Musibetlerin Mesajı

The Message Of Calamities

İbrahim GÜNAYDIN, Bağımsız Araştırmacı

 

Özet

Cenâb-ı Allah önce dünya sarayını yarattı. Sonra biz insanlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sordu. Ruhlarımız da “Evet ya Rabbi! Sen bizim Rabbimizsin” diyerek kul olmayı ve Allah’ı tanımayı kabul ettiler. Böylece Cenâb-ı Hakka kul olacağımıza, O’nu imanla tanıyıp seveceğimize ve ibadet ve farzlarla da kulluğumuzu göstereceğimize dair söz vermiş olduk. Allâhu Teâlâ da “Eğer sözünüzde durur ve bana ihlasla kulluk ederseniz; size ikinci bir cennet sarayı hediye edeceğim. Bu dünya ve içindeki nimetler numunedir. Cennet sarayındaki nimetler daha caziptir. Orada sıkıntı ve dert yoktur. Hep mutluluk vardır. Eğer bana kul olmaz ve isyan ederseniz cehennem ülkesinde sizi cezalandıracağım” dedi ve böylece “bakalım insanoğlu elest bezminde verdiği sözü tutacak mı?” diye insanları meşakkatli sınavlara tabi tuttu. Fakat Allah’ı tanımak ve sınavı geçmek için yaratılan insanların çoğu “sözünde durmayıp isyan etti”. Onların çoğu “yoldan çıktı.” (A’raf, 7/102) Bunun üzerine Cenâb-ı Hak; azan, sapan, kebâir ve zulüm günahını işleyen bu insanlara ibret ve ders almaları için çeşitli musibetler verdi ve suçlularını cezalandırdı.

Allah ve Resullerinin emirlerine isyan; yerleri ve gökleri kızdırdı. Dünya mescidinde işlenen günahlara, yapılan zulüm ve zina çeşitlerine yer kızdı ve Allah’ın emri ile omuz silkerek titredi. Şiddetli deprem ve diğer musibetlerle nâsı ikaz etti. Tövbe, istiğfar, dua, namaz ve niyaza çağırdı.

Umumi musibetler umumun hata ve günahlarından ve tebliğ ve irşat görevinin noksanlığından veya hiç yapılmamasından kaynaklanır. İşlenen günahlara, zulümlere ve zinalara aldırmamak, engelleme imkânı olmazsa da asgari ikaz görevinde bulunmamak, onları kerhen onaylamak anlamına gelir. Susmak, seyirci kalmak, görmezden gelmek suretiyle veya onlara katılmak veya destek vermek kadere fetva verdirmek anlamına gelir. Cenâb-ı Allah Kur’an’da: “Öyle bir fitne ve musibetten sakının ki, o, içinizden sâdece zulmedenlere erişmekle kalmaz, umuma sirayet edip hepsini perişan eder. Biliniz ki, Allah’ın azabı çok şiddetlidir.”(Enfâl, 8/25) buyurmaktadır.

Şayet günahsız ve masum insanlar umumi afetlerden zarar görmez ise, imtihan sırrı ortadan kalkar. Herkes inanır ve ibadet eder. Ebû Bekirlerle Ebû Cehiller aynı seviyeye gelir. Hâlbuki din bir imtihandır ve denemedir. İnsanların hür iradesiyle sergileyeceği davranışların sonucunda hak ettiğini ahirette karşılığını bulacaktır. Allah çok hikmetlere binâen bazı şeyleri perdeli kılmıştır.

Musibetlerin rahmet cihetleri de vardır. Sel, yangın, deprem ve bazı hastalıklar sebebi ile vefat edenler şehitlik mertebesine ulaşır. Kaybolan para ve maddî hasarlar sadaka hükmüne geçer. Musibetzedeler ve hastalar; çektikleri zahmet oranında sevap ve ecir kazanırlar. Ahirette pek yüksek karşılık ve mükâfat alırlar. Günahları silinir. Herkes çektiği zahmet ve meşakkat oranında müjdeli durumlarla karşılaşır, memnun ve mesrur olurlar.

Anahtar Kelimeler: İman ve isyan, sâlih amel, musibet çeşitleri, umumi musibet, musibetteki rahmet.

 

Abstract

Allah Almighty first created the world palace. Then He asked human beings, us, “Am I not your Lord?” Our souls replied “Yes, O Lord! You are our Lord.”, accepting to be servants and to recognize Allah. Thus, we promised to be servants to Allah Almighty, to recognize and love Him with faith, and to show our servitude with worship and duties. Allah said, “If you keep your word and worship with sincerity, I will gift you a second palace of heaven. This world and the blessings in it are a sample. The blessings in the palace of Paradise are more attractive. There is no trouble or sorrow there. There is always happiness. If you do not become my servant and rebel against me,  I will punish you in the land of hell.”, and “Let’s see if mankind will keep his word he made in the promise place?”, having subjected people to grueling tests.

However, most of the people “did not keep their word and rebelled” and “went astray” (A’raf, 7/102).

And the likewise, common calamities arise from the mistakes and sins of the general public, and from the incompleteness or non-fulfillment of the duty of conveyance and guidance. Ignoring the sins, cruelties and adultery committed, even if it is not possible to prevent them, not to act as a minimum warning means to approve them in advance. Keeping silent, being a spectator, ignoring them, joining them or supporting them means to make destiny give a fatwa (response). Allah Almighty says in the Qur’an: “Beware of such a sedition and calamity that it will not only reach the oppressors among you, but will spread to the general public and devastate them all. Know that the punishment of Allah is severe.”(Anfal, 8/25) he commands.

If sinless and innocent people are not harmed by public disasters, the secret of testing will disappear and everyone will believe and worship, leaving Abu Bakr and Abu Jahl at the same level. However, religion is a test and a trial. As a result of the actions that people will display of their own free will, they will get what they deserve in the hereafter. Allah has veiled some things based on many wisdoms.

Calamities also have aspects of mercy. Those who die due to floods, fires, earthquakes and some diseases reach the rank of martyrdom. Lost money and material damages are considered as charity. The afflicted and the sick; They earn rewards in proportion to the trouble they have endured. They will receive a very high reward in the Hereafter. Their sins are erased. Everyone encounters good news in proportion to the trouble and hardship they go through, and they become happy and contented.

