Hadislerde Musibet ve Hastalıkların Manevi Yönü ve Neticesi

Spiritual Aspects and Consequences of Calamities and Diseases in the Hadith

Hüseyin KURT, Doç. Dr.,  Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi

 

Özet

Musibet, insana isabet eden hastalık, bela, sıkıntı gibi elem ve keder verici hâdiseler için kullanılır. İnsanın başına kendi fiilinin neticesi olarak bir musibet geldiği gibi insanın isteği dışında dış faktörlerin etkisiyle de musibet gelebilmekte, Kur’an’da Allah’ın insanları imtihan etmek için musibet verebileceğine işaret edilmektedir. İmtihan maksadıyla gelen musibetlerin çözümünde ölçüler yine Kur’an’da sabır mefhumuyla anlatılmaktadır. Musibete maruz kalan insan ise acizliğinin, güçsüzlüğünün, zayıflığının farkına varmakta ve musibetten ibret alıp hatasını düzeltme imkânı bulmaktadır.

Musibetin mü’mine verilmesindeki amaç onların samimiyetini ölçmek, derecesini tayin etmek iken gayr-i müslime verilmesi ise taptıklarının bâtıl olduğunu hatırlatıp gerçek yaratıcıya yönelmesini sağlamaktır. Mü’min, her musibetin rahmet olarak döneceğine inanır. Nitekim âyet ve hadislerde insanoğlunun ömrü boyunca üstesinden gelmek için uğraştığı, yorulduğu ve yıprandığı musibetlerin, zorlukların bedelinin bir rahmete ve merhamete vesile olacağı öngörülmektedir. İnsanların maruz kaldığı zulme, adaletsizliğe karşı kendi canını feda ederek şehit olmak, hak yolunda mücadele etmek için zorluk ve musibetlere göğüs germek ancak musibet-rahmet çerçevesinde anlam kazanmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Musibet, Hastalık, Rahmet, İmtihan, Sabır, Şükür, Mükâfat.

 

Abstract

Calamity is referred to painful and sorrowful happenings such as illness, trouble, distress that befall a person. Just as calamities may befall a person as a result of his own actions or under the influence of external factors outside of his will, it is pointed out in the Qur’an that Allah can inflict calamities in order to test people.

Measures in the solution of calamities that come for the purpose of testing are also described in the Qur’an with the concept of patience. A person who is exposed to calamity realizes his helplessness and weakness, and finds the opportunity to take a lesson from the calamity and correct his mistake.

While the purpose of giving the calamity to believers is to measure their sincerity and to determine their degree, giving it to non-muslims is to remind them that what they worship is false and to turn them towards the true creator. A believer believes that every calamity will return to a mercy. As a matter of fact, it is predicted in the verses and hadiths that the cost of the troubles and difficulties that mankind throughout his life has struggled to overcome, get tired of and worn out, will be a means of mercy and compassion. Being a martyr by sacrificing one’s life against the oppression and injustice that people are exposed to, and enduring hardships and calamities in order to fight on the path of truth gains meaning only within the framework of calamity and mercy.

Key Words: Calamity, Illness, Mercy, Test, Patience, Gratitude, Reward

 

Giriş

Kur’ân-ı Kerîm, doğumla başlayıp ölümle sona eren hayat yolculuğunda, insanın malının veya canının zarar görmesi gibi karşı karşıya geldiği bela ve musibetleri ilahi imtihanın bir parçası olarak nitelendirmektedir.[1] Esasen yüce Allah, hayatı ve ölümü kimin daha iyi amel edeceğini denemek için yaratmıştır. Bu imtihan gereği insan, kimi zaman çöllerde yolunu şaşırabilmekte, kimi zaman denizlerde dalgalarla boğuşmak zorunda kalmakta, kimi zaman da kendisini karşı koyamayacağı deprem, sel, yangın, fırtına ve kasırga gibi felaketlerin içinde bulmaktadır. Bazen devasız bir hastalığa yakalanmakta, en sevdiklerini ve ömür boyu çalışıp didinerek elde ettiği malını kaybetmektedir. Kimi zaman bakmakla yükümlü olduğu evlatlarına, ailesine sahip çıkamaz hale gelmektedir.

Bela ve musibetler her ne kadar insanın malıyla ve canıyla alakalı olsa da maneviyatını da etkilemektedir. Kendisini çaresizlik duygusu içerisinde hisseden insan, tabii olarak bir an önce normal hayatına dönmek için çözüm ve çıkış yolları arar. Bu arayışı esnasında çalmış olduğu bütün kapılar kapanabilir, ümitleri kesilebilir ve tutunduğu ipler kopabilir. Koskoca dünya kendisine dar gelebilir ve kendisini nefes alamaz bir halde hissedebilir. Bu sebeplerden dolayı insan, bir an önce kalbindeki elemi, üzüntüyü ve kederi hafifletecek hoş bir söz duymak, kendisini teselli edecek bir dost yüzü görmek, samimi bir kalple dua edeceği yüce bir varlığa ümitlerini bağlamak, tutunabileceği yüce bir ideale sarılmak ister.

Yakın dönemde bütün dünyanın gündemini meşgul eden ve neredeyse tamamını etkileyen bir musibet olan Korona virüsünün yol açtığı salgın hastalığın insanların yüreklerine ne kadar korku, endişe ve ümitsizlik verdiğini görüyoruz. Yine dünyanın çeşitli yerlerinde meydana gelen deprem, sel, yangın, kasırga gibi bela ve musibetler karşısında acizliklerini anlamalarına vesile olurken bu kapsamda alınan tedbirlerle birlikte, başta inancı olmak üzere, imanının gereği olan sabra, tevekküle, duaya, kadere, yani manevi değerlere sığınmak gereği duydukları da bir gerçektir. Sağlam bir imanı, ümitlerini bağlayacağı ve tutunacağı yüce bir ideali olmayan ve maneviyatı zayıf olan insanların bela ve musibetler ile başa çıkması daha zor olacaktır. Sebep ne olursa olsun ümitsizliğe düşen insanın hayatındaki bu olumsuz değişiklikle başa çıkabilmesi için her şeyden önce inanç ve manevi yönünün güçlendirilmesi gerekmektedir.[2]

Her şey normal bir şekilde devam ederken bela ve musibetler sebebiyle hayatındaki ani değişmelere karşı bireyin uyum sağlama ve baş edebilme becerisini kaybetmesi, ümitsizliğe düşmesi ve üzülmesi de tabiidir. Zira insan için bu olumsuzluklar, onun ömür sermayesinden maddi bazı şeylerin yok olmasına veya zarara uğramasına sebep olmaktadır. Ancak insan, hayatını olumsuz yönde etkileyen bela ve musibetleri ya çaresizlik ve üzüntü ile ya sabır, şükür, rıza ve tevekkülle ya da şikâyet ve isyan ile karşılamaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’i tedebbür ederek, yani ayetlerini derinlemesine ve arka planını düşünerek okuduğumuzda, yüce Allah’ın birtakım musibetlerle imtihan ettiği kullarına başta sağlam bir iman olmak üzere, dua, zikir, şükür, sabır ve tevekkül gibi yüce idealler ve manevi değerlerle destek olduğu görülmektedir. Zira bu değerlerin insanın maneviyatını güçlendirdiği, cesaretlendirdiği ve bireyi hayata bağladığı bilinmektedir. Ancak bu değerlerin eğitim yoluyla bireye önceden kazandırılması gerekmektedir. Çünkü hayatın bir gerçeği olan bela ve musibetlere karşı insan önceden hazır hale getirilir ve bu konuda eğitilirse içine düştüğü olumsuzluklar karşısında manen daha güçlü olabilir ve bela ve musibetlerle daha kolay başa çıkabilir. Hasta ziyaretlerinin cenazeye katılım ve genel musibetler karşısında insanların taziye dilekleri geleneğinin bütün Müslüman toplumlarda dini bir vazife olarak Hz. Peygamber döneminden beri devam ettiği bilinen bir gerçektir.[3]

  1. İslam’ın Musibet ve Hastalıklara Yaklaşımı

Kur’ân-ı Kerîm, unutmamak, daima hatırda tutmak anlamındaki “zikir” kavramıyla insana, nimetleri vereni hatırlamayı, şükürle nimetleri verene minnettarlığı, dua ile sahip olduğu nimetlere zeval gelmemesi için Allah’a sığınmasını öğütler. Şayet nimetlerde noksanlık olursa yine Allah’ı hatırlaması gerektiğini, sabırla ve salat (dua) ile bir imtihan olduğuna inandığı bela ve musibetlerin üstesinden gelebileceğini öğretir. İnanan insan, Yüce Allah’ın “Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!”[4] ifadesindeki ilahi müjdeye ulaşmak için bela ve musibetlere karşı sabırla dayanma gücü bulur, öz güveni kazanır. Yine, “Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, “Doğrusu biz Allah’a aidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz” derler”[5] âyetiyle, yüce Allah’ın vadettiği yüce ideale sarılır.

İnsan sahip olduğu bu manevi değerler sayesinde karşı karşıya geldiği bela ve musibetlerin durumuna göre hayatındaki olumsuz değişikliğe daha kolay uyum sağlar ve hayatına normal bir şekilde devam edebilir.

İbn Kayyım el-Cevziyye’ye (751/1350) göre bela ve musibetler, ölüm, hastalık, malın telef olması gibi yüce Allah tarafından gelen ve insanın karşı koyamayacağı ve hakaret ve fiziki şiddet gibi bir başkası tarafından gelen ve insanın karşı koyabileceği cinsten olmak üzere iki kısımda değerlendirilmektedir.[6] Birinci kısma giren bela ve musibetlerde insan için dört durum vardır:

Acizlik, şikâyet ve isyan durumu.

Sabır makamı.

Şükür makamı; bu makam sabır makamından daha üstündür.

Rıza makamı; bu makam sabır makamından daha üstündür.

İkinci kısma giren bela ve musibetler karşısında da insan için dört durum mevcuttur:

Af ve bağış durumu.

İntikam düşüncesinden kalbin salim olma durumu.

Kadere teslim olma durumu; şayet kişiye gelen musibet bir zalim eliyle olmuş ise kişi bunun bir kader olduğuna ve o zalim eliyle ödüllendirildiğine inanır. İnsanlardan gelen bu tür eziyetler soğuk ve sıcak gibi engellenemez ve karşı konulamaz bir durumdur.

İhsan makamı; bu makamda insan kendisine yapılan kötülüğe iyilikle mukabelede bulunur.[7]

Bediüzzaman Said Nursî (1878-1960) de öncelikle musibetleri maddi ve manevi olmak üzere iki kısma ayırır. En büyük musibet dine, imana gelen musibettir. Cana, mala gelen musibet veya hastalıklar, kısacık dünya hayatında sıkıntılara sebep olsa da; sabretmek ve şükretmek şartıyla, insana ebedî hayatı açısından büyük kazançlar getirmektedir. Bu sebeple Bediüzzaman, “Dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler”[8] demiştir. İnsanın dinine, imanına, ahiretine, yani ebedi hayatına zarar vermeyen, tam tersine kulun ahiretine önemli faydaları dokunan maddi musibetleri birkaç yönüyle ele almıştır:

  1. “Bir kısmı ihtar-ı Rahmânîdir. Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki, zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunâne dönerler. Öyle de, çok zâhirî musibetler var ki, İlâhî birer ihtar, birer ikazdır.
  2. Ve bir kısmı keffâretü’z-zünubdur (günahlara karşı kefarettir.)
  3. Ve bir kısmı, gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir.
  4. Musibetin hastalık olan nev’i, musibet değil, belki bir iltifat-ı Rabbânîdir, bir tathirdir (temizlenmedir.) Rivayette vardır ki, ‘Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor; sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor.’”[9]

Bediüzzaman’a göre, “hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffî eder (temizlenir), kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder, vazife-i hayatiyeyi yapar”[10]

1.1. Acizlik, Şikâyet ve İsyan Durumu

Bu durumda bulunan insan ya bela ve musibetler karşısında aczini kabul eder ve bu durumdan kurtarması için yüce Allah’a dua ve tevekkül eder ya da kalbiyle, lisanıyla veya azalarıyla isyan eder. Şikâyet ve isyan durumundaki insan sanki Allah’ın bu musibet sebebiyle kendisine zulmettiğini hisseder. Diliyle ah-vah ederek ve çeşitli ifadelerle yüce Allah’a isyan eder.

Acizlik durumunda bulunan insan için iki durum söz konusudur. Bunlardan biri tevekkül ederek yüce Allah’a güvenmek, diğeri ise dua ederek içinde bulunduğu durumdan bir an önce kurtulmaktır.

