Wits and Jests in Risâle-i Nur
Giriş
Bu makalede öncelikle nükte ve latifenin Kur’an-ı Kerim ve hadisler
ışığında dindeki yeri ve sınırları üzerinde duracağız. Daha sonra da Risale-i Nur’da
dikkat çeken bazı nükte ve latifeleri farklı hususiyetler çerçevesinde tahlile çalışacağız.
Doğru ile yanlış, iyi ile kötü, güzel ile çirkin vb. pek çok karşıt
kavramın arasındaki belirgin çizginin giderek flulaştığı modern hayatta, inanan
insanların karşılaştığı önemli bir mesele de tabiatının bir parçası olan latife
ve nüktelerinde dengeyi koruyamamasıdır. Hâlbuki insanlığın ebedi saadetinin reçetesini
sunan yüce dinimiz bu konuda çok önemli kriterleri, Kur’an ve Sünnet’in rehberliğinde
müminlere sunmaktadır. Ebede namzet yaratılan insanın düşünce, söz ve davranışlarında
adeta doğruluğu tabiatının bir parçası haline getirmesi ve hilafı vaki her türlü
boşluğa karşı bütün benliğiyle kapanması ve dinin en âli şeârinden günlük hayatında
yaptığı ya da yapacağı nükte ve latifelere kadar hakikatın bir temsilcisi olması
varlığının yüce hedeflerinden biri olmalıdır.
Her konuda olduğu gibi buradaki en temel referans kaynağımız Allah
Rasûlü (s.a.s.)’dir. Nebi-i Zişan’ın en asli özelliği sıdktır (doğruluk). Mevlay-ı
Müteâl’in ezeli ebedi Kelam’ını tebliğ için kendisine emanet ettiği Emin Peygamber’in
daima hak ve hakikatın temsilcisi olmasından daha tabii bir şey olamaz. İnsanlığın
iftihar tablosunun hem peygamberlik öncesi hem de peygamberlik sonrası hayatında
yalan, abartı, yakışıksız ya da fuzûlî bir söze rastlamak mümkün değildir. ‘Emrolunduğun
gibi dost doğru ol’ (11:111) âyeti celîlesinin ilk muhatabı Efendimiz (s.a.s.) ciddiyet
ve vakarında olduğu gibi nükte ve latifelerinde de ölçü ve dengenin en güzel örneklerini
sergilemiştir. Her söz ve fiilinde ayrı bir hikmet ve maslahatın bulunduğu büyük
Nebi (s.a.s.) yaptığı sınırlı sayıdaki mizah ve nükteyle inananları bir taraftan
tebessüm ettirirken diğer taraftan da derin bir tefekküre sevk etmiştir. Başka bir
ifade ile O’nun (s.a.s.) latifelerinin bile ciddiyet buutlu, hak ve hakikat yörüngeli
olduğu görülmektedir. Bu konuda sahabeyi açık bir dille uyaran Allah Resûlü (s.a.s.)
değer kriziyle karşı karşıya kalan modern insana da, özüne dönmesini sağlayacak
iksiri içinde barındıran şu sözleri hatırlatmaktadır: ‘Sizden biriniz nükte ve latifelerinde
yalanı terketmedikçe gerçek imana kavuşmuş olamaz.’1 Koyduğu her ölçüyü
en ince detayına kadar güzel bir şekilde uygulayan dertli Nebi’yi (s.a.s.) bize
anlatan başka bir hadisi şerifte şu hususiyetleri görmekteyiz ‘O (s.a.s.), az konuşur,
az gülerdi. Arkadaşları O’nun (s.a.s.) yanında şiir okur, eskilerin hadiselerini
zikreder ve gülerlerdi, O (s.a.s.) ise sadece tebessüm ederdi.’2 Allah
Resûlü (s.a.s.), Hz. Ebu Hureyre (ra)’ın şahsında ümmetini muhatap aldığı ahiret
soluklu başka bir mubarek sözünde ise şöyle buyurmaktadır: ‘Ey Ebu Hureyre! (kılı
kırk yararcasına) sakınarak yaşa ki insanların içinde en halis kul olasın, kanaatkâr
ol ki en şükreden kul sen olasın, kendin için istediğini başkaları için de iste
ki (hakiki) mümin olasın, etrafındakilere iyilik yap ki, (gerçek) müslüman olasın,
az gül; çünkü çok gülmek kalbi öldürür.’3 Bu nedenle Kur’an-ı Mübîn,
açık bir şekilde inanlara az gülüp çok ağlamalarını emreder (9:81). Hatta İbn Şeybe’nin
Musannaf’ında zikrettiği bir rivayete göre ‘İman edenlerin kalplerinin Cenab-ı Hakk’ı
ve O’nun tarafından inen hakikatleri hatırlayarak yumuşayıp saygı ile dirilme vakti
gelmedi mi? Sakın onlar daha önce kitap verilen ümmetler gibi olmasınlar. Zira kitabı
tanımalarının üzerinden kendilerince uzun zaman geçmesi sebebiyle, onlarda ülfet
ve kanıksama meydana gelmiş, neticede kalpleri katılaşmıştı. Hatta onların çoğu
büsbütün yoldan çıkmışlardır.’ (57:16) ayetinin insanlar arasında yaygınlaşan aşırı
gülme ve mizahtan dolayı indiği belirtilmektedir.4
Hakikat dolu hayatı daima Yüce Yaratıcı’nın terbiyesinde geçen Resûlü
Ekrem Efendimiz’in (s.a.s.) insani münasebetlerinde, sohbetlerinde, dost ve akraba
ilişkilerinde insanları sıkmadığı, onlara alabildiğine sıcak ve candan davrandığı,
söz ve fiillerinde iyilik ve güzellikle onlara yaklaştığı da bilinen bir gerçektir.
Allah Resulü (s.a.s.) çok ağır bir Kelâm olan Kur’an Vahiylerini omuzunda taşırken
beşeriyetinin bir parçası olan latife ve düşündürücü nüktelerden insanları yoksun
bırakmamıştır. Böylece O (s.a.s.) nükte ve latifelerde de insanların takip edeceği
ölçüleri ortaya koyarak dünyevi ve uhrevi mutluluğun yollarını göstermiştir.
Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bütün
insanlığın Peygamberi’dir. Onun tebliğinin muhatapları tüm erkekler, kadınlar, yaşlılar,
gençler, çocuklar ve hatta cinlere kadar uzanan devasa bir kitleyi içerisine almaktadır.