This study aims to take a broad view of calamities, evaluate their true meaning, and draw useful lessons for a happier future to mankind.

Key Words: Faith and rebellion, righteous acts, types of calamities, common calamities, mercy in calamities.

 

  1. Giriş

Açlık, kıtlık, yangın, deprem, hastalık, sel, afet ve benzeri musibetlerin çok önemli mesajları vardır. İbret ve ders alınacak yönleri mevcuttur. Musibetler ve afetler, masum ve günahsız insanların manevi derecelerini ziyadeleştirir.  Takvada terakki ettirir. Günahkâr müminlerin günahlarına da keffâretüzzünûb olur. Günahları siler. Zayi olan para ve mal hakikatte ziyan olmayıp sadaka hükmüne geçer. Vefat edenler ise manevi şehit sayılır.

Azan, sapan ve yoldan çıkan insanları ve toplulukları Cenab-ı Hak, musibetlerle ikaz eder. Onları; imana, namaza, niyaza ve duaya çağırır. Tövbe ve istiğfara dâvet eder.

Allah’ın kudret ve azameti karşısında, kibir, azgınlık, taşkınlık, enaniyet, adaletsizlik, fesat ve nankörlükte ısrar edenlere ibret almaları ve kendilerine çekidüzen vermeleri için felâketler gelmiştir. Geçmiş kavimlerde; suda boğularak, taş yağmuru ile fırtına ile hastalıkla, kıtlıkla, deprem ve rüzgârla helâk olanları Kur’an ve sünnetten öğreniyoruz.

Bol nimet ve zenginlikten nankörlüğe ve şükürsüzlüğe düşen insanları Cenab-ı Allah Kur’an’da şöyle ikaz eder:

“Kün mineşşâkirîn” “Şükredenlerden ol.” “Biz şükredenleri mükâfatlandırırız.”

“Ne kadar da az şükrediyorsunuz.” (Mü’minûn, 23/78)

“Hâlâ Allah’ın azâbından korkmayacak mısınız?” (Mü’minûn, 23/87)

“Düşünmüyor musunuz?”  “Sakınmayacak mısınız?”

“Allah’tan korkunuz!” “Nasıl da büyülenip aldanıyorsunuz?” (Mü’minûn, 23/89)

  1. Musibetler ve Arim’de Vuku Bulan Sel Örneği

İnsanların ve toplumların başına gelen belâlar, insanların işlediği günahlar ve isyanlar sebebiyledir. Beşerin “bulaşık eli”nin karıştığı her yerde; her çeşit afet ve felâket bulunur. Hava, kara ve denizde fitne ve fesat çıkar. Dünyadaki düzen ve sosyal hayat bozulur. Günah, isyan, haksızlık ve zulümler musibet ve belâların ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Mesela İbn-i Abbas’ın şöyle bir rivayeti vardır: Bir seriyye Sümâme bin Üsâl’i esir alır. O da Müslüman olur. Bunun üzerine Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Sümâme’yi serbest bırakır. Sümâme, Mekke ile Mîre arasında bulunan bir yere gelir ve şöyle der: “Vallahi Resûlullah (asm) izin vermedikçe size Yemâme’den bir tane dahi buğday gelmeyecektir.”

Bu haber tahakkuk etmiş ve Allah Kureyş’i açlık ve kıtlıkla cezalandırmıştır. Sonuçta lâşe (ölmüş hayvan eti), köpek eti ve ilhiz (kana bulanmış yün) yiyecek kadar zor duruma düştüler. Bu kıtlık üzerine Ebû Süfyan Peygamberimize şöyle dedi: “Allah ve akraba hakkı için söyle! Sen, Allah’ın seni âlemlere rahmet olarak gönderdiğini iddia ediyor musun?” Resûl-i Ekrem Sallallahu aleyhi ve sellem: “Evet” deyince Ebû Süfyan şöyle dedi: “Vallahi görüyorum ki, sen babaları kılıçla, çocukları da açlıkla öldürdün.”

Bu muhavere üzerine şu ayet nazil oldu: “Eğer onlara acıyıp da içinde bulundukları sıkıntıyı giderseydik, azgınlıklarında şaşkın şaşkın direnirlerdi. Andolsun, biz onları sıkıntıya, musibete düşürdük de yine de rablerine boyun eğmediler. Tazarru, niyaz ve dua da etmediler.” (Mü’minûn, 23/75,76)

Demek ki, kıtlık, yokluk, kuraklık ve ekonomik sıkıntılar azgınlığın, sapkınlığın, şükürsüzlüğün ve günahların neticesidir. Bu tür belâlar, insanları imana, ibadete, tövbeye, takvaya ve güzel ahlâka çağırmaktadır. Bu çeşit belâlar, insanları tevhide, duaya, helâl daireye ve istikâmet üzere olmaya birer çağrıdır. Emir ve nehiyler için ikaz ve ihtardır.

Kadîr-i Zülcelal Kelâm-ı Kadîm’de şöyle buyurmuştur: “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Cenab-ı Hak da yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki tuttukları kötü yoldan dönerler.”(Rum,30/41). Beyzâvî bu ayette geçen “fesâd”ı “Günah ve isyanlar yüzünden kıtlık, yangın, sel felâketlerinin çoğalması, bereketin kalkması ve zararların çoğalması” şeklinde açıklamıştır.

İbn-i Kesir de “İnsanların işledikleri günahlar yüzünden çıkan fesâd”ı şöyle açıklamıştır: “Ekinlerin ve meyvelerin azalması günahlar yüzündendir. Çünkü göklerin ve yerlerin salâhı itâate bağlıdır.”

Yemen’de bulunan Sebe kavmi, çok zengindi. Verimli arazilere, bahçelere ve bağlara sâhip idiler. Geniş ve güzel bahçelerin ağaçları ve meyveleri arasında insanlar neşeli vakit geçirirlerdi. Gölgelerinden istifade ederlerdi. Çok olgun meyveleri yere dökülmeye başlayınca; kadınlar başlarındaki sepet ve zenbillerle ağaçların altında yürürlerdi. Böylece meyveleri koparmadan, külfetsizce ve zahmetsiz sepetler dolardı. Sebe kavmi, bu nimetler karşısında şükretmeyip azdılar. Nankörlüğe başladılar. Peygamberlerine itâati terk edip günahlara daldılar. Evlerini ve bahçelerini koruyan ve sel felâketlerini önleyen barajlarını Allah’ın izni ile köstebekler deldi. Barajı oynatıp bozdular. Barajın şiddetli seli, evlerini ve bahçelerini harap etti. Bağ, bahçe, tarla ve evleri sel altında kaldı. Arim seli onları perişan etti.