  1. a) Tevekkül: Kişinin acizliğini kabul edip başkasına güvenerek işini veya işlerini kendisi adına yerine getirmek üzere ona havale etmesidir. Yüce Allah’a tevekkül ise, bütün işlerinde kulun yüce Allah’a itimat etmesi, işlerini O’na havale etmesi, ihtiyaçlarını O’na arz etmesi, gelebilecek bela ve musibetlerden sadece O’na sığınması, sadece O’ndan korkması ve sakınması, O’nun rahmetine ve sonsuz keremine teslim olmasıdır.[11]

Kişinin işlerini yüce Allah’a havale etmesi, işlerinde O’nu vekil kılması, O’na güvenmesi, O’nun takdirine razı olması, kurtuluşu, dertlerine dermanı ve hastalığında şifayı O’ndan beklemesi imanın en önemli alametlerinden ve müminin en belirgin sıfatlarındandır. Böyle bir imana sahip olan mümin, işlerin sonucu ne olursa olsun tevekkül ettiği Rabbine olan güveniyle kalben müsterih olup “innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” (Doğrusu biz Allah’a aidiz ve yine O’na döneceğiz) diyerek teselli bulur.

Tevekkül, ümitlerin tükendiği, çarelerin nihayete erdiği bir anda Allah’a (c.c) ümit bağlamak ve çareyi sadece O’ndan beklemektir. Tevekkül, İslam peygamberi Hz. Muhammed’in (s.a.v) ve ashabının, kâfirlerin tehdidi ile karşı karşıya geldiklerinde “hasbünallahu ve ni’mel vekil” (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir)[12] diyerek, kendilerinden üç kat daha fazla ve maddi güce sahip olan düşmana karşı yüce Allah’ı yanlarında hissetmektir.

İnsan en güzel şekil üzere yaratılmakla birlikte, çok âciz ve zayıf bir varlıktır. Yüce Allah tarafından kendisine verilen güç ve kabiliyetleri sınırlıdır. Bu nedenle tek başına olaylarla mücadele etmesi, bela ve musibetlerin üstesinden gelmesi mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerîm’in değişik surelerde müminlerin yüce Allah’a tevekkül ettiklerinden, daha doğrusu tevekkül etmeleri gerektiğinden bahsederek bize tevekkülün önemini öğretmektedir.

Tevekkül, kulun nimetler karşısında şükretmesi, nimetlerin zevali karşısında sabretmesidir. Yaratan, yaşatan, hayat veren ve alanın, rızkı veren ve alanın, yüce Allah olduğuna inanan kul işlerinin neticesini tevekkül ettiği Allah’a havale edeceğinden, sonuç ne olursa olsun üzülmeyecektir. Ya sabredecek ya da şükredecektir. Tevekkül, kulun Allah’ı kendisiyle beraber olduğuna inanmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm bize, Hz. Musa’nın önünde denizi, arkasında Firavunu ve askerlerini görünce “…Eminim ki Rabbim benimledir, bana bir çıkış yolu gösterecektir”[13] sözüyle Allaha tevekkül ederek Firavundan nasıl kurtulduğunu öğretmektedir.

Müminlerin; yüce Allah zikrolunduğunda kalpleri titreyen, ayetleri okunduğunda imanı artan ve Rablerine tevekkül edenler[14] olduğunu bildiren yüce Allah, tevekkülün müminlerin en önemli özelliği olduğunu bildirmektedir. Tevekkül kulun yüce Allah’a güvenmesidir. Nimetleri verenin de alanın da yüce Allah olduğunu bilmesidir.

  1. b) Dua: Davet etmek, çağırmak, yardım istemek[15] anlamlarına gelen “dua” kavramı, Kur’ân-ı Kerîm’de 212 yerde farklı kalıplarda benzer manalarda geçmektedir. Dua, kulun inanmış olduğu Rabbi’nin kendisine yakın olduğunu ve dua vasıtasıyla istediklerine Allah’ın cevap vereceğinin ümidi içerisinde kendisini güvende hissetmesidir. Dua, kulun içinde bulunduğu sıkıntısını Allah’a arz etmesi ve bu sıkıntıdan kurtulmak için O’ndan yardım dilemesidir.

Musibetler karşısında aciz olduğunu hisseden insanın bir diğer hali ise teselliyi duada bularak yüce Allah’a sığınmasıdır. Müslim’de geçen bir hadisi şerife göre: “Kendisine musibet dokunan Müslüman yüce Allah’ın emrettiği gibi “Allah’a aitiz ve yine O’na rücu edeceğiz” der ve “Allah’ım bana verdiğin bu musibetle beni mükâfatlandır, bana bundan daha hayırlısını ver”[16] şeklinde dua etmesini tavsiye etmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’de hemen bütün peygamberlerin çeşitli durumlarda dua ettiğini, İslam peygamberi Hz. Muhammed’in (s.a.v) de hem kendisinin dua ettiğini hem de duayı tavsiye ettiğini görüyoruz. Bedir savaşında “Allah’ım! Ben senden ahdini ve vaadini istiyorum. Allah’ım! Eğer (müminlerin helakini) diliyorsan (ve onlar da helak olurlar ise) bugünden sonra sana ibadet edilmeyecek!”[17] şeklindeki duasıyla, müminlerin içinde bulundukları sıkıntıyı yüce Allah’a arz ediyor ve karşılaştıkları bela ve musibete karşı O’ndan yardım diliyordu. Hz. Peygamberin bu duası üzerine, “Hani Rabbinizden yardım istiyor, yalvarıyordunuz. O da ‘Ben size art arda bin melekle yardım ediyorum’ diye cevap vermişti”.[18]

Allah ile kul arasındaki irtibatı ve iletişimi sağlayan dua, aslında kulun aczini, güçsüzlüğünü her şeye kadir olan yüce Allah’a bildirmesidir. Duayı müminin silahı olarak nitelendiren Hz. Peygamberimiz: “Dua, başa gelen ve henüz gelmeyen belaya karşı fayda sağlar. Ey Allah’ın kulları, duaya sarılın!”[19] şeklindeki ifadeleriyle bela ve musibetler karşısında duanın önemine işaret etmiştir. Makbul olan ise sadece bela ve musibetler karşısında, sıkıntılı zamanlarda dua etmek değil, varlıkta ve yoklukta, sıkıntıda ve darlıkta da yani her halde kul dua etmelidir. Zira “İnsana bir nimet verdiğimiz zaman (bizden) yüz çevirir ve yan çizer. Fakat ona bir kötülük dokunduğunda da yalvarmaya başlar”[20] ayeti kerimesiyle duanın sadece darlık zamanda değil, genişlik zamanda da yapılması gerektiğinin eğitimi veriliyor. Hz. Peygamberimiz de “Sıkıntılı ve ıstıraplı anlarda duasının Allah tarafından duasının kabul edilmesi kimi sevindirirse, bolluk ve ferahlık zamanlarında duasını çoğaltsın”[21] ifadeleriyle bela ve musibetler karşısında yapılan duaların kabulünün ne şekilde olabileceğine işaret etmiştir.

“Kullarım sana beni sorarlarsa ben onlara çok yakınım, bana dua ettiğinde dua edenin isteğine cevap veririm”[22] mealindeki ayet-i kerime ile yüce Allah kuluna çok yakın olduğunu, Kaf suresi 16. ayette ise “şah damarından daha yakın” olduğunu bildirerek, “kulunun duasını işittiğini ve dua eden kulunun isteğini yerine getireceğini” adeta garanti etmektedir. Kul ya bela ve musibetle karşılaşmamak için önceden dua eder, ya da bela ve musibetle karşı karşıya geldiğinde, bela ve musibetin kendisinde yaptığı zarardan kurtulmak için dua eder. Her iki halde de duanın gücüne inanan insan kendisini yüce Allah’ın korumasında hissedeceğinden karşılaştığı bela ve musibetlerin etkisini daha hafif atlatabilir.

“İnsanın başına bir kötülük geldiği zaman, içten gelerek Rabbine yalvarır”[23] mealindeki ayeti kerimede insanın, içinde bulunduğu psikolojik ve manevi durumlar karşısında Allah’a nasıl yalvardığı, daha doğrusu nasıl yalvarması gerektiğinin öğretildiği görülmektedir. Yine aynı şekilde Yunus suresinin 12. ayetinde “insanın sıkıntıyla karşı karşıya geldiğinde ayaktayken, otururken ve yatarken Allah’a yalvardığı” ifade edilmektedir. Bu ayeti kerimede sıkıntının, çoğu insanı Allah’a yalvarmaya sevk ettiğine dikkat çekilmektedir.[24]

Dua ile kul, yüce Allah’ın yanındaki değerinin arttığına da inanır. Bu inançla gerek normal zamanlarda gerekse sıkıntılı zamanlarında Allah’a dua ederek hayrın kendisinde bulunduğu ve her şeye gücü yeten yüce Allah’ı yanında hisseder. Kur’ân-ı Kerîm’e göre yüce Allah, hastalık, bela ve musibet gibi sebeplerden ötürü sıkıntıda olanın dua etmesi halinde duasına icabet edeceğini ve içinde bulunduğu kötü durumu ondan defedeceğini müjdelemektedir.[25] Bu müjdeye göre sıkıntı halinde yapılan dualar yüce Allah tarafından kabul edilmektedir. Ancak bela ve musibetlerle karşı karşıya gelen insan dua etmediği sürece yüce Allah’ın icabeti söz konusu değildir.[26]

Dua esasında bela ve musibetler karşısında insanın halini, sevdiği ve güvendiği, yardımını umduğu yüce Allah ile paylaşmasıdır. Eyyûb ve Ya‘kūb peygamberlerin durumlarını anlatan şu ayeti kerimeler bu duruma en güzel örnektir. “Eyyûb’u da an! Hani rabbine, “Başıma bu dert geldi. Ama sen merhametlilerin en üstünüsün” diye niyaz etmişti. Bunun üzerine biz, tarafımızdan bir rahmet ve kulluk edenler için anılacak bir örnek olmak üzere onun duasını kabul ettik; kendisinde dert ve sıkıntı olarak ne varsa giderdik; ona aile efradını, ayrıca bunlarla birlikte bir mislini daha verdik”.[27] Ya‘kūb da şöyle dedi: “Ben acımı ve kederimi ancak Allah’a arz ediyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Allah gelen bilgiyle biliyorum”.[28]

Duanın manevi gücüne inanması için insanın önce sağlam bir imana sahip olması ve şartlı kulluk etmemesi gerekir. Böyle bir iman sahip olmayan insan, bela ve musibetler karşısında gerek kalp ile gerek dil ile gerekse davranışlarıyla yüce Allah’a isyan eder. Bu durumda olan insan, yüce Allah’ın kendisine musibet sebebiyle kendisine zulmettiği düşüncesine kapılarak ya “ben ne yapmış olabilirim ki, namazımı kılan, hayrımı, hasenatımı yapan biriyim, bu bela nereden geldi başıma, ben bunu hak etmiyorum” gibi ifadelerle Allah’a adeta isyan eder. Allah’tan gelen bela ve musibetlere karşı bu şekilde davranan kişiler hakkında yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Yine insanlar içinde kimileri vardır ki, Allah’a şartlı olarak kulluk eder; öyle ki kendisine bir iyilik denk gelirse bundan pek memnun olur, ama başına bir imtihan sıkıntısı gelse hemen yüz çevirir. Böyleleri dünyasını da ahiretini de yitirmiştir ve apaçık hüsran işte budur”.[29]

1.2. Sabır Makamı

Lügatte sabır, tahammül etmek, şikâyet etmeksizin sükûnetle beklemek, acele etmemek, gibi manalara gelmektedir.[30] Sabır, kişinin elem ve acılar karşısında kendisini tutması, nefsine hâkim olması, diliyle şikâyet etmekten hâkim olması, elbisesini parçalamak, yüzüne vurmak gibi davranışlardan uzak durmasıdır.[31]

Sabır makamındaki insan, hoşlanmadığı ve sevmediği halde ne diliyle ne hal ve hareketleriyle ne de kalbiyle olumsuz bir tepki göstermez. Bu makamda olan kişiye göre sabır insanı düşmanlarının kurduğu tuzaklara karşı korumaktadır. Zira Allah, “tuzak kuranların yaptıklarını bildiğini ve kurulan tuzağın sabreden kuluna zarar vermeyeceğini müjdelemektedir.”[32] Yüce Allah, “malları ve canları konusunda kullarının denemeden geçirileceğini, kendilerine kitap verilenler ve yüce Allah’a şirk koşanlardan birçok üzücü şeyler işiteceklerini, bu durumda mümine yakışanın sabretmek olduğunu”[33] bildirerek sabrın faziletini öğretmektedir. Lokman (a.s.) “Ey yavrucuğum! Başına gelene sabret!”[34] ifadeleriyle oğluna sabır eğitimi vermektedir.

