Ahlâk ve Hukuk İlişkisi

The Relationship between Morality and Law

İzzet ÖZGENÇ, Prof. Dr., Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi

 

Ahlâkın bireysel veya sosyal ahlâk, genel ve toplumsal ahlâk diye bir ayrıma tabi tutulması doğru değildir. Bu anlayış, esasında ahlâkî değerleri örseleyen bir yaklaşımdır. Ahlâkî değerlerin hepsinin sosyal hayatla ilişkisi bulunmaktadır. Sosyal hayatla ilişkisi bulunmayan bir ahlâk kuralından söz edilemez.

Ahlâk kuralları, yere, zamana, kişiye ve topluma göre değişkenlik arz etmez. Örneğin cinsel arzuların tatmin amacına matuf birtakım davranışların alenen işlenmesi, bazı toplumlarda hoşgörü ile karşılanabilir. Ancak, bu hoşgörülü yaklaşım, ilgili davranışın ahlâka uygunluğunun kabulü anlamına gelmemektedir.

Bir başkasının hukuku üzerinde etkili olsun veya olmasın, yalan söylemek, her toplumda ve her zaman ahlâka aykırı bir davranış olarak değerlendirilmiştir. Belirli koşullarda yalan söylemenin mazur karşılanması söz konusu olabilirse de bu koşullar, yalan söylemenin ahlâka uygun kabul edilmesini gerektirmez. Ahlâka aykırılığın sorumluluğu gerektirebilmesi için, bunun münhasıran kasten işlenmesi gerektiği fikri de sorunludur.

Hırsızlık, hukuka ve evleviyetle ahlâka aykırı bir davranıştır. Bunun hem özel hukuk hem de ceza hukuku sorumluluğunu gerektirdiği tartışmasızdır. Bir başkasının malvarlığına kasten zarar verme fiili, kasten işlendiğinde hem özel hukuk hem de ceza hukuku sorumluluğunu gerektirmekle birlikte, bu zarar neticesine dikkatsiz ve özensiz davranışla sebebiyet verilmesi, sadece özel hukuk sorumluluğunu gerektirir. Bu itibarla, bir başkasının malvarlığına dikkatsiz ve özensiz davranışla zarar verilmesinin, ahlâka aykırı olmadığı ve tersi ifadeyle, ahlâka uygun olduğu söylenemez.

Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 6.7.2018 tarihli ve K. 2018/7 sayılı Kararında[1], 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 185. maddesinde (f. 3) hüküm altına alınan sadakat yükümlülüğünün, sadece evli eşler bakımından hukuki sonuç doğurduğu kabul edilmektedir. Söz konusu Karara göre, evli eşlerden biriyle duygusal ve hatta cinsel ilişkide bulunan üçüncü şahıs, sadakat yükümlülüğün muhatabı değildir. Bu itibarla, söz konusu yükümlülükten, eşini aldatan kişiyle örneğin cinsel ilişkide bulunan üçüncü şahıs bakımından sorumluluğu gerektiren bir sonuç çıkarılamaz. Büyük Genel Kurul kararındaki ifadelere göre;

“… evlilik birliğinin tarafı olmayan ve dolayısıyla sadakat yükümlülüğü bulunmayan üçüncü kişinin eşler arasındaki evlilik sözleşmesinden kaynaklanan yükümlülüklere uyma zorunluluğu bulunmamaktadır.

üçüncü kişinin eyleminin herhangi bir koruma normunu ihlal ettiği söylenemeyeceğinden bu yönden hukuka aykırı kabul edilmesine olanak bulunmamaktadır.

Eşlerden biri yalnızca diğer eşten sadakat yükümlülüğüne uygun davranmasını talep edebilir. Üçüncü kişinin sadakat yükümlülüğünün bulunmaması nedeniyle, evli eşle birlikte olan üçüncü kişinin bu davranışının diğer eşin kişilik haklarına doğrudan bir saldırı niteliğinde olduğu söylenemez.