Sebe sûresinde bu olay şöyle anlatılmıştır:

“Ant olsun ki, Sebe Kavmi için oturduğu yerlerde büyük bir ibret vardır. Biri sağda biri solda iki bahçeleri vardı. Rabbinizin rızkından yiyin ve ona şükredin, güzel bir ülke ve çokça bağışlayan bir Rab var” denildi. Ama onlar yüz çevirdiler. Bu yüzden üzerlerine Arim selini gönderdik. Onların iki bahçesini, buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki harap bahçeye çevirdik.” (Sebe, 34/15,16)

Nimetlere karşı nankörlüğün, şükürsüzlüğün ve azgınlığın cezasını çeken Sebe halkının durumundan ibret alınacak önemli noktalar vardır. Arim selinden sonra harap olan bahçelerde dikenli, ham ve acı hamt (acı ve tiksindirici) ağaçları yetişti. Nimetlere şükretmek nimeti ziyadeleştirir. Maddî ve manevi her türlü nimetin kıymeti bilinmez ise, nimet elden çıkar ve yerini musibetler alır.

Günümüzde yaşadığımız belâların ve sıkıntıların sebepleri de, günahlar ve isyanlardır. İsraf, şükürsüzlük, ibadetsizlik, kibir, kebâir, enaniyet, zulüm, zinâ, isyan, şımarıklık, maddiyyunluk tâunu ve maddî ve manevi tedbirsizliktir.

“Kur’an’ı Mu’cizü’l-Beyan’da tekrar ile “Hâlâ şükretmezler mi?” “Hâlâ şükretmezler mi?” (Yâsin, 36/35,73) ve şükretmeyenleri otuz bir defa “Rabbinizin nimetlerinden hangi birini  inkâr edersiniz?” (Rahmân, 55/16,34…) fermânıyla tehdit ettiğinin sırrını gayet âlî ve tatlı ve makbul bir surette tefsir ediyor; insan bir şükür fabrikası olduğunu ispat ediyor. Kâinat bir nimet hazinesi olup, şükür ise anahtarı olduğunu ve rızık, onun neticesi ve şükrün mukaddimesi bulunduğunu gayet güzel ve kat’î bir surette ispat ediyor.” (Fihrist Risâlesi, s.72. Aktif Matbaa. İst.2021)

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem de musibetlerden Allah’a sığınmış ve şöyle dua etmiştir: “Allah’ım! Bize musibet verme. Dünyayı, bizim en büyük kaygımız ve ilmimizin son hedefi yapma. Bize acımayanları başımıza musallat etme.” (C. Sağir, h.no:883)

  1. Musibetler ve Afetler İmanı Yenilemenin, Dua ve Münacatın Vakitleridir

Musibetler ve belâlar tecdid-i iman ve duanın vakitleridir. Çünkü sıkıntı ve musibet zamanında,  iman ve dua sığınılacak en büyük kale ve teselli kaynağıdır. İnsan, iman, ibadet, dua ve kulluk için yaratılmıştır. Yemek, içmek ve havayı teneffüs etmek bedenin zaruri ihtiyacı olduğu gibi; iman, ibadet ve dua da ruhun zaruri ihtiyacıdır. Susuz ve havasız kalan bir ağaç kuruyup öldüğü gibi, imansız ve duasız kalan bir insan da ruhen ölür, bedenen yaşasa bile!

Aklın, ruhun, vicdanın, hissin ve psikolojik yapımızın gıdası duadır. Ruhumuzu ve manevi yapımızın tedavisi tahkiki iman ve duadır. Cenâb-ı Hak Kur’an’da: “Ey Resûlüm de ki: Kulluk ve duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin?” buyurmuştur (Furkân, 25/77).

İnsan, Allah katında dua ettiği ölçüde değerlidir. Cenab-ı Allah, kulunun el açıp dua etmesinden memnun olur. Hastanın inlemesini tesbih kabul eder. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah bir kulunu severse ona musibet verir tâ ki, dua ve niyazını işitsin.” (C. Sağir, no:201) buyurmuştur. Böyle bir durumdaki kul, Rabbine yalvardıkça hem Allah’ı memnun eder hem de Allah katındaki değeri yükselir.

İman, ibadet ve dua kulluğun ve huzurun özüdür. İmanlı ve dualı kişi, daima mutlu ve umutludur. Çünkü Yaratıcı olan Allah’a güvenir ve O’na sığınır. Nitekim Dr. Henry Link, 15.321 kadın ve erkek üzerinde yaptığı incelemeyi ve 73.226 insan üzerinden yürütülen psikolojik testin sonucunu şu şekilde değerlendirmiştir: “Bir dine inanan ve bir mabede devam eden kimselerde şahsiyet ve karakter, dine karşı lakayt olan ve mabede gitmeyenlerden daha sağlam ve daha üstündür.”

Harward Üniversitesinde felsefe profesörü Willam James: “Üzüntüyü tedavi eden en kuvvetli ilaç, dinî inançtır” der. Dr. Alexis Carrel: “Dua, dünyanın çekim kuvveti gibi, gerçek bir kuvvettir. Hiçbir tedavinin fayda vermediği vak’alarda insanların sâdece dua gücü ile hastalıklardan ve melankoliden kurtulduklarını gördüm.” der. (Y. Asya, Ceren Mâden, Gençlik ve İnanç, 01.09.2002)

  1. İnsanın Acizliğinde Kuvvet Vardır, Aczi ve Fakrı Ölene Kadar Devam Eder

Bir bebek düşünelim. Bu bebeğin çevresinde anne ve babası ile yakınları, ona hizmet için pervane gibi dönerler. Hele bir de hasta ise koşturur dururlar. İşte bu çocuk: “Bakın benim gücüme! Kudretimi görün! Çevremdekileri kendime nasıl hizmet ettiriyorum!” dese, haddini aşmış olur. Çünkü ona yapılan hizmet, çocuğun güç ve kudretinden değil, tam aksine onun zayıflığından ve güçsüzlüğünün yanı sıra, hizmet edenlerin merhamet sevgisinden kaynaklanır.