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de, “kardeşlerinin ihanetine ve kötülüklerine karşı sabrederek onlara ihsanda bulunan” Yusuf’u (a.s.) örnek göstererek, kıssa ile sabır eğitimi vermekte ve “sabredenlerin ecrinin asla zayi olmayacağını” bildirmektedir.[35] Yine aynı şekilde Hz. Şuayb’in hastalığında; “Rabbim, zarar bana dokundu, Sen merhametlilerin en merhametlisisin”[36] şeklindeki duasını örnek göstererek, hastalıkta nasıl dua edileceğini öğretmektedir. Ardından “Biz onu sabredici bulduk. Ne iyi kuldu o! Gerçekten Allah’a yönelirdi”[37] şeklindeki ifadelerle de sabırlı davranışı nedeniyle Allah tarafından övgüye layık bir kul olduğuna dikkat çekilmektedir. Asr suresinde, “sabretmeyen ve sabrı tavsiye etmeyen insanın hüsranda, zarar ve ziyanda olduğu bildirilirken”,[38] Zümer suresinde de “sabredenlere mükâfatlarının sınırsız verileceği”[39] müjdelenmek suretiyle sabrın önemine işaret edilmektedir. “Ey iman edenler sabır ve salat ile yardım isteyin, zira Allah sabredenlerle beraberdir”[40] ifadeleriyle, yardıma muhtaç olan müminlerin tutunmaları gereken “zikir, şükür, sabır, salat (dua) gibi manevi dalların neler olduğunu öğretmektedir.

İslam peygamberi Hz. Muhammed’e (s.a.v) kendisine yapılan eziyetlere karşı, “diğer peygamberlerin yaptığı gibi sabredip üzülmemesi”[41] telkin edilmektedir. Yine yüce Allah, inananlara hitaben “Sizi deneyeceğiz ki, içinizden cihad edenleri, zorluklara göğüs gerenleri ortaya çıkaralım ve sizinle ilgili haberleri de açığa kavuşturalım”[42] ifadeleriyle, zorlukların, sabredenlerin ortaya çıkması için bir imtihan olduğunu bildirmektedir.

Burada zikredilen ayetlerden anlaşıldığı gibi insan hayatı, başarı-başarısızlık, mutluluk-mutsuzluk, fakirlik-zenginlik, sağlık-hastalık gibi çeşitli imtihanlarla geçen inişli-çıkışlı bir yoldur. Bu yolda devam eden insan, menziline ancak sabırla ulaşabilmektedir. Her türlü başarının sırrı sabırdır. Bela ve musibetlerin, hastalık ve dertlerin, öfke ve gazabın, haramlardan sakınmanın, ibadetlere devam etmenin, korkunun ve tüm acıların, meşakkatlerin, helal rızık temin etmenin, emr’i bil ma’ruf ve nehy’i an-il münker’in, hayırlı evlat yetiştirmenin, aile huzurunun, toplumda barışın, bir ülkenin kalkınmasının, bir milletin birlik ve beraberliğinin, düşmanla mücadelede başarının, ilim yolunda muvaffakiyetin ve ilahi müjdeye nail olmanın sırrı ve ilacı sabırdır.

1.3. Rıza Makamı

Rıza makamındaki insan sanki musibet kendisinde dokunmamış gibi davranır. Kalben müsterih ve musibetin yüce Allah’tan geldiğine inanarak ondan razı olur.

“Allah’ın izni olmadan başa gelen bir musibet yoktur. Kim Allah’a iman ederse Allah onun gönlünü doğruya yöneltir. Allah her şeyi bilmektedir.”[43] Bu ayeti kerimede geçen “Allah’ın izni olmadan başa gelen bir musibet yoktur” ifadesini İbn Abbas, “Allah’ın kaderi ve dilemesiyle” şeklinde, “Kim Allah’a iman ederse Allah onun gönlünü doğruya yöneltir” ifadesini, “kendisine musibet uğrayan kişi, bu musibetin Allah’ın hükmü, kaderi ile olduğunu bilir, sabreder ve Allah’ın hükmüne razı olur, Allah’ta onun kalbini doğruya yöneltir, musibet sebebiyle kaybettiği dünyalığın yerine başka bir şeyi verir, kendisinden aldığı dünyalığın yerine daha hayırlısını vereceğine dair kesin inancı onun kalbine yerleştirir” şeklinde açıklar.[44]

1.4. Şükür Makamı

Lügatte, yapılan ihsanı itiraf etmek ve onu yaymak anlamına gelen şükür, ıstılahta gizli ve aşikâr kötülükten sakınmakla beraber itaatte yeteri derecede gayret göstermektir. İbn Manzur’a göre şükür, söz, fiil ve niyet ile nimete karşılıkta bulunmaktır. Kişi nimeti vereni lisanı ile över, itaatte gayret gösterir ve inanır ki kendisine nimeti veren onun Rabbi’dir.[45]

Nimet, rızık, mal ve benzeri insanı sevindiren şeylerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de ise nimet; din ve kitap,[46] rahat bir hayat,[47] rızık genişliği,[48] insanın talep ettiği ve arzuladığı her şey,[49] olarak zikredilmektedir. Yüce Allah nimetlerini hatırlatarak zikredilmesini emretmektedir.[50]

Bazen birbirinin yerine kullanılan şükür ile hamd arasında fark vardır. Hamd övüleni sahip olduğu daimî sıfatlarından ötürü sözle övmek iken, şükür yapılan iyiliklerden ötürü iyilik sahibine söz, kalp ve davranışla memnuniyetini ifade etmektir.[51]

Şükür, öncelikle kulun nimeti kendisine veren yüce Allah’la ve kullarıyla sevincini paylaşması ve nimeti verenin kadrini kıymetini bilmesi, O’nun hukukuna riayet etmesidir. Kulun nimetlere karşı şükretmesinden yüce Allah’a ulaşan hiçbir şey yoktur. Zira kul şükrettiğinde kendisi için şükretmiş, nankörlük ederse kendisi için nankörlük etmiş olur. Nitekim yüce Allah Hz. Süleyman’a atfen “Bu, şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğim diye diye beni sınayan Rabbimin bir lütfudur. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, kerem sahibidir”[52] buyurmuştur.

“Hani Rabbiniz, eğer şükrederseniz size daha çok veririm, nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım pek şiddetlidir diye bildirmiştir”[53] mealindeki ayeti kerimesinden şükredenlere Allah’ın nimetleri artıracağı, nankörlük edenlere ise azap edeceği anlaşılırken, Âl-i İmran suresi 144-145. âyetlerinde şükredenleri kesin bir ifade ile ödüllendirileceğini müjdelemektedir.

Şükrün karşıtı ise nankörlüktür. İçerisinde yaşadığı halde nimetleri zikretmemek nankörlüktür. Bu Kur’ân-ı Kerîm’de “küfr” kelimesiyle zikredilmektedir ve zemmedilmektedir. “Eğer insana tarafımızdan bir nimet tattırır da sonra ondan çekip alırsak tamamen ümitsizliğe düşer, nankör olur”.[54] Hâlbuki kul kendisine verilen nimetin elinden alınmasını kendisi için takdir edilmiş bir imtihan veya günahına kefaret için olduğunu düşünürse hem Allah’a olan güvenini yitirmeyecek hem de üzülmeyecektir. “Yeryüzünde vuku bulan veya başınıza gelen hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılı olmasın. Kuşkusuz Allaha göre kolaydır”. Kaybettiklerinize üzülmeyesiniz diye (böyle yapmıştır). Allah kendini beğenen, böbürlenen hiç kimseyi sevmez”.[55] Yüce Allah başına gelen musibet karşısında sahip olduğu nimetleri unutanları “İnsan Rabbine karşı pek nankördür”[56] ifadeleriyle zemmetmektedir.

Şükür kalp, lisan ve azalarla gerçekleşebilir. Kalp ile yapılan şükür, nimeti vereni kalben hatırlamak, yani zikretmekten ibarettir. “Ey insanlar! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Allah’tan başka gökten ve yerden sizi rızıklandıran bir yaratıcı var mı? Ondan başka tanrı yoktur. Öyleyse niçin haktan dönüyorsunuz!”[57] İfadeleriyle yüce Allah’ın bu hususa işaret ettiği görülmektedir. Kalp ile nimeti vereni hatırlamak suretiyle yapılan şükür, övgü ifade eden kelimelerle dile getirilirse lisan ile şükredilmiş olmaktadır. Peygamberimizin, uykudan uyandığında, yemek yediğinde, yatağa yattığında “el hamdü lillahi-llezi” şeklinde başlayan dualarını şükrün lisan ile olanına örnek verilebilir. Azalarla olan şükür ise, Allah’ın rızasına uygun davranış ve salih amellerdir. Kur’ân-ı Kerîm buna şu şekilde işaret ediyor. “…Nihayet çocuk olgunluğa ulaşıp kırk yaşına girince şöyle yakarır: “Rabbim! Bana ve ana-babama lütfettiğin nimete şükretmeye, razı olacağın işleri yapmaya beni muvaffak kıl…”[58] Nimetlere karşılık şükretmek mümin ve Müslüman olmanın hatta insan olmanın gereği olup tabii bir şeydir. Netice itibariyle şükür yüce Allah’ın rızasına ve hoşnutluğuna, nimetlerin devamına ve artmasına vesile olmaktadır.

Bu ayetlerle yüce Allah, önce nimetlerini hatırlatarak kullarının şükretmeleri gerektiğini, şükrün nasıl olacağını ve şükretmeyenlerin nankörlerden olacağını, nimetler elinden alındığı zaman kulun sabrederek önceden ve hali hazırda sahip olduğu nimetlere şükretmesi gerektiğini öğretmekte ve sabrın ve şükrün önemine işaret etmektedir.

Nimetler insanı sevindirir. Bunun için insanın nimetlere karşı şükretmesi imanının ve insanlığının gereğidir. Fakat bela ve musibetler ise insana elem ve üzüntü verir. Çünkü sabrı gerektiren bela ve musibetle, şükrü gerektiren nimet birbirinin zıddıdır. Bela karşısında sabretmeyi ve nimet karşısında şükretmeyi anlamak mümkündür. Ancak sabredilmesi gereken bela ve musibetler karşısında nasıl şükrederiz veya şükrü tavsiye edebiliriz?

Musibetler karşısında şükür makamında olan insan, karşı karşıya geldiği bela ve musibetler canını yakmasına ve onu üzmesine rağmen şükretmek suretiyle manen kendisini huzurlu hissedebilir. Kendisine isabet eden bir olumsuzluk karşısında insan, daha ağırı ile karşı karşıya gelmediği için şükredebilir. Geçirdiği bir kaza esnasında sadece malına zarar gelmiş ise canına bir zarar gelmediği için şükredebilir. Yani daha büyük bir bela ve musibete uğramadığından ötürü şükredebilir. İnanan insan için hayat sadece bu dünya hayatından ibaret değildir. Bu dünya hayatı onun için bir imtihandır. Kendisine isabet eden şey canını yakan bir durum ise bunun günahlarına kefaret olduğuna inanır ve bundan dolayı şükredebilir. Yine aynı şekilde inanan insan için dünya hayatında bela ve musibetlerle en çok peygamberler, sonra Allah’ın yanındaki derecesi en iyi olan insanlar karşı karşıya gelirler. Buna inanan insan musibet karşısında şükredebilir.

Yukarıda zikredildiği gibi musibet kavramıyla şükür kavramının Kur’ân-ı Kerîm’de aynı sayıda (75 yerde) geçmesi, musibetle şükür arasındaki ilişkiye dikkatimizi çekmektedir. Sabırla şükür kavramı da “şüphesiz bunda sabreden ve şükreden herke için ayetler (ibretler) vardır”[59] ayeti kerimesinde de birlikte zikredilerek aralarındaki ilişkiye işaret edilmiştir.

Nimetler karşısında, kalbi, lisanı ve haliyle şükreden kul bir taraftan nankör olmadığını ifade ederken, diğer taraftan da nimetlerin elinden gitmesine, yani bela ve musibetlere karşı ilahi müjdeyi ümitle sabrederek karşılamakta ve böylece maneviyatını güçlendirmektedir. Bela ve musibetler karşısında bir taraftan sabreden insan, diğer taraftan, “buna da şükür, beterin de beteri vardır” demek suretiyle kendisine elem ve keder veren bela ve musibet karşısında dua, zikir, şükür, sabır ve tevekkülle teselli bulmaktadır.

