Modern Zamanın Getirdiği Musibet Fırtınaları

Calamity Storms Brought By The Modern Time

Yasir ÖZER, Bağımsız Araştırmacı
Feyzullah ERGÜN, Bağımsız Araştırmacı

 

Özet

İnsan, kâinatın en önemli ve en son meyvesi olmak itibariyle hem yaşayışını anlamlandırmak hem de kâinatın yaratılış gayesini çözmek ve buna uygun bir şekilde yaşamak üzere dünyaya gönderilmiştir.

İnsanın bünyesine dünya hayatını en güzel şekilde geçirmesini sağlayacak cihazlar yerleştirildiği gibi bu cihazları doğru kullanması için de peygamberler gönderilmiş ve onların getirdiği ayetlerle insan aklı takviye edilmiştir. Ancak insan, hayat konforunu gerçek anlamda sağlayacak esaslar yerine kimi zaman bilerek kimi zaman da farkında olmadan fıtratının aksi istikametinde hareket edebilmekte ve fıtratının bozulması neticesinde biyolojik, psikolojik ve sosyolojik birçok sıkıntıyla karşılaşmaktadır.

Bu çalışma, insanı fıtratından uzaklaştıran ve insanın hayat konforunu elinden alan bazı musibetler ve bu musibetlerin çareleri üzerinde durmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Modern Zaman, İnsan Psikolojisi, Musibet, Risale-i Nur

 

Abstract

As the most important and the last fruit of the tree of the universe, man has been sent to the world to both make sense of his life and to solve the purpose of the creation of the universe and live in accordance with it.

Man body has been equipped with devices that will enable him to spend his worldly life in the best way, and his mind has been reinforced with the prophets and the verses they brought, to use these devices correctly. However, people can act in the opposite direction of their nature (creation), sometimes knowingly and sometimes unconsciously, instead of the principles that will provide real comfort in life, and they encounter many biological, psychological and sociological problems due to this situation that disrupts the system of creation rules.

This study focuses on some calamities and remedies that take people away from their nature and deprive their comfort of life.

Key Words: Modern Time, Human Psychology, Calamity, Risale-i Nur

 

Giriş

Yaratılış ağacının en kıymetli meyvesi olan insan, gerçek huzuru ancak Yaratıcı’nın belirlediği esaslar çerçevesinde hareket ettiği takdirde elde edebilir.

Gerçek bu olduğu halde insan; kimi zaman enaniyetinin kimi zaman yozlaşmış çevresinin kimi zaman da “günah” olarak tavsif edilen cazibedar unsurların etkisi altında kalarak fıtratına rağmen bir hayat tarzı sürebilmektedir. İnsan fıtratı ile uyumlu olmayan bir hayat tarzı ise insanın beden ve psikolojik sağlığını olumsuz yönde etkiler.

Ruh ve beden sağlığı bozulmuş fertlerden oluşan cemiyetler de ruhi sıhhatini muhafaza edememekte ve sağlıksız fertler kendileri gibi sağlıksız bir toplum oluşturmakta, böyle bir toplum da kendi yaşantısına uygun fertler yetiştirdiği için bir kısır döngü içerisinde, birbirini besleyen, tümüyle sağlıksızlığı netice veren bir sistem meydana gelmektedir.

Bu durumlar, yalnızca bireysel düzeyde değil, toplumsal düzeyde de ciddi zararlara neden olabilirler. Bu nedenle, toplumun refahını ve sürdürülebilirliğini sağlamak için, bu tür sorunlara karşı mücadele etmek ve etkili çözümler geliştirmek önemlidir. Bununla birlikte, bu tür sorunların sebep ve sonuçlarını anlamak için derinlemesine çalışmalar yapmak gerekmektedir. Toplumun farklı kesimlerinin de bu çalışmalara dahil edilmesi, etkili sonuçlar elde etmek için önemlidir. Sonuç olarak, toplum için sorun haline gelen musibetler ve bunların sebep ve sonuçları üzerine ciddi çalışmalar yapmak, toplumun refahını ve sürdürülebilirliğini sağlamak açısından hayati önem taşımaktadır. Bu çalışmada bunlardan birkaçına değinilmiştir.

  1. Dine Gelen Musibet

Din bir seçenek olmaktan öte bir ihtiyaçtır. Yapılan bir araştırmada da inanç geninin bulunması bir tesadüf değildir.[1] İslamiyet; kendi içerisindeki tutarlı yapısı, akla ve mantığa uygun mahiyeti, özellikle de dünyevi ilişkilerde kalbi ve aklı tatmin eden esaslarıyla inanç sistemleri arasında elbette farklı bir konumda bulunmaktadır.