Bu büyük halkanın küçük bir mozaiğini içeren Hicaz halkıyla her gün beraber olan
Allah Resûlü (s.a.s.), zaman zaman karşılaştığı kimselerle, yaptığı sohbetlerde
ya da hane-i saadetinde eşleriyle şakalaşmış, latifeler yapmış, nükteli sözlerle
onlara farklı hakikatleri dile getirmiştir. Efendimizin (s.a.s.) nezih, ince, derin
ve bir o kadar da hikmet ve hakikat yörüngeli latifelerinden birisi Hz. Enes’in
(r.a.) zikrettiği şu hâdisede açıkça görülmektedir: “Birisi Hz. Peygamber (a.s.)’ın
yanına geldi ve kendisine yolculuk yapabilmesi için binek deve verilmesini istedi.
Feraset ve fetanet sahibi büyük Peygamber (s.a.s.) o kişiye şöyle buyurdu: ‘Seni
bir deve yavrusuna bindireceğiz.’ Adam Efendimiz (s.a.s.)’in bu sözü karşısında
bir an şaşırdı ve deve yavrusuyla ne yapacağını sordu. Bunun üzerine Resûlü Ekrem
Efendimiz (s.a.s.), sözündeki ince latifeyi ilk bakışta sezemeyen bu zâta ‘her bir
devenin başka bir devenin yavrusu’ olduğunu hatırlatarak meseleyi vuzuha kavuşturdu.”5
Hz. Enes (ra)’ın bildirdiği bir başka rivayette Allah Resûlü (s.a.s.)’in
Hz. Enes’e yâ ze’l-uzuneyn (ey iki kulaklı) şeklinde hitap ederek latife yaptığını
görüyoruz.6 Hz. Enes’in (r.a.) rivayetinde de görüldüğü gibi kainatın
efendisi, çocuklarla da latifeleşir ve onların gönüllerini alırdı. Bir defasında
devamlı küçük kuşuyla oynayan Enes’in kardeşi Ebu Umeyr’e, Efendimiz; yâ ebâ Umeyr!
Mâ faale’n-nuğayr (Ey Ebu Umeyr (Ömercik)! Küçük kuşuna ne oldu?’ tarzında cinaslı
bir soru yönelterek latife yaptığı bildirilmektedir.7 Allah Resûlü, sadece
çocuklara latife yapmamış, yaşlılarla da şakalaşmıştır. Çoğumuzun bildiği meşhur
bir rivayette yaşlı bir kadın, Efendimiz (s.a.s.)’in yanına gelerek O’ndan (s.a.s.)
cennete girmesi için dua talep eder. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.) yaşlı kadının
cennete giremeyeceğini söyler. Efendimiz (s.a.s.)’in cevabı karşısında müteessir
olan yaşlı kadını, Nebiler Nebisi (s.a.s.) ‘Ben yaşlı kadının yaşlı olarak değil
genç olarak cennete gireceğini söylemek istedim’ buyurarak üzgün kadının gönlünü
sevinçle coşturur.
Allah Resûlü (s.a.s.)’in hakikat dolu latifeleri yukarıdakilerden
ibaret değildir. Fahri Kainat Efendimiz’in (s.a.s.) rahle-i tedrisinde yetişen sahabe
ve takip eden nesillerde de benzer ölçülerin korunduğuna şahitlik etmekteyiz. İbn
Abbas (ra)’ın konuyla ilgili tutumunu nakleden İbn İshak bizlere şunları nakletmektedir:
İbn Abbas arkadaşlarına bir saat sohbet ve müzakerelerde bulunur, sonra da onların
sıkılmalarını önlemek için eski Arapların nüktelerinden ya da şiirlerinden bazılarını
zikrederdi. İmam Zuhri ise İbn Abbas’ın bizzat muhataplarından zihinlerin dinlenmesi,
kalbin rahatlaması için şiir ya da güzel sözlerle ortamı yenilemelerini istediğini
nakletmektedir. Atâ b. Yesâr’ın sohbetine iştirak edenler, tabiînin büyük imamının
hem insanları ağlattığını hem de aynı mecliste bazı latifelerle onları tebessüm
ettirdiğini kaydetmektedirler.8 Bu, Allah Resûlü’nün Hz. Hanzale’ye buyurduğu
gibi bazen haşyet bazen de sürûr içinde olmak (sâaten ve sâaten) gibidir. Yalnız
bu anlatımların hedefi insanları sadece güldürmekten ibaret değildir. Bu tür anekdotlar
belirli ölçülerin korunduğu, insanları düşündüren ve oldukça kıvamında yapılmış
nükte ve latiflerdir. Zaten ulema, sohbetlerde serdedilen bu tür nükte ve latifeleri,
yemeklere ölçülü bir şekilde katıldığında ayrı bir lezzet veren tuza benzetmişlerdir.
İbn Cevzi’nin ifadesiyle ‘seçkin alimler (sohbetlerinde ölçülü) tuzu severler’ (el-ulemau’l-efadilu
yuhibbune’l-milh). Tuzun miktarı iyi ayarlanamazsa nasıl yemek acılaşırsa, nükte
ve latifelerdeki dengesizliğin de sohbetin tadını kaçıracağı muhakkaktır. Bir defasında
Hz. İbn Abbas’ın bulunduğu bir mecliste adamın birinin yanlışlık ve ölçüsüzlüklerle
dolu yaptığı konuşma sonrasında, ümmetin ilim deryası İbn Abbas (r.a.) yanındaki
kölesine döner ve onu hürriyetine kavuşturduğunu söyler. İbn Abbas’ın kölesini azat
etmesine şaşıran geveze adam, ona niçin böyle yaptığını (şükür için kölesini azat
ettiğini) sorar. İbn Abbas (r.a.) da cevap olarak, Cenab-ı Hakk’ın kendisini bu
adam gibi yaratmadığı için (nükte ve latifelerinde ölçüyü koruyamayan bir kimse
olarak yaratmadığı için) kölesini azat ettiğini söyler.9 Özetle, Efendiler
Efendisi’nin terbiyesinde yetişen bu kutlu nesil ve takipçileri de nükte ve latifelerinde
hep ölçünün temsilcileri olmuşlardır.