  1. Hadislerde Hastalık ve Musibetler

Bilindiği üzere sağlık; yalnız hastalık ve sakatlığın olmayışı değil, bedenen, ruhen ve sosyal yönden tam bir iyilik içinde bulunma halidir. Değişik etmenlerin organ ve sistemlerde yaptıkları fizyolojik değişiklikler sonucu görevlerini yapamaz hale gelmesi de hastalıktır. Arapçada “merîz”, hasta, “merda” ise hastalar anlamında bu kelimenin çoğuludur. Maraz vücudun düzgün çalışmama diye tarif edilen hastalık anlamına gelir.[60] Bu kelime hastalık, dert, bela ve dayanılması güç durum olarak Türkçemize de girmiştir.[61] Kur’an insan sağlığıyla alakalı olarak hem ruhsal hem bedensel yönüyle ilgili bilgi vermektedir. Ancak bir tıp kitabı gibi ayrıntılara girmemiştir. Kur’an’ın amacı bu olmadığı için, sağlık ve hastalık konularına icmâlen (kısaca, özlüce) değinilmiştir.

En önemli temel hadis kaynaklarından biri olan Buhari’nin Sahih’inde “Kitabu’l-merdâ”, 75. bölüm olarak Kitabu’t-tıb’tan önce yer alır. Kendi içinde 22 ayrı başlık ve bu başlıklar altında 38 hadisin yer aldığı bu bölüm dışında diğer muteber hadis kitapları içinde “Kitabu’l-merdâ” başlığını içeren başka bir hadis kaynağı bulunmamaktadır. Bu yüzden Buhari’nin Sahih’inin müstakil olarak ele alınması önemlidir. Konu “et-Tıbbu’n nebevî” adıyla ilim dünyasındaki yerini almıştır.[62]

2.1. Hastalık Anlayışı

Hastaya yönelik olarak, öncelikle dinî açıdan hastalık-sağlık bilincinin oluşturulması önemlidir. Kur’an’da öncelikle insanın hastalanmaması hedeflenmekte, hastalandığında ise tedavi olma gerekliliği anlatılmaktadır.

Dinimize göre insan için büyük nimetlerden biri de sağlıktır. Hz. Peygamber (s.a.v.), “Kıyamet gününde, kula sorulacak ilk nimet sorusu şöyledir: ‘Biz senin bedenine sağlık vermedik mi, sana su içirmedik mi?”[63] veya “İnsanlardan çoğunun aldandığı iki nimet vardır: Vücut sıhhati ve boş vakit”[64] derken bu hususa dikkat çeker. Ayrıca “Allah katında kuvvetli mü’min, zayıf mü’minden daha hayırlıdır ve daha sevimlidir.”[65] Çünkü zayıf ve hasta bir vücuda sahip kişiler, sorumlu oldukları görevleri yapmayı sağlayacak gücü kendilerinde bulamazlar. Hayatta başarılı ve mutlu olmanın yolu her şeyden önce sağlam bir bedene sahip olmakla başlamaktadır. Yine Hz. Peygamber; “Her kim ailesi emniyette ve vücudu sıhhatli olarak sabahlarsa, yanında günlük yiyeceği de bulunursa, sanki bütün dünya ona verilmiştir”[66] diyerek sağlığın önemini vurgulamıştır.

Hadislerde hastalık ise, genel olarak imtihan ve günahlara kefaret olarak nitelendirilmiştir. Örneğin Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Müslümana fenalık, hastalık, keder, hüzün, eziyet ve iç sıkıntısından tutun da bir diken batmasına kadar uğradığı her musibete karşılık Allah, onun suçlarını ve günahlarını örter”[67] ve “Allah, hayır dilediklerini musibet ile imtihan eder.”[68]

Kitabu’l-Merdâ’nın ilk bölümünde “Hastalığın Keffaret Olması Hakkında Gelen Haberler ve Yüce Allah’ın; “Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalanır” (Nisa, 4/123) ayeti bölümünde beş hadis zikredilir. Bu hadislerde hastalığın günahlara kefaret olduğu beyan edilir. Söz konusu ayet ile bağlantılı olan bu bölümdeki hadislere göre kim bir kötülük yaparsa karşılığını ya bu dünyada ya da ahirette görür. Ayette bahsedilen ceza, bu dünyada karşılık görülen cezadır. Bu manaya gelen başka ayetler de bulunmaktadır.[69]

Nisa, 123. ayetin tefsirinde müfessirler şu görüşleri de dile getirirler: Elmalılı konunun hastalıkla ilgisini hiç kurmadan genel bir ifadeyle; “Her kim bir kötülük yaparsa, onunla ya bu dünyada ya da ahirette cezalandırılır” der.[70] Ömer Nasuhi Bilmen, müminlerin yaptıkları kötülüklerin karşılığını genelde bu dünyada gördüklerini ifade etmekle yetinir.[71] Taberi de Mücahid’den bu manada bir rivayet nakleder: “Kötü amelin karşılığı bu dünyadadır.”[72] Yine Taberi’nin naklettiği Ubey b. Ka’b’dan ve Hz. Aişe’den gelen rivayete göre burada bahsedilen kötülük, mümin ya da kâfirden çıkmış olsun, küçük ya da büyük olsun aynıdır ve karşılığı görülecektir.[73] Bu kötülüğün karşılığının ne olduğu ise şu rivayette belirtilmektedir: “Bu ayet inince Hz. Ebu Bekir: ‘Bu ayetten sonra felaha ermek nasıl mümkün olacak ya Rasûlullah? Çünkü işlediğimiz her kötülüğün cezasını göreceğiz’ der. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle cevap verir: “Ey Ebû Bekir, hastalanmıyor musun, üzülmüyor musun, geçim sıkıntısı çekmiyor musun?” Hz. Ebû Bekir: ‘Evet’ der. Rasûlullah da; ‘İşte bunlar, gördüğünüz karşılıklardandır’ buyurur.[74]

İlk hadiste Şuayb’ın Zühri’den naklettiğine göre, o şöyle demiştir: “Bana Urve b. Zübeyr, Hz. Aişe’nin şöyle dediğini haber verdi: “Resûlullah şöyle buyurdu: “Müslümana batacak bir dikene varıncaya kadar herhangi bir musibet isabet ederse, Allah muhakkak o musibete karşılık onun bir günahını örter.”[75] Bir diğer hadiste, Ebu Said el-Hudri, Ebu Hureyre’den naklettiğine göre Resûlullah şöyle dedi: “Müslümana, vücuduna batacak dikene varıncaya kadar, hastalık, keder, hüzün, eza ve can sıkıntısı isabet ederse, Allah bu musibetleri sebebiyle o Müslümanın günahlarından bir kısmını örter.”[76]

Bu bölümdeki diğer iki hadiste mü’min, bir ekine benzetilir ve şöyle denir: “Mü’minin misali, bir sap üzerinde biten ekin gibidir. Hangi taraftan rüzgâr eserse, rüzgâr onu eğer. Doğrulduğu zaman rüzgâr ile yine eğilir, fakat yıkılmayıp doğrulur…”[77] Buna göre mümin, hastalık gibi zorluklar karşısında rüzgârın önündeki ekin gibi sarsılabilir ancak, Allah’a kulluktan ayrılmaz. Hatta Ebu Hureyre’den nakledildiğine göre Resûlullah (s.a.v.) şöyle der: “Allah, hayır dilediklerini musibet ile imtihan eder.”[78]

Bu hadislere göre hastalık, günahlara kefaret olabilecek bir musibettir. Bu musibete karşılık Allah, bir takım günahları affeder. Ayrıca hastalık, mümin için bir imtihandır ve o dönemde Allah’a kulluktan uzaklaşmaz, isyan etmez. Bunu bir hayır olarak değerlendirir. Ancak İmam-ı Gazâli’den (505/1111) nakledilen şu sınıflandırma konumuz açısından önemlidir. “İnsanların başına gelen musibet ve hastalıklar üç kısma ayrılır:

Münafığın hastalık ve musibeti: Allah’a itirazda bulunduğu için ona gelen musibet ve hastalıklar ceza olur.

Mü’minin hastalık ve musibeti: Allah’tan geldi diyerek sabrettiği için onun musibeti günahlarına kefaret olur.

Şükür makamında olan mü’minin musibeti: Bu da hastalığında Allah’a hamd ve şükürde bulunduğu için hastalığı Allah katında derecesinin yükselmesine sebep olur.”[79]

Gazâli, hastalığın bir ceza olması durumunun ancak münafıklar için olabileceğini ifade eder. Müm’in için ise, günahlarına kefarettir.

İkinci bölümde; “Hastalığın Şiddeti” başlığında hastalığın şiddeti kadar ecir alınacağı yönünde iki hadis geçer. İlkinde Hz. Aişe, hastalığı en şiddetli geçenin Hz. Peygamber’in kendisi olduğunu ifade eder.[80] Diğerinde Abdullah b. Mesud’un hastalığının şiddetiyle sarsılan Hz. Peygamber’i ziyareti esnasında ona “bu acının iki kat mükâfatı vardır” demesi üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Evet, bir Müslümana bir eza isabet ederse, muhakkak ağacın yapraklarının düşmesi gibi, Allah o Müslümandan günahlarını düşürür.”[81]

Üçüncü bölümde; insanlar arasında başına bela gelme yönünden en önde olanların peygamberler olduğu, sonra da fazilette önde olanların geldiğini anlatan bir hadis nakledilir. Abdullah b. Mesud, Resûlullah humma hastalığından dolayı ateşli olduğu bir zamanda ziyaret eder ve Hz. Peygamber’in bu sarsıntıdan dolayı daha çok sevap alacağını ifade eder. Hz. Peygamber şöyle cevap verir: “Bu katlanmış hararetin mükâfatı da katlanmış olur. Müslümana diken batması veya daha küçük bir eza isabet ederse, Allah buna mukabil, onun günahlarını ağacın kendi yapraklarını atması gibi örter.”[82]

Bu hadislerden hareketle, hastalıkların bir imtihan vesilesi olduğu inancı, bu şekilde hastalığın hayata kattığı yeni bir tekâmül aşaması olarak değerlendirilmelidir. Hastalığın günahları dökmesi ise, geriye kalan ömrün, günah işleme gibi yanlış davranışlarla zaman kaybetmeyecek kadar değerli olduğunun fark edilmesi olarak değerlendirilebilir. Ancak bu inanca rağmen, hastalık esnasında bazı inanç sapmaları da meydana gelebilir: Benim başıma neden bu durum geldi? Niçin hastalandım? Bunu hak edecek ne yaptım?

Bu gibi itirazlara cevap olarak, hastalığa karşı tavır hakkında Kur’an şöyle yol gösterir: “Onlara bir musibet geldiğinde: “Bizim sahibimiz Allah’tır ve elbette O’na döneceğiz” derler.”[83] Zemahşeri bu ayet ile bağlantılı olarak Bakara, 155. ayette geçen “denenmek” fiili hakkında; “isabet etti, imtihan oldu” açıklamasını yapar.[84] Razi ise, musibetlerin bazen Allah tarafından bazen kul tarafından geldiğini ekler.[85] O halde musibete uğrayınca Allah’a yönelmek ve teslim olmak en iyisidir. Hasta, bu şekilde öncelikli olarak, sağlığın değerini anlayacak bir şuura sahip olur. Yine, tedavi süreci boyunca hayatının ve ölümünün kendi elinde olmadığını da fark eder. Üstelik hastalık süresince manevî olarak kazanacaklarının ne olduğu üzerine yoğunlaşmak en iyisidir. Bu hususa şu ayet dikkat çeker: “Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz!”[86]

Hastalık ile karşılaşılınca, tedaviyi istemenin ve bu süreci sürdürmek için gerekenlerin yapılmasının önemi fark edilmelidir. Bu arada şifa verenin Yüce Allah olduğu, tedavinin iyileşmeye bir vesile olduğu bilinmelidir. Tedavi olunmalı ancak; Hz. İbrahim’in “Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur”[87] ayetinde ifade edilen sözünde olduğu gibi şifa Allah’tan istenmeli ve böyle bilinmelidir. Sağlığı korumak, dinî bir vecibedir, hasta olunca da şifa önce Allah’tan istenmeli ve tedavi olunmalıdır.

