcesini taklit eder, o da salih
olur. Hem bahtiyardır o kadın ki, kocasını mütedeyyin görür, ebedî dostunu ve arkadaşını
kaybetmemek için o da tam mütedeyyin olur, saadet-i dünyeviyesi içinde saadet-i
uhreviyesini kazanır. Bedbahttır o adam ki, sefahete girmiş zevcesine ittibâ eder,
vazgeçirmeye çalışmaz, kendisi de iştirak eder. Bedbahttır o kadın ki, zevcinin
fıskına bakar, onu başka bir surette taklit eder. Veyl o zevc ve zevceye ki, birbirini
ateşe atmakta yardım eder. Yani, medeniyet fantaziyelerine birbirini teşvik eder.

İşte, Risale-i Nur’un bu mealdeki cümlelerinin mânâsı budur ki:

Bu zamanda aile hayatının ve dünyevî ve uhrevî saadetinin ve kadınlarda
ulvî seciyelerin inkişafının sebebi, yalnız daire-i şeriattaki âdâb-ı İslâmiyetle
olabilir. Şimdi aile hayatında en mühim nokta budur ki, kadın, kocasında fenalık
ve sadakatsizlik görse, o da kocasının inadına, kadının vazife-i ailevîsi olan sadakat
ve emniyeti bozsa, aynen askeriyedeki itaatin bozulması gibi, o aile hayatının fabrikası
zîr ü zeber olur. Belki o kadın, elinden geldiği kadar kocasının kusurunu ıslaha
çalışmalıdır ki, ebedî arkadaşını kurtarsın. Yoksa o da kendini açıklık ve saçıklıkla
başkalara göstermeye ve sevdirmeye çalışsa, her cihetle zarar eder. Çünkü hakikî
sadakati bırakan, dünyada da cezasını görür. Çünkü nâmahremlerin nazarından fıtratı
korkar, sıkılır, çekilir. Nâmahrem yirmi erkeğin on sekizinin nazarından istiskal
eder. Erkek ise, nâmahrem yüz kadından, ancak birisinden istiskal eder, bakmasından
sıkılır. Kadın o cihette azap çektiği gibi, sadakatsizlik ithamı altına girer, zaafiyetiyle
beraber; hukukunu muhafaza edemez.

Elhasıl: Nasıl ki kadınlar kahramanlıkta, ihlâsta, şefkat itibarıyla
erkeklere benzemedikleri gibi, erkekler de o kahramanlıkta onlara yetişemiyorlar.
Öyle de, o mâsum hanımlar dahi, sefahette hiçbir vecihle erkeklere yetişemezler.
Onun için, fıtratlarıyla ve zayıf hilkatleriyle nâmahremlerden şiddetli korkarlar
ve çarşaf altında saklanmaya kendilerini mecbur bilirler. Çünkü erkek sekiz dakika
zevk ve lezzet için sefahete girse, ancak sekiz lira kadar birey zarar eder. Fakat
kadın sekiz dakika sefahetteki zevkin cezası olarak, dünyada dahi sekiz ay ağır
bir yükü karnında taşır ve sekiz sene de o hâmisiz çocuğun terbiyesinin meşakkatine
girdiği için, sefahette erkeklere yetişemez, yüz derece fazla cezasını çeker.

Az olmayan bu nevi vukuat da gösteriyor ki, mübarek taife-i nisâiye,
fıtraten yüksek ahlâka menşe olduğu gibi, fısk ve sefahatte dünya zevki için kabiliyetleri
yok hükmündedir. Demek onlar daire-i terbiye-i İslâmiye içinde mesut bir aile hayatını
geçirmeye mahsus bir nevi mübarek mahlûkturlar. Bu mübarekleri ifsad eden komiteler
kahrolsunlar! Allah, bu hemşirelerimi de bu serserilerin şerlerinden muhafaza eylesin.
Âmin.

Hemşirelerim, mahremce bu sözümü size söylüyorum: Maişet derdi için,
serseri, ahlâksız, frenkmeşrep bir kocanın tahakkümü altına girmektense, fıtratınızdaki
iktisat ve kanaatle, köylü mâsum kadınların nafakalarını kendileri çıkarmak için
çalışmaları nevinden kendinizi idareye çalışınız, satmaya çalışmayınız. Şayet size
münasip olmayan bir erkek kısmet olsa, siz kısmetinize razı olunuz ve kanaat ediniz.
İnşaallah, rızanız ve kanaatinizle o da ıslah olur. Yoksa, şimdiki işittiğim gibi,
mahkemelere boşanmak için müracaat edeceksiniz. Bu da, haysiyet-i İslâmiye ve şeref-i
milliyemize yakışmaz.

Üçüncü Nükte

Aziz hemşirelerim, katiyen biliniz ki, daire-i meşruanın haricindeki
zevklerde, lezzetlerde, on derece onlardan ziyade elemler ve zahmetler bulunduğunu,
Risale-i Nur yüzer kuvvetli delillerle, hadisatlarla ispat etmiştir. Uzun tafsilâtını
Risale-i Nur’da bulabilirsiniz.

Ezcümle, Küçük Sözler’den Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözler ve
Gençlik Rehberi benim bedelime sizlere tam bu hakikati gösterecek. Onun için, daire-i
meşruadaki keyfe iktifâ ediniz ve kanaat getiriniz. Sizin hanenizdeki mâsum evlâtlarınızla
mâsûmâne sohbet, yüzer sinemadan daha ziyade zevklidir.

Hem katiyen biliniz ki, bu hayat-ı dünyeviyede hakikî lezzet iman
dairesindedir ve imandadır. Ve amâl-i salihanın herbirisinde bir mânevî lezzet var.
Ve dalâlet ve sefahatte, bu dünyada dahi gayet acı ve çirkin elemler bulunduğunu
Risale-i Nur yüzer katî delillerle ispat etmiştir. Adeta imanda bir Cennet çekirdeği
ve dalâlette ve sefahatte bir Cehennem çekirdeği bulunduğunu, ben kendim çok tecrübelerle
ve hadiselerle aynelyakin görmüşüm ve Risale-i Nur’da bu hakikat tekrar ile yazılmış.
En şedit muannid ve muterizlerin eline girip, hem resmî ehl-i vukuflar ve mahkemeler
o hakikati cerh edememişler. Şimdi sizin gibi mübarek ve mâsum hemşirelerime ve
evlâtlarım hükmünde küçüklerinize, başta Tesettür Risalesi ve Gençlik Rehberi ve
Küçük Sözler benim bedelime sizlere ders versin.