Bir Peygamber varisi olarak Bediüzzaman Hazretleri de pek çok meselede
olduğu gibi nükte ve latifelerinde Peygamberane bir yolu tercih etmiştir. Bütün
hedefi iman ve Kur’ân hizmeti olan asrın dertlisi taşıdığı sorumluluklardan kendisini
düşünecek vakit bulamadığını Risalelerde sık sık dile getirmiştir:
“Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar?
Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen
küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına birşey bilmiyorum. Bütün ömrüm
harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket
mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde
bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım.
Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü
türlü hakaretlere mâruz kaldım…
“Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim.
Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon
Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde
cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını
selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken,
gönlüm gül-gülistan olur.”
Görüldüğü üzere, hamiyeti diniyesi ve milliyesi pek ziyade olan
Bediüzzaman’ın yegane varlık sebebi, Müslümanları düştüğü maddi ve manevi zilletten
kurtarma gayretidir. O bir yerde ‘Hayatın yarası iltiyam bulur (iyileşir). İzzet-i
İslamiyyenin ve namusun ve izzeti milliyenin yaraları pek derindir’ demektedir.10
Bu ciddi yaraların tedavisi hazik doktorların varlığına vabestedir. Feyzini doğrudan
Arş-ı A’zama bağlı olan Kur’an-ı Kerim’den alan Risalelerde söz konusu yaraların
teşhisiyle ilgili reçeteler Bediüzzaman tarafından detaylı bir şekilde sunulmuştur.
Her işinde ciddiyeti prensip edinen Üstad hazretlerinin bu reçetelerde belki sayısal
olarak az da olsa kalite açısından oldukça zengin ve derin bir zevke sahip latife
ve nükteleriyle karşılaşmaktayız. Eserlerin, Üstad hazretleri tarafından şifai olarak
dikte ettirildiği nazarı itibare alınırsa, zaman zaman talebelerini dinlendirecek,
sürûrlandıracak, düşündürecek, rahatlatacak nükte ve latifeler yapmış olması gayet
tabiidir. Hikmet dolu nükte ve latifeleriyle muhataplarının tebessüm etmesini, nefes
almasını sağlarken onları Risalelerin yazımı ve dağıtımı konusunda teşvik etmesi
oldukça muhtemeldir. Son Şahitler Bediüzzaman’ı Anlatıyor adlı eserdeki hatıralara
bakıldığında Üstad Hazretlerinin nükte ve latifelerinde ince ve edebi zevki hemen
ortaya çıkmaktadır.11 Bununla birlikte bu Rabbânî zat, eserlerini nükte
ve latife yapmak için yazdırmamıştır. Din mevzuu ciddi bir meseledir, bu nedenle
Üstad hazretlerinin nükte ve latifelerinde dahi konuşanın sadece hakikat olduğu
ilk bakışta anlaşılmaktadır. Yukarıda da izah edildiği üzere daimi ciddiyet bazen
alıcıda sektelere sebep olabilir, bu tür bir ihtimalin tek ilacı da kıvamında yapılacak
olan nükte ve latifelerdir. Risalelerde makam ve halin müsaadesi nispetinde serdedilen
nükte ve latifeler çoğu zaman anlatılan bir meselenin fezlekesi şeklinde sunulmakta
ya da meselenin ehemmiyetine binaen tekit vazifesi görmektedir. Bu nedenle Risalelerde
bir meselenin nükte ya da latife ile ele alınması o meselenin hafife alınması olarak
değil, bilakis daha iyi anlaşılması ya da çok söz sarfetmektense kısa yoldan okuyucunun
anlayacağı tarzda dile getirilmesi şeklinde değerlendirilmelidir. Hiciv nasıl edebi
bir tarz ise, nükte ve latife de farklı bir uslûptur. Tıpkı yemekteki tuz gibi Risalelerde
nükte ve latife dozajını çok iyi ayarlayan Üstad hazretleri, çoğu zaman bu tür yaklaşımlarını
bazı şahısları ya da grupları karakterize ederken kullanmaktadır. Zaman zaman naklettiği
Arapça, Türkçe ve Farsça şiirlerle nükteler yaparken bazen de eşyayı ya da hayvanları
konuşturarak okuyucuya zindelik kazandırmaktadır. Bediüzzaman, Muhakemat’ta ‘Lübbü
(özü) bulmayan kışır (kabuk) ile uğraşır demektedir. Bediüzzaman’ın bu temel anlayışı,
Risalelerin her bir satırında müşahade edildiği gibi, hakikat soluklu nükte ve latifelerinde
de görülmektedir. Üstadın nüktelerinde dikkat çeken bir başka husus da onun nevi
şahsına münhasır enfes tabirleridir. Aşağıda vereceğimiz misallerden de anlaşılacağı
üzere, o bazen de bir meseleyi arzettikten sonra özet mahiyetinde kaydettiği nükteli
bir kelime, yada cinaslı bir kaç kelime ya da cümle ile adeta okuyucunun hafızasına
bütün bir bölümü kazımaktadır.
Bediüzzaman’ın nükte ve latifeleri, hemen hemen her Risalede ayrı
boyut ve buutlarda mevcuttur. Şimdilik bu gülistandan sadece bir kaç demet devşirerek
dikkatli nazarlara örnek olarak sunmak istiyoruz.
1. Şiirle Yapılan Nükte ve Latifeler
Bediüzzaman, Kur’an’daki tekrarların faydalarından bahseder ve insanın
fıtratı bozulmamışsa bu tekrarların faydasına o da şahitlik eder, der. Sonra da
bu konuda tek itirazın maddecilik hastalığına (maddiyyun taunuyla)12
tutulmuş bozuk kalplilerden gelebileceğini hatırlatarak aşağıdaki enfes şiiri zikreder:
‘Göz, rahatsızlığından dolayı güneşin ışığını, ağız da hastalıktan
dolayı suyun tadını inkar eder’13
Başka bir yerde ise, Kur’an’da nahiv (gramer) hatalarının varlığı
ihtimalini dile getiren nâdanlara karşı ise, kıyamete kadar seslerini kesecek olan
şu harika mısraları kaydeder:
‘Her üren köpeğin ağzına bir taş atacak olsan, dünyada taş kalmaz.’14
Yukarıdaki iki misal Bediüzzaman’ın kesinlikle kolaycılığı tercihi
olarak algılanmamalıdır. O değişik Risalelerde Kur’an-ı Mu’cizi’l-Beyân’ın i’caz
ve îcazını objektif kriterler çerçevesinde tafsilatlı ve ikna edici bir şekilde
anlattıktan sonra ne kalbi ne de aklı hakikatı anlama gayreti içinde olan peşin
hükümlü kimseler konusunda, bunlarla uğraşmaya değmez kabilinden söz konusu şiirleri
nakletmektedir. Kanaatimizce oldukça yerinde aktarılan bu şiirler bazen tafsilatlı
izahlardan çok daha etkin bir hüviyet arzetmektedir. Ayrıca, Hz. Üstadın ince edebi
zevki ve derin nükte anlayışı şiirlerde de gözden kaçmamaktadır. Üstadın Arapça
şiirlerin yanısıra Farsça ve Türkçe şiirleri de zaman zaman kullandığı görülmektedir.