üçüncü kişinin cinsel birliktelik yaşadığı eşe karşı herhangi bir hukuka aykırı fiili bulunmamaktadır ki, aynı fiil ile diğer eşin de kişilik haklarına saldırıldığından bahsedilsin …

Evli bir kişiyle birlikte olan üçüncü kişinin eyleminin ahlâka aykırı olduğunu söylemek mümkündür …

Büyük Genel Kurul, söz konusu kararda, bir fiilin ahlâka aykırı olmakla birlikte hukuka aykırı olmayabileceğini kabul etmektedir. Oysa 6708 sayılı Borçlar Kanunu’nun 49. maddesinin ikinci fıkrasında,

Zarar verici fiili yasaklayan bir hukuk kuralı bulunmasa bile, ahlâka aykırı bir fiille başkasına kasten zarar veren de, bu zararı gidermekle yükümlüdür.”

hükmüne yer verilmiştir. Bu hükümle, ahlâka aykırı fiili yasaklayan bir pozitif hukuk kuralının bulunmayabileceğine işaret edilmektedir. Ancak bu hüküm, ahlâka aykırı bir fiili yasaklayan bir pozitif hukuk kuralının bulunmamasından, bu fiilin hukuka aykırı olmadığı sonucu çıkarılacak şekilde yorumlanamaz. Oysa Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun söz konusu kararında;

Genel ve toplumsal ahlâk kurallarına aykırı bir fiille başkasına zarar verilmesi durumunda fiil hukuka aykırı olmasa bile TBK’nın 49. maddesinin 2. fıkrasına göre tazminat talep edilebilecektir.

ifadesine yer verilmiştir. İlginçtir ki, söz konusu kararlarda bir taraftan “aldatılan eş” ibaresi kullanılmakta, diğer yandan ise, buna rağmen “aldatılan bu eşin kişilik değerlerine saldırı oluşturacak nitelikte bir eylem”in varlığı kabul edilmemektedir.

Büyük Genel Kurul’a göre;

üçüncü kişinin fiilinin haksız fiil olarak nitelendirilebilmesine olanak bulunmadığından sadece aldatma fiiline iştirak etmesi nedeniyle, aldatan eşle birlikte TBK’nun 61. maddesi çerçevesinde müteselsilen sorumlu tutulabilmesi mümkün değildir.

Ancak, Büyük Genel Kurul kararında “evli olduğunu bilerek bir kişiyle birlikte olan üçüncü kişinin … evlilik birliğine karşı göstermesi gereken özen ve saygıyı göstermemiş olması”ndan söz edilerek, hukuka aykırılık bağlamında dikkate alınması gereken bazı doğru ifadelere de yer verilmiştir. Buna rağmen Büyük Genel Kurul, üçüncü kişinin fiili bağlamında “haksız fiile ilişkin genel koşulları taşımayan eylem”den söz edilmektedir. Üçüncü kişinin fiili bağlamında hukuka aykırılıktan söz edebilmek için, “aldatılan eşin konut dokunulmazlığını ihlal etmesi, özel yaşamına müdahale etmesi, sır alanına girmesi, ele geçirdiği bazı özel bilgileri ifşa etmesi, kullandığı söz ve diğer ifadeler ile onur ve saygınlığını zedelemesi” gerekmektedir.

Önemle belirtmemiz gerekir ki, bu üçüncü kişinin eşi tarafından cinsel sadakatsizliğe uğrayan -aldatılan- eşe karşı aldatan eş ile birlikte tazminat sorumluluğunun olup olmaması, bir ceza hukukçusu olarak bizi ilgilendirmemektedir. Bizi ilgilendiren husus, söz konusu fiilin, hukuka aykırı olduğunun kabul edilmemesidir.

Ezcümle, hukuka aykırı olan bir davranış, aynı zamanda ahlâka da aykırıdır. Ahlâka aykırı bir davranış, hiçbir zaman hukukî koruma altına alınamaz. Ancak bu kabul, ahlâka aykırılık oluşturan her davranış dolayısıyla hukukî yaptırım uygulanmasını gerekli kılmaz

Hukukla ahlâk arasındaki ilişki bakımından yeni Dernekler Kanunu düzenlemeleri büyük bir önem taşımaktadır. Eski Dernekler Kanunu’nda suç işlemenin yanı sıra, gayri ahlâkî bir amaçla dernek kurulması mümkün değildi. Ancak yeni Dernekler Kanunu ile gayri ahlâkî amaçla dernek kurulması engeli kaldırıldı. Bu suretle Türkiye’de eşcinsellerin örgütlenmesinin yolu açılmıştır. Bu suretle, Türkiye’de eşcinselliğin meşru olduğu izlenimi oluşturmak amacına matuf olarak sosyal, “kültürel” ve “sanatsal” faaliyetler icra edilebilmektedir!

Bu sunumu ile bağlantılı olarak, Özgenç, kendisine sorulan sorulara cevap olarak şu açıklamalarda bulunmuştur:

SORU: 15 Temmuz yargılamaları hakkındaki duruşunuzu genel olarak biliyor ve izliyoruz. Ama burada da bir değerlendirme yapar mısınız?