İşte insan da aslında ölene kadar fizyolojik olarak bu çocuk gibi âciz, fakir ve güçsüzdür. Çünkü insan birkaç dakika hava teneffüs etmezse, birkaç gün yiyecek ve içecekten mahrum kalırsa veya aşırı sıcak veya soğuk havaya maruz kalırsa dünyevi hayatı biter. Hangi gücü harcıyoruz da güneş ışık ve ısısı ile imdadımıza koşuyor? Hangi emeğimizin karşılığında yağmur yağıyor, sebze ve meyveler çıkıyor? Hiçbir gayret sarf etmeden Samed olan Allah ihtiyaçlarımızı karşılıyor. Çocuk gibi, aczimize, güçsüzlüğümüze ve fakrımıza karşı Rezzâk olan Allah bizi besliyor ve Hayy ismi ile yaşatıyor.

Çocuğun annesinin şefkat ve merhametine sığınması gibi; bizler de sıkıntı, hastalık deprem ve belâlara karşı Allah’a sığınmalı ve ona dua edip yalvarmalıyız. İstiğfar ve dua ile Allah’ın rahmetine ve re’fetine sığınmalıyız. Başımıza gelen belâ ve musibetlere dinsiz felsefeye ve “kafa fenerine” göre değil; Kur’an ve sünnet gözlüğü ile bakmalıyız. Kendimizi ve çevremizi Kuran, sünnet ve tefsirleriyle teselli etmeli; tebliğ, tebşir ve ikazla dürüst ve sâlih nesiller yetiştirmeliyiz. Çünkü doğru, güvenilir, muhsin, sâlih insanlar, masum çocuklar, beli bükülmüş ihtiyarlar, dilsiz hayvanlar hürmetine de Allah belâları defeder. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem: “Cenâb-ı Allah sâlih bir Müslüman kulu hürmetine, komşusu olan yüz hâne halkının üzerinden belâ ve musibetleri def’ eder.” buyurmuştur. (C.Sağir, no:1027)

“Malumdur ki insan, hasbelkader çok yollara sülûk eder ve o yolda çok musibet ve düşmanlara rast gelir. Bazen kurtulsa da, bazen de boğulur. Ben de kader-i ilâhînin sevkiyle pek acîb bir yola girmiştim. Ve pek çok belâlara ve düşmanlara tesadüf ettim. Fakat acz ve fakrımı vesile yaparak Rabbime iltica ettim. İnâyet-i ezeliye beni Kur’an’a teslim edip, Kur’an’ı bana muallim yaptı. İşte Kur’an’dan aldığım dersler sâyesinde o belâlardan halas olduğum (kurtulduğum) gibi, nefis ve şeytan ile yaptığım muharebelerden de muzaffereten (galip gelerek) kurtuldum.” der Bediüzzaman Hazretleri (Mesnevî-i Nûriye, s.44).

Bediüzzaman hazretleri, en olumsuz, en zor ve en ağır musibetlerde bile bir hayır ciheti görmüştür. Dua ve sevap cihetini, uhrevî kârı görmüş, kendisini ve şakirtlerini teselli etmiştir. Güzel görmüş, güzel düşünmüş ve tahkiki iman sâyesinde hayatından lezzet almıştır. Cezaevine “Medrese-i Yûsufiyye” (Yûsuf Peygamber’in okulu) diyerek, orasını tebliğ ve irşat yeri kabul etmiştir. İmanı tekâmül etmemiş birisi için mahpushane ceza çekme yeri iken, tekâmül eden birisi için ders alma, imanını kuvvetlendirme ve sevap hanesini artırmanın bir aracı olması çok muhtemel bir durumdur. Bediüzzaman mahpuslara da: “Farz ve kaza namazı kılmalarını, tövbe istiğfar etmelerini, dua etmelerini, küçük süreleri ve Risâle-i Nur okumalarını” tavsiye ederek onları da teselli etmiştir. Böylece onların o sıkıntılı dakikalarının; saatler, günler kadar sevaplı olacağını müjdeleyerek, mahpuslara da zevkli, şevkli, neşeli, sevaplı ve ibadetli zamanlar geçirtmiştir.

İşte, belâ, deprem, sıkıntı ve musibetlerin; dua, münâcat, sevap, ikâz, tebliğ ve manevi terakki için verildiğini unutmamalıyız. Çünkü dünya ahiretin tarlası ve cennet yurdunu kazanma yeridir. Fani dünya, sınav salonu olup, sınav da sıkıntısız olmaz. Hülasa dünya imtihan dünyasıdır.

  1. Cenâb-ı Allah İnsanları Hastalık ile İmtihan Eder

Cenâb-ı Allah kullarını, açlık, kıtlık, korku, fakirlik ve zenginlikle de imtihan ettiği gibi hastalıkla da eder. Bu sınavlarda sabredenleri ve şükredenleri cennetle müjdeler. Çünkü hastalığı, derdi ve dermanı veren Allah’tır. Hastalığı ve hastalığın şifasını veren ŞÂFİ’ olan Allah’tır. Sahih hadislere göre, şikâyet etmemek şartı ile sabreden ve şükreden hastaların bir dakikası bir saat ibadet hükmüne geçebilir. Bazı kâmillerin bir dakikası da bir gün ibadet hükmüne geçer.