Mesela Bediüzzaman Hazretleri ‘Bir de sakın zulmedenlere meyletmeyin, sempati duymayın.
Yoksa size ateş dokunur. Aslında sizin Allah’tan başka yardımcınız yoktur. Sonra
O’ndan da yardım görmezsiniz’ (11:113) âyetinin pek çok cevherinden bir cevherini
ehli kemal birisinin şu şekilde yorumladığını söyler ve Namık Kemal’in şu mısralarını
nakleder:
“Muîni zalimin dünyada erbab-ı denâettir/Köpektir zevk alan sayyâd-ı
bî insâfa hizmetten” (Zalime dünyada yardım eden alçak birisidir, insafsız avcıya
hizmetten zevk duyan sadece köpektir).15
Bazen şair ve şiirdeki ifrat ve tefritlere hakikat noktası açısından
müdahalede bulunur ve kendi nezih ve nezaketli uslûbuyla meseleyi izah eder. Söz
konusu mesele dinin bizzat Şâriî’ne (cc) terettüp ediyorsa, hakkın hatırı için Üstad
Hazretlerinin zaman kaybetmeden dimağları bulandıran bulutları dağıttığı görülmektedir.
Burada daha da dikkat çekici olan husus, bazen söz konusu ameliyede muhatabın gözünü
ve gönlünü açarken, tebessüm etmesini de sağlamış olmasıdır. Bir âşık şairden bize
aktardığı şu mısralar ve kendisinin cevabı kayda değer bir misaldir: ‘Mesela biri
demiş “Güneş mahbubumun hüsnünü görüp utanıyor, görmemek için bulut perdesini başına
çekiyor. Hey aşık efendi! Ne hakkın var, sekiz ismi A’zam’ın bir sahifeyi nuraniyesi
olan Güneşi böyle utandırıyorsun?16
Şiirlerin yanısıra bazı atasözlerini ya da deyimleri de kullanan
Üstad hazretleri, risalelere dalmış okuyucuyu, adeta zindeliğini koruması için bir
teneffüs aldırtmakta ve taze bir şekilde kaldığı yerden devam etmesini sağlamaktadır.
Konuyla ilgili güzel örneklerden birini Mektubat’ta görüyoruz. Üstad ‘insan suretindeki
yılanlara hakaiki söylemenin, hakaika karşı bir hürmetsizlik olduğunu’ belirtmekte
ve hemen arkasından meşhur darb-ı meseli zikretmektedir: ke-ta’liki’d-dureri fi
a’nâki’l-bakar (Öküzün boynuna inci takmak gibidir).17
2. Fezleke
Fezlekeden maksadımız özellikle Bediüzzaman’ın bir meseleyi değişik
açılardan ele aldıktan sonra bazen bir, bazen birkaç kelimeden ya da cümleden oluşan
hatimeleridir. Söz konusu hatimelerde Üstadın kuvve-i imaniyesinden fışkıran bir
coşku, şeâire karşı takınılan tavırsızlık karşısındaki haşmeti, zaman zaman da sözün
özünü muhataba sunma gayretleriyle karşılaşmaktayız. Risalelerde çok sık karşımıza
çıkan bu yaklaşımla ilgili misalleri çoğaltmak mümkün, fakat biz burada sadece bir
kaçıyla iktifa etmeye çalışacağız.
İşaratu’l-İ’caz’da Üstad hazretleri Kur’an’da müşkilat var diyenlere
kısa bir cevaptan sonra gayreti diniyyeden gelen ve insanın nefesini kesen bir hâtimeyle
meseleyi noktalar: ‘Acaba cumhurun zihninden uzak ve pek derin hakikatleri kolay
ve kısa bir surette avam-ı nasın fehimlerine yakınlaştırmak ayn-ı belağat değil
midir? Belağat, muktezây-ı hali muraâttan ibaret değil midir? Hey gözlerin kör olsun
herif…18
Kendisine yapılan her türlü zulüm karşısında hakkını helal ettiğini
belirten Üstad Hazretlerinin hak ve hakikat namına gösterdiği celâdet, kullandığı
uslûp ile yeni bir karışım ortaya çıkarmaktadır. Allah’u a’lem, bu sözü sarfettiği
zaman pek çok talebesi de bizim gibi hamiyeti diniyeden kaynaklanan bu hassasiyetin
traji-komik arzı karşısında hem irkilmiş hem de tebessüm etmişlerdir. Başka bir
yerde Bediüzzaman’ın tonunun daha da netleştiği bir örnekle karşılaşıyoruz. Konuyu
dile getirdikten sonra adeta şiir gibi neticeyi bağlayan Bediüzzaman Hazretleri
bir taraftan hakikat inkârcısına adeta Osmanlı tokadı atarken, yakın halkasını da
hikmet ve nükte dolu ifadesiyle düşündürmekte, tebessüm ettirmektedir: ‘Bir baharda,
üçyüz bin enva-ı zihayat mahlûkatın, şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından
başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten var eden bir kudrete karşı ‘yoğu var
edemez diyen adam yok olmalı…’19
Yukarıda da ifade edildiği gibi, hakikat söz konusu olduğunda Bediüzzaman’ın
sözünü esirgemediğini görmekteyiz. Hele hele insanın varlığından kâinatın varlığına
kadar her bir mevcudun Mutlak Hakikat (el-Hakk) olan Allah’ı (cc) göstermesi karşısında
gözlerini kapayanlara karşı Kur’an namına hiç tahammulünün olmadığına şahit oluyoruz.