CEVAP: 15 Temmuz 2016 tarihinde Türkiye, çok sayıda suçun işlendiği darbe teşebbüsü ile sosyal bir felaket yaşamıştır. Bu felaket sonrasında bir savunma refleksi olarak ülke genelinde güvenlik sebebiyle olağanüstü hal ilan edilmiştir. Bu süreçte söz konusu felaketle bağlantılı olarak iki farklı soruşturma ve kovuşturma süreçleri işletilmiştir. Bunlardan birincisi, söz konusu darbe teşebbüsüne iştirak eden kişiler hakkında başlatılan soruşturma ve kovuşturmalardır.

İkincisi ise, söz konusu darbe teşebbüsünü gerçekleştirdiği iddia ve kabul edilen örgütsel yapılanma ile ilişkisi olduğundan, bu örgütsel yapılanmanın üyesi olduğundan şüphelenilen kişiler hakkında başlatılan soruşturma ve kovuşturmalardır.

Bu ikinci kategoride olan ve kendilerine “terör örgütü üyeliği” suçlaması dışında herhangi bir somut suç isnadında bulunulmayan kişiler hakkında yapılan soruşturma ve kovuşturmalarda önemli hukukî sorunlar bulunmaktadır.

Bu soruşturma ve kovuşturma süreçlerinde yapılan yanlışlar iki önemli sonuç ortaya çıkarmıştır ve çıkaracaktır. Bunlardan birincisi, gerçekte herhangi bir suç işlememiş olan, suç işlememe konusunda hassasiyet gösteren kişilerin salt “terör örgütü üyeliği” ile itham edilmesi ve buna bağlı olarak önemli mağduriyetlerin ortaya çıkmasıdır.

İkinci sonuç ise, gerçekte çeşitli suçları işlemiş olan çok sayıda kişinin bu yanlışlar dolayısıyla, yarın, “mağdur” edilmiş oldukları izlenimi oluşturarak, ortalıkta dolaşması olacaktır.

Şayet bu süreçte soruşturma ve kovuşturmaların hukuk zemininde yapılmasını sağlamış olsaydık, gerçekten suçlu olanlarla suç işlememiş olanları doğru bir şekilde birbirinden ayırabilseydik, bu olumsuz sonuçlar doğmazdı ve doğmasına da fırsat verilmezdi.

Özellikle söz konusu darbe teşebbüsü suçuna herhangi bir surette iştirak etmediği halde, bu suçun işlenmesiyle hiçbir alakası bulunmadığı halde, “terör örgütü üyeliği” ile itham edilen kişiler hakkında yapılan bu soruşturma ve kovuşturmalardaki bilinçli yanlışlarla, aslında bu soruşturma ve kovuşturmaların ve kamudan tasfiyelerin, bu kişilerle sınırlı tutulmayıp, bu kişilerin kamuda görev yapmasını sağlayan siyasi kadrolara kadar genişletilmesi, bu kadrolara da teşmil edilmesi amaçlanmıştır.

Bu ülkede, yüksek mahkeme üyesi, vali, müsteşar, genel müdür ve rektör gibi görevlerde bulunmuş olan kişilerin bu görevleriyle bağlantılı iş ve işlemleri dolayısıyla salt “terör örgütü üyeliği” ile itham edilmesi ve hatta, haklarında mahkûmiyet hükümleri kurulması, hukuk zemininde izah edilebilir bir durum değildir.

Diyanet İşleri Başkanı olarak görev yapmış olan bir kişi hakkında terör örgütüne mensubiyet dolayısıyla soruşturma başlatılmış olması, 2012 yılı başında Genelkurmay Başkanı olarak görev yapmış olan bir kişinin terör örgütü yöneticisi olarak suçlanması gibi, akla ziyan durumdur.

Herhangi somut bir suçu olmadığı halde bu soruşturma ve kovuşturmalara maruz bırakılan kişilerin aileleri ile birlikte yaşadıkları ve etkileri uzun yıllar sürecek olan travmalar, görmezlikten gelinemez, göz ardı edilemez.

SORU: 15 Temmuz yargılamalarında bir milat belirleniyor. Bunun hukuki bir karşılığı var mı? Bir de bu yargılamalarda suçun manevi unsuru ile ilgili olarak yapılan tespitler hukuka uygun mu?