Ben işittim ki, benim size camide ders vermekliğimi arzu ediyorsunuz.
Fakat benim perişaniyetimle beraber hastalığım ve çok esbab, bu vaziyete müsaade
etmiyor. Ben de sizin için yazdığım bu dersimi okuyan ve kabul eden bütün hemşirelerimi,
bütün mânevî kazançlarıma ve dualarıma Nur şakirtleri gibi dahil etmeye karar verdim.
Eğer siz benim bedelime Risale-i Nur’u kısmen elde edip okusanız veya dinleseniz,
o vakit, kaidemiz mûcibince, bütün kardeşleriniz olan Nur şakirtlerinin mânevî kazançlarına
ve dualarına da hissedar oluyorsunuz.

Ben şimdi daha ziyade yazacaktım. Fakat çok hasta ve çok zayıf ve
çok ihtiyar ve tashihat gibi çok vazifelerim bulunduğundan, şimdilik bu kadarla
iktifâ ettim.

Lem’alar, s. 197-205.

Gölgeli, gölgesiz sûretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir
riyâ-i mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir

Dördüncü esas: Sanemperstliği şiddetle, Kur’ân, men ettiği gibi;
sanemperestliğin bir nevi taklidi olan sûretperestliği de men eder. Medeniyet ise,
sûretleri kendi mehâsininden sayıp, Kur’ân’a muâraza etmek istemiş. Halbuki gölgeli,
gölgesiz sûretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riyâ-i mütecessid veya bir
heves-i mütecessimdir ki; beşeri zulme ve riyâya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik
eder. Hem Kur’ân, merhameten, kadınların hürmetini muhâfaza için, hayâ perdesini
takmasını emreder; tâ hevesât-ı rezîlenin ayağı altında o şefkat mâdenleri zillet
çekmesinler, âlet-i hevesât, ehemmiyetsiz bir metâ hükmüne geçmesinler.3
Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan
çıkarmıştır. Hâlbuki âile hayatı, kadın-erkek mâbeyninde mütekàbil hürmet ve muhabbetle
devam eder. Hâlbuki açık saçıklık samimi hürmet ve muhabbeti izâle edip, âilevî
hayatı zehirlemiştir. Hususan, sûretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukùt-u
ruha sebebiyet verdiği, şununla anlaşılır: Nasıl ki, merhûme ve rahmete muhtaç bir
güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrip
eder; öyle de, ölmüş kadınların sûretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri
hükmünde olan sûretlerine hevesperverâne bakmak, derinden derine, hissiyât-ı ulviye-i
insaniyeyi sarsar, tahrip eder.

İşte şu üç misâl gibi binler mesâil-i Kur’âniyenin herbirisi saadet-i
beşeriyeyi dünyada temine hizmet etmekle beraber, hayat-ı ebediyesine de hizmet
eder. Sâir meseleleri mezkûr meselelere kıyas edebilirsin.

Sözler, s. 374.

Haşir inancının şahsi ve içtimai hayata dair faydaları

Dördüncü delil: Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cemiyetli
merkez ve en esaslı zemberek ve dünyevî saadet için bir Cennet, bir melce’, bir
tahassüngâh ise, âile hayatıdır. Ve herkesin hânesi, küçük bir dünyasıdır. Ve o
hâne ve âile hayatının hayatı ve saadeti ise, samimi ve ciddî ve vefâdarâne hürmet
ve hakiki ve şefkatli ve fedâkârâne merhamet ile olabilir. Ve bu hakiki hürmet ve
samimi merhamet ise, ebedî bir arkadaşlık ve dâimî bir refâkat ve sermedî bir beraberlik
ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederâne, ferzendâne, kardeşâne,
arkadaşâne münâsebetlerin bulunmak fikriyle, akîdesiyle olabilir.

Meselâ, der: “Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta dâimî
bir refîka-i hayatımdır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de, zararı yok. Çünkü
ebedî bir güzelliği var; gelecek. Ve böyle dâimî arkadaşlığın hatırı için, her bir
fedâkârlığı ve merhameti yaparım” diyerek, o ihtiyâre karısına, güzel bir hûri gibi
muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele edebilir. Yoksa kısacık, bir iki saat
sûrî bir refâkatten sonra ebedî bir firâk ve müfârakata uğrayan arkadaşlık, elbette
gayet sûrî ve muvakkat ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye mânâsında ve
bir mecâzî merhamet ve sun’î bir hürmet verebilir. Ve hayvanâtta olduğu gibi, başka
menfaatler ve sâir gàlip hisler, o hürmet ve merhameti mağlûp edip, o dünya cennetini
cehenneme çevirir.

İşte, imân-ı haşrînin yüzer neticesinden birisi, hayat-ı içtimâiye-i
insaniyeye taallûk eder. Ve bu tek neticenin de yüzer cihetinden ve faydalarından
mezkûr dört delile, sâirleri kıyas edilse, anlaşılır ki, hakikat-i haşriyenin tahakkuku
ve vukuu, insaniyetin ulvî hakikati ve küllî hâceti derecesinde katîdir. Belki,
insanın midesindeki ihtiyacın vücudu, taamların vücuduna delâlet ve şehâdetinden
daha zâhirdir ve daha ziyâde tahakkukunu bildirir. Ve eğer, bu hakikat-i haşriyenin
neticeleri, insaniyetten çıksa, o çok ehemmiyetli ve yüksek ve hayattar olan insaniyet
mahiyeti, murdar ve mikrop yuvası bir lâşe hükmüne sukut edeceğini ispat eder. Beşerin
idare ve ahlâk ve içtimâiyâtı ile çok alâkadar olan içtimâiyyun ve siyâsiyyun ve
ahlâkiyyunun kulakları çınlasın. Gelsinler; bu boşluğu ne ile doldurabilirler? Ve
bu derin yaraları ne ile tedâvi edebilirler?