Yalnız bu hassasiyeti serdederken de derin Kur’an anlayışı, ince bir zevk ve nezih
bir latife de gözlerden kaçmamaktadır. Aşağıdaki örnek bu konunun canlı tanığıdır:
‘Evet, yaşadığın ömürden dünyada göreceğin istifade ancak yüz sene olur. Bu yüz
sene ömrünü yüz tane hurma çekirdeği farz edelim. Bu çekirdekler iska edilip muhafaza
edilirse, ilâ-mâşaallah semere verecek yüz tane ağaç olur. Aksi takdirde, ateşe
atıp yakmaktan başka bir istifadeyi temin etmez. Kezâlik, senin o yüz senelik ömrün
de, şeriat suyuyla iska ve âhirete sarf edilirse, âlem-i bekada ilelebed semerelerinden
istifade edeceksin. Binaenaleyh, semeredar yüz tane hurma ağacını terk ve yüz tane
çekirdeklerine kanaatla aldanırsa, o adam, hutameye (Cehenneme) hatab olmaya lâyıktır.20
Üstadın fezlekeleri hep cinaslı uslûplardan oluşmamaktadır. Bir
konudaki genel kaanati, meselenin ciddiyetine halel gelmeyecek şekilde dakik bir
nükte ya da latife ile anlatarak okurun zihnine sayfalarca yapılan tahlillerden
daha kolay yerleşmesini sağlamaktadır. İctihad risalesinde meseleyi değişik yönleriyle
ele alan Üstad hazretleri, ictihad kapısının açık mı kapalı mı olduğu şeklindeki
soruyu; enfes, bir o kadar da nükte dolu şu cümleyle özetlemektedir: ‘Fırtına ve
zelzele zamanında, değil ictihad kapısını açmak, belki pencerelerini de kapatmak
maslahattır.’21 Şayet müslümanların son üç asırlık serüveni göz önüne
alınırsa Hz. Üstadın ne kadar haklı olduğu ortaya çıkacaktır.
Şu anekdotla Bediüzzaman’ın bu konudaki genel yaklaşımını noktalayalım:
‘Sonra o müddeî gider. “Belki küre-i arzı kandırıp orada bir yer bulurum” der. Gider,
küre-i arza yine esbab namına ve tabiat lisaniyle der ki: “Böyle serseri gezdiğinden,
sahipsiz olduğunu gösteriyorsun. Öyle ise, sen benim olabilirsin.” O vakit küre-i
arz, hak namına ve hakikat diliyle gök gürültüsü gibi bir sada ile ona der ki: “
Haltetme, ben nasıl serseri, sahipsiz olabilirim…”.22
3. Kısa Anekdot ve Tasvirler
Risalelerde Üstadın zaman zaman latifeli sözleri, bazı tanım ve
tarifleri ya da anekdotlarıyla karşılaşmaktayız. Sarf ve nahiv ilmini okuyan bir
medrese talebesinin vefat edip, kabirde Münker ve Nekir’in: “Men Rabbüke” (Senin
Rabbin kimdir?) diye suallerine karşı, kendini medresede zannedip nahiv ilmiyle
cevap vererek, “Men mübtedâdır, Rabbüke onun haberidir. Müşkül bir meseleyi benden
sorunuz, bu kolaydır” diyerek, hem o melâikeleri, hem hazır ruhları, hem o vâkıayı
müşahede eden orada bulunan bir keşfü’l-kubur velîsini güldürdü ve rahmet-i İlâhiyeyi
tebessüme getirdi.’ tarzındaki anekdot bu konuda ufuk açıcıdır. Bir taraftan nasıl
yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl öldüyseniz de öyle dirilirsiniz şeklindeki Nebevi
beyanı hatırlatırken diğer taraftan da sadece melaike, hazır ruhlar ve keşfu’l-kuburu
değil bizleri de tebessüm ettirmektedir. Bunlar hikmet ve latifenin bir arada mezc
olunduğu harika anekdotlardır.
İnsanın kader karşısındaki durumunu anlatan şu tasvir ise akıllara
durgunluk verecek kadar nefis ve hikmet doludur. ‘Nefis daima ıztıraplar, kalâklar
içinde evhamdan kurtulup tevekküle yanaşmıyor. Hükm-ü kadere razı olmuyor. Halbuki,
şemsin tulû ve gurubu muayyen ve mukadder olduğu gibi, insanın da bu dünyada tulû
ve gurubu ve sair mukadderat, kalem-i kaderle cephesinde yazılıdır. İsterse başını
taşa vursun ki, o yazıları silsin-fakat başı kırılır, yazılara birşey olmaz hâ.’23
Bu kadar nefis ve kat’i kader tarifi gördünüz mü? Hele sonundaki ‘hâ’ kelimesi ne
kadar harika değil mi? Başka bir yerde ise, ‘Cennet olmazsa cehennem tazib etmez.
Kaderi tenkit eden başını örse vurur, kırar’ diyerek adeta yukarıdaki tarifin bir
nevi tetimmesini sunmaktadır.
‘Sanki yedim’ mescidiyle ilgili şu enfes anlatımı da hatırlamakta
fayda vardır. ‘Lezaiz çağırdıkça sanki yedim demeli. Sanki yedimi dustûr yapan sanki
yedim namında bir mescidi yiyebilirdi. Yemedi.’ Dünyevileşme ve aşırı tüketim kıskacında
boğulan modern insana yukarıdaki hikmet dolu anekdotun latife boyutlu anlatımı belki
ütopik gelebilir; fakat hakikat gözlüğüyle yeniden okunduğunda iktisadi öğretilerin
tamamına şamil canlı bir örnek olduğu görülecektir. Üstadın bu anekdotu anlatırken
kullandığı kelimelerde bile iktisad yaptığı da gözden kaçmamalıdır.
Bu başlığı birbiriyle bağlantılı iki kısa misalle bitirmek istiyoruz.