Müslüman toplumların dinleri ile olan ilişkilerinin zayıflamasının, toplumda içtimai bir kargaşaya ve yaşam yörüngelerinin kaybolmasına yol atmaktadır. Aslında, Müslümanların hidayet ve dalalet tercihleri, terakki ve tedenni arasında bir tercih yapmakla eşdeğerdir. Müslümanlar, yüzyıllar boyunca peşinden giderek çağın en ileri toplum ve devlet yapılarını kuran bir dinin mensupları olarak, dinleri ile sıkı bir ilişki içindeydiler. Ancak zamanla, bu ilişki zayıfladı ve toplumlar, dinleri ile aralarındaki bağı kaybettiler. Bu da Müslüman toplumların, modern dünya ile uyum sağlamakta zorlanmalarına ve içtimai bir kargaşa yaşamalarına neden oldu. Sonuç olarak, Müslüman toplumlar için hidayet ve dalalet tercihleri, terakki ve tedenni arasında bir tercih yapmak kadar önemli bir karar olmaktadır.

İmanın dünya, ahiret, fert ve cemiyet noktasındaki faydalarına eserlerinde çokça işaret eden Bediüzzaman Hazretleri; bu sebeple yazdığı eserlerde yaratılış kanunlarına sıkça işaret etmektedir. Çünkü insanı yaratan Allah olduğuna göre onun maddi ve manevi, ferdî ve içtimaî hayatına en uygun yaşama biçimi de yine onun koyduğu hükümler çerçevesinde sağlanabilir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin “…hidayet haddizatında büyük bir nimettir ve vicdanî bir lezzettir ve ruhun cennetidir. Nasıl ki dalâlet ruhun cehennemidir…”[2] ifadeleri, fıtratın dokusuyla uyumlu yaşamanın, bu dünyada dahi insana bir cennet hayatı yaşatacağını işaret etmektedir.

Bu noktada onun, Yaratıcı’nın koyduğu esaslara göre yaşayan bir insanın ahlâkında meydana gelen olumlu değişime işaret etmek adına kullandığı selîm ve halîm tabirleri[3] yine imanın bir sonucu olan tevekkülün, insanın üzerinde bir baskı ve stres unsuru olan dünyevi yükleri kaldıracağına[4]  dair atıfları; din ve dine uygun yaşamanın insan için bir huzur sebebi olduğu şeklindeki bir mantık etrafında örülmüştür.

Bu sebeple insan ile onun yaşayışı arasında olduğu gibi, toplum sağlığı ile toplumun gidişatında rol oynayan temel paradigmalar arasında da yakın bir ilişki bulunmaktadır.

Bu sebeple toplumumuzda yaşanan dünyevileşme ve dinden sıyrılma beraberinde birçok ruhi problemi de getirmiş, hadiseler karşısından insanların dayanak noktalarını yitirmelerine sebep olmuştur.

  1. Ene’yle Gelen Musibet

İnsanın hayat konforunu bozan musibetlerden bir diğeri de enaniyet; yani hayatı “ego/ben” merkezli yaşamaktır.

Musibetlerin altında yatan temel dinamikleri ve bunların meydana getirdiği komplikasyonları bilimsel açıdan ortaya koyan Prof. Dr. İsmail Hakkı Aydın şöyle diyor: “Akıl, ruh ve vicdan süzgecinden geçen fikir, zekâ; ego ve aykırı dürtüler (şeytanî dürtüler) bloğunun fikrine galip gelirse hareket; insan ve insanlığın, bilimin, gerçeğin ve medeniyetin yararına olan ‘sen’ merkezli bir faaliyet olarak ortaya çıkar. Aksi takdirde ‘ben’ merkezli egosantrik, bencil, kendisinden başkasını görmeyen ve bağnaz bir fiil olarak insanlığın başına bela olur. Akıl ve vicdan senkronize (denge ve uyum içinde) çalışır. Bunun yanında zekâ, daha ziyade egosantrik ve menfaatperest bir yaklaşım gösterir.”[5] Bu bakış açısından hareketle zamanımızda yaşanan örtülü musibetlerin temelinde, akıl ve vicdanın kontrol alanından uzaklaşan doyumsuzluk ve bencillik duygularının yattığı söylenebilir.

Akıl ve vicdanın kontrolünden çıkan, vahyin çizgisinden sapan ego yani enaniyet meselesi Bediüzzaman Hazretleri’nin de üzerinde önemle durduğu bir husustur. Hatta “ene”nin bu yanlış konumunu “hâinane bir vaziyet”[6] olarak nitelendirmektedir. Çünkü ona göre ene (ego, bencillik) kuvvetlenerek kontrolden çıktıkça toplum içerisinde ırkçılığı ve materyalizmi tetikleyerek mülk ile Malik’in arasındaki irtibatın kopmasına sebep olmaktadır.

Kâinatı, doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü, güzel ve çirkini, kâr ve zararı sadece benliği üzerinden tanımlayan insan; bir kıyas yapmak üzere “sen”e de ihtiyaç duymaktadır. Bu sebeple benlik, hayatı bir mücadele meydanı haline getirmekte ve sosyal rabıtaların çözülmesine sebep olmaktadır.