Sözler, s. 93.

Âhirzamanda bir şahsın hatiât ve günahları dehşetli bir yekûn
teşkil edecek

Birden ihtar edilen bir mesele:

Âhirzamanda bir şahsın hatiât ve günahlarının gayet dehşetli bir
yekûn teşkil ettiğine dair rivayetler vardır. Eskide, “Acaba âdi bir adam, binler
adam kadar günah işleyebilir mi? Ve o ahirzamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi
günahlardır ki, kâinatın heyet-i mecmuasına dokunur, kıyametin kopmasına ve dünyaları
başlarına harap olmasına sebebiyet verir?” diye düşünürdüm. Şimdi bu zamanda müteaddit
esbabını gördük.

Ezcümle: Müteaddit o vücuhundan radyomla anlaşıldı ki, o birtek
adam, birtek kelimeyle bir milyon kebairi birden işler. Ve milyonlarla insanı dinlettirmekle
günahlara sokar.

Evet, küre-i havanın yüz binler kelimeleri birden söyleyen ve bir
dili olan radyo unsuru, nev-i beşere öyle bir nimet-i İlahiyyedir ki, küre-i havayı
bütün zerratıyla şükür ve hamd ü senayla doldurmak lazım gelirken, dalâletten tevellüd
eden sefahet-i beşeriye o azim nimeti şükrün aksine istimal ettiğinden, elbette
tokat yiyecek.

Nasıl ki havârık-ı medeniyet namı altındaki ihsanat-ı İlahiyyeyi
bu mimsiz, gaddar medeniyet hüsn-ü istimal ile şükrünü eda edemeyerek tahribata
sarf edip küfran-ı nimet ettiği için öyle bir tokat yedi ki, bütün bütün saadet-i
hayatiyeyi kaybettirdi. Ve en medenî tasavvur ettiği insanları, en bedevî ve vahşî
derekesinden daha aşağıya indirdi. Cehenneme gitmeden evvel, Cehennem azabını tattırıyor.

Evet, radyonun küllî nimetiyet ciheti küllî bir şükür iktiza eder
ve o küllî şükür de, Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın kelâm-ı ezelîsinin şimdiki bütün muhataplarına
birden yetiştirmek için, küllî yüz bin dilli semavi bir hâfız hükmünde, her vakit
kâinatta Kur’an’ı okumalıdır, ta o nimetin küllî şükrünü edâ ve o nimeti idame etsin.

Kastamonu Lahikası, s. 46.

Dalalet ve sefahetteki lezzet lezzet değildir

Gençlik Rehberinde izahı bulunan ibretli bir hadisenin hülâsası
şudur:

Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet
Bayramında oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda
gülerek raksediyorlardı. Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri
bana göründü. Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi,
kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş,
gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar
kat’î müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım
arkadaşlar ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: “Şimdi beni kendi
halime bırakınız, gidiniz.”

Evet, gördüğüm hakikattır, hayal değil. Nasıl ki bu yaz ve güzün
âhiri kıştır; öyle de, gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah
kışıdır. Geçmiş zamanın elli sene evvelki hadisatı sinema ile hal-i hazırda gösterildiği
gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbal hadisatını gösteren bir sinema
bulunsa, ehl-i dalâlet ve sefahetin elli altmış sene sonraki vaziyetleri onlara
gösterilseydi, şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru keyiflerine nefretle ve teellümlerle
ağlayacaklardı.

Ben o Eskişehir Hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken, sefahet
ve dalâleti terviç eden bir şahs-ı mânevî, insî bir şeytan gibi karşıma dikildi
ve dedi:

“Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak
istiyoruz; bize karışma.”

Ben de cevaben dedim:

Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip dalâlet ve sefahete
atılıyorsun. Kat’iyen bil ki, senin dalâletin hükmüyle bütün geçmiş zaman-ı mazi
ölmüş ve mâdumdur. Ve içinde cenazeleri çürümüş bir vahşetli mezaristandır. İnsaniyet
alâkadarlığıyla ve dalâlet yoluyla, senin başına ve varsa ve ölmemişse kalbine,
o hadsiz firaklardan ve o nihayetsiz dostlarının ebedî ölümlerinden gelen elemler,
senin şimdiki sarhoşça, pek kısa bir zamandaki cüz’î lezzetini imha ettiği gibi,
gelecek istikbal zamanı dahi, itikatsızlığın cihetiyle yine mâdum ve karanlıklı
ve ölü ve dehşetli bir vahşetgâhtır. Ve oradan gelen ve başını vücuda çıkaran ve
zaman-ı hazıra uğrayan biçarelerin başları ecel cellâdının satırıyla kesilip hiçliğe
atıldığından, mütemadiyen akıl alâkadarlığıyla senin imansız başına hadsiz elîm
endişeler yağdırıyor. Senin sefihâne cüz’î lezzetini zîr ü zeber eder.

Eğer dalâleti ve sefaheti bırakıp iman-ı tahkiki ve istikamet dairesine
girsen, iman nuruyla göreceksin ki, o geçmiş zaman-ı mazi mâdum ve herşeyi çürüten
bir mezaristan değil, belki mevcut ve istikbale inkılâp eden nuranî bir âlem ve
bâki ruhların istikbaldeki saadet saraylarına girmelerine bir intizar salonu görünmesi
haysiyetiyle, değil elem, belki imanın kuvvetine göre Cennetin bir nevi mânevî lezzetini
dünyada dahi tattırdığı gibi gelecek istikbal zamanı, değil vahşetgâh ve karanlık,
belki iman gözüyle görünür ki, saadet-i ebediye saraylarında hadsiz rahmeti ve keremi
bulunan ve her bahar ve yazı birer sofra yapan ve nimetlerle dolduran bir Rahmân-ı
Rahîm-i Zülcelâli ve’l-İkramın ziyafetleri kurulmuş ve ihsanlarının sergileri açılmış,
oraya sevkiyat var diye iman sinemasıyla müşahede ettiğinden, derecesine göre bâki
âlemin bir nevi lezzetini hissedebilir. Demek hakikî ve elemsiz lezzet yalnız imanda
ve iman ile olabilir.