Bediüzzaman Said Nursî hazretleri: “Senin bir dakika ömrünü, bin dakika hükmüne getirip, sana uzun ömrü kazandıran hastalıktan teşekkî değil, teşekkür et.” der ve Hastalar Risâlesi’nin Beşinci Devasında genç hastalara şöyle seslenir: “Bu zamanda tecrübemle kanaatim gelmiştir ki, hastalık bazılara bir ihsân-ı İlâhîdir, bir hediye- i Rahmânîdir. Bu sekiz dokuz senedir, liyakatsiz olduğum halde, bazı genç zatlar hastalık münasebetiyle dua için benimle görüştüler. Dikkat ettim ki, hangi hastalıklı genci gördüm, sâir gençlere nisbeten ahiretini düşünmeye başlıyor. Gençlik sarhoşluğu yok…

Hem derdim: ‘Senin bir kısım emsâlin sıhhat belâsıyla gaflete düşüp, namazı terk edip, kabri düşünmeyip, Allah’ı unutup, bir saatlik hayat-ı dünyeviyenin zahirî keyfi ile hadsiz bir hayat-ı ebediyesini sarsar, zedeler, belki de harap eder. Sen hastalık gözüyle, herhalde gideceğin bir menzilin olan kabrini ve daha arkasında uhrevî menzilleri görürsün ve onlara göre davranıyorsun. Demek senin için hastalık bir sıhhattir; bir kısım emsâlindeki sıhhat bir hastalıktır.”

  1. En Dehşetli Musibet: Allah’ı Tanımamak, Ahireti Düşünmemek

Cenâb-ı Allah kulunu sever ve sevdiği bu kulunun, manen terakki etmesini ister. Kul ameli ile bu dereceye erişemez. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, bu kuluna bir hastalık veya başka bir musibet vererek o yüksek makama ulaştırır. Hastalığın veya diğer musibetin verdiği sıkıntılar, sabunun kirleri yok ettiği gibi, günah kirlerini yok eder. Hadiste de ifade edildiği gibi: “Ermiş ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşer; imanlı bir hastanın titremesi de öyle günahları silker.” (Râmûzu’l-ehâdîs, no:3)

Günahların, ahirette daimî hastalıklar olduğunu; bu dünya hayatında da insan için; kalbî, vicdanî ve rûhî hastalıklar olduğunu söyledikten sonra en dehşetli hastalığın ne olduğunu şöyle açıklar Bediüzzaman hazretleri: “Sen eğer sabredip şekvâ etmezsen şu muvakkat bir hastalık ile daimî pek çok hastalıklardan kurtuluyorsun. Eğer günahları düşünmüyorsan yahut ahireti bilmiyorsan veya Allah’ı tanımıyorsan, sende öyle dehşetli bir hastalık var ki, milyon defa sendeki bu küçük hastalıktan daha büyüktür. Ondan feryat et. Çünkü bütün dünyanın mevcudatıyla kalbin, ruhun ve nefsin alâkadardır. Mütemadiyen firak ve zeval ile o alâkalar kesilip, sende hadsiz yaralar açılır.”

Yine Bediüzzaman Said Nursî, imansızlığın ve ibadetsizliğin insana sıkıntılı anlar yaşatacağını ve insanın iki dünyada da mutlu olamayacağını ve bunun çaresinin ve şifasının “iman ilacı” olduğuna dikkat çekerek sözlerine şöyle son verir: “Evet, Allah’ı tanımayanın, dünya dolusu belâ başında vardır. Allah’ı tanıyanın dünyası nurla ve manevi sürurla doludur; derecesine göre, iman kuvvetiyle hisseder. Bu imandan gelen manevi sürur ve şifa ve lezzet altında, cüzî maddî hastalıkların elemi erir, ezilir.” (Lem’alar,  Y.A.N. Almanya, s.211)

  1. Hastalıklar İki Kısımdır

Cenâb-ı Allah çok hikmetlere binâen hastalığı verdiği gibi, hastalık musibetinin dermanını da kesinlikle vermiştir. Yeryüzü eczahânesinde dermanını yaratmıştır. Bize düşen görev;  hastalığın ilacını arayıp bulmaktır. Doktora gidip tedavi olmak ve ilaçları kullanıp şifayı Allah’tan bilmektir. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem: “Ey Allah’ın kulları tedavi olunuz.” buyurmuştur.

Bediüzzaman Said Nursî hazretleri, Hastalar Risâlesi’nin Yirminci Devâ’sında hastalıkları ikiye ayırmıştır.

  1. Hakîkî Hastalık: Buna maddî hastalık da diyebiliriz. Gözle görülen vücudumuzun herhangi bir yerindeki yara, bere gibi hastalıklardır. Bu çeşit bedenî hastalıkların tedavisi için, doktorun reçetesindeki ilaçları kullanarak Allah’ın izni ile iyileşiriz. Uzman ve mütedeyyin hekimlerin tavsiyelerini tutmak, ehemmiyetli bir ilaçtır.

Maddî hastalıkların çoğu aşırı yemekten, perhizsizlikten, israftan, soğuktan, üşütmekten,  hatâdan, sefâhatten ve dikkatsizlikten kaynaklanır. İbn-i Sînâ “İlm-i tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstene yemektir.” der. (Yani, vücuda en zararlı şey, dört beş saat fâsıla vermeden yemek yemek veyahut telezzüz için çeşit çeşit yemekleri birbiri üstüne mideye doldurmaktır.)

  1. Vehmî Hastalık: Günümüzdeki adı ile psikiyatri dalını ilgilendiren hastalıklardır. “Vehmî hastalık kısmı ise, onun en müessir ilâcı, ehemmiyet vermemektir. Ehemmiyet verdikçe o büyür, şişer. Ehemmiyet vermezse küçülür dağılır. Nasıl ki arılara iliştikçe insanın başına üşüşürler; aldırmazsan dağılır. Hem karanlıkta gözüne sallanan bir ipten gelen bir hayâle ehemmiyet verdikçe büyür, hatta bâzan onu divane gibi kaçırır. Ehemmiyet vermezse, âdi bir ipin yılan olmadığını görür, başındaki telâşına güler.” diyen Bediüzzaman Hazretleri sözlerini şöyle sonlandırır: “Bu vehmî hastalık çok devam etse, hakikate inkılâp eder. Vehhâm ve asabî insanlarda fenâ bir hastalıktır; habbeyi kubbe yapar, kuvve-i mâneviyesi kırılır. Husûsen merhametsiz yarım hekimlere veyahut insafsız doktorlara rast gelse, evhâmını daha ziyade tahrik eder. Zengin ise malı gider; yoksa ya aklı gider veya sıhhati gider.” (Lema’lar, Y.A.N. Almanya, 1994.s.219)

Demek ki, vehmî yani olmadığı halde kendimizde var sandığımız hastalıkların birinci ve en tesirli ilâcı önem vermemek, bunlara dikkate almamak ve üzerine odaklanmamaktır. Habbeyi kubbe yapmamaktır. “Bu şeytanın kalbimize attığı bir şüphe ve bir evhamdır” diyebilmek ve hiç önem vermemektir. Çünkü gerçek değil hayâli bir hastalıktır. Önem vermediğimiz zaman balona iğne ile dokunduğumuzda indiği gibi, o vehmî ve hayalî hastalık da Allah’ın izni ile yüzde yüze yakın kaybolur gider.