Ene, musibetlerin yanlış değerlendirilmesine de neden olmaktadır. Zira eşya ile onun Yaratıcısı arasındaki fiil-fail irtibatı, musibetler ile onu gönderen Yaratıcı’sı arasında da vardır. Yani eşyayı bir yaratan var ise musibeti de bir gönderen vardır.

Bediüzzaman Hazretleri’nin; imana sahip olan ile olmayanı mukayese ettiği bir eserinde, iman sahibi olan şahsı “fırtına, zelzele ve taun gibi hadiseleri birer musahhar memur bilir.”[7] diyerek nazara vermiş olması dikkat çekicidir.

Yine buna ek olarak Bediüzzaman Hazretleri, “musibetler hataların neticesi, mükafatın mukaddemesidir”[8] ifadeleri ile bu musibetlerin başıboş olmadığını, bir plan tahtında bir gaye ve amaç güderek hareket ettiğini nazara vermiş, insanların hatalı fiilleri ile musibetlerin gelişi arasında da bir paralellik kurmuştur.

Saadet kaynağı olan Kur’an-ı Azimüşşan da iman hakikatlerine yabancılaşan insanın, kendi yanlış tercihiyle, belâ ve musibetleri davet ettiğini açıkça göstermiştir. Cenab-ı Hak(cc), Rûm Suresi’nin 41. ayetinde uyardığı insanlara: “(Allah’ın buyruklarını umursamaz hale gelen şu) İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri sonucunda karada ve denizlerde çürüme ve bozulma başladı; bu şekilde (Allah, belki doğru yola) geri dönerler diye yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını onlara tattıracaktır.” demektedir.

Ayetin asrımızı aydınlatan geniş bir açıklamasını yapan Muhammed Esed, ayette geçen “kendi elleriyle yapıp ettiklerini”ni şöyle açıklamaktadır:

“Günümüzde korkunç bir şekilde –üstelik henüz kısmen– ortaya çıkan doğal çevremizdeki yoğun çürüme ve tahribat, burada “insanın kendi yapıp-ettiklerinin bir sonucu”, yani insanın kendi kendini tahrip eden –çünkü katı materyalist bir temele dayanan— teknolojik gelişmelerin ve insanlığı daha önce hayal bile edemediği ekolojik felaketlerle karşı karşıya getiren çılgınca faaliyetlerin bir sonucu olarak öngörülmüştür: Toprağın, havanın ve suyun sanayi atıkları ve şehir çöpleri yüzünden dizginlenemeyen bir şekilde kirlenmesi; bitki örtüsü ve denizlerin artan bir şekilde zehirlenip yok olması; yaygın uyuşturucu ve görünürde ‘faydalı’ ilaç kullanımı sebebiyle insanın kendi bedeninde ortaya çıkan her türlü genetik bozukluklar ve insanlara yararlı birçok hayvan türünün giderek yok olması…Bütün bunlara, insanın sosyal hayatındaki hızlı bozulmayı ve çürümeyi, cinsel sapıklıkları, suçları ve şiddeti ve son aşamada nükleer dehşeti ilave edebiliriz: Bunların tümü, son tahlilde, insanın Allah’a ve mutlak manevî/ahlâkî değerlere karşı umursamazlığının ve bunun yerine, ‘maddî ilerleme’yi tek önemli hedef sayan inançlara tutsaklığının bir sonucudur.”[9]

Bütün bu musibetler insanın ben merkezli düşüncesinin ve kendisi dışında başka hiçbir şeyin hakkına ve hukukuna kıymet vermeyişinin bir ürünüdür ve temelinde ene yatmaktadır. Bu sebeple ene sınırlarından çıkmaması gereken çerçevenin dışına taştığında başta kendisi olmak üzere cemiyete ve çevreye uzanan geniş çaplı felaketleri beraberinde getirmektedir.

  1. Kitap Okumamakla Gelen Musibet

Hakiki bir iman ilmine ulaşmaktaki en önemli faktörlerden birisi de hiç şüphesiz okumaktır. TV, internet, radyo gibi görsel ve işitsel unsurlarla bir bilgi bombardımana maruz olan insan zihni, kendisine ulaşan bilgileri analiz edecek, durup düşünecek fırsatı bulamamaktadır.

Çağımızda insanın maddi ve manevi konforunu altüst eden yıkımın ortaya çıkmasına sebep olanlar, insanları yeterli bilinç düzeyinde olmamasından beslenmektedir.

Bu bilinç düzeyine de ancak ve ancak faydalı kitap okuma ihtiyacını, beynimizin gıdası olarak algıladığımızda ulaşabiliriz. Bu anlamda insanlığın önünde başka bir musibet çıkmaktadır: Kitap okumamak. Kitap okumamak, toplumun hastalıklarını arttıran musibetlerin en büyüğüdür.