CEVAP: Sorunuzun birinci kısmı ile ilgili şunu söyleyeyim: Türkiye’de örgütlü suçlarla ilgili soruşturma ve kovuşturmalarda yanlış bir yöntem, tümdengelim yöntemi izlenmektedir.  Yani önce suç örgütünün veya terör örgütünün varlığı kabul ediliyor, akabinde de, bu örgütün faaliyeti çerçevesinde somut suçların işlenmiş olup olmadığı araştırılıyor. Oysa doğru olan yöntem tümevarım yöntemidir. Yani, önce hakkında soruşturma ve kovuşturma yaptığımız kişinin somut bir suç veya suçlar işleyip işlemediğini araştırıp tespit etmek ve şayet işlemiş ise, akabinde de bu suçu veya suçları bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işleyip işlemediğini açıklığa kavuşturmak gerekir. İşlemiş oldukları somut suçlardan hareketle, kişilerin bir suç örgütü veya terör örgütü üyesi olduğunu kabul edebiliriz. Bunun için de, genel bir milat belirlemeye gerek yoktur; işlenmiş olan somut suçları dikkate almak, yeterli olur.

Bu yanlış yöntem dolayısıyladır ki, özellikle söz konusu olağanüstü hal döneminde başlatılan soruşturmalarda herhangi somut bir suç işlemediği halde, isnat konusu fiil ve davranışların hiçbiri suç oluşturmadığı halde, kişiler, soyut bir şekilde “terör örgütü üyesi” olmakla suçlandılar.

Bu yanlış yöntem dolayısıyladır ki, ben söz konusu soruşturma ve kovuşturmalarda manevi unsur tartışmasına girmenin gereksiz olduğunu, doğru olmadığını düşünmekteyim. Zira, manevi unsur tartışması, ancak maddi unsurları gerçekleşmiş olan bir suç bakımından yapılabilir. Yani, örneğin ancak bir insanın ölmüş veya yaralanmış olması halinde, bu ölüm veya yaralamanın kasten mi yoksa taksirle mi gerçekleşmiş olduğunu tartışabiliriz. Bir insanın devletin gözetim ve denetimi altında faaliyet icra eden bir bankada hesabının olması, bu hesaba para yatırması, çocuğunu devletin gözetim ve denetimi altında faaliyet icra eden bir okula göndermesi gibi suçlamalarla terör örgütü üyeliğinden dolayı mahkûm edilmesi, bir hukuk devletinde olmaması gereken uygulamalardır.

Ayrıca belirtmem gerekir ki, bünyesinde birtakım suçların işlenmesinin planlandığı, organize edildiği, faaliyeti çerçevesinde çok sayıda suçun işlendiği örgütsel yapılanmaların suç örgütü veya terör örgütü olduğu yönünde mahkemelerce hükümler verilip kesinleştikten sonra, kişilerin bu örgütler içindeki hiyerarşik yapıya dahil olmalarının, olmakta ısrar etmelerinin, bu örgütlere ve mensuplarına maddi veya manevi destekte bulunmalarının suç oluşturacağı tartışmasızdır.

Bu genel açıklamalardan sonra, örneğin 15 Temmuz 2016 tarihli darbe teşebbüsünün bir örgütsel yapının faaliyeti çerçevesinde işlenmiş planlı, programlı bir suç olduğunu, bu suçun işlenişini planlayan ve gerçekleştiren örgütsel yapının bir terör örgütü olduğunu, bu suçun işlenişine iştirak eden kişilerin aynı zamanda terör örgütünün yöneticisi veya en azından, terör örgütü üyesi olduğunu kabul etmek gerekir. Ancak belirteyim ki, bugüne kadar inceleme fırsatı bulduğum kararların hiçbirinde, bu darbe teşebbüsüne iştirakten dolayı mahkum edilen kişilerle hakkında aynı zamanda terör örgütü yöneticisi veya üyesi olmaktan dolayı mahkumiyet hükmü kurulmamıştır.

Darbe teşebbüsünün hemen akabinde suçüstü halinde yakalanan kişilerin yüzünün gözünün yara bere içindeki görüntülerinin medyaya servis edilmesi, bu suçtan dolayı yapılan yargılamalarda sanıkların duruşma salonuna getirilmesi ve götürülmesi sırasında insanların duruşmanın yapılacağı veya yapıldığı bina önünde toplanması sağlanarak hakaret teşkil eden fiilleri alenen işlemeleri, bir hukuk devletine yakışır uygulamalar değildir.

Türkiye’nin en büyük ili olan İstanbul’da vali olarak görev yapmış olan bir kişinin, kendisine herhangi somut bir suç isnadında bulunulmamasına rağmen, soyut bir şekilde terör örgütü üyesi olduğu kabul edilerek tutuklanmasından sonra, ceza infaz kurumuna götürülmesi sırasında, toplanan insanlar tarafından alenen hakarete maruz bırakılması, utanılacak uygulamalardır. Belirteyim ki, bu kişi, yargılandığı davada beraat etmiştir.