Şirk ile ilgili Bediüzzaman şu yorumu yapmaktadır: ‘Şirk öyle bir cürümdür ki her
bir mahlukun hakkına ve şerefine ve haysiyetine bir tecavüzdür. Ancak onu cehennem
temizler.’ Başka bir yerde de adeta bugünleri görüyor gibi ve günümüz çevrecilerini
hayrete düşürecek şu enfes tabiri kullanmaktadır: ‘Beşerin bulaşık eli karışmamak
şartıyla hiçbir şeyde hakiki nezafetsizlik ve çirkinlik görülmüyor.’ Ölçüsüz müdahalelerimiz
ve bugün karşı karşıya kaldığımız çevre felaketleri, yok ettiğimiz canlı ve bitkiler,
sebep olduğumuz küresel felaketler vs. Hepsi beşerin bulaşık elinin karışmasından
kaynaklanmaktadır. Burada ince bir nükte daha vardır. Özellikle insan yerine Bediüzzaman’ın
beşer kelimesini kullanması oldukça dikkat çekicidir. Çünkü Kur’an açısından meseleye
bakıldığında insan sorumluluk taşıyan, beşer ise biraz daha biyolojik bir varlık
olarak karşımıza çıkmaktadır. Üstad’ın beşer tercihi adeta kendi vucüduyla birlikte
bütün bir kainatın kendisine emanet edildiği halifeyi değil, bilakis ‘hayvanlardan
daha aşağı’ olacağı söylenen maddiyata gömülmüş, gerçek insani ve imani hakikatlere
açılamamış kimsenin kastedilmesi anlaşılmaktadır.
4. Teşbih ve Temsiller ile Yapılan Nükteler
‘Nur-u fikir ziyayı kalp ile ışıklanıp mezcolmazsa, zulmettir, zulüm
fışkırır. Gözün muzlim nehar-ı beyazı, muzîi leyle-i suveydâ ile mezcolmazsa basarsız
olduğu gibi, fikret-i beyzâda suveydâ-ı kalp bulunmazsa basiretsizdir.’24
Yapacağımız yorumun bu harika teşbih ve temsilin ifade ettiği hakikatın seviyesini
düşürür endişesiyle konu hakkında fazla bir şey söylemek bize zait gibi gelmektedir.
Akıl ve kalbin imtizacını beyza (beyaz) ve suveyda (siyah) kelimeleri çerçevesinde
derin bir tefekkür ve ince bir latife anlayışıyla tekrar tekrar okunmasını tavsiye
edip ikinci bir misale geçmek istiyoruz.
Tabiat risalesinde tesadüfe takılıp kalan insanın durumunu anlatırken,
Üstadın yaptığı teşbih de gerçekten ayrı bir derinlik, güzellik ve latife içermektedir:
‘Tesadüfle şişelerden alınan miktarlar macunu teşkil etsin… Eşek muzaaf bir eşekliğe
girse, sonra insan olsa “bu fikri kabul etmem diyecek ve kaçacaktır.”25
Burada sadece kaçan bir eşeği ve sizin de onu kaçarken arkadan seyrettiğinizi düşünün.
Delilleriyle mesele ortaya konulduktan sonra mulhidin ısrarına karşı yapılacak benzetme
bundan daha güzel olamazdı.
Bu tür teşbih ve temsiller o kadar çoktur ki, bunların her birinin
farklı açılardan incelenmesi gerekmektedir. Ümmetin silkinip yeniden kendisine gelmesi
için cemiyetteki hastalıkları teşhis ederken gerekli reçeteyi de yazmayı ihmal etmeyen
Bediüzzaman’ın şu tesbiti de kulaklara küpe olmalıdır: ‘En bedbaht, en muzdarip
en sıkıntılı işsiz adamdır. Zira atalet, ademin biraderzadesidir. Sa’y, vucudün
hayatı ve hayatın yakazasıdır.26
5. Şeytan ile İlgili Nükte ve Latifeler
Bediüzzaman hazretlerinin sık sık karşılaştırmalar yaptığı bir latife
ve nükte türü de şeytanla mukayese ya da yapılan ya da söylenilen şeylerin şeytanların
bile aklına gelemeyeceği ya da şeytanı arkada bırakacağı vurgusudur. Bu misaller
açısından da risalelerin oldukça zengin olduğu görülmektedir.
İnadın zararını dile getirdiği bir yerde, Bediüzzaman şunları söylemektedir:
‘İnadın işi, şeytan birisine yardım etse melektir der, rahmet okur; muhalifinde
melek görse, libasını değiştirmiş şeytandır der, lanet eder.’ Kur’an ve Sünnet’ten
süzülen bu hakikatın günümüz çok partili demokrasisinde, dernekleşmesinde, kulüpleşmesinde
ve gruplaşmasında ne kadar anlamlı olduğu açıktır. Fakat burada açık olan bir başka
mesele daha vardır; hikmet dolu bu sözün sunum tarzıdır.
Efendimiz (s.a.s.)’in gösterdiği bereket mucizeleri karşısında tereddüt
eden kimselere hitaben Üstad’ın söylediği şu sözleri de bu açıdan ayrı bir önem
arzetmektedir: ‘Acaba niçin bu nurani yüksek silsile-i rivayetten gelen şu mucize-i
berekete karşı gözün ile görmüş gibi inanmıyorsun. Evet, buna karşı şeytan bile
bahane bulamaz.27 Şüpheler asrında yakinin temsilcisi Üstad’ın şeytanı
bile pes ettirdiği bu güzel anektotta, nüktenin letafeti ile hakikatın nuraniyeti
ne kadar da birbirleriyle uyum içinde oldukları hemen dikkatleri çekmektedir.
Başka bir yerde muhatabın zihninde nefis, heva ve şeytanın konumunu
canlandırırken nadide güzellikte bir benzetmeyle meseleyi ele aldığına şahit oluyoruz:
‘Nefis deve kuşu, şeytan sofestai, heva da bektaşidir.28 Her birinin
farklı özelliklerini ön plana çıkaran Üstad Hazretlerinin bu tarifi de hem hikmet,
hem de nükte doludur.
Her şeyi kendinden bilen nefse karşı söylediği şu sözlerde de Üstad
Hazretleri, insi şeytanların gerçek şeytanlardan daha ileriye gidebileceğini nükteli
bir şekilde göstermektedir: ‘Ve kendisini, yaptığı fiillerinde, fiil içinde müstetir
hüve/hu gibi görür. Tecelliyatın genişliğini imtina, büyüklüğünü ademe hamletmekle
şeytanı bile yaptığı muğalatadan utandırıyor.’29
6. Efendimizin Dualarına İştiraki ile
Bu konuda da Risale-i Nur’un oldukça zengin olduğunu görüyoruz.
Bu dualarda bir taraftan Üstad Hazretlerinin diğergamlığını, geniş yürekliliğini
ve hayırhahlığını müşahede ederken diğer taraftan da onun bu konudaki rehberinin
doğrudan Rehber-i Ekmel (s.a.s.)’in mubarek söz ve davranışları olduğu anlaşılmaktadır.