“Kitapsız toplum, fikirsiz toplumdur. Fikirsiz toplum ise toplum değil, sadece bir ‘yığın’dır. Çilesiz, derinliksiz, yüzeysel bir yığın!.. Kitapsız toplumun kitapları yok, ‘kitap gibi’ görüntüleri, oyuncakları, eğlentileri vardır. Televizyonu, mültivizyonu, videosu, çok boyutlu görüntülü sistemleri, çocuk idrakine indirgenmiş iletişim vasıtaları vardır. Kitapsız toplum, okumayan toplumdur. Okumayan-yazmayan toplum, kitapsız toplumdur. Kitapsız toplum, bitkisel bir hayat yaşıyor demektir. Kitapsız toplum, kültür adamını dışlayan, piyasa adamını ödüllendiren toplumdur. Kitapsız toplumda kalite ve derinlik değil, mal varlığı ve zihnî kurnazlık alkışlanır. Kitapsız toplum, dış ihtişamının, iç sefaleti sarıp örtülediği ve gözden kaçırdığı bir toplumdur. Kitapsız toplum, adalet terazisinin ters yüz edildiği, dürüstün cezalandırılıp, sahtekârın mükafatlandırıldığı toplumdur. Dünya hegemonyasını elinde tutan baskıcı sistemlerin sinsice yaptığı, kimliksizleştirme organizasyonunun bir uzantısı da, ülkeleri eğlence ile uyuşturup, ‘kitapsızlaştırma’ politikasıdır. Çünkü kitaptan uzaklaştırılan, düşünceden uzaklaştırılır; düşünceden uzaklaşan, olup biteni sorgulama yeteneğini kaybeder; kendinden uzaklaşır.”[10]

Bediüzzaman Hazretleri’nin de okuma eksenli bir meslek tesis etmesi ve bir eserinde “Son vasiyetim şudur: Okumak, yine okumak, yine okumak!”[11] ifadelerini kullanması son derece mühimdir.

  1. Ruhi Çöküş Musibeti

Çağımızda yaşanan en derin ve sarsıcı musibetlerin başında gelen depresyonların, insanın ruh dünyasını kararttığı o sıkıntılı psikolojiyi yaşayanlarca bilinmektedir. Ağır yaşam şartlarının getirdiği zorluk ve problemlere çözüm bulma yollarında tıkanma yaşayan insan, kendini depresyonun kucağında bulur. Depresyon halini, psikiyatri uzmanı Prof. Dr. Nevzat Tarhan kısaca ve özlü bir şekilde şöyle tarif etmiştir:

“Dünyada, depresyonda “salgın” denebilecek bir artış söz konusudur. Eğer önlem alınmazsa 2020 yılında depresyon, kalp-damar hastalıklarından sonra en önemli, ikinci sağlık sorunu olacaktır.  Depresyonun artmasının nedenleri olarak, modern insanın yaşadığı psikolojik taciz, başarı baskısı, tüketim çılgınlığı, doyumsuz sermayenin rekabetçiliği ve hızlı yaşamı teşvik etmesi, beklenti düzeyinin yüksek tutulması sayılabilir. Bireysel mutluluk bozulduğunda, küresel mutluluk da bozulacaktır. Kronik uzun süre depresyon hastalığının mide, kalp, akciğer, kemik iliği gibi birçok organı bozduğu bugün bilimsel olarak belirlendi ve gösterildi. Depresyon, kişinin yaşamdan zevk almaması, ilgi ve enerjisini kaybetmesi, uyku ve iştahının bozulması, zihninin yavaşlaması gibi belirtilerle seyreder.”[12]

Bu anlatım çerçevesinde, depresyon musibetindeki korkunç tablo net bir şekilde ortaya konmuştur. Bütün zamanları kuşatan Kur’an-ı Azimüşşân’ın Tekâsür Suresi’nin bu günlerimize de bakan 1 ve 2. ayetlerinde depresyon musibetinin kaynakları ibretle nazara verilmektedir: “Bir açgözlülük saplantısı içindesiniz. Mezarlarınıza girinceye dek (süren).[13]

Bu ayetleri Muhammed Esed şöyle açıklar:

“Tekasür terimi, çoğalma için ihtirasla çırpınma, yani taşınır veya taşınmaz, gerçek veya hayalî kazançları arttırma ihtirası anlamına gelir. İnsanın, daha çok konfor, daha fazla maddî servet, insanlar veya tabiat üzerinde daha güçlü otorite ve kesintisiz bir teknolojik ilerleme için, çırpınma saplantısını ifade eder. Bu çabaların, başka her şeyi dışlayan bir şekilde aşırı bir tutku ile sürdürülmesi, insanı her türlü ruhî kavrayıştan ve dolayısıyla tamamıyla manevî/ahlakî değerler üstüne kurulmuş herhangi bir sınırlama ve kısıtlamayı kabullenmekten alıkoyar. Ve sonuçta yalnız bireyler değil, bütün bir toplum iç tutarlılığını ve dengesini ve böylece her türlü mutluluk şansını yavaş yavaş yitirir. Temelden yanlış bir hayat tarzının oluşturduğu ‘yeryüzü cehennemi’; insanın doğal çevresinin sürekli olarak tahrip edilmesine ve ölçüsüz, sınırsız ‘ekonomik büyüme’ hedefinin, bütün ruhî ve dinî yönelişlerin izlerini tamamen kaybetmek üzere bulunan insanlığa empoze etme durumunda olduğu -ve günümüzde fiilen empoze ettiği- düş kırıklığı, mutsuzluk ve şaşkınlığa bir işarettir.” [14]