Bu tür uygulamaların, Türkiye’nin milletlerarası camiadaki itibarı bakımından fevkalade olumsuz etkileri olmuştur.

Bu olumsuz etki dolayısıyladır ki, 15 Temmuz darbe teşebbüsüne iştirak etmiş ve akabinde yurt dışına kaçmış olan kişilerden hiçbirinin Türkiye’ye iadesi sağlanamamıştır. Örneğin Yunanistan, darbe teşebbüsü sonrasında bu ülkeye sığınan asker kişileri, Türkiye’de işkence uygulandığı izlenimi oluşturan çeşitli görüntülerin medya marifetiyle yayımlanmasını, adil yargılama hakkına riayet edilmemesini ve Cumhurbaşkanı tarafından idam cezasının geri getirilmesi yönünde yapılan açıklamaları gerekçe göstererek, Türkiye’ye iade etmemiştir.

Ancak buna rağmen, hukuki yollarla yurt dışına çıkmış olan çok sayıda insan, salt “terör örgütü üyesi” olduğu iddiasıyla, bulundukları ülkeden iade hukukuna ilişkin usul ve esaslara aykırı olarak, paketlenerek Türkiye’ye getirilebilmiştir. Bu hukuk dışı uygulamalar, yönetimi deruhte edenler tarafından bir “övünç” vesilesi olarak kullanılmıştır.

SORU: 15 Temmuz sonrası yargılamalardaki genel gidişat hatasını yargı kendi içinde düzeltebilir mi yoksa bu konuda siyasetin mi inisiyatif alması lazım?

CEVAP: Bu süreçte Türk yargısı, hukuk kurallarını işletme bakımından sorunlu uygulamalar gerçekleştirmiştir. Bugünkü durum itibarıyla Türk yargısının kendisinden menkul bir inisiyatif kullanarak bu yanlışları düzeltebileceği yönünde bir beklentim bulunmamaktadır.

Ancak Sayın Cumhurbaşkanı, bir açıklama yaparak bu gidişatı ve Türkiye’deki bu atmosferi değiştirebilir. Bu açıklamada; 15 Temmuz günü ülkede yaşanan felaket dolayısıyla, Devlet refleksi olarak, ilan edilen olağanüstü hal sürecinde hukuk alanında bazı yanlışlar yapılmış olduğu; olağanüstü halin artık sona erdiği; bu yanlışların, bunlara bağlı mağduriyetlerin giderilmesi için hukuk zemininde gerekli adımların atılacağı yönünde mesajların topluma verilmesine ihtiyaç bulunmaktadır.

SORU: 15 Temmuz darbe teşebbüsü sonrası çıkarılan olağanüstü hal KHK’lerinde “iltisak” kavramı da kullanılmaya başlandı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

CEVAP: Baştan belirteyim ki, “iltisak” hukuki bir kavram değildir. Anayasa Mahkemesi bu ibarenin yer aldığı kanun hükümlerini Anayasaya aykırı bulmadı ve iptal etmedi. Anayasa Mahkemesine göre, kişinin terör örgütüne iltisakı maddi olgulara dayanmalıdır ve bunun ölçütleri mahkemeler tarafından belirlenebilir. Anayasa Mahkemesinin bu kabulüne göre, terör örgütü üyesi olmamakla birlikte kişinin terör örgütüne iltisakı olabilir. Terör örgütü üyesi olmak bir suçtur ve bunun tespiti ceza mahkemesinde yapılan yargılamayla mümkündür. Ancak, terör örgütüne iltisaklı olmak, suç oluşturmamakla birlikte, kişinin belli kamu haklarını kullanmaktan yoksun kılınmasını gerektirebilecektir. Terör örgütüne iltisaklı olduğunun kabulü için bir mahkemenin karar vermesine de gerek bulunmamaktadır. Bir kişinin terör örgütüne iltisaklı olduğu, imzasız bir istihbarat bilgisine dayanabilir.

Suç işlemeye bağlı hak yoksunluğu belli koşullarla bir süre sonra kaldırılabilmektedir. Ancak terör örgütüne iltisak dolayısıyla hak yoksunluğunun kaldırılabilmesinin yolu oluşturulmamıştır.