İmanın bu dünyada dahi verdiği binler fayda ve neticelerinden yalnız
birtek fayda ve lezzetini, bu mezkûr bahsimiz münasebetiyle Gençlik Rehberinde bir
hâşiye olarak yazılan bir temsil ile beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Meselâ, senin gayet sevdiğin birtek evlâdın sekeratta ölmek üzere
iken ve meyusâne elîm ebedî firakını düşünürken, birden Hazret-i Hızır ve Hakîm-i
Lokman gibi bir doktor geldi, tiryak gibi bir macun içirdi. O sevimli ve güzel evlâdın
gözünü açtı, ölümden kurtuldu. Ne kadar sevinç ve ferah veriyor, anlarsın.

İşte, o çocuk gibi sevdiğin ve ciddi alâkadar olduğun milyonlar
sence mahbup insanlar, o mazi mezaristanında, senin nazarında çürüyüp mahvolmak
üzere iken, birden hakikat-i iman, Hakîm-i Lokman gibi, o büyük idamhâne tevehhüm
edilen mezaristana kalb penceresinden bir ışık verdi. Onunla baştanbaşa bütün ölüler
dirildiler. Ve “Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz, yine sizinle görüşeceğiz” lisan-ı
hal ile dediklerinden aldığın hadsiz sevinçler ve ferahları iman bu dünyada dahi
vermesiyle ispat eder ki, iman hakikatı öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse,
bir cennet-i hususiye ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i tûbâsı olur dedim.

O muannid döndü, dedi:

“Hiç olmazsa hayvan gibi hayatımızı keyif ve lezzetle geçirmek için
sefahet ve eğlencelerle bu ince şeyleri düşünmeyerek yaşayacağız.”

Cevaben dedim:

Hayvan gibi olamazsın. Çünkü hayvanın mazi ve müstakbeli yok. Ne
geçmişten elemler ve teessüfler alır ve ne de gelecekten endişeler ve korkular gelir.
Lezzetini tam alır. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder. Hattâ kesilmek için
yatırılan bir hayvan, birşey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister;
fakat o his dahi gider, o elemden de kurtulur. Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i
İlâhiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir. Hususan mâsum
hayvanlar hakkında daha mükemmeldir. Fakat ey insan, senin mazi ve müstakbelin akıl
cihetiyle bir derece gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahatten
tamamen mahrumsun. Geçmişten çıkan teessüfler, elîm firaklar ve gelecekten gelen
korkular ve endişeler, senin cüz’î lezzetini hiçe indirir. Lezzet cihetinde yüz
derece hayvandan aşağı düşürür.

Madem hakikat budur. Ya aklını çıkar at, hayvan ol, kurtul. Veya
aklını imanla başına al, Kur’ân’ı dinle, yüz derece hayvandan ziyade ve fâni dünyada
dahi sâfi lezzetleri kazan, diyerek onu ilzam ettim.

Yine o mütemerrid şahıs döndü, dedi:

“Hiç olmazsa ecnebî dinsizleri gibi yaşarız.”

Cevaben dedim:

Ecnebi dinsizleri gibi de olamazsın. Çünkü onlar bir peygamberi
inkâr etse, diğerlerine inanabilirler. Peygamberleri bilmese de, Allah’a inanabilir.
Bunu da bilmezse, kemâlâta medar bazı seciyeleri bulunabilir. Fakat bir Müslüman,
en âhir ve en büyük ve dini ve dâveti umumî olan âhirzaman Peygamberi Aleyhissalâtü
Vesselâmı inkâr etse ve zincirinden çıksa, daha hiçbir peygamberi, hattâ Allah’ı
kabul etmez. Çünkü bütün peygamberleri ve Allah’ı ve kemâlâtı onunla bilmiş. Onlar
onsuz kalbinde kalmaz. Bunun içindir ki, eskiden beri her dinden İslâmiyete giriyorlar;
ve hiçbir Müslüman, hakiki Yahudi veya Mecusi veya Nasranî olmaz. Belki dinsiz olur;
seciyeleri bozulur, vatana, millete muzır bir hâlete girer. İspat ettim. O muannid
ve mütemerrid şahsın daha tutunacak bir yeri kalmadı. Kayboldu, Cehenneme gitti.

İşte ey bu medrese-i Yusufiyede benim ders arkadaşlarım! Madem hakikat
budur ve bu hakikati Risale-i Nur o derece kat’î ve güneş gibi ispat etmiş ki, yirmi
senedir mütemerridlerin inatlarını kırıp imana getiriyor. Biz dahi hem dünyamıza,
hem istikbalimize, hem âhiretimize, hem vatanımıza, hem milletimize tam menfaatli
ve kolay ve selâmetli olan iman ve istikamet yolunu takip edip boş vaktimizi sıkıntılı
hülyalar yerinde Kur’ân’dan bildiğimiz sûreleri okumak ve mânâlarını bildiren arkadaşlardan
öğrenmek ve kazaya kalmış farz namazlarımızı kaza etmek ve birbirinin güzel huylarından
istifade edip bu hapishaneyi güzel seciyeli fidanlar yetiştiren bir mübarek bahçeye
çevirmek gibi a’mâl-i saliha ile hapishane müdür ve alâkadarları, câni ve katillerin
başlarında zebâni gibi azap memurları değil, belki medrese-i Yusufiyede Cennete
adam yetiştirmek ve onların terbiyesine nezaret etmek vazifesiyle memur birer müstakim
üstad ve birer şefkatli rehber olmalarına çalışmalıyız.

Asa-yı Musa, s. 17-18.