Kur’an’da Hz. Eyyûb (a.s), hasta olan ve sonra şifa bulan bir peygamber olarak anlatılmaktadır. O Rabbi’ne bu halde iken şöyle yalvarır ve şifayı O’ndan bekler: “Rabbim, zarar bana dokundu, Sen merhametlilerin en merhametlisisin.”[88] Sonra şifa bulduğu anlaşılan Hz. Eyyûb, bu tavrından ötürü şöyle övülür: “Biz onu sabredici bulduk. Ne iyi kuldu o! Gerçekten Allah’a yönelirdi.”[89]

İnsan, hasta olabilecek bir yapıda yaratılmıştır. Bu durum kişinin sağlık kurallarına uyup uymaması gibi bir sebepten olabileceği gibi, ilahi bir imtihandan da olabilir. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.v.) müminlere sürekli yol göstermiştir. Bu bölümde ele aldığımız hadisler ve ilgili ayetlerden anlaşılan; öncelikle sağlığın kıymetli bir nimet olduğudur. Hastalık ise, günahlara kefarettir ve tedavi olmak önemlidir.

2.2. Hastalıkta Sabır, Şikâyet ve Ölümü İstemek

Hastalık esnasında, bu durumun hikmet ile karşılanması ve hayata kazandıracağı hususlara yoğunlaşılması, tedavi sürecinde hastada olumlu bir yaklaşım oluşturacaktır. Burada “sabır, şükür, tevekkül, ümit ve dua” kavramları hem hastalar üzerinde olumlu bir manevi etki oluşturacak hem de tedavi sürecini kısaltacaktır.

Konumuzla ilgili olarak, Kitabu’l-merdâ’nın altıncı bölümünde sara hastası bir kadından bahsedilir. İbn Abbas’tan gelen bu rivayete göre sara hastası bir kadın bayıldığında üzeri açıldığı için Hz. Peygamber’den dua ister. Rasûlullah, “İstersen, hastalığına sabret, bunun karşılığında sana cennet vardır. İstersen sana afiyet vermesi için Allah’a dua edeyim.” deyince kadın; “Ben sabredeyim, ama bayılınca üzerim açılmasın diye dua et” der. Hz. Peygamber de onun için dua eder.[90] Daha sonra gelen hadis bu kadının adının Ümmü Zufer olduğunu belirtir.[91]

Yedinci bölümde yine hastalığa sabır ile ilgili olarak, görmekten mahrum olan birinin durumuna değinilir. Enes b. Malik, Hz. Peygamber’in şöyle dediğini nakleder: “Yüce Allah, ‘kulumu iki sevgilisiyle (gözlerinden mahrum edip) belaya duçar edince kulum sabrederse, iki sevgilisi yerine ona cenneti veririm’ buyurdu.”[92]

On altıncı bölümde, hastanın “ben hastayım ya da hastalığım şiddetli” demesinin caizliğine değinilir. Ka’b b. Ucre’nin başındaki haşereleri gören Rasûlullah ondan durumu sorar. Ka’b, “evet, bunlar bana sıkıntı veriyor” deyince Hz. Peygamber kurtulması için berber çağırır.[93] Diğer bir hadis de, Hz. Aişe başının ağrıdığı bir esnada, “vay başım” deyince Hz. Peygamber, “Bundan dolayı sen ölür de ben geride kalırsam, senin için mağfiret ister, dua ederim” der.[94] Daha sonra, Abdullah b. Mesud’un Hz. Peygamber’i ziyareti esnasında Resulullah’ın, “Evet, hastayım” demesi tekrar edilir.[95] Yine Resûlluh’ın Sa’d b. Ebû Vakkas’ı hastalığındaki ziyareti esnasında onun, “Ya Rasûlullah, bendeki bu hastalık, gördüğün şu dereceye ulaştı” demesi de tekrar edilmiştir.[96] Buna göre hastalıkla ilgili olarak kişinin bunu ifade etmesinde bir sakınca olmadığı anlaşılmaktadır.

On dokuzuncu bölümde Enes’ten gelen bir rivayete göre, Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Sizden biriniz kendisine hastalık gibi bir zarar isabet ettiğinde sakın ölümü temenni etmesin. Eğer mutlaka temenni etmesi gerekiyorsa, “Allah’ım yaşamak benim için hayır olduğu müddetçe beni yaşat, ölmek benim için hayırlı olduğu zaman da beni öldür.”[97] Başka bir hadiste Kays b. Ebû Hazım, Habbab b. Eret’i hasta olduğu zaman ziyaret eder. Habbab bu esnada karnını yedi yerden dağlamış bir haldedir ve şöyle der: “Eğer Rasûlullah bizi ölüm temennisinden alıkoymamış olsaydı muhakkak ben hastalık ızdırabından dolayı ölümü temenni ederdim..”[98] Bu hadisten sonra yine Hz. Peygamber’in ölümü temenni etmekten men ettiği başka bir hadis daha nakledilir.[99]

Son olarak Hz. Aişe’den gelen bir rivayete göre, Hz. Peygamber ölüm hastalığına yakalandığı zaman sırtı Hz. Aişe’ye dayanmış vaziyette iken, şöyle der: “Allah’ım, bana mağfiret eyle, bana merhamet et, beni refik-i alaya yükselt.”[100] Bu hadise göre ölüm belirtileri hissettiğinde böyle bir dua etmiştir.

Buna göre; inanan insan, önce hastalıktan korunmak için gerekli tedbirleri alır, vücudunu ve ruhunu korur. Bu tedbire rağmen veya tedbirsizlikle birlikte hastalık gelmiş ise, tedaviyi arar ve sürdürür. Hastalıktan şifa bulmayı ister, iyileşirse geri kalan ömründe bu süreçten aldığı derslerle devam eder. Ölümcül bir hastalık ise, ecel inancıyla takdire teslim olur, her aşamada isyan ve sapmaya girmeden, inancını korur, ancak asla ölümü istemez.

2.3. Hastaya Dua Etmek

Hz. Peygamber (s.a.v.), şifa için hem tedavi olmayı, hem de manevî sebepler için, Allah’a yönelip dua edilmesini emretmiş ve her ikisini kendisi de uygulamıştır. “Ey Allah’ın kulları! Tedavi olun, çünkü Allah, yarattığı her hastalık için mutlaka bir şifa yaratmıştır. Ancak bir dert müstesna; o da ihtiyarlıktır”[101] diyerek tedavi olmanın önemini vurgulamıştır. Şüphesiz hastalığı gidermek, sıhhati temin edecek şeyleri tamamlamaya gayret etmekten daha önemlidir. Hz. Peygamber (s.a.v.): “Sığınanlar Felak ve Nâs gibisiyle sığınmamışlardır” buyurarak, Kur’an’ın tedavi edici bir yönü bulunduğunu ifade etmiştir. Aynı şekilde sahabenin de Fatiha Suresi ile hastalıkları tedavi ettikleri nakledilmiştir.[102]

Olumlu hal geliştirmede duanın etkisi, tıp dünyasında tartışılan bir konudur. Alexis Carrel’e göre, duada ruhun maddi olmayan dünyaya doğru bir çekilişi, bir gerilimi olduğu gözlenmektedir. Bir başka deyimle dua, ruhun Allah’a doğru yükselişi ve O’na açıkça tapınış durumudur. Dua, hayat denilen mucizeyi yaratan varlığa karşı derin sevgi ve iltica ifadesi, O’nunla ilişkiye geçme gayretidir.[103] Hasta, bir organının iyileşmesini ister, o esnada derin bir moral ve ruh hali yakalar. Duanın doğurduğu huzur, tedavide kuvvetli bir yardımcıdır.[104]

Hastalıkta tedavi olmak gereklidir, ancak dua ile Allah’tan şifa dilemek de ihmal edilmemesi gereken bir öneme sahiptir. Dua, huzur ve ferahlık vererek kişinin sıkıntısını, şüphelerini ve korkusunu giderir, insana moral verir. İnsan gönülden dua eder ve kabul edileceğine inanırsa bu hal, ondaki ruh gücünü arttırır. Çünkü Kur’an’da; “Kullarım, beni senden sorarlarsa, bilsinler ki, gerçekten ben onlara çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm”[105] veya “Rabbiniz şöyle buyurdu: ‘Bana dua edin, size icabet edeyim”[106] gibi ayetler, Allah’ın, dua edenin duasını işiteceğini ve cevap vereceğini, kuluna yakın olduğunu açıkça ifade eder. Kişi böylece teselli bulur.

Bu konuda Hz. Aişe (r.a.) şöyle der: “Rasûlullah hastalandığında kendi üzerine Muavvizeteyn sûrelerini okurdu. Hastalığı şiddetlendiği zaman ona ben okur ve kendi eliyle kendisini mesh ederdim.”[107]

Hastayı ziyaret esnasında hastalığa şifa için dua edilmesi gerektiği de yine hadislerden anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v.) hastaya şöyle diyerek dua etmesini tavsiye etmiştir: “Vücudunun ağrıyan yerine elini koy ve üç defa Bismillah dedikten sonra yedi kere şöyle de; “Hissettiğim hastalığın zararından ve tehlikesinden Allah’ın yüceliğine ve kudretine sığınırım.”[108] Kendisi de şöyle dua etmiştir: “Ey insanların Rabbi olan Allah’ım! Bu ızdırabı gider. Şifayı veren sensin, senden başka kimse şifa veremez.”[109] Başka bir hadislerinde; “Bize dünyada türlü türlü iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru!” cümlesiyle dua etmiştir.[110] Bu rivayetler, Resûlullah’ın hastalıkta dua ettiğinin delilleridir.

Yirminci bölümde, Hz. Peygamber’in bir hastaya gittiğinde ya da bir hasta getirildiğinde nasıl dua ettiği Hz. Aişe’den şöyle nakledilir: “Ey insanların rabbi, şu hastanın hastalığını gider. Şifa ihsan eyle, Rabbim ancak sen sağlık verirsin. Senin şifandan başka şifa yoktur. Rabbim bu hastaya öyle şifa ver ki, o şifa hastanın üzerinde hastalıktan eser bırakmasın.”[111]

Yirmi birinci bölümde, Hz. Peygamber’in Cabir b. Abdullah’ı ziyaret ettiği tekrarlanır. Bu ziyaret esnasında Cabir baygın bir haldedir ve Hz. Peygamber yanına gelir, abdest alır, bu sudan onun da üzerine serper, bunun üzerine Cabir kendisine gelir.[112]

Yirmi ikinci bölümde, Hz. Aişe’den gelen bir rivayete göre, Medine’ye hicret edildiği zaman, Hz. Ebubekir ve Bilal hummaya yakalanır. Hz. Aişe onları ziyarete gider ve “Ey babacığım, kendini nasıl hissediyorsun, Ya Bilal sen kendini nasıl hissediyorsun” diye hatırlarını sorar. Sonra durumlarını Hz. Peygamber’e iletir. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle dua eder: “Allah’ım, Mekke’yi bize sevdirdiğin gibi Medine’yi de sevdir. Medine’nin havasını bizim için sağlıklı ve hastalıklardan salim eyle!..”[113]

Görüldüğü gibi, dua ederken hastada olumlu ruh hallerini besleyen ve olumlu duygular oluşturarak, doğru bir düşünme ve davranış biçimi geliştiren anlayışlar; şükür, sabır, tevekkül ve ümitli olmaktır. Ancak hepsini bir arada tutan ana etmenin, inanç, ibadet ve yaşam birlikteliğinin bir devamı olan “dua etmekten” geldiğini söylemek mümkündür. Hasta inanç ve duasıyla, şükreder, sabır diler, tevekkül eder ve ümit halini kazanır. İçindeki sevgi potansiyelini ortaya çıkarır. Böylece bu süreci bir kazanım haline çevirir ve manevî anlamda tecrübe edinir. Hastalığı bir dua zamanı olarak değerlendirip, gülümseyebilmek güzeldir ve aynı zamanda bir olgunluk belirtisidir.

2.4. Hastayı Ziyaret

Kitabu’l-Merdâ’da yer alan başka bir konu, hastaya refakat ve ziyaret adabıdır. Hastanın tedavi süreci boyunca, kendisine refakat edenlerin ve ziyarete gelenlerin de dikkat etmesi gereken bazı hususlar vardır ve tedavinin başarısı için bunlar da önemlidir.