Terör örgütü üyesi olduğu iddiasıyla yargılanan kişi, beraat etmiş olsa bile, uygulamada terör örgütüne iltisakı sebebiyle hak mahrumiyetine maruz bırakılmaktadır. Hak mahrumiyetine maruz bırakılmaya yönelik idari işlemlere karşı yargı yolu şeklen açık olsa bile, bu yol işletilerek hak mahrumiyetleri giderilememektedir.

Örnek olarak belirtmem gerekir ki, Sayın İstanbul Valisi terör örgütü üyesi olduğu iddiasıyla hakkında açılan davada beraat etmiş olmakla birlikte, kamuda görev yapan iki oğlu, terör örgütüne iltisakı olduğu mülahazasıyla görevlerinden ayrılmak zorunda bırakılmıştır.

HSK kararıyla ihraç edilen bazı hâkim ve savcılar, haklarında terör örgütü üyeliği suçlamasıyla başlatılan soruşturmalarda takipsizlik kararı verilmesi üzerine, önceden “istifa” dilekçesi vermek koşuluyla, bu ihraç kararları geri alınarak, “müstafi” işlemine tabi tutulmuştur. Bu hâkim ve savcılar terör örgütü üyesi olarak mahkûm edilmemişlerdir. Ancak terör örgütüne iltisaklı kabul edilmişlerdir.

Öğretmen gibi pek çok kamu görevlisi, terör örgütü suçlamasıyla yapılan yargılamalar sonucunda beraat etmiş olmasına rağmen, terör örgütüne iltisakı olduğu kabul edilerek kamu görevine iade edilmemişlerdir.

Kısaca belirtmem gerekir ki, özellikle malum 28 Şubat sürecinde kullanımı revaçta olan “irtica” ibaresinin yerini, 15 Temmuz darbesi sonrasında “iltisak” ibaresi almıştır. Bu hukuk dışı uygulamalara bir an önce son verilmesi gerekir.

Bu konuda hukuk zemininde çözüm önerileri mevcuttur. Bu öneriler, 2022 yılı mayıs ayında Anayasa Mahkemesi ile Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesinin ortaklaşa gerçekleştirdiği sempozyumda sunulan ve bilahare kitaplaştırılarak yayımlanan bildirilerde açıklanmıştır.

Özellikle yüksek yargının bu hukuk dışı uygulamalara mahal verilmemesi için bir duruş sergilemesi, acil beklentimizdir.

SORU: Müslüman toplumların kendi hukuklarını üretebilme konusundaki yetersizliğinin sebebi nedir ve nasıl giderilebilir?

CEVAP: Hukuk düşüncesi üretme konusunda yetersizliklerimiz var. İlahiyat fakültelerinde “İslam hukuku” alanında 400’ün üzerinde öğretim üyesi bulunmaktadır. Bu arada hukuk fakültelerinde de “İslam hukuku” anabilim veya bilim dalı oluşturma çabaları mevcut. Buna rağmen güncel hukuki sorunlara bu alanda çalışan öğretim elemanları tarafından uygulanabilir çözümler üretilememektedir. Bunun en önemli sebebi, bu öğretim elemanlarının uygulamadan uzak ve çeşitli hukuk disiplinlerindeki teorik gelişmelerden habersiz olmalarıdır.

Batıdaki üniversitelerde salt hukuk tarihçisi veya felsefecisi yoktur. Hukuk alanındaki öğretim üyeleri, medeni hukuk, ceza hukuku gibi uygulamalı bir hukuk disiplininde uzmanlığın yanı sıra, o disiplin bağlamında hukuk tarihine ve felsefesine de hakim kişilerdir. Uygulamalı bir hukuk disiplininde uzmanlık iktisap edilmeden “İslam hukuku” gibi çok genel bir başlık altında yapılan çalışmalardan uygulamaya yol gösterecek bir ürün çıkması beklenemez.

SORU: Hakimler yeterince adil karar veremiyorlarsa bunun sebebi eğitim eksikliği mi yoksa başka sebepleri mi var?

CEVAP: Hukuk öğrenimindeki yetersizlikler genel olarak dile getirilmektedir. Ancak, siyasetin ilgi gösterdiği soruşturma ve davalarda yargının bağımsız karar vermesi önemli bir sorundur. Anayasa Mahkemesinin hak ihlali kararı verdiği bir olayda yeniden yargılama yapılması gerekmesine rağmen, adliye mahkemesi siyasi beklentilere uygun olarak bu karara karşı direnebilmektedir. Bu hukuk dışı uygulamayı gerçekleştiren hakim, taltif edilebilmektedir. Aksi yönde uygulamalar da mevcuttur. Hukukçu duruşuyla, siyasetin beklentilerine göre karar vermeyen hakimler görev yeri değişikliğine maruz bırakılabilmektedir. Bu uygulamalar, yargının tarafsızlığını gölgelemiştir.