Efendimiz (s.a.s.)’in duaları neticesi servet ve berekete medar olan Abdurrahman
b. Avf (ra) ile ilgili mucizevi duayı zikrettikten sonra ‘Duayı Nebeviye’nin bereketine
bakınız ve bârekallah deyiniz’ ifadesi ne kadar içten ve canlı değil mi!
Başka bir misal de Hz. Ebu Hureyre’yle ilgili: ‘Hazret-i Ebu Hüreyre
aç olmuş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın arkasından gidip menzil-i saadete
gitmişler. Bakarlar ki, bir kadeh süt oraya hediye getirilmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâm emretti ki: “Ehl-i Suffeyi çağır.” Ben kalbimden dedim ki: “Bu sütün bütününü
ben içebilirim; ben daha ziyade muhtacım.” Fakat emr-i Nebevî için onları topladım,
getirdim. Yüzü mütecaviz idiler. Ferman etti: “Onlara içir.” Ben de o kadehteki
sütü birer birer verdim. Herbirisi doyuncaya kadar içer, diğerine veririm. Böyle
birer birer içirerek bütün Ehl-i Suffe o sâfi sütten içtiler. Sonra ferman etti
ki: bakitu ene ve ente fe-şrab Ben içtim. İçtikçe, “İç” ferman eder. Tâ, ben dedim:
“Seni hak ile irsal eden Zât-ı Zülcelâle kasem ederim, yer kalmadı ki içeyim.” Sonra
kendisi aldı, Bismillâh deyip hamd ederek bakıyesini içti. Yüz bin âfiyet olsun.30
7. Tarif ve Karakterizeler
Üstad Hazretlerinin büyük sahabe Hz. Ebu Hureyre’den bahsederken
kullandığı tabir -ki ben şahsen hiç bir yerde görmedim-bir taraftan Ebu Hureyre’yi
diğer taraftan da onu (ra) Allah’ın izin ve inayetiyle Ebu Hureyre yapan Hocasını
(s.a.s.) nefis bir şekilde tanımlamaktadır: ‘Ebu Hureyre kimdir?’ sorusunun cevabını
şu şekilde özetlemek mümkündür: ‘Hoca-ı kainat olan Fahr-i Alem (a.s.)’ın kudsi
medresesi ve tekyesi olan Ashab-ı Suffe’nin demirbaş bir mühim talebesi ve müridi…31
Başka bir yerde Üstad Hazretleri karınca ve arıyı insana benzeterek
onların hayat algılamalarını hırs ve şükür noktayı nazarından değerlendir. Sonra
da şu hikmet ve nükte dolu tabloyu bize anlatır: ‘Evet, hırs, şükürsüzlük olduğu
gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir. Hattâ hayat-ı içtimaiyeye
sahip olan mübarek karınca dahi, güya hırs vasıtasıyla ayaklar altında kalmış, ezilir.
Çünkü kanaat etmeyip, senede birkaç tane buğday kâfi gelirken, elinden gelse binler
taneyi toplar. Güya mübarek arı, kanaatinden dolayı başlar üstünde uçar. Kanaat
ettiğinden, balı insanlara emr-i İlâhî ile ihsan eder, yedirir.’32
Üstad bir denge insanıdır. Bu konudaki hassasiyetini hak namına
her yerde göstermektedir. Yukarıda nazikçe hırsını eleştirdiği mubarek karıncanın
burada cumhuriyetçiliğini övmesi de bu dengenin bir eseridir. Fakat bütün bu sunumlarda
mesajın sağlam anlaşılabilmesi, daha da doğrusu meselenin bize bakan yönünün hikmet
ve nükteyle anlatılması latif ve bir o kadar da latifelidir. Kendisine cumhuriyet
hakkındaki fikri sorulduğunda şunları söylemektedir: ‘Ben de dedim: “Eskişehir mahkeme
reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu
elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi,
hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini
karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyuyla yerdim. İşitenler benden soruyordular.
Ben de derdim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine
hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.”33
8. Kafiye ve Cinaslı Nükte ve Latifeler
Üstad zaman zaman şiir gibi ama şiir olmayan ifadelerle harika nükteleri
ortaya koymaktadır. Hem zevki, hem ilmi hem de ahlaki içerik taşıyan bu şiirsel
ifadelerden bir kaç misalle Bediüzzaman’ın konu hakkındaki genel yaklaşımlarını
noktalamaya çalışalım.
Asay-ı Musâ’da Üstad Hazretleri bir kelimenin farklı yapılarından
teşekkül eden nefis ve bir o kadar da manidar şu ifadeyi kullanmaktadır: ‘Ey ahmaku’l-humakadan
tahammuk etmiş sarhoş ahmak.’34 Özellikle sondaki sarhoş ifadesinin ahmakla
izdivacı ince bir latife anlayışını göstermesi açısından oldukça yerinde değil mi?
Benzer bir yaklaşımı Mesnevi’de nefis ve heva arasında sıkışıp kalan
bir insanın haleti ruhiyesini anlatırken sergilemektedir: ‘Hasenat yaptığı zaman
habbe habbe yapar, seyyiat yaptığı zaman ise kubbe kubbe yapar.35
Hem mana hem de kullanılan kelimeler açısından ayrı bir yere sahip
olan şu tasvirde Üstad Hazretlerinin şakirtlere hem nefes aldırmakta hem de derin
hakikatleri nükte ve hikmet karışımı bir uslûpla sunmaktadır: ‘Evet, meşhurdur ki,
hilâl-i îde bakarlardı. Kimse birşey görmedi. İhtiyar bir zat yemin etti: “Hilâli
gördüm.” Halbuki gördüğü hilâl, kirpiğinin takavvüs etmiş beyaz bir kılı idi. Kıl
nerede, kamer nerede? Harekât-ı zerrat nerede, sebeb-i teşkil-i envâ nerede?
Başka bir yerde ise şükür ile şirk arasındaki derin uçurumu göremeyenlerin
ansızın şükürden şirke kayışlarını şiir gibi anlatma tarzında da nükte ve hikmetin
harika izdivacına şahit oluyoruz: ‘Telezzüz ve zevk dahi gayri şuuri bir şükürdür
ki bütün hayvanatta bu şükür vardır. Yalnız insan dalalet ve küfür ile, o fıtri
şükrün mahiyetini değiştiriyor, şükürden şirke gidiyor.36 Bu kadar hayati
bir meseleyi bu kadar manidar ve bir o kadar da latif bir şekilde sunmak herhalde
Üstada has bir meziyet olsa gerektir.