Dördüncü bölüm, “Hasta ziyaretinin vacipliği” bölümüdür. Bu bölümde gelen hadislerde Ebu Musa el-Eşari, Hz. Peygamber’in şöyle dediğini nakleder: “Aç olanı doyurun, hastayı ziyaret edin, esirin esirlik bağlarını çözün.”[114] Bera b. Azib’den gelen rivayetin bir bölümünde onun şu sözü geçer: “Resûlullah, cenazenin ardından gitmemizi, hasta olanı ziyaret etmemizi ve selam vermeyi yaymamızı emretti.”[115] Beşinci bölümde yer alan bir rivayete göre, bayılmış bir hastayı ziyaret eden Resûlullah, önce abdest alır ve bu abdest suyundan hastanın üzerine döker, hasta sonra ayılır.[116]

Onuncu bölümde, İbn Abbas’tan gelen bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.v.), hasta bir bedeviyi ziyaret ettiğinde ona da şöyle der: “Hastalığın geçicidir, bu günahlarına keffaret olur inşaallah!” Ancak bedevi şu karşılığı verir: “Sen bu hastalık geçici diyorsun ama bu hastalık hiç de geçici değildir.” Hz. Peygamber bunun üzerine; “peki öyle olsun” der.[117] Buna göre Resûlullah, hastaya ümit aşılamış ancak hasta onun duasını kabul etmemiştir.

Hasta ziyareti kapsamında din farklılığı da yoktur. Hz. Peygamber (s.a.v.), Yahudi bir çocuğu hasta iken ziyaret etmiştir. Enes’den gelen bir rivayete göre bir Yahudi’nin Resûlullah’a hizmet eden oğlu hastalanınca Hz. Peygamber onu ziyaret eder ve orada çocuğa; “İslam dinine gir!” buyurur. Çocuk da şehadet getirip Müslüman olur.[118]

On ikinci bölümde, hasta ziyareti esnasında namaz vakti girerse, hasta oturarak imamlık ederse, cemaatin de oturarak namaz kılmasına işret edilir.[119]

On üçüncü bölümde, ise ziyaret esnasında ziyaretçinin hastanın eline dokunmasının gerekliliğinden bahsedilir. Aişe bt. Sa’d, babası Sa’d b. Ebû Vakkas hastalandığında Resûlullah’ın onu ziyaretini nakleder. Hz. Peygamber bu ziyaret esnasında elini Sa’d’ın alnına koyar; sonra da yüzünü ve karnını meshederek; “Allah’ım, Sa’d’a şifa ver ve ona hicretini tamamla” diye dua eder.[120] Buna göre, hastaya dua ederken bir taraftan da onun duygusal olarak dokunma ihtiyacını görmek önemlidir. Ancak, bulaşıcı hastalık olması durumunda hastaya dokunmak gerekli değildir. Bu bölümde Abdullah b. Mesud’un Hz. Peygamber’i humma ateşinden muzdarip olduğu zamandaki ziyareti esnasında eliyle vücuduna dokunup, ateşli olduğunu fark etmesi tekrar edilir.[121]

On dördüncü bölümde, ziyaret esnasında ziyaretçinin söyleyeceği sözlere temas edilirken, Abdullah b. Mesud’un yine Resûlullah’ı ziyaret ederken, “Bu şiddetli ateş nedeniyle senin için iki kat ecir vardır”[122] sözleriyle Hz. Peygamber’in bedeviyi ziyareti esnasında; “Hastalığın zararsız, geçmiş olsun, bu inşallah günahlarına kefarettir”[123] sözleri tekrar edilir.

On beşinci bölümde, Hz. Peygamber’in hastalıkları sebebiyle Sa’d b. Ubade’yi ve Cabir b. Abdullah el-Ensari’yi ziyaret ettiği nakledilir.[124]

On yedinci bölümde, Ubeydullah b. Abdullah’ın İbn Abbas’tan naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.)’in vefatı yaklaştığı zaman yanına gelenler fazla konuşunca, “Haydi yanımdan kalkınız”[125] diyerek, hasta ziyaretçilerden rahatsız olursa, bunu belirtebileceğini bize göstermiştir.

Bu hadislerden anladığımıza göre hasta, kişinin anne-babası, çocuğu, akrabası veya tanıdığı olabilir. Bu tür bir yakınlık derecelemesi, hastaya karşı yaklaşımda bir ayrıcalık getirmez. Refakatçi, aynı özeni hepsine göstermekle yükümlüdür. Refakat etmek, hastaya hizmettir. İnsana hizmet etmek, her şeyden önce “rıza-sevap” bilinci gerektirmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu hizmeti cenneti kazandıracak bir amel olarak tanımlamıştır.[126] Ayrıca, hastadaki şükür-sabır-tevekkül ve ümitli olma halini aktif tutabilecek bir yaklaşım içinde bulunmalı, moral verip, manevî destek sağlamalıdır. Hastanın yanında olmak, destek olmak, insani bir görevdir. Böylece hastadaki yalnızlık duygusu azalır, acıları hafifler, moral bularak rahatlar ve tedavi süreci olumlu geçer. Hastanın, bu zor anlarında, yanında olan, seven ve destek olan birinin yanı başında olduğunu bilmeye ihtiyacı vardır ve bu duygusal ihtiyaç, ilaç kadar gereklidir.

Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v.), maddi tedaviye de destek olmaları yönünde şöyle buyurmuştur: “Hastalarınızı yemeye ve içmeye zorlamayınız. Çünkü onlara Allah yedirir ve içirir.”[127] Ya da; “Hastanız bir şey isteyince, ona kendisine zarar vermeyen şeylerden yedirin!”[128] Buna göre hasta yakını, hastanın tedavisi boyunca tedaviyi olumsuz yönde etkileyecek hareketlerden uzak durmalı ve hastaya bu açıdan da destek olmalıdır.

Hastayı ziyarete gelenler ise, insani ve dinî görevlerini yerine getirmektedirler. Hasta ziyaretinde amaç; hastayı yalnız olmadığına inandırmak, onu ümitlendirmek, ona moral ve yaşama sevinci vermektir. Hz. Peygamber (s.a.v.) hastaları ziyaret etmiş ve edilmesine de teşvik etmiş,[129] bunu adeta bir görev olarak bildirmiş ve “Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Onunla karşılaştığında selam verir, davet ederse icabet eder, nasihat isterse nasihat edilir, aksırır ve Allah’a hamd ederse ona “yerhamükellah” denir, hastalandığında ziyaret edilir, öldüğünde cenazesi takip edilir.”[130] demiştir. Yüce Allah’ın da kullarının hastaları ziyaret etmelerinden duyacağı memnuniyeti ifade eden ve Ebu Hureyre’den gelen şu kudsi hadis de bu konuda önemlidir: “Kıyamet günü Allah Teâla: “Falan kulum hastalandı da sen onu ziyaret etmedin, etseydin beni onun yanında bulacaktın” diyecektir.”[131] Bu hadise göre, hasta ziyareti sanki Yüce Allah’ı ziyaret etmek gibidir. Bu hadis, hastaya yönelik yapılan hizmetin değerini ortaya koymaktadır.

Hasta ziyaretindeki uygun davranış biçimine dikkat çeken şu hadis de önemlidir: “Bir hastanın yanına girince, sağlık ve uzun ömür temennisiyle onu rahatlatın. Zira böyle yapmak onun gönlünü hoş eder.”[132] Bu ziyaretler esnasında yine uygun bir hediye götürmek de sünnettir.[133] Ayrıca hasta ziyareti olabildiğince kısa tutulmalıdır.[134] Buna göre, hastaya bakmak ve hastayı uygun biçimde ziyaret etmek, dinî ve insanî bir görevdir. Bu zor zamanda insanın yanında olmak, yalnızlık duygusunu hafifletir, acıları paylaştırır ve tedaviyi olumlu yönde etkiler.

Netice olarak yüce Allah Kur’an’da insanın yaratılış amacını “kulluk etmesi” şeklinde açıklar. İnsanoğlunun yeryüzünde varoluş sebebi budur. Aklı ve iradesi bulunan bir varlık olarak insanın, kul olmanın anlam ve değerini fark edip yaşayabilmesi için önce sağlıklı bir bedene sahip olması esastır. Çünkü ancak sağlıklı olursa önceliği asıl varoluş sebebi olacak, hasta olursa önceliği sağlığını yeniden kazanmak olacaktır. Oysa insandan beklenen, kul olma şuuruna varması, ibadetlerini yerine getirmesi ve dünya sorumluluklarını da devam ettirmesidir. Bu şekilde Allah ile diğer varlıklar ile ve dünya ile ilişkisini dengeli biçimde devam ettirebilir; hem kendi varlığını hem de ilişkilerini sağlıklı biçimde yürütebilir; dinini ve kendini de koruyabilir. İnsan için ruh ve beden sağlığını korumak bu nedenle önemlidir. Hastalık da sağlık da insan için doğal bir durumdur. Ancak, hastalık halindeki güçsüzlük, zayıflık gibi olumsuz durumlarla baş etmede bir takım yönlendirmeleri ayet ve hadisler de gerekli kılmıştır.

Buhari’nin Kitabu’l-Merda bölümünde geçen hadisler, hastalığa ve hastaya yaklaşım açısından nebevî yaklaşımın ortaya çıkmasında önemli bir kaynaktır. Bu bölümden anlaşıldığı üzere Hz. Peygamber, hastalığı bir imtihan olarak tanımlamış ve günahlara kefaret olduğunu belirtmiş, hastalığa sabrın önemli olduğunu, ne olursa olsun ölümün temenni edilmemesi gerektiğini vurgulamıştır. Diğer bölümlerde hastaya dua etmenin önemine, hastalık ve dua konularına yer verilmiş, dua etmenin hastalığın iyileşmesine olan katkısına değinilmiş, hasta ziyareti adabına da dikkat çekilmiştir.

Hastalık anı şüphesiz, maddi ve manevî olarak tedaviye ihtiyaç duyulan bir dönemdir. Bütüncül bir anlayışla, manevî destek hizmetleri de hastaların yanında olmalı ve insan onuruna yakışır bir ilgi ve özen hasta için sağlanmalıdır. Hastalara yeniden sağlığa kavuşturacak şekilde yaşam sebepleri oluşturmak ve kişinin kendisi ve Rabbi ile bu dönemde uyumlu diyalog kurmasını sağlamak, bu desteğin en önemli unsurlarıdır. İslam âleminde bu esaslara sahip manevî bir yaklaşım için, kaynağını Kur’an ve sünnetten alan bir uygulama modeline ihtiyaç vardır. Bu alanda yazılan en önemli eserlerden biri Bediüzzaman Said Nursi’nin Lem’alar adlı eserinde yer alan “Hastalar Risalesi” dir.

Bediüzzaman, Hastalar Risalesi’nde Kuran’ın hastalık gibi musibetlere yaklaşımındaki temel hedefi esas alarak, hastalara teselli edici şu mesajları verir:

“Hastalık kazandırdığı sevaplarla ömür sermayesini kazançlı kılar.

Hatalıkla geçen zaman, ibadetle geçen bir zaman dilimidir. Kişi halis, riyasız, manevi bir ibadete kavuşur.

Sıhhat belasıyla gaflete düşenlere mukabil, hastalıkla ahiretini düşünenler için hastalık bir ihsan-ı ilahi, bir hediye-i Rabbanidir.

Geçmiş sıkıntılı günler gitmiş ve yerlerine ruhunda elemin bitmesiyle lezzet izleri bırakmışlar. O halde geçmiş sıkıntılarını düşünüp eseflenme, belki sana sevap kazandırdığı için şükret.

Dünya zevkini hastalık dolayısıyla kaybettiğini düşünüp ıstırap çekme. Madem dünyanın zevki ve lezzeti devam etmiyor, onu kaybettiğinden ağlama.

Hastalık sıhhat nimetinin lezzetini tattırır. Çünkü ancak hastalıktan şifa bulanlar bu lezzeti tadabilir.

Hastalığın ölümle neticeleneceğinden endişelenme. Çünkü ölüm gerçekte hayat külfetinden bir terhis, ubudiyetten bir paydos, dost ve akrabaya kavuşma vasıta, hakiki vatana ve ebedi saadet yeri olan Cennete bir davettir.

“En ziyade musibet ve meşakkate giriftar olanlar, insanların en iyileri en kâmilleridir.” hadisinin manasına mazhar olduğun için şükret.

Şafii-i Hakiki, yeryüzü eczahanesinde her derde bir deva halk etmiştir. İnsanların keşfedip terkip ettiği bu ilaçları almak ve kullanmak meşrudur. Ancak tesiri ve şifaya doğrudan doğruya Cenab-ı Hak’tan bilmek gerektir.”[135]

Bediüzzaman’a göre musibetlere karşı sabır, tevekkül ve teslimin bir neticesidir. Sabredenler, “Muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever”[136] ve “Muhakkak ki Allah sabredenleri sever”[137] ayetlerindeki sevgiye mazhar olur. Sabırsızlık ise Allah’tan şikâyeti tazammun eder. Onun fiillerini tenkit ve rahmetini itham ve hikmetini beğenmemek manasına gelir.