SORU: 15 Temmuz yargılamaları çerçevesinde suçüstü hükümleri uygulanarak hakimler ve yüksek mahkeme üyeleri evlerinden gözaltına alındılar ve tutuklandılar. Sonra yargılamalar da bu çerçevede devam ettirildi. Bu uygulamalar sizce hukuka uygun mudur?

CEVAP: Yargıtay Ceza Genel Kurulu, verdiği pek çok kararla terör örgütü üyeliğini suçüstü hali olarak kabul etti. Suçüstü hali söz konusu olunca, soruşturmanın izne tabi olması ve özel yargılama usulleri bir kenara itilmektedir. Hatta dokunulmazlık bile bir önemi haiz olmamaktadır. Bu uygulama, çok tehlikelidir. Bu uygulamaya göre, Cumhurbaşkanını bile terör örgütü yöneticisi olarak gözaltına alabilir ve tutuklayabilirsiniz. Anayasaya göre Cumhurbaşkanı ve bakanlar hakkında soruşturma ve kovuşturma yapılması TBMM Genel Kurulunun kararına bağlı olmasına rağmen; Yargıtay’ın bu uygulamasıyla, suçüstü halinde olduğu kabul edilerek, TBMM kararı olmadan da Cumhurbaşkanı ve bakanların gözaltına alınabilmesinin, tutuklanmasının ve yargılanmasının yolu açılmıştır.

SORU: Bugünkü yapılan yanlışlar için bu yanışları yapan hakimlerden de bir gün hesap sorulabilecek mi?

CEVAP: Evet, elbette sorulabilir. Hukuk uygulamamızda, verdiği yanlış kararlar dolayısıyla sorgulanan, yargılanan ve mahkûm edilen hakimlere ilişkin çok örnek mevcuttur.

SORU: Olağanüstü Hal Komisyonunun göreve iade davalarında kamu kurumlarından gelen sübjektif kanaatleri bir gerekçe olarak gösterip “kurum kanaati böyle” diyerek red kararı vermesini nasıl değerlendirirsiniz?

CEVAP: OHAL İnceleme Komisyonu hukuka uygun karar vermek üzere kurulmuş bir komisyon değildi. Bu komisyon vaziyeti kurtarmak için, bir maslahata mebni olarak kurulmuştu. Bu komisyondan hukuka uygun bir karar beklentisi içinde olmak, gerçeklerden uzak ve fazla iyimser olmayı gerektirir.

SORU (Prof. Dr. Sacit Adalı): Sayın Hocam, öncelikle bu güzel ve net açıklamalarınız ve memleketimizi oturmuş bir adalet sistemine ulaştırma konusundaki gayretleriniz için teşekkür ederiz.

Biz umûmiyetle meselelere bireylerin fiilleri ve suçlarının tek tek değerlendirilmesi açısından bakarız. Bunda problem yok. Elbette hak, hukuk âdilce dağıtılmalı, davalı olsun, davacı olsun herkes karardan memnun olmalıdır. Söylediklerinizin hepsi tamam.

Cezâdan maksat tutukluya, hükümlüye eziyet etmek, işkence çektirmek değil, hürriyetlerinden mahrûm bırakıldığı sürece onu suç işlemekten uzaklaştırıcı akıllı tedbirlerle tekrar topluma kazandırmaktır.

İz’an, insaf, merhamet, ahlâk, adâlet de bunu gerektirir.

Bununla birlikte, olayın başka tarafları daha var:

Usûl ve esas yönünden yargılamaların ve verilen cezaların mâşerî vicdanda yani kamu vicdânındaki yankıları ve etkileri;

Yargılanan ve mahkûm olan kişilerin ıslah edilebilme kabiliyet ve kapasitesi yani cezaevlerine düşen suçluların artık yaptıklarından nâdim olup iyi birer vatandaş hâline getirilebilme imkân ve fırsatları;

Suç ve cezanın şahsîliği ilkesini zedelemeyen, verilen cezadan mahkûm ailelerinin olabildiğince az etkilenmesini, mâdur, mahzun, çâresiz, ümitsiz hâle gelmemesini sağlayıcı tedbirler;

Cezaevindekilerin, ki kısmen yapılıyor, boş bırakılmayıp meşgul edilmeleri, yaygın şekilde üretim zincirlerinin kurulması;

Spor, kültür, sanat faaliyetlerinin yoğunlaştırılması;

İmam, psikolog, pedagog gibi kadroların yeterli personelle desteklenmesi, vs.