Sosyal hayatta yaşanan dengesizliklerle beraber sevgi ve merhamet duygularının hızla erozyona uğraması sonucu, insan ilişkilerinin kontrol edilemez hale geldiği günümüzde depresyon da bir musibet halini almıştır. Psiko-sosyal davranışların normalleşebilmesi için, insanlara tek çıkış yolu olarak da antidepresanlarla ümit verilmektedir. Gerçek bir mutluluğu yaşayamayan veya gerçekdışı hayallerle yorulan insanlara, huzur ve mutluluk kaynağı olarak kimyasal ve sentetik çözümler sunulmaktadır. İkram edilen bir çereze dönüşen anti-depresanlarla; insanlara gerçekdışı mutluluk pompalanmakta, problemin çözümü için sorunlar halının altına süpürülmektedir. Yaşanan depresyonlardan bir çıkış yolu arayan bilim insanları, bu çıkışa ancak manevî yöntemlerle ulaşılabileceği gerçeğine -sınırlı da olsa- bir yaklaşım sinyalini vermektedir.

“Tüm bu gelişmişliklere karşın insanlar, depresyon nedeniyle dört nala anti-depresan ilaç kullanmaya doğru koşuyorlar. Demek ki, rahat ve huzura kavuşacağımızı düşünerek yöneldiğimiz modern yaşam biçimi, bizi mutlu etme konusunda yetersiz kalıyor. Refahımız arttıkça mutsuz, korkularla cebelleşen varlıklar haline geliyoruz, anti-depresan ilaçları üreten ilaç firmaları da kendilerini devasa büyüklüklere ulaştıracak satış reklamlarını yakalama fırsatını bulmuş oldu. Tabii ki, bu durum sadece onların suçu değil. Hızlı ve kontrolsüz kentleşme, insanları, içinde yaşamaya alışkın oldukları ‘doğal yaşam’ biçiminden koparttı. Bugün, kitlesel olarak doğal yaşam ortamlarından kopartılmış ve edilgen biçimde yaşatılan iki canlı türü olan tavukların ve insanların yaşamlarını idame ettirebilmeleri için anti-depresan ilaçlara ve kafeine en çok gereksinim duyan iki canlı türü olmaları garip bir benzerlik değil midir?

İnsanlık, yaşam biçimi açısından tarihteki en büyük çapta değişimi şu son 150-200 yıl içinde geçirirken, yaşadığı uyum sorunlarına bağlı sıkıntıların hepsini ‘hastalık’ sınıfına sokmak, ne kadar doğru bir yaklaşımdır sormak gerekir. İnsanlığın içinden geçtiği bu kökten değişimin doğurduğu uyum sorunlarından bazı çevreler yararlanıyor olabilir mi? Tıp camiası ve hızla yaygınlaşan depresyon gibi hastalıkların teşhisi ile tedavisi bağlamında psikiyatri camiası, bu soruları önüne koyarak üzerine düşen görevi layığıyla yerine getirebiliyor mu? Ayrıca uzun süreli anti-depresan kullanımının insanlarda yarattığı “sinsi” kişilik değişimlerini gözlemem de bu kitabın oluşmasında diğer bir etkendir.”[15]

Zamanımızda yaşanan maddî-manevî hastalıkların temelinde yatan en etkili neden olarak stres musibeti, organizmanın dış etkenlere karşı direncini azalttığı gibi, bağışıklık sistemini zayıflatıp çökmesine de neden olmaktadır. “1998’de Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde son derece tanınmış ve saygın hücre biyolojisi uzmanı Dr. Bruce LİPTON başkanlığında yapılan bir araştırmaya göre; hastalık ve rahatsızlıkların yüzde 95’inin nedeni strestir. Dr. Lipton kalan yüzde beşin kalıtımsal olduğunu ve tahmin edebileceğiniz gibi, o kişinin atalarının geçmişte yaşadıkları bir stresten kaynaklandığını belirtiyor. Hatta ABD Federal Hükümeti Hastalık Kontrol Merkezleri (CDC) bile internet sitelerinde tüm hastalık ve rahatsızlıkların yüzde doksan oranında stresle ilgili olduğunu belirtmektedir.”[16]