Kur’an ile medeniyetin edeb ve belagatinin muvazenesi

Medeniyetin edebiyat ve belâğatı da Kur’ân’ın edeb ve belâgatına
karşı nisbeti, öksüz bir yetimin muzlim bir hüzün ile ümitsiz ağlayışı; hem süflî
bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınâsının (şarkı demektir) nisbeti ile
ulvî bir âşığın muvakkat bir iftiraktan müştâkàne, ümitkârâne bir hüzün ile gınâsı
(şarkısı); hem, zafer veya harbe ve ulvî fedâkârlıklara sevk etmek için teşvikkârâne
kasâid-i vataniyeye nisbeti gibidir. Çünkü edeb ve belâgat, tesir-i üslup itibâriyle
ya hüzün verir, ya neşe verir.

Hüzün ise, iki kısımdır: Ya fakdü’l-ahbabdan gelir, yani ahbabsızlıktan,
sahipsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki, dalâletâlûd, tabiatperest, gafletpîşe
olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün, firâkü’l-ahbabdan
gelir. Yani ahbab var; firâkında müştâkàne bir hüzün verir. İşte şu hüzün, hidâyetedâ,
nurefşân Kur’ân’ın verdiği hüzündür.

Ammâ neşe ise, o da iki kısımdır: Birisi, nefsi hevesâtına teşvik
eder; o da tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe’nidir. İkinci
neş’e, nefsi susturup, ruhu, kalbi, aklı, sırrı, maâliyâta, vatan-ı aslîlerine,
makarr-ı ebedîlerine, ahbab-ı uhrevîlerine yetişmek için latîf ve edebli mâsumâne
bir teşviktir ki; o da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü’yet-i Cemâlullâha beşeri
sevk eden ve şevke getiren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın verdiği neşedir.

Sözler, s. 374-375.

Mâdem meşrû daire, ruh ve kalb ve nefsin bütün lezzetlerine, safâlarına,
keyiflerine kâfidir; gayr-i meşrû daireye girme. Çünkü o dairedeki bir lezzetin
bâzan bin elemi var. Hem hakiki ve dâimî lezzet olan iltifatât-ı Rahmâniyeyi kaybetmeye
sebeptir.

Sözler, s. 581.

Hem, dost ve ahbab ise, eğer onlar imân ve amel-i sâlih sebebiyle
Cenâb-ı Hakkın dostları iseler,

4 sırrınca, o muhabbet dahi Hakka âittir. Hem, refîka-i hayatını, rahmet-i
İlâhiyenin mûnis, latîf bir hediyesi olduğu cihetiyle sev ve muhabbet et. Fakat
çabuk bozulan hüsn-ü sûretine muhabbetini bağlama. Belki kadının en câzibedar, en
tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letâfet ve nezâket içindeki hüsn-ü sîretidir.
Ve en kıymettar ve en şirin cemâli ise, ulvî, ciddi, samimi, nurânî şefkatidir.
Şu cemâl-i şefkat ve hüsn-ü sîret, âhir hayata kadar devam eder, ziyâdeleşir. Ve
o zaife, latîfe mahlûkun hukuk-u hürmeti o muhabbetle muhâfaza edilir. Yoksa hüsn-ü
sûretin zevâliyle, en muhtaç olduğu bir zamanda, bîçare, hakkını kaybeder.

Hem enbiyâ ve evliyâyı sevmek, Cenâb-ı Hakkın makbul ibâdı olmak
cihetiyle, Cenâb-ı Hakkın nâmına, hesâbınadır ve o nokta-i nazardan Ona âittir.
Hem hayatı, Cenâb-ı Hakkın insana ve sana verdiği en kıymettar ve hayat-ı bâkiyeyi
kazandıracak bir sermâye ve bir defîne ve bâkî kemâlâtın cihazâtını câmi’ bir hazîne
cihetiyle, onu sevmek, muhâfaza etmek, Cenâb-ı Hakkın hizmetinde istihdam etmek,
yine o muhabbet bir cihette Ma’buda âittir.

Hem gençliğin letâfetini, güzelliğini, Cenâb-ı Hakkın latîf, şirin,
güzel bir ni’meti nokta-i nazarından istihsan etmek, sevmek, hüsn-ü istimâl etmek,
şâkirâne bir nevi muhabbet-i meşrûadır.

Hem baharı, Cenâb-ı Hakkın nurânî esmâlarının en latîf güzel nakışlarının
sayfası ve Sâni-i Hakîmin antika san’atının en müzeyyen ve şâşaalı bir meşher-i
san’atı olduğu cihetiyle, mütefekkirâne sevmek, Cenâb-ı Hakkın esmâsını sevmektir.

Hem dünyayı, âhiretin mezraası ve esmâ-i İlâhiyenin aynası ve Cenâb-ı
Hakkın mektubâtı ve muvakkat bir misafirhânesi cihetinde sevmek, nefs-i emmâre karışmamak
şartıyla, Cenâb-ı Hakka âit olur.

Elhâsıl, dünyayı ve ondaki mahlûkatı mânâ-i harfiyle sev, mânâ-i
ismiyle sevme; “Ne kadar güzel yapılmış” de, “Ne kadar güzeldir” deme. Ve kalbin
bâtınına başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü bâtın-ı kalb âyine-i
Sameddir ve Ona mahsustur.

5 de.

İşte, bütün tâdâd ettiğimiz muhabbetler, eğer bu sûretle olsa, hem
elemsiz bir lezzet verir, hem bir cihette zevâlsiz bir visâldir, hem muhabbet-i
İlâhiyeyi ziyâdeleştirir, hem meşrû bir muhabbettir, hem ayn-ı lezzet bir şükürdür,
hem ayn-ı muhabbet bir fikirdir.

Sözler, s. 584-585.

Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim
olmaz

Altıncı Mesele

Rivayette var ki, “Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse
nefsine hâkim olmaz.”

Bunun için bin üç yüz sene zarfında emr-i Peygamberî ile bütün ümmet
o fitneden istiâze etmiş, azab-ı kabirden sonra
 
6 vird-i ümmet olmuş.