Sonuç

Tarihin her döneminde fertler ve toplumlar çeşitli zorluk ve musibetlere maruz kalmıştır. Nitekim yaşamında sıkıntı, musibet ve meşakkat çekmeyen kimse yoktur. Çünkü Allah insanları kıtlık, yokluk, işsizlik, deprem, yangın, fitne, fesat, çekişme, tefrika, hastalık ve savaş gibi çeşitli musibet ve zorluklarla imtihan etmektedir. Bunun yanında Allah, insanın bu imtihanda başarılı olabilmesi için ona değişik şekil ve oranlarda imkân, akıl, tefekkür vermiş ve sabır, irade, istidat gibi niteliklerle donatmıştır.

Kur’ân-ı Kerîm’e göre hastalık, bela ve musibetler Allah’ın kulları için hayır veya şerle olan bir imtihanıdır. Kulun hoşlanmadığı her şey musibet olarak kabul edilmektedir. Bela bazen külfetle imtihan olabildiği gibi, bazen de nimetle de olabilmektedir. Yüce Allah, kuluna nimet vererek onu imtihan ettiği gibi, verdiği nimeti almak veya hiç vermemekle de imtihan edebilir. Bunun hikmeti ise müminle münafığı ayırt etmek içindir.

Musibetler ya ceza niteliğinde ya da imtihan niteliğinde olabilir. Ceza niteliğinde olanlar ise umumi ya da ferdi olabilir. Ne türden olursa olsun musibete karşı esasen kulun yapabileceği bir şey bulunmamaktır. Kul bu durumda gerek kasıtlı gerekse hata ile yaptığı suçun cezasını dünyada çekmiş olur. İmtihan niteliğinde olan musibetler ise, herhangi bir günahın ve suçun cezası olmaksızın sırf kulların imanının derecisini, sabrını, şükrünü denemek için olduğundan, kulun üzerine düşen sabretmek ve hatta duruma göre şükretmektir.

Hastalık, bela ve musibetler karşısında insan ya acizliğini bilir ve kabul eder, kendisini bu durumdan kurtaracak olan yüce bir varlığa, Allah’a sığınır, O’na dua eder, tevekkül eder, ya üzülmesine rağmen sabreder katlanır, ya bela ve musibetin Allah’tan geldiğine, bir imtihan olduğuna, günahının kefaretine, derecesinin yükseleceğine inanıp şükreder, kaza ve belanın kendisi için takdir edilmiş olduğunu kabul eder, acısı, elemi ne kadar olursa olsun razı olur; ya da bela ve musibetler karşısında isyan eder, kendisinin bunu hak etmediğine inanır, şikâyette bulunur. İnsanın bela ve musibetler karşısında şikâyeti ve isyanı onu daha da fazla üzebileceği gibi, bu tavrından dolayı günah işlemesine vesile olabilir.

Hastalık, bela ve musibetlerle başa çıkmada insan ya dua, zikir, şükür, sabır, rıza ve tevekkül gibi eğitim yoluyla daha önce sahip olduğu yüce ideallere ve değerlere sarılarak, bu değerlerden aldığı manevi destekle içinde bulunduğu durumdan bir an önce kurtulup normal hayata dönebilir veya şikâyet ve isyan ederek hayatını daha da zor duruma sokabilir. Dua, şükür, sabır ve tevekkül gibi durumlar, inananlar için ibadet niteliğinde farz olan dini vecibelerdir. Çünkü bunların her biri Kur’ân-ı Kerîm’de emir kipleriyle geçmektedir. Dua, zikir, şükür, sabır ve tevekkülle insan bir taraftan Allah’a karşı kulluk vazifesini yerine getirirken, diğer taraftan nimetler karşısında şımarmayacak, nimeti verenin ve nimetin kadrini kıymetini bilecek, aynı zamanda bela ve musibetler karşısında, adeta bir tabibin verdiği ilaç gibi bunlardan herhangi birine sarılarak içinde bulunduğu üzüntü, elem ve kederden de kurtulabilecektir.

Musibetlerin rahmet olarak döneceği ve bu dünyanın imtihan süreci olduğu düşünüldüğünde, insan nefsinin hoşuna gitmediği ve hayatını kararttığı olayların, musibetlerin ilâhî bir ikaz olup insanı yanlış yoldan geri çevirmeye vesile olduğu veya günahlara kefaret olabildiği sonucuna varıyoruz. Bundan dolayı Allah’a inananlar, her musibetin karşılığında bir rahmetin olduğunu bilmelidir. Bununla birlikte her zorluğun arkasından mutlaka bir kolaylık geleceğini vadeden Allah, fertleri ve toplumları sürekli musibet ve zorluğa muhatap etmemekte, her zorluktan sonra mutlaka bir kolaylık gelme düzenini takdir ederek rahmetini tecelli ettirmektedir.

Musibete maruz kalan insanoğlu, aynı zamanda sabır imtihanına tabi tutulmaktadır. İnsanın kendinden kaynaklanmayan acı ve ıstırapların bir hikmetinin olduğunu düşünerek sabretmek, Allah’a isyan etmemek söz konusu imtihanın kazanılması demek iken, aksi davranışlar ise imtihanın kaybedilmesi anlamına gelmektedir. Oysa Allah, musibetler ve zorluklarla sınama neticesinde insanların samimiyetini, inançlarındaki sadakatini, ihlaslarını sınamaktadır. Böylece musibet, insan kalbini geçici dünya hayatından, Allah’a ve âhirete çevirmek için bir vasıta olmaktadır. Musibetler, zorluklar bir yandan insana tecrübe kazandırırken, diğer yandan insanın şefkatini ve merhametini arttırmaktadır.

Yaşanan zorluklar karşısında Müslüman birey ve toplumların yılmadan mücadele etmesi ve var olan her türlü dini, mezhebî, siyasi, sosyal ve ekonomik sorunların çözümü için elinden geleni yapması gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki, Allah’ın yardımı ancak kulun elinden geleni yapmasından sonra gelecektir. Bu bağlamda günümüzde Müslüman toplumların içinde bulunduğu sıkıntılardan kurtulabilmeleri için yaşadıkları sıkıntılardan ders çıkarmaları, musibet ve zorlukların tekrarını önleyecek maddi ve manevi tedbirleri almaları gerekmektedir.

Kaynakça

Abdülbaki, Muhammed Fuad. el-Mu‘cemü’l-müfehres li-elfâzi’l-Kur’âni’l- Kerîm. 3. Bs. Lübnan/Beyrut, 1992.

Altaş, Nurullah. “Hastanelerde Dini Danışmanlık Hizmetleri (Türkiye Uygulaması Üzerine Bir Deneysel Araştırma)”. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi XXXIX/1 (1999): 599-659.

Aydın, Hayati, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2002.

Ayten, Ali. Gülüşan, Göcen. Kenan Sevinç ve Eyyüp E. Öztürk. “Dini Başa Çıkma, Şükür ve Hayat Memnuniyeti İlişkisi”. Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, 12/2, (2012):45-79.

Ayverdi, İlhan, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2006.

Başar, Serpil, “Hastanelerde Din Hizmeti İhtiyacı”, Tebliğ, I. Din Hizmetleri Sempozyumu, Ankara, 2007.

——– “Hastanelerde Din Hizmeti Modeli”, Tebliğ, IV. Din Şurası, Ankara, 2009.

Bayraklı, Bayraktar. Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri. İstanbul: Bayraklı Yay., 2007.

el-Buhari, Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail (v. 256/870), el-Camiu’s-Sahih, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992.

Carrel, Alexıs, Dua, (trc. Alper Yücetürk), Yağmur Yayınları, İstanbul, 1967, 2. Baskı.

Cebeci, Suat. Dini Danışmanlık ve Rehberlik. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., 2012.

Cevziyye, İbn Kayyım, Tıbbu’n-Nebevi, Hikmet Neşriyat, çev. Yusuf Ertuğrul, İstanbul, 2004.

Cürcani, Tarifat. t.y.

Demirel, Özcan – Kaya, Zeki. “Eğitimle İlgili Temel Kavramlar”. Eğitim Bilimine Giriş. 14. Bs. Ankara: Pegem Akademi, 2017.

Denizkuşları, Mahmud, Peygamberimiz ve Tıb, Marifet Yayınları, İstanbul, 1981.

Develioğlu, Ferid, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, (haz. Aydın Sami Güreyçal), Aydın Kitabevi Yayınları, Ankara 1997, 14. Baskı.

Diyanet İşleri Başkanlığı. Hadislerle İslam. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2015.

Diyanet İşleri Başkanlığı. IV. Din Şurası. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2009.

Ebu Davud, Süleyman b. el-Eş’as b. İshak (v. 275/889), es-Sünen, I-V, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992.

Gezgin, Ali Galip, Kur’an’da Sevgi, Fakülte Kitabevi, Isparta, 2003.

Işık, Emin. Gençliğin Ruhi ve Manevi Problemleri. İstanbul: İSAV Yayınları, 1987.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Ebû Abdillâh Şemsüddîn Muhammed b. Ebî Bekr b. Eyyûb ez-Züraî ed-Dımaşkī el-Hanbelî, Uddetü’s-sabirin ve zehiratü’ş-şakirin. Beyrut, Dar-u ibni Kesir, 1989.

İbn Kesir, Ebu-l fidai İsmail. Tefsir’u-l Kur’an’i-l Azim. Beyrut: Dar-ul marife, 1983.

İbn Mace, Muhammed b. Yezid Ebi Abdillah (v. 273/887), es-Sünen, I-II, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992.

İbn Manzur, Ebu’l-Fadl Cemalüddin Muhammed b. Mükerrem b.Ali b. Ahmed el-Ensari er-Rüveyfi. Lisanu’l-arab. Beyrut, t.y.

Karagöz, İsmail, Kur’an’a Göre Musibetler Açısından İnsan ve Toplum, Çelik Yayınevi, İstanbul, 1996.

Karahisari, Mustafa b. Şemsuddin, Ahteri Kebir, byy h. 1656.

Kazvini, Ebu Abdullah Muhammed b. Yezid. Süneni ibn-i Mace, Mukaddime. Mısır, 1395.

Koç, Mustafa. “Türkiye’de Manevi Danışmanlık ve Rehberlik Çalışmaları Bağlamında ‘l. Uluslararası Manevi Danışmanlık ve Rehberlik Kongresi üzerine Bibliyometrik Analizler”. Erişim: 26 Kasım 2019. http://dergipark.gov.tr/download/article-file/303732.

Köylü, Mustafa. “Aile Değerler Eğitimi”. Teoriden Pratiğe Değerler Eğitimi. Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık Eğitim Danışmanlık Tic. Ltd. Şti., 2016.

Kurt, Abdurrahman. Din Sosyolojisi. 17. Bs. Ankara: Sentez Yayıncılık., 2017.

Kurtubi, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed. el-Cami’ li ahkâmi’l kur’an. t.y.

Küçük, Mehmet. Bir Psikoloğun Kaleminden Manevi Rehberlik. İstanbul: Ahir Zaman Yayınları, 2017.

Mustafa, İbrahim – Ziyad, Ahmed Hasan ez- – Abdulkadir, Hamid – Ali en-Neccar, Muhammed. el-Mu’cemu’l-vasit. İstanbul: Çağrı Yayınları, 1884.

Müslim, Ebu-l Hasen Müslim bin el Haccac Kuşeyri el Nisaburi. Sahih-i Müslim. t.y.

Naim Ahmed, Kamil Miras, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ankara, 1978.

Nursi, Bediüzzaman Said, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2021.

Er-Razi, Ebu Abdillah Muhammed b. Ömer Fahruddin, et-Tefsiru’l-Kebir (Mefatihu’l-Gayb), İstanbul, 1308.

Sami, Şemseddin, Kamus-i Türki, Kapı Yayınları, İstanbul, 2004.

Seyyar Ali, Sosyal Hizmetlerde Manevî Bakım, Şefkatli Eller Yayınları, Ankara 2007.

Söylev, Ömer Faruk. “Türkiye’de Dini Danışma ve Rehberlik: Alanları, İmkânları ve Yöntemleri: Diyanet İşleri Başkanlığı Örneği”. Doktora tezi, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa 2014., Cumhuriyet İlahiyat Dergisi, (2016)

Taberi, Ebu Ca’fer Muhammed b. Cerir. Cami’ul-Beyan ’an Te’vili Ayi’l-Kur’an. Kahire 2001.

et-Tirmizi, Ebu İsa Muhammed b. İsa (v. 279/892), es-Sünen, I-IV, Çağrı Yayınları, İstanbul 1992.

Tarhan, Nevzat. İnanç Psikolojisi. İstanbul: Timaş, 2009.