İnsanların hayatında iz bırakan acı verici, üzücü, kederli, karamsar, sinir sistemini olumsuz etkileyen hadiselerin hatırlanması; süreklilik kazandığında ve uzun bir süre düşüncenin odak noktası haline geldiğinde stres musibeti, yaşam sevincini söndürmeye başlar. Bu sıkıcı ve gergin ortamda yaşayan insanı, psikolojik açıdan melankolik duygular sarıp kuşatacağı gibi, bu stresin sonucunda, sağlıklı organizma değişik fizyolojik hastalıklar ortamına hızla gerileyecektir. Yıkıcı ve karanlık anıların hücre fizyolojisine negatif etkileri ve onarımı güç yıkımlara yol açtığı laboratuvar ortamında gözlemlenmiştir. İnsanı hayrette bırakan bu deney aşağıda takdim edilmektedir:

“Heart Math Enstitüsü yıllardır dünyadaki en iyi alternatif klinik araştırmalarını yürütmektedir. Bunlardan biri gerçekten inanılmazlar arasında yer alıyor ama gerçek insan DNA’sını bir test tüpüne koydular ve deneklerin bunu ellerinde tutmalarını ve ölüm sonrası hakkında üzücü düşüncelere dalmalarını ve başka bir deyişle, yıkıcı anıları anımsamalarını istediler. Yıkıcı anıları anımsamadan, acı veren düşüncelere kapılmak olanaksızdır. Denekler bunu yaptıktan sonra, araştırmacılar DNA’yı test tüpünden çıkarıp, incelediler. DNA kelimenin tam anlamıyla hasara uğramıştı. Sonra aynı DNA’yı yeniden bir test tüpüne koyup, deneklerin bunu ellerinde tutmalarını ve bu kez mutlu şeyler düşünmelerini istediler. Bunu da iyi anılar olmaksızın yapmak, olanaksızdır. DNA’yı test tüpünden çıkarıp incelediler ve bunun DNA üzerinde, iyileştirici bir etkisinin olduğunu saptadılar. Bu ne anlama geliyor? Anlaşılan belli anılar DNA’ya zarar verirken, sağlıklı anılar DNA’yı gerçekten tedavi ediyor.”[17]

Bu bilgiler ışığında değerlendirildiğinde Bediüzzaman Hazretleri’nin eserlerinin temel mesajlarından birisi olan “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.”[18] “Güzel gör, hem güzel bak; ta güzel düşünmeli. Güzel bil, hem güzel düşün; ta leziz hayatı bulmalı.”[19] gibi mesajlarla insanı kâinattaki her şeyin ya bizzat ya neticeleri itibariyle güzel olan taraflarını görmeye davet etmesi, günümüz insanlarına yazılan manevi bir anti-stres reçetesidir ve bilimsel değeri yönüyle çok kıymetlidir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin tespitleriyle örtüşen Dr. Bruce Lipton’un araştırmasına göre:

“Strese kapılmamızın nedeni, yüzde yüz kendimizle, yaşamımızla ya da başkaları ile ilgili yanlış inanışlar beslememiz olduğunu gösterdi. Bu inanışlar gereksiz yere korkulara kapılmamıza yol açar; stres ve hastalıklar da bu korkunun fiziksel belirtileridir. Yaşamınızdaki her türlü sorunu, yanlış inançlarınızı yönlendirerek çözebilirsiniz. Bu yanlış inanışlar, hücresel anılarımızda tüm yaşamamıza, hastalığı yayan tümörler gibidir. Sürekli kendimizle ilgili propaganda yapan radyo istasyonlarıdır bunlar. Kanal değiştiremediğimiz için, yıllarca bu yalanları dinlemek zorunda kalınca, onlara inanmaya ve onlara uygun davranmaya başlarız. Eğer inançlarınız doğru ise duygularınız, düşünceleriniz ve davranışlarınız sağlıklı olacaktır. İstemediğiniz bir harekette bulunur, bir düşünce ya da duyguya kapılırsanız, bunun nedeni inandığınız bir şeydir. İnançlarınızı, düşüncelerinizi ve duygularınızı değiştirirseniz, eylemleriniz de farklılaşır.”[20]

  1. Adavetle Gelen Musibet

Yoğun acılar yaşanan asrımızın, en yakıcı musibetlerinden birisi de ahlâk erozyonu ve sevgisizlikle yaygınlaşarak kronik bir hâl alan davranış bozukluğu musibetidir.

Kâinatın mayası olarak, insan fıtratına ve hücrelerine yerleştirilen sevgi duygusunun kullanılmaması birçok insan için büyük bir yıkıma sebep olmuştur. “Sevgisizlik hemen her sorunumuzun temelini oluşturur. Sevgi kategorisindeki beden sistemi bezelere/hormonlara ya da iç salgılara dayanır. Tüm erdemlerin sevgi kapsamına girmesi gibi, her olumsuzluk da bencillikten kaynaklanır, dolayısıyla iç salgı sistemi bilinen her türlü hastalığın can alıcı parçasıdır. Burada önemli bir noktaya işaret edelim. Affetmemek de bencilliğin ya da sevgisizliğin sonucudur. Gerçek neşe sevgi toprağında tomurcuklanır. Sevginin olduğu yerde neşe vardır. Sevginin yokluğu ise, her zaman neşesizliğe yol açar.”[21]