Aynı Risalenin bir başka yerinde hayatta olduğu halde hakikati göremeyen
canlı cansızlar için şu latif, hikmet dolu sözleri söylemektedir: ‘İşte cansız cenazeler
onun risaletini tasdik etse, canlı olanlar tasdik etmese, elbette o cani canlılar,
cansızlardan daha cansız ve ölülerden daha ölüdürler.’ Şayet bu cümleyi gözlerimizi
kapatıp kalp ve kulaklarımızı sonuna kadar açarak yeniden okumayı denersek sanırım
pek çoğumuzun kalbi, çınlayan ‘can’ hecesiyle birlikte yeniden canlanacaktır.
Sonuç
Nükteli sözler, yerinde yapılan latifeler tabiatımızın bir parçasıdır.
Her konuda olduğu gibi bu konudaki rehberimiz de Efendimiz (s.a.s.)’dir. Onun hakikat
yörüngeli, sıdk temelli ve sonuna kadar yalana kapalı nükte ve latifeleri yegane
ölçü ve kriterimizdir. Asrımızın büyük kâmeti Bediüzzaman Hazretleri de nükte ve
latifelerinde Efendiler Efendisi’nin (s.a.s.) yolunu kendisine rehber edinerek hak
ve hakikatı nükte ve latifelerine yegane ölçüt kılmıştır. İnsanları zaman zaman
tebessüm ettirirken tefekküre sevkeden, hikmetli sözlerinde nükteleri gizleyen,
dikkatli okurlar için daha pek çok kapıların açıldığı enfes eserlerinde bazen aktardığı
bir şiir ile, bazen bir iki kelimeden oluşan fezlekelerle, bazen de teşbih, temsil
ve cinaslı kafiyeli sözlerle kendine has bir uslûp ortaya koymuştur.
Öz
Nükteli sözler, yerinde yapılan latifeler tabiatımızın bir parçasıdır.
Bu makalede öncelikle nükte ve latifenin Kur’an-ı Kerim ve hadisler ışığında dindeki
yeri ve sınırları üzerinde durulacaktır. Daha sonra da Risale-i Nur Külliyatı’nda
dikkat çeken bazı nükte ve latifeleri farklı hususiyetler çerçevesinde tahlil edilecektir.
Anahtar Kelimeler: Nükte, latife, hakikat, teşbih, temsil, fezleke
Abstract
Witty remarks and pursuant jests are all part of our nature. In
this text, place and limits of wits and jests in religion shall be highlighted on
the basis of Koran and hadiths. Then, wits and jests drawing attention in Risale-i
Nur Corpus shall be analyzed in the framework of different considerations.
Key words: Wits, jests, reality, smile, representation, summary
Dipnotlar
1. Ahmed b. Hanbel, (Hadis no:8411).
2. Ahmed b. Hanbel, Musned, (hadis no:19897).
3. İbn Mace, Sunen, (Hadis no:4207).
4. İbn Ebi Şeybe, Musannaf, VIII.322; Mufessir Suyuti’nin ed-Durru’l-Mensûr’unda
da benzer rivayetler vardır.)
5. Ebu Davut, Sunen, (Hadis no:4346)
6. Ebu Davut, Sunen,187
7. Tirmizi, Sunen, (Hadis no:1912).
8. İbn Cevzi, Ahbaru’l-humka ve’l-muğaffilin, Mektebetu’ş-Şamile
CD
9. Yukarıdaki alıntılar için bkz. İbn Cevzi, Ahbâru’l-Humkâ
ve’l-Muğaffilin, (Mektebetu’ş-Şamile CD)
10. Bediuzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İst.
1994, s. 456.
11. Güzel bir örnek için bkz. ‘Nurlar içinde kalmışım’ başlıklı
anekdot:
“Nurşin Camii deyince hatırladım: Camide kaldığımız günlerde
oturduğu odada bana hitaben:
“Molla Hamid, bak ben Nurlar içinde kalmışım’ deyince ben anlayamadım.
“Bu defa Üstad anlatmaya devam etti.
“Doğduğum köy Nurs, annemin ismi Nuriye, hocam Nuri, kaldığım
cami Nurşin, bak duvarda Osman-ı Zinnureyn yazılı’ diye duvarda asılı duran levhayı
tebessüm ederek gösterdi. (Necmettin Şahiner, Son Şahitler 1)
12. Taûn, veba anlamına gelmektedir. Burada bile Üstad Hazretleri
hikmet dolu bir nükteyle okuyucuyu tefekküre sevketmektedir. Evet ‘materyalizm’
veba gibi bir hastalıkltır, insanı yer ve bitirir.
13. Bediuzzaman Said Nursi, Asa-yı Musa, Yeni Asya Neşriyat,
İst. 1994, s. 62.
14. Bediuzzaman Said Nursi, İşâratu’l-İcaz, Yeni Asya Neşriyat,
İst. 1994, s. 111.
15. Bediuzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 345.
16. A.g.e., s. 35.
17. A.g.e., s. 346.
18. Bediuzzaman Said Nursi, İşaratu’l-İ’caz, s. 170.
19. Bediuzzaman Said Nursi, Asa-yı Musa, s. 157.
20. Bediuzzaman Said Nursi, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994, Mesnevi-i
Nuriye, s. 153.
21. Bediuzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 462,
22. Bediuzzaman Said Nursi, Asa-yı Musa, s. 132.
23. Bediuzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, s. 104.
24. Bediuzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 455.
25. Bediuzzaman Said Nursi, Asa-yı Musa, s. 143.
26. Bediuzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 463.
27. A.g.e., s. 110.
28. Bediuzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, s. 123.
29. A.g.e., s. 122.
30. Bediuzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 111.
31. A.g.e., s. 111.
32. A.g.e., s. 512.
33. Bediuzzaman Said Nursi, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994, Tarihçe-i
Hayat, s. 357.
34. Bediuzzaman Said Nursi, Asa-yı Musa, s. 148.
35. Bediuzzaman Said Nursi, Mesnev-i Nuriye, s. 187.
36. Bediuzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 350.