“Ben iyileşeceğim, şifa Allah’tandır.” demek ve hiçbir zaman ümitsiz olmamak gerekir. “Bu da geçer yâ Hû” diyerek daima ümitli olmak, Allah’a güvenmek, ilaçları kullanmak, güzel görmek, güzel düşünmek ve hep pozitif olmak elzemdir. Sürekli olarak bardağın dolu tarafını görmek, eldeki nimetleri birer birer sayıp şükretmek, dua etmek ve bizden daha aşağıda ve bizden daha kötü durumda olanları aklımıza getirip kanaat edip şükretmektir. Çünkü maddî ve manevi bütün hastalıklar Allah tarafından sınav için verilen birer nimettir. Uhrevî bir hazinedir. Sabretmek, dua etmek ve şükretmek, cenneti ve ebedî mutluluğu kazandıran önemli bir definedir.

  1. Dünya Fânidir

“Dünya madem fânidir, hem madem ömür kısadır, hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur, hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır, hem madem dünya sahipsiz değil, hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri var, hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır, hem madem ‘Allah bir kimseye gücünün yettiğinden başka sorumluluk yüklemez.’ (Bakara, 2/286) sırrınca teklîf-i mâlâyutak (güç yetirilemez emir) yoktur, hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır, (tercih edilir) hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır; elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için ahireti unutmasın, ahiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyânî şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telakki edip Misâfirhâne Sâhibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saâdet-i ebediyeye girsin.” (Mektûbât, Y.A.N. Almanya, 1994. s. 73)

Evet, en büyük mesele imanla kabre girebilmektir. İmanlı ölebilmektir. Bir kulun imanlı ölmesi, onun en büyük bayramıdır. En büyük kurtuluşudur. İşte tüm musibetler, hastalıklar, belâlar, afetler; sabrettiğimiz ve Allah’a tevekkül ettiğimiz takdirde, bize bu bayramı yaşatırlar. Kabre imanla girmemize sebep olurlar. Çünkü ayette de ifade edildiği gibi, Cenab-ı Allah kimseye gücünün yetmeyeceği bir hastalık ve bir musibet vermez.

Bizim görevimiz; imanlı ve helâl dairede yaşamak sûretiyle ahireti kazanmaktır. Cehennemden kurtulmak ve cenneti kazanabilmektir. Ömrümüzü boş ve faydasız şeylerle telef etmemektir. Zîrâ ölmeden önce dünyada bir defa yaşama ve bir defa sınava girme hakkımız vardır. Okullarda yapılageldiği üzere dersten kalan öğrencilerin, dersi geçebilmesi için yapılan bütünleme gibi bir sınav dünyevi hayat için söz konusu değildir. Hülasa bütünleme şansı olmayan bir intihanda olduğumuzu bilmemiz gerekiyor. Bu bakımdan dünya okulundan alacağımız iman diploması ile kabre girmeye bakalım. Dünya ahiretin tarlası olup, burada ne ekmiş isek orada onu biçeceğiz. Her türlü musibet ve hastalıkları fırsata çevirip, imanla ebedî mutluluğu kazanmaya çalışalım inşâallah.

  1. “Ümmetimin Cezası Dünyada Verilir”

Geçmişte de birçok kavimde deprem olmuştur. “Bazı memleketler gece, bazıları da gündüz, istirahat ederken azaba maruz kalmışlardır.” (A’raf, 7/4) Lût kavmine gece, Şuayb peygamberin kavmine de gündüz azap gelmiştir.

Mesela Semud Kavmi kendilerine gönderilen Salih Peygamberi dinlemedi. Mucize eseri yaratılan deveyi öldürdüler. Bunun akabinde Semud kavmi şiddetli bir depremle helâk oldular. Çünkü bu kavim, kayaları yontarak 1700 şehir kurmuşlardı. “Güçleriyle ve yaptıkları saray, şehir ve zenginlikleri ile çok kibirlendiler. Pek böbürlenip gururlandılar. Salih Peygamberin öğütlerini dinlemediler ve öğüt verenleri sevmediler.” (A’raf, 7/74,79). Şuayb peygamberin kavmi de; “Ölçü ve tartıda hile yaptıkları için zelzele ile helâk oldular.” (A’raf, 7/85).

Âhir zamanda depremler artacaktır. Kıyametin kopması da büyük bir depremle gerçekleşecektir. Hac sûresinde bu olay şöyle anlatılır: “Ey insanlar! Rabbinizden korkun! Çünkü kıyamet vaktinin depremi müthiş bir şeydir. Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiği çocuğu unutur. Her gebe kadın çocuğunu düşürür. İnsanları da sarhoş bir halde görürsün. Oysa onlar sarhoş değillerdir. Fakat Allah’ın azabı çok şiddetlidir.” (Hac, 22/1,2).

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem: “Ümmetim, ümmet-i merhûmedir. Yani şefkat ve merhamete nâil olmuştur. Âhirette azap görmeyecektir. Onların azabı ancak dünyada maruz kalacakları ağır imtihanlardır. Depremler, zelzeleler, öldürülmeler ve çeşitli musibetler şeklinde verilir.” buyurmuştur.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem başka bir hadislerinde de şöyle buyurmuştur: “Kim dünyada bir günah işleyip bunun cezasına uğrarsa, Allah adâleti gereği onu ahirette ikinci defa cezalandırmayacaktır. Kim bir günah işleyip de Allah onu örter ve bağışlarsa, Allah kereminden ötürü, bağışlamış ve affetmiş olduğu bu günahı ahirette tekrar cezalandırmayacaktır.” (İbn-i Mâce, Hudûd 33)

Vuku bulan musibetlerde vefat edenlerin şehit olması ve maddî hasar ve kayıpların da sadaka sayılması bizleri teselli ediyor. Çile, zahmet ve sıkıntıların sevaba dönüşmesi de musibetzedeleri teselli ediyor. Çünkü üzüntü, keder ve zahmetler rahmete dönüşüyor. Günahlar affediliyor, keffâretüzzünûb oluyor.