Hulâsa, sizce, bu konularda alınan önlemler yeterli sayılabilir mi,  mevcut şartlarda daha neler yapılabilir?

Öbür yandan, tek tek sivrisinekleri öldürme konusunda ne kadar başarılı olduğumuz ayrı bir soru ama bölgelere, eğitim, yaş ve gelir seviyelerine göre suç işleme sebeplerini ortadan kaldırmak yani bataklığı olabildiğince kurutabilmek, etrâfımızla iyi geçinmek husûsunda neler yapabileceğimiz de hayâtî bir konu.

Nihayet, kamu düzeninin aksayan taraflarını telâfi etme yolları gibi mevzûlar da ayrıca düşünülmeli. Zira aile ve toplum bazında iç barışı bozulan bir ülke hâline geldik.

Bunu yeniden tesis etmek için empati yapmak, barışmak, sevmek, güvenmek, sağlam bir hürriyet, adâlet, kardeşlik, fazîlet sistemi kurmak, refah ve mutluluk kapılarını genişletmek, artık bu öfke ve sert konuşma üslûbunu yumuşatmak gerekiyor.

CEVAP: Sayın Hocam öncelikle çok teşekkür ederim değerlendirmeleriniz için. Mevzuatımızın, cezaevlerinin bir ıslah müessesesi haline getirilebilmesi sağlama bakımından yeterli olduğunu düşünmekteyim. Ancak uygulamada bu ıslah amacının yeterince gerçekleştirilemediği ortadadır.

Sağlıklı infaz politikaları belirleyebilmek için, akademik camianın infaz uygulamamıza ilişkin istatistiki bilgilere düzenli bir şekilde ulaşabilmesi gerekir. Başka ülkelerin infaz uygulamalarına ilişkin istatistiki bilgilerden hareketle ülkemizde sağlıklı infaz politikaları belirlenemez. Ancak, Adalet Bakanlığı bu bilgileri bizimle paylaşmamaktadır.

Şöyle bir örnek vereyim. Ceza infaz kurumlarında bulunan hükümlülerden suçlara göre ne kadarı ilk defa suç işleyen ne kadarının mükerrer olduğuna dair bilgi elimizde mevcut değildir. Keza, koşullu salıverilen hükümlülerden ne kadarının zaman içerisinde yeniden suç işleyerek tekrar ceza infaz kurumuna döndüğüne dair elimizde hiçbir bilgi bulunmamaktadır.

Denetimli serbestlik tedbirine ilişkin olarak mevzuatımızda yeterli düzenleme mevcuttur. Ancak gerçekçi bir denetimli serbestlik uygulamamız yoktur. Denetimli serbestlik tedbirinin etkin olabilmesi için, bu tedbire tabi tutulan hükümlünün belli bir kişinin sorumluluğuna tevdi edilmesi, belli bir kişiye tabir yerinde ise zimmetlenmesi, bu kişi tarafından birebir yönlendirilmesi ve kontrol edilmesi gerekir. Sivil toplum kuruluşlardan bu alanda yararlanılması gerekir.

Vaziyeti kurtarmak için yapılan uygulamalarla sağlıklı bir infaz politikası izlenemez.

Sayısal olarak şu rakamları örnek olarak verebilirim. 2022 Temmuz başı itibarıyla ceza infaz kurumlarında bulunan hükümlü sayımız 320 bin kişi civarındaydı. Bu hükümlü sayısında aylık ortalama 3 bin kişi artış meydana gelmektedir. Yine 2022 Temmuz başı itibarıyla bu hükümlülerden 110 bin kadar kişi uyuşturucu suçlarından, 70 bin civarında kişi hırsızlık suçundan mahkûm olanlardır. Yani Türkiye’de ceza infaz kurumunda bulunan hükümlülerin üçte birini uyuşturucu suçlarından mahkûm olanlar oluşturmaktadır.

Nüfuslarımız arasında fazla fark bulunmayan Almanya’da ise 31 Aralık 2021 tarihi itibarıyla ceza infaz kurumlarında bulunan hükümlü sayısı toplamı 60 bin civarındadır.

Üzülerek belirtmem gerekir ki, yönetim gücünü elinde bulunduran siyaset, bu gerçeklerin gün ışığına çıkmasını istememektedir.

Beni dinleme lütfunda bulunduğunuz için çok teşekkür ederim.

 

 

[1]       RG: 8 Aralık 2018 / 30619.