Allahu a’lem bissavab, bunun bir tevili şudur ki: O fitneler nefisleri
kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâp ederler.
Meselâ, Rusya’da hamamlarda kadın-erkek beraber çıplak girerler. Ve kadın, kendi
güzelliklerini göstermeye fıtraten çok meyyal olmasından, seve seve o fitneye atılır,
baştan çıkar. Ve fıtraten cemalperest erkekler dahi, nefsine mağlûp olup o ateşe
sarhoşâne bir sürurla düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları
ve kebairleri ve bid’aları, birer câzibedarlıkla pervane gibi nefisperestleri etrafına
toplar, sersem eder. Yoksa cebr-i mutlakla olsa ihtiyar kalmaz, günah dahi olmaz.

Şualar, s. 503-504.

Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünkü insanın fıtratı
medenîdir. Ebnâ-yı cinsini mülâhazaya mecburdur. Hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi
devam edebilir.

Meselâ, bir ekmeği yese, kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri
mânen öptüğünü ve giydiği libasla kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz.
Hayvan gibi bir postla yaşayamadığından, ebnâ-yı cinsiyle fıtraten alâkadar olduğundan
ve onlara mânevî bir fiyat vermeye mecbur bulunduğundan, fıtratıyla medeniyetperverdir.
Menfaat-i şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, mâsum olmayan câni bir
hayvan olur. Bir şey elinden gelmese, hakikî özrü olsa, o müstesna…

Hutbe-i Şamiye, s. 64-65.

Birkaç bîçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır

Birgün yanıma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesât
cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak isteyen bu
gençlere, ben de, eskiden Risâle-i Nur’dan meded isteyen gençlere dediğim gibi,
dedim ki:

Sizdeki gençlik katiyen gidecek. Eğer siz daire-i meşrûada kalmazsanız,
o gençlik zâyi olup başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette kendi lezzetinden
çok ziyâde belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile, o gençlik
nimetine karşı bir şükür olarak, iffet ve nâmusluluk ve tâatte sarf etseniz, o gençlik
mânen bâkî kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.

Hayat ise, eğer imân olmazsa veyahut isyan ile o imân tesir etmezse,
hayat zâhirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten
ziyâde elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü insanda akıl ve fikir olduğu için,
hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten
alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri
olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular,
endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüş ise, hazır lezzetine
geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz’î lezzeti cidden acılaştırıyor,
bozuyor; hususan gayr-i meşrû ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir.

Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat noktasında, aşağı düşer.
Belki ehl-i dalâletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı, bulunduğu
gündür. Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalâleti noktasında mâdumdur, ölmüştür;
akıl, alâkadarlığı ile ona zulmetler, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise,
itikadsızlığı cihetiyle yine mâdumdur. Ve ademle hâsıl olan ebedî firâklar, mütemâdiyen
onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyorlar. Eğer imân hayata hayat olsa, o
vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar, imânın nuruyla ışıklanır ve vücud bulur;
zaman-ı hazır gibi, ruh ve kalbine imân noktasında ulvî ve mânevî ezvâkı ve envâr-ı
vücudiyeyi veriyor. Bu hakikatin, İhtiyar Risâlesinde, Yedinci Ricâda izahı var;
ona bakmalısınız.

İşte hayat böyledir. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı
imân ile hayatlandırınız ve ferâizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhâfaza
ediniz.

Sözler, s. 133-134.

Leyle-i Kadirde İhtar Edilen Bir Mesele-i Mühimme

Leyle-i Kadirde kalbe gelen pek geniş ve uzun bir hakikate, pek
kısaca bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Nev-i beşer, bu son Harb-i Umuminin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdâdı
ile ve merhametsiz tahribâtı ile; ve birtek düşmanın yüzünden yüzer mâsumu perişan
etmesiyle; ve mağlûpların dehşetli me’yusiyetleriyle; ve gàliplerin dehşetli telâş
ve hâkimiyetlerini muhâfaza ve büyük tahribâtlarını tâmir edememelerinden gelen
dehşetli vicdan azablarıyla; ve dünya hayatının bütün bütün fânî ve muvakkat olması
ve medeniyet fantâziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olduğu umuma görünmesiyle; ve
fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidâdâtın ve mahiyet-i insaniyesinin umumi bir sûrette
dehşetli yaralanmasıyla; ve gaflet ve dalâletin, sert ve sağır olan tabiatın, Kur’ân’ın
elmas kılıcı altında parçalanmasıyla; ve gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı,
en geniş perdesi olan siyâset-i rûy-i zeminin pek çirkin, pek gaddarâne hakiki sûreti
görünmesiyle; elbette ve elbette, hiç şüphe yok ki, Şimâlde, Garbda,

Haşiye1 Amerika’da emâreleri göründüğüne binâen, nev-i beşerin mâşuk-u
mecâzîsi olan hayat-ı dünyeviye böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtrat-ı beşerin
hakiki sevdiği, aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak; ve elbette,
hiç şüphe yok ki, bin üç yüz altmış senede, her asırda üç yüz elli milyon şâkirdi
bulunan; ve her hükmüne ve dâvâsına milyonlar ehl-i hakikat tasdik ile imza basan;
ve her dakikada milyonlar hâfızların kalbinde kudsiyet ile bulunup, lisânlarıyla
beşere ders veren; ve hiçbir kitapta emsâli bulunmayan bir tarzda, beşer için hayat-ı
bâkiyeyi ve saadet-i ebediyeyi müjde veren; ve bütün beşerin yaralarını tedâvi eden
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtıyla, belki
sarîhan ve işareten, on binler defa dâvâ edip haber veren; ve sarsılmaz katî delillerle,
şüphe getirmez hadsiz hüccetleriyle, hayat-ı bâkiyeyi katiyetle müjde ve saadet-i
ebediyeyi ders vermesi, elbette nev-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî
veya mânevî bir kıyâmet başlarına kopmazsa, İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin
Kur’ân’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika’nın Din-i Hakkı arayan
ehemmiyetli cemiyeti gibi, rûy-i zeminin geniş kıtaları ve büyük hükümetleri, Kur’ân-ı
Mu’cizü’l-Beyânı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla
sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında, katiyen Kur’ân’ın misli yoktur ve olamaz;
ve hiçbir şey bu mu’cize-i ekberin yerini tutamaz.