Yaralılar ve depremden etkilenen herkes etkilenme derecesine göre azîm sevaplar alıyorlar. Şehid olanların ve sakatlananların yakınları da pek büyük ecir ve sevaplara nâil oluyorlar. Herkes, üzüntü ve hasarın derecesine göre kâr ve mükâfatlara erişiyor. Dünyevî  ve uhrevî kazançlar ve sevaplar yüksek oluyor.

Cenâb-ı Hak Kur’an’da şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz sizi biraz korku ve açlık ile biraz da mallardan, canlardan, meyvelerden ve ürünlerden noksanlaştırmak sûretiyle imtihan edeceğiz. Sabredenlere cenneti müjdele.” (Bakara, 2/155)

  1. Zilzal Sûresi

Bu sure Kur’an-ı Kerîm’in 99. sûresidir. Zilzâl, büyük bir sarsıntı, titreme, deprenme, deprem gibi mânâlara gelir. Zilzâl suresi 8 ayettir. Fâsılası elif, mim ve he harfleridir. Surede kıyametin kopması ve sonrasında, insanların işledikleri amellere göre hesaba çekilecekleri ve zerre kadar hayrın boşa gitmeyeceği ve zerre kadar şerrin de cezasız kalmayacağı anlatılmıştır.

Yeryüzünde en çok nimetlerle donatılan varlık insandır. Yine en çok ve en sorumlu varlık da insandır. İnsan; imandan küfre, şükürden şirke düşerse yer ona kızar. İnsanın zina ve zulümlerine yer zilzal eder sarsılır. Mülk suresinde Cenab-ı Hak: “Cehennem onlara öyle kızıp öfkelenir ki, neredeyse öfkesinden çatlayacaktır.” buyurmuştur. (Mülk, 67/8)

Zelzele, insanları ikaz ediyor, namaza ve Kur’an ahlakı ile ahlâklanmaya çağırıyor. Zilzâl suresi, yerin emr-i ilâhî ile sarsılacağını ve ağırlıklarını dışarı bırakacağını hatırlatıyor. Cenâb-ı Allah şimdiye kadar kırılmayan fay hattını istediği zaman kırıp çok hikmetlere binâen depremi yaratıyor. Âyette de ifade edildiği gibi: “Bir yaprak bile Allah’ın bilgisi ve iradesi dışında yere düşmezken” ülkelerin ve kıtaların depremle sarsılması nasıl tesâdüfen olur?

Silahın tetiğini çeken biri olmadan silah patlar mı? Fay hattını kıran bir fâil olmadan fay hattı kırılır mı? Dünyayı döndüren ve top güllesinden daha süratli hareket ettiren güç kimin gücüdür? Gece ve gündüzü, çeşit çeşit, leziz sebze ve meyveleriyle mevsimleri yaratan güç ve irade kimindir?

Zilzal sûresinde; çok büyük bir sarsıntı ile içindeki ağırlıkların dışarı atılacağı anlatılır. Zümer suresinin 68. ayetinde eskâl’in yani bu ağırlıkların İsrâfil’in sura ikinci üflemesiyle atılacağı anlatılır. İbn-i Kesîr ve Taberî’ye göre bu ağırlıklar (eskal=اثقال) yerdeki ölüler, altın, gümüş gibi kıymetli hazînelerdir.

Bediüzzaman Hazretleri de “Zilzal sûresi katiyyen ifade ediyor ki, küre-i arz, hareket ve zelzelesinde vahiy ve ilhâma mazhar olarak emir tahtında depreniyor, bazen titriyor.” der.

Zelzele’yi tesadüfe bağlayıp, sebeplere havâle edenlerin, “Dalâletten başka hiç bir hakikati yoktur.”

  1. Yerin Haberleri

Abdullah bin Ömer’in rivâyetine göre Zilzâl suresi nazil olurken Ebû Bekir ağlamış. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem ağlamasının sebebini sormuş. Ebû Bekir de, “Zilzâl suresinden etkilendiğim için ağladım.” demiştir. Bu cevap üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Siz hiç hatâ etmez ve günah işlemez olsaydınız, Allahu Teâlâ sizden sonra hatâ edip günah işleyen bir ümmet yaratır ve tövbe etmeleri üzerine de, onların tövbelerini kabul edip affederdi.” buyurmuştur.

Zilzâl suresindeki (99/4) “işte yer o gün içinde sakladığı şeyleri haber verir.” ayetinde yerin içinde sakladığı haberlerin neler olduğunu peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e sordular. Resûl-i Ekrem aleyhissalatü vesselâm da, yerin içinde gizli tuttuğu haberleri şöyle açıkladı: “Yerin içinde barındırıp sakladığı haberler; Allah’ın her erkek ve kadın kulunun yer üzerinde işlediği amellere şahitlik edip şöyle demesidir: “Benim üzerimde, benim sırtımda filan, filan ve filan günde, ey kul, şu ve şu amelleri işledin! Evet, yerin haberleri bundan ibârettir!” buyurdu.

Evet, yeryüzü ve içindekiler bizim ya aleyhimizde ya da lehimizde şahitlik edecektir. Seccâde, halı ve toprak, “Benim üzerimde namaz kıldı, ibadet etti ve zikirde ve şükürde bulundu.” diyecek ya da “Benim üzerimde şu şu günahı işledi. Hırsızlık için yürüdü, yalan konuştu, zulmetti…” diyecektir.

Ayrıca bedenin uzuvları da dile gelip konuşacaktır. El “Benimle hırsızlık yaptı, vurdu ve dövdü!” diyecek ve ayaklar da “Bizimle haramlara yürüdü ve haram işlemek için filan yere gitti.” Diyecektir veya ayaklar “Benimle ders dinlemeye ve ilim öğrenmeye gitti, yürüdü.” diyerek lehimizde şehâdet edecektir. Ve hâkezâ.