Bediüzzaman Hazretleri’nin 1911 yılında Şam Emeviye Camii’nde verdiği hutbede, alem-i İslam’ı Orta Çağ’a hapsettiğini söylediği altı hastalıktan dördüncüsü olan “adavete muhabbet” başlığını izah ederken “Muhabbete en layık şey muhabbettir ve husumete en layık sıfat husumettir. Yani hayat-ı içtimaiye-yi beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeye ve muhabbete layıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zir ü zeber eden düşmanlık ve adavet, her şeyden ziyade nefrete ve adavete ve ondan çekilmeye müstehak ve çirkin ve muzır bir sıfattır.”[22] ifadelerini kullanmış ve bu hususu Mektubat isimli eserinde müstakil olarak ele almıştır.[23]

Sevgi, insanların birbirleriyle olan bağlarını güçlendiren, dayanışma ve barışın temelini oluşturan bir duygudur. Ancak, günümüzde maalesef sevgi kaynakları yıkıma uğratılarak kurutulmakta ve bu durum sonucunda savaş ve terör olayları gibi büyük sorunlar yaşanmaktadır. Sevgi, karşılıklı saygı ve anlayışı beraberinde getirirken, nefret ve düşmanlık ise şiddet ve çatışmaların temel nedenidir. Toplumların birbirleriyle olan ilişkileri, sevgi ve hoşgörü üzerine kurulduğunda daha sağlıklı ve güvenli bir ortam yaratılırken, bu değerlerin yok edilmesi sonucu ortaya çıkan savaşlar ve terör olayları ise insanlık için büyük bir musibet teşkil etmektedir. İnsanların silahlanmaya yaptığı harcamalar yerine sevgi kaynaklarına yapacakları yatırımlar, mutluluğun yollarını açacaktır. Sevgi havuzunu dolduracak kaynakları beslemek ve sevgi tomurcuklarını sulayarak yeşertmek insanlığın temel hedefi olmalıdır. Zira, sevgi damarları kurutulmuş bir toplumun, karanlıklardan aydınlığa çıkma imkânı ortadan kalkmış demektir.

  1. Sağlıksız Beslenme ile Gelen Musibet

İnsanlık tarihinin yaşadığı en derin ve etkileri en geniş çaplı musibeti ise hiç şüphesiz sağlıksız gıdalarla gerçekleştirilen “beslenme” kaynaklı olanıdır. “Artan nüfus yoğunluğuna mukabil gıda üretiminin yetersizliği” bahanesiyle, gıdaların genetik yapısı değiştirilerek tüketime arz edilen ve besleyici özelliği bulunmayan yapay maddeler, insanları çeşitli hastalıklarla karşı karşıya bırakmışlardır.

Sayıları binlerle ifade edilen kimyasal kaynaklı ve “E” ile simgelenen emülgatör maddelerin kullanılmasının AB ülkelerinde yasaklanmasına rağmen aynı maddeler, konuyu önemsemeyen toplumlarda kontrolsüzce ve yükselen oranlarda kullanılmaktadır.

Gıda maddelerindeki bu değişiklikler, ana rahmindeki hayat devresinden başlayarak hücrenin genetik yapısında yıkıma ve değişimlere yol açmaktadır. Bunun sonucu olarak, değişik semptomlarla ortaya çıkan duyulmamış hastalıklar, kanser, diyabet, kalp-damar hastalıkları, ortaya çıkmakta; obezite ve daha birçok kronik hastalığın, yükselen oranlarda artmasına neden olmaktadır. Değişik reklâmlar ve bilinçaltına yapılan telkinler yoluyla örtülerek gözden kaçırılan bu gerçekler, insan neslinin hücresel dengesini zayıflatarak tükenmesini hızlandırmaktadır. “Ne yersen, o’sun” kaidesince, insan hücrelerine kadar etkileri görülen, aynı zamanda besleyici özellikleri de yıkıma uğratılan bu kimyasal katkılı gıda maddeleriyle yüklenen negatif enerji ile insanın genetik yapısı, ahlâkı ve davranışları değiştirilebilmektedir ve bu musibet ne yazık ki artık günlük yaşamın ayrılmaz bir parçası haline getirilmiştir.

Sonuç

Asrımız insanı, birçok musibetin içinde yaşarken, maalesef bu musibetlerin farkına varamamaktadır. Maddi ve manevi sıhhatin bozulması, ekolojik dengeyi tehdit eden etkiler, savaş ve terör olayları, nükleer faaliyetlerin yol açtığı yıkımlar gibi problemler, dünya hayatını adeta baş döndürücü bir hızla zehirlemektedir.

Yukarıda birkaçını değerlendirdiğimiz musibetlere bakılırsa Bediüzzaman Hazretleri’nin, yaşadığımız dönemi tasvir ederken kullandığı “helaket ve felaket asrı” tabiriyle mezkûr başlıklara da işaret ettiği söylenebilir.