Ulusoy, Kadir. “Değerli Bir Kavram Olarak ‘Değer ve Değerler Eğitimi’”. Farklı Yönleriyle Değerler Eğitimi. 2. Bs. Ankara: Pegem Akademi, 2016.

Yazır, Elmalılı M. Hamdi. Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul: Eser Kitabevi, 1971.

[1]       el-Bakara, 2/155.

 

[2]       Nevzat Tarhan, İnanç Psikolojisi (İstanbul: Timaş, 2009), 51.

 

[3]       Mehmet Küçük, Bir Psikoloğun Kaleminden Manevi Rehberlik (İstanbul: Ahir Zaman Yayınları, 2017), 28.

 

[4]       Bakara, 2/155.

 

[5]       Bakara, 2/156.

 

[6]       İbn Kayyim el-Cevziyye, Ebû Abdillâh Şemsüddîn Muhammed b. Ebî Bekr b. Eyyûb ez-Züraî ed-Dımaşkī el-Hanbelî, Uddetü’s-sabirin ve zehiratü’ş-şakirin (Beyrut, Dar-u ibni Kesir, 1989), 119-121.

 

[7]       İbn Kayyim el-Cevziyye, Uddetü’s-sabirin ve zehiratü’ş-şakirin, 119-121.

 

[8]       Nursi, Bediüzzaman Said, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-2021, s. 26.

 

[9]       Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, el-Câmiu’s-Sağir, Beyrut 1986, 1:1208.

 

[10]     Nursi, A.g.e., s. 23.

 

[11]     İbn Manzur, Lisanu’l-arab.

 

[12]     Âl-i İmrân, 3/173.

 

[13]     eş-Şuarâ, 26/62.

 

[14]     El-Enfal, 8/2.

 

[15]     İbn Manzur, Lisanu’l-arab, “Dua” Md.

 

[16]     Kuşeyri el Nisaburi, Ebu-l Hasen Müslim bin el Haccac Müslim, Sahih-i Müslim, t.y., kit. Cenaiz/2.

 

[17]     Hadislerle İslam (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2015), 2/51.

 

[18]     el-Enfal, 8/9.

 

[19]     Hadislerle İslam, 2/52.

 

[20]     el-Fussilet, 41/51.

 

[21]     Hadislerle İslam, 2/53.

 

[22]     el-Bakara, 2/186.

 

[23]     ez-Zümer, 39/8.

 

[24]     Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri (İstanbul: Bayraklı Yayınları, 2007), 2/439.

 

[25]     en-Neml, 27/62.

 

[26]     Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, 1971, 2/3694.

 

[27]     el-Enbiya, 17/84.

 

[28]     Yusuf, 12/86.

 

[29]     el-Hac, 22/11.

 

[30]     el-Meacim el-arabiyye, “sabır”

 

[31]     İbn Kayyim el-Cevziyye, Uddetü’s-sabirin ve zehiratü’ş-şakirin, 9.

 

[32]     Ali İmran, 3/120.

 

[33]     Âli İmran, 3/181.

 

[34]     Lokman, 31/17.

 

[35]     Yusuf, 12/90.

 

[36]     el-Enbiya, 21/83.

 

[37]     es-Sad, 38/44.

 

[38]     el-Asr, 103/1-5.

 

[39]     ez-Zümer, 39/10.

 

[40]     el-Bakara, 2/153.

 

[41]     en-Nahl, 16/127-128, el-Ahkaf 46/35, el-En’am 6/34.

 

[42]     Muhammed, 47/31.

 

[43]     Et-Tegabün, 64/11.

 

[44]     İbn Kesir, Ebu-l fidai İsmail, Tefsir’u-l Kur’an’i-l Azim (Beyrut: Dar-ul Marife, 1983), 4/375.

 

[45]     İbn Manzur, Lisanu’l-arab, “şkr”.

 

[46]     el-Bakara, 2/211.

 

[47]     el-Fecr, 89/15.

 

[48]     Lokman, 31/20.

 

[49]     İbrahim, 14/34.

 

[50]     El-Bakara, 2/231, el-Fatır 35/3, Lokman 31/32.

 

[51]     İbn Kesir, Tefsir’u-l Kur’an’i-l Azim, 1/43.

 

[52]     en-Neml, 27/40.

 

[53]     İbrahim, 14/7.

 

[54]     Hud, 11/9.

 

[55]     el-Hadid, 57/22-23.

 

[56]     el-Adiyat, 100/7.

 

[57]     el-Fatır, 35/3.

 

[58]     el-Ahkaf, 45/15-20.

 

[59]     İbrahim, 14/5.

 

[60]     Mustafa b. Şemsuddin el-Karahisari, Ahteri Kebir, byy h. 1656, s. 963.

 

[61]     Şemseddin Sami, Kamus-i Türki, Kapı Yayınları, İstanbul 2004, s. 1325; İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2006, III, 1938; Ferid Develioğlu, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, (haz. Aydın Sami Güreyçal), Aydın Kitabevi Yayınları, Ankara 1997, 14. Baskı, s. 580.

 

[62]     Mahmut Denizkuşları, Kur’an-ı Kerim ve Hadislerde Tıp, Marifet Yayınları, İstanbul 1996, s. 15.

 

[63]     Tirmizi, Ebu İsa Muhammed b. İsa, es-Sünen, I-IV, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992,Tefsir, Sure, 102, V, 448.

 

[64]     Buhari, Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail, el-Camiu’s-Sahih, Çağrı Yayınları, İstanbul 1992, Rikak, I, III, 170; Zühd, IV, 550.

 

[65]     Müslim b. Haccac Ebu’l-Huseyn en-Nisaburi, el-Camiu’s-Sahih, I-III, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992, Kader, 34, III, 2052; İbn Mace, Muhammed b. Yezid Ebi Abdillah, es-Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992, Zühd, 14, II, 1395.

 

[66]     Tirmizi, Sünen, Zühd, 34, V, 574.

 

[67]     Müslim, Sahih, Birr, 52, III, 1993.

 

[68]     Buhari, Sahih, Merda, 1, VII, 2.

 

[69]     Bakara, 2/284; Şura, 42/30; Kalem, 68/17-33.

 

[70]     Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, III, 90.

 

[71]     Bilmen, Ömer Nasuhi, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri, Akçağ Yayınları, Ankara, II, 673.

 

[72]     Taberi, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, Camiu’l-Beyan an Te’vili Ay’il-Kur’an, Kahire, 1954, VII, 517.

 

[73]     Taberi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, VII, 519.

 

[74]     Müslüm, Sahih, Birr, 52; Taberi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, VII, 521; İbn Kesir, İsmail b. Ömer, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, Daru’t-Tayyibe, Rıyad, 1999, II, 417.

 

[75]     Buhari, Sahih, Merda, 1, hadis, 1, VII, 2.

 

[76]     Buhari, Sahih, Merda, 1, hadis, 2, VII, 2.

 

[77]     Buhari, Sahih, Merda, 1, hadis, 4, VII, 3.

 

[78]     Buhari, Sahih, Merda, 1, hadis, 5, VII, 3.

 

[79]     Ahmed Naim, Kamil Miras, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ankara, 1978, XII, 63.

 

[80]     Buhari, Sahih, Merda, 2, hadis, 6, VII, 3.

 

[81]     Buhari, Sahih, Merda, 2, hadis, 7, VII, 3.

 

[82]     Buhari, Sahih, Merda, 3, hadis, 8, VII, 3.

 

[83]     Bakara, 2/156.

 

[84]     Zemahşeri, Ebu’l-Kasım Carullah Mahmud b. Ömer, el-Keşşaf an Hakaiki’tTenzil ve Uyuni’l-Ekavil fi Vücuhi’t-Te’vil, el-Mektebetü’t-Tevfıkıyye, Kahire, bty., I, 205.

 

[85]     Razi, Ebu Abdillah Muhammed b. Ömer Fahruddin, et-Tefsiru’l-Kebir (Mefatihu’l-Gayb), İstanbul, 1308, IV, 91.

 

[86]     Bakara, 2/216.

 

[87]     Şuara, 26/80.

 

[88]     Enbiya, 21/83.

 

[89]     Sa’d, 38/44.

 

[90]     Buhari, Sahih, Merda, 6, VII, 4.

 

[91]     Buhari, Sahih, Merda, 6, VII, 4.

 

[92]     Buhari, Sahih, Merda, 7, VII, 4.

 

[93]     Buhari, Sahih, Merda, 16, VII, 8.

 

[94]     Buhari, Sahih, Merda, 16, VII, 8.

 

[95]     Buhari, Sahih, Merda, 16, VII, 8.

 

[96]     Buhari, Sahih, Merda, 16, VII, 9.

 

[97]     Buhari, Sahih, Merda, 19, VII, 10.

 

[98]     Buhari, Sahih, Merda, 19, VII, 10.

 

[99]     Buhari, Sahih, Merda, 19, VII, 10.

 

[100]    Buhari, Sahih, Merda, 19, VII, 10.

 

[101]    Tirmizi, Sünen, Tıb, 2, IV, 383; Ebu Davud, Sünen, Tıb, 1, IV, 192; İbn Mace, Sünen, Tıb, 1, II, 1137.

 

[102]    Buhari, Sahih, Fedailu’l-Kur’an, 9; İbn Kayyım el-Cevziyye, et-Tıbbu’n-Nebevi, Hikmet Neşriyat, çev. Yusuf Ertuğrul, İstanbul 2004, s. 232.

 

[103]    Alexıs Carrel, Dua, Yağmur Yayınları, İstanbul, 1967, s. 28.

 

[104]    Alexıs Carrel, Dua, s. 37.

 

[105]    Bakara, 2/186.

 

[106]    Mümin, 40/60.

 

[107]    Müslim, Sahih, Selam, 51, II, 1723.

 

[108]    Tirmizi, Sünen, et-Tıb, 32, IV, 410.

 

[109]    Tirmizi, Sünen, Cenaiz, 4, III, 304, Deavat, 111, V, 561; Ebu Davud, Sünen, et-Tıb, 17, IV, 212.

 

[110]    Tirmizi, Sünen, Deavat, 112, V, 561.

 

[111]    Buhari, Sahih, Merda, 20, VII, 11.

 

[112]    Buhari, Sahih, Merda, 21, VII, 11.

 

[113]    Buhari, Sahih, Merda, 21, VII, 11.

 

[114]    Buhari, Sahih, Merda, 4, VII, 4; Cihad 171, IV, 30; Et’ime 1, VI, 195; Nikah 71, VI, 143.

 

[115]    Buhari, Sahih, Merda, 4, VII, 4.

 

[116]    Buhari, Sahih, Merda, 5, VII, 4.

 

[117]    Buhari, Sahih, Merda, 10, VII, 6, Merda, 14, VII, 7.

 

[118]    Buhari, Sahih, Merda, 11, VII, 6.

 

[119]    Buhari, Sahih, Merda, 12, VII, 6.

 

[120]    Buhari, Sahih, Merda, 13, VII, 6.

 

[121]    Buhari, Sahih, Merda, 13, VII, 7.

 

[122]    Buhari, Sahih, Merda, 14, VII, 7.

 

[123]    Buhari, Sahih, Merda, 14, VII, 7.

 

[124]    Buhari, Sahih, Merda, 15, VII, 8.

 

[125]    Buhari, Sahih, Merda, 17, VII, 8.

 

[126]    Tirmizi, Sünen, Cenaiz, 2, III, 301; Ebu Davud, Sünen, Cenaiz, 3, III, 475; İbn Mace, Sünen, Cenaiz, 2, I, 464.

 

[127]    İbn Mace, Sünen, Tıb, 4, II, 1140.

 

[128]    İbn Mace, Sünen, Tıb, 2, II, 1137; Cenaiz 1, I, 461.

 

[129]    Buhari, Sahih, Cenaiz, 2, II, 70; Müslim, Sahih, Libas, 114, II, 1675; Tirmizi, Sünen, Edeb, 45, V, 117.

 

[130]    Tirmizi, Sünen, Edeb,1, V, 80; İbn Mace, Sünen, Cenaiz, 1, I, 461.

 

[131]    Müslim, Sahih, Birr, 43, III, 1990.

 

[132]    Tirmizi, Sünen, Tıb, 35, IV, 412.

 

[133]    İbn Mace, Sünen, Cenaiz, 1, I, 461.

 

[134]    Buhari, Sahih, Merda, 17, VII, 8; İlim, 39.

 

[135]    Nursî, Lem’alar, 25. Lem’a.

 

[136]    Âl-i İmrân, 3/159.

 

[137]    Âl-i İmrân, 3/146.