Burada dile konuşma özelliği veren kudret, âhirette el’e ve ayağa da konuşma yeteneği vermeğe kâdirdir. Sonuçta, ikisi de insanın uzvu ve et parçasıdır. Allah her şeye kâdirdir. Her şey kef ve nun fabrikasında yaratılır. (kün=كن) “ol” dediğinde her şey olur ve yaratılır.

Zilzâl suresinin fazîletli hakkında şöyle bir rivâyet vardır: Bir Sahâbî peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek “Ey Allah’ın resulü! Senin huzûrunda Kur’an okumak istiyorum” dedi. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem de: “Elif lâm râ” “Hâ mîm” “sebbeha” ile başlayan surelerden okumasını istedi. Adam “yaşım ilerlemiş, kalbim sıkıntılı hâle gelmiş, dilim de kalınlaşmış diyerek mâzeret beyan edip bu sûrelerden okumak istemedi. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’den özlü bir sûre okutmasını istedi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de: “Zilzâl suresini oku” dedi. Sahâbî de Zilzâl suresini okudu. Adam, Zilzâl Suresini bitirdikten sonra şöyle dedi: “Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, hayâtımın sonuna kadar bu sûreye başka bir şey ilâve etmeyeceğim.” dedi ve oradan ayrıldı. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Bu adam kurtuluşun yolunu bulmuş, bu adam kurtuluşun yolunu bulmuştur.”

Adam neden kurtuluş yolunu bulmuştur? Çünkü bu sûre, zerre kadar bile olsa hayır işleyenlerin ve iyilik yapanların mükâfatsız kalmayacağını müjdeliyor. Cennete giden yolu müjdelemenin yanı sıra cehennemle de korkutuyor. Zerre kadar şer ve kötülük işleyenlerin cezalandırılacağını ve yaptıklarının bedelini ödeyeceklerini bildiriyor.

Zirâ iman; ibadet, iyilik, hayır, güç ve mutluluğun kaynağıdır. İmân, ihlas, hayır ve kulluk; cesaret ve kahramanlığın menbâıdır. Korkaklığın, huzursuzluğun ve üzüntünün kaynağı da imansızlıktır. Dalalet, inançsızlık ve şerler ruhun cehennemidir. İnsanın iki dünyasını da mahveder.

Said Nursî Hazretleri bu konuda şöyle der: “Evet, her hakîkî hasenât gibi, cesâretin dahî menbâı imandır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi, cebânetin (korkaklığın) dahi menbâı dalâlettir. Evet, tam münevverü’l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedâniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat meşhur bir münevverü’l-akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise, gökte bir kuyruklu yıldız görse, yerde titrer. ‘Acaba bu serseri yıldız arzımıza (dünyamıza) çarpmasın mı?’ der, evhâma düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan -Halley kuyruklu yıldızı- Amerika titredi. Çokları gece vakti hânelerini terk ettiler.) Evet, insan nihâyetsiz şeylere muhtaç olduğu halde, sermâyesi hiç hükmünde. Hem nihâyetsiz musibetlere mâruz olduğu halde, iktidârı hiç hükmünde bir şey. Âdetâ sermâye ve iktidârının dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat emelleri, arzuları ve elemleri ve belâları ise; gözü hayâli nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir.” (Sözler, Y.A.N. Almanya, 1993.s.25)

Yaratılış ve yapısı gereği insan, her zaman âciz, fakir ve güçsüzdür. Ancak sınav gereği, sıkıntılar, hastalıklar ve musibetler ânında daha çok duaya, daha çok tevekküle, daha çok tevhide ve daha çok Allah’a dayanmaya ihtiyacı vardır. Tek çözüm de budur. İman, ibadet, mârifetullah ve muhabbetullahtır. İki cihanın huzur ve mutluluğu da buna bağlıdır.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem; “Zilzâl sûresi Kur’an’ın yarısına denktir. İhlas sûresi Kur’an’ın üçte birine denktir. Kafirûn sûresi Kur’an’ın dörtte birine denktir.” buyurmuştur. Zilzâl suresinin Kur’an’ı Kerîm’in yarısına denk oluşu, hükümlerinin hem dünyaya ve hem de âhirete bakması itibariyledir. Zilzâl suresi hem dünya amellerinden ve hem de dünyada yapılan iş ve amellerin karşılıksız kalmayacağından bahsetmektedir.

Necid, Irak, Mısır gibi bölgelerde meydana gelen depremler birer ilâhî ihtar olarak kabul edilmiştir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ve bazı sahâbîlerin uğradığı zelzeleler de Allah’ın bir ikâzı olarak kabul edilmiştir. Peygamberimiz ve Ashâbının yorumuna göre depremler birer ilâhî ikazdır. İnsanların durumlarını düzeltmeleri, tövbe ve istiğfarda bulunmaları, dua etmeleri için birer ihtardır. Uyarı ve ikazdır. Böyle felâketlerin gelmemesi için Allah’a sığınılmalı, namaza ve niyaza başlanılmalıdır. Kebâirden uzak durulmalıdır. Tebliğ, emr-i bilma’ruf ve nehyi anilmünker ihmal edilmemelidir. Yani iyiliği emretmek ve kötülükten vazgeçirmek görevi her müslüman üzerine muzaaf farz-ı ayındır.

Güneşin batması akşam namazını kılmanın vakti olduğu gibi; depremler ve diğer arzî ve semâvî afetler de tövbe etmenin, istiğfarda bulunmanın, dua etmenin, gözyaşı dökmenin, namaz kılmanın, namaza başlamanın ve ahlâken düzelmenin zamanlarıdır. Kur’an’da Cenab-ı Allah: “Allah’ın azâbı geldiğinde veya kıyâmetin kopma ânı bile gelse Allah’tan başkasına mı yalvarırsınız. Bilakis Allah’a yalvarırsınız. Allah da kaldırılması için kendisine yalvardığınız belâyı dilerse kaldırır ve siz ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz.” (En’âm, 6/41) buyurmuştur.

Şu gelen iki ayet de darlık, sıkıntı, hastalık ve belâ zamanlarında dua edilmesini emrediyor: “Ant dolsun ki senden önceki ümmetlere de elçiler gönderdik. Ardından boyun eğip dua etsinler, yalvarsınlar diye onları darlık, sıkıntı ve hastalıklara uğrattık. Hiç olmazsa, onlara bu şekilde azabımız geldiği zaman boyun eğip