Akıldan kalbe, bedenden ruha, fertten cemiyete insanın ve insan ile irtibatlı her alanın çürümeye başladığı ve sorunların yaşandığı günümüzde insanlık; ancak vahiy eksenli bir hayat tarzı, Kur’an merkezli bir cemiyet teşekkülü ve fıtrat merkezli bir yaşam stili ile huzura kavuşabilir. Bu noktada insanlığı bir felakete doğru götüren birçok musibetin çözümünde, yaptığımız iktibaslarda da görüleceği üzere, Bediüzzaman Hazretleri’nin yazdığı eserler önemli bir köşe taşı niteliğindedir.

İnsanlık, maddi ve manevi huzurun yanı sıra sosyal ve siyasi istikrarı da arzulamaktadır. Bu arayışında yol işaretlerine dikkat etmesi ve felaketlere sebep olan hadiseleri Kur’ânî prensiplere uygun bir şekilde aşması gerekmektedir. Böylece Hafîz-i Hakiki’nin (cc) koruyucu şemsiyesi altında güvende kalabilir ve olası musibetleri bertaraf edebilir. Bu noktada insanlık; prensipli ve özverili bir şekilde hareket etmeli,  Kur’an’ın öğrettiklerine bağlı kalarak birbirine kenetlenmeli ve mücadelesini bu temel prensipler üzerine inşa etmelidir. Ancak bu şekilde sadece kendi huzurunu değil, tüm dünyanın huzurunu koruyabilir ve gelecek nesillere daha yaşanabilir bir dünya bırakabilir.

Kaynakça

Aydın, İ. H. (2013). Rabbim Beni Doktorlardan Koru! İstanbul: Hayy Kitap.

Kur’an Mesajı. (2021). (M. Esed, Çev.) İstanbul: İşâret Yayınları.

İzmir, M. (2016). Antidepresan. İstanbul: Hayy Kitap.

Loyd, A., & Jhonson, B. (2015). İyileşme Şifresi. İstanbul: Pegasus Yayınları.

Nursi, B. S. (2017). Lem’alar. İstanbul: Yeni Asya Neşriyat.

Nursi, B. S. (2017). Sözler. İstanbul: Yeni Asya Neşriyat.

Nursi, B. S. (2018). Mektubat. İstanbul: Yeni Asya Neşriyat.

Nursi, B. S. (2019). İşârât’ül İ’caz. İstanbul: Yeni Asya Neşriyat.

Nursi, B. S. (2020). Eski Said Dönemi Eserleri. İstanbul: Yeni Asya Neşriyat.

Tarhan, N. (2016). Psikolojik Savaş. İstanbul: Timaş Yayınları.

Yalman, H. (2018). İmanın Nörobiyoloji ve Psikososyolojisine Bir Başlangıç. Köprü, 33-34.

Yazıcı, O. (1994). Kitapsız Toplum. İstanbul: Ötüken Yayınları.

 

[1]       Hakan Yalman , “İmanın Nörobiyoloji ve Psikososyolojisine Bir Başlangıç” Köprü, 2018, 33.

 

[2]       Said Nursi, İşârât’ül İ’caz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2019, s.79

 

[3]       Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2017, s.157

 

[4]         A.g.e, s. 350

 

[5]       İsmail Hakkı Aydın, Rabbim Beni Doktorlardan Koru!, Hayy Kitap, İstanbul, 2013, s. 198

 

[6]       Said Nursi, Sözler, s. 608

 

[7]       A.g.e., s.350

 

[8]       Said Nursi,Eski Said Dönemi Eserleri,  Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2020, s. 355

 

[9]       M. Esad, Kur’an Mesajı, İşaret Yayınları, İstanbul, 2021, er-Rûm 30/41

 

[10]     Olcay Yazıcı, Kitapsız Toplum, Ötüken Yayınları İstanbul, 1994, s.13

 

[11]     Said Nursi, Eski Said Dönemi Eserleri, s. 28

 

[12]     Nevzat Tarhan, Psikolojik Savaş, Timaş Yayınları, İstanbul, 2016, s.268

 

[13]     Tekasür Suresi, 1-2

 

[14]     M. Esad, Kur’an Mesajı, el-Tekâsür 102/ 2

 

[15]     Mutluhan İzmir, Antidepresan, Hayy Kitap, İstanbul, 2016, s.10-11

 

[16]     Alexander Loyd; Ben Jhonson, İyileşme Şifresi, Pegasus Yayınları, İstanbul, 2015, s.36

 

[17]     A.g.e., s. 106-107.

 

[18]     Said Nursi, Eski Said Dönemi Eserleri, s. 410

 

[19]     Said Nursi, Sözler, s. 795)

 

[20]     Alexander Loyd; Ben Jhonson, İyileşme Şifresi, s. 244

 

[21]     A.g.e, s. 248

 

[22]     Said Nursi, Eski Said Dönemi Eserleri, s. 252

 

[23]     Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2018, s.309