Sözler, s. 140-141.

Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri yoldan çıkarmış; yuvalarına
dönmeli

“Mim”siz medeniyet, tâife-i nisâyı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri
de kırmış, mebzul metâı yapmış. Şer’-i İslâm onları

Rahmeten dâvet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada; rahatları
evlerde, hayat-ı âilede. Temizlik zînetleri;

Haşmetleri hüsn-ü hulk, lûtuf ve cemâli ismet, hüsn-ü kemâli şefkat,
eğlencesi evlâdı. Bunca esbâb-ı ifsad, demir sebat kararı

Lâzımdır, tâ dayansın. Bir meclis-i ihvânda güzel karı girdikçe,
riyâ ile rekabet, hased ile hodgâmlık debretir damarları.

Yatmış olan hevesât birden bire uyanır. Tâife-i nisâda serbestî
inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birden bire inkişafı.

Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu sûretler denilen küçük
cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir; Hem müthiştir tesiri.Haşiye2

Memnu’ heykel, sûretler, ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riyâ,
ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır; celb eder o habîs ervâhları.

Sözler, s. 668.

Üçüncüsü: “Tesettür ve terbiye-i İslâmiye taraftarıdır” diye suç
göstermiş. Bu ise hem Eskişehir, hem Denizli, hem Afyon’da, hem Afyon’un mahkemesinin
kararnamesinde de neşredildiği gibi, on beş sene evvel Eskişehir’de tesettür taraftarlığım
için mahkeme bana ilişmiş. Ben de hem mahkemeye, hem Mahkeme-i Temyize bu cevabı
vermişim:

“Bin üç yüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon Müslümanların
kudsî bir düstur-u hayat-ı içtimaîsi ve üç yüz elli bin tefsirin mânâlarının ittifaklarına
iktidaen ve bin üç yüz elli senede geçmiş ecdatlarımızın itikadlarına ittibaen tesettür
hakkındaki bir âyet-i kerimeyi tefsir eden bir adamı itham eden, elbette zemin yüzünde
adalet varsa, bu ithamı şiddetle reddeder ve o ithama göre hüküm verilse nakz ve
reddedecek.”

Bu âyet-i kerimenin tesettür emri kadınlara büyük bir merhamet olduğunu
ve kadınları sefaletten kurtardığını, Risale-i Nur kat’î ispat ettiği gibi, Sebilürreşad’ın
115. sayısındaki “Ehl-i iman âhiret hemşirelerime” ünvanı olan bir makalem ispat
eder.

Emirdağ Lahikası, s. 361.

İhtiyar kadınlara ehemmiyetli bir müjde ve bekâr ve mücerret
kalmak isteyen genç kızlara bir ihtar.

Hadîs-i şerifte gösteriyor ki âhir zamanda kuvvetli iman, ihtiyar
kadınlarda bulunur ki, “Dindar ihtiyar kadınların dinine tâbi olunuz” diye hadis-i
şerif ferman etmiş. Hem Risale-i Nur’un dört esasından bir esası şefkattir. Ve kadınlar
şefkat kahramanı bulunmasından, hattâ en korkağı da kahramancasına ruhunu yavrusuna
feda eder. Ve bu zamanda o kıymettar valideler ve hemşireler, büyük bir hâdise ile
karşılaşıyorlar. Mahremce ve ifşâsı münasip olmayan bir hakikat-i fıtriyesini, Nur
şakirtlerinden mücerred kalmak isteyen veya mecbur kalan kızlar kısmına beyan etmek
lâzım gelir diye ruhuma ihtar edildi. Ben de derim ki:

Kızlarım, hemşirelerim,

Bu zaman, eski zamana benzemiyor. Terbiye-i İslâmiye yerine terbiye-i
medeniye, yarım asra yakın hayat-ı içtimaiyemize yerleştiği için, bir erkek bir
kadını ebedî bir refika-i hayat ve saadet-i hayat-ı dünyeviyeye medar ve sair günahlardan
kendini muhafaza etmek için almak lâzım gelirken; o biçare zaifeyi daim tahakküm
altında, yalnız dünyevi, muvakkat gençliğinde sever. Ona verdiği rahatın bazı on
misli onu zahmetlere sokar. Eğer şer’an “küfüv” tâbir edilen birbirine denk olmazsa,
hukuk-u şer’iye nazara alınmadığından, hayatı daima azap içinde geçer. Kıskançlık
da müdahale ederse daha berbat olur.

İşte bu izdivaca sevk eden üç sebep var:

Birisi: Tenasülün devamı için, hikmet-i İlâhiyece o fıtrî hizmete
bir ücret olarak bir fıtrî meyil ve şevk vermiş. Halbuki o zevk, on dakikada bir
lezzet verse de, eğer meşru ise, erkek bir saat meşakkat çekebilir. Fakat kadın,
on dakikalık o zevk için on ay çocuğu kendi vücudunda zahmetini çekmekle on sene
çocuğun hayatına yardımla meşakkat çeker. Demek, o on dakikalık fıtrî meyil, bu
uzun meşakkatlere sevk ettiği için, ehemmiyeti kalmaz. His ve nefis, onunla onu
izdivaca tahrik etmemeli.

İkincisi: Fıtraten kadın, zaafı için maişet noktasında bir yardımcıya
muhtaçtır. O ihtiyaç için şimdiki terbiye-i İslâmiyeden ders almayan, serseriliğe,
tahakküme alışanlardan o küçük bir iaşesi hatırı için tahakkümler altına girip riyakârâne
kocasının rızasını tahsil etmek yolunda hayat-ı dünyeviye ve uhreviyesinin medarı
olan ubudiyetini ve ahlâkını bozmak bedeline, köy kadınları gibi kendi nafakasını
kendi çalışmasıyla kazanmak, on defa daha kolaydır. Rezzak-ı Hakikî çocukların rızkını
sütle verdiği gibi, onların da rızkını o Hâlık-ı Rahîm veriyor. O rızık hatırı için
namazsız ve ahlâkını kaybetmiş bir zevci aramak, riyakârâne çalışıp tahakkümü altına
girmek, elbette Nur talebesinin kârı değil.

Üçüncüsü: Kadınlığın fıtratında çocuk okşamak ve sevmek meyelânı
var. Ve bir evlâdının dünyada ona hizmeti ve âhirette de şefaati ve validesi öldükten
sonra ona hasenatıyla yardımı, o meyl-i fıtrîyi kuvvetlendirip evlendirmeye sevk
etmiş. Halbuki şimdi terbiye-i İslâmiye yerine terbiye-i medeniye ile on taneden
bir iki hakikî evlât, kendi validesinin şefkatine mukabil fedakârâne hizmet ve dindârâne
dualarıyla ve hasenatlarıyla validesinin defter-i a’mâline haseneler yazdırmak ve
âhirette salih ise validesinin şefaat etmek ihtimaline mukabil, ondan sekizi o hâleti
göstermediğinden, bu fıtrî meyil ve nefsânî şevkle o biçare zaifeler böyle ağır
bir hayata kat’î mecbur olmadan girmemek gerektir. İşte bu işaret ettiğimiz hakikate
binaen, bekâr kalmak isteyen Nur şakirtlerinden olan kızlara derim ki:

Tam muvafık ve dindar ve ahlâklı bir zevc bulmadan, kendilerini
açık saçıklıkla satmasınlar. Eğer bulunmadı; Nurun bir kısım fedakâr şakirtleri
gibi mücerret kalıp tâ ona lâyık ve ebedî bir arkadaş olacak ve terbiye-i İslâmiyeyi
almış vicdanlı bir müşteri ona çıksın. Ve saadet-i ebediyesi, muvakkat bir keyf-i
dünyevî için bozulmasın. Ve medeniyetin seyyiatı içinde boğulmasın.

Emirdağ Lahikası, s. 292-293.

Risale-i Nur’un ikinci kısım talebeleri: Fıtraten Risale-i Nur a
muhtaç, bir derece de dünyadan ürkmüş veyahut küsmüş kadınlardır. Hususan bir derece
yaşlı da olsa, Risale-i Nur, ona hakiki bir gıda-yı manevidir. Çünkü Risale-i Nur’un
dört esasından birisi şefkattir ki, ism-i Rahim in mazhariyetinden gelmiş. Kadınların
da en esaslı hassaları ve fıtri vazifelerinin mayası, şefkattir.

Emirdağ Lahikası, s. 40.

Aziz, sıddık, müdakkik, meraklı kardeşim Refet Bey,

Senin bende bir üstadın, bir kardeşin, bir dostun var. Üstadını
her risale içinde görüp görüşürsün. Kardeşini sabah akşam dergâh-ı İlâhîde, mânen
ve hayâlen, o seni duayla gördüğü gibi, sen de onu o suretle görebilirsin. Bendeki
dostunu görebilmek için, buraya gelmekle zahmet çekme. Çünkü o dostun ziyarete liyakati
yoktur. O bir, siz çoksunuz. İnşaallah o gelir, sizi orada ziyaret eder.


âyetine dair şimdi cevap vermeye vaktim müsait değil. Sıhhatini bilmiyorum, fakat
rivayet ediliyor ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş ki: “Oğlan
çocuğunu seviniz.” Demişler, “Kızları niçin istisna ettin?” Ferman etmiş ki: “Kızlar
kendi kendini sevdirirler, onlar fıtraten sevimlidirler.”

Evet, kız, şefkat ve cemalin mazharı olduğundan, erkek çocuğundan
daha ziyade sevilir. Bâhusus bu zamanda ebeveyn hakkında kızlar daha mübarektir.
Çünkü tehlike-i diniyeye çok mâruz olmuyorlar.

Barla Lahikası, s. 188.

Dipnotlar

1. “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin hanımlarına
söyle, evlerinden çıktıklarında dış örtülerini üzerlerine alsınlar.” Ahzâb Sûresi,
33:59.

2. Mahkemeye karşı ve mahkemeyi susturan Lâyiha-i Temyizin müdafaatından
bir parça:

“Ben de Adliyenin mahkemesine derim ki: Bin üçyüz elli senede
ve her asırda üç yüz elli milyon insanların hayat-ı içtimaiyesinde en kudsî ve hakikatlı
bir düstûr-u İlâhîyi, üç yüz elli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarına istinaden
ve bin üçyüz elli sene zarfından geçmiş ecdadımızın itikadlarına iktidâen tefsir
eden bir adamı mahkûm eden haksız bir kararı, elbette rûy-i zeminde adalet varsa,
o kararı red ve bu hükmü nakzedecektir.”

3. Tesettür-ü nisvan hakkında Otuz Birinci Mektubun Yirmi Dördüncü
Lem’ası gayet katî bir sûrette ispat etmiştir ki, “Tesettür, kadınlar için fıtrîdir;
ref-i tesettür, fıtrata münâfidir.”

4. Allah için sevmek. (Feyzü’l-Kadîr, 2:28, hadîs no: 1241.)

5. Allah’ım, bize sevgini ve bizi Sana yaklaştıracak şeylerin
sevgisini nasip eyle.

6. “Mesih Deccalın fitnesinden… Ahirzaman fitnesinden… (sana
sığınıyoruz Allah’ım).” Buhari, Daavât: 37, 39, 44, 45, 46, Ezan: 149, Cenâiz: 88,
Fiten: 26; Müslim, Mesâcid: 127, 128, 130-134; Müsned, 6:139.

Haşiye1: Tesettür Risâlesinin esasıdır. Yirmi sene sonra müellifinin
mahkumiyetine sebeb gösteren bir mahkeme, kendini ve hâkimlerini ebedi mahkum ve
mahcup eylemiş

Haşiye2: Nasıl meyyite bir karıya nefsani nazarla bakmak nefsin
dehşetli alçaklığını gösterir;Öyle de rahmete muhtaç bir biçare meyyitenin güzel
tasvirine bakmak ,ruhun hissiyât-ı ulviyesini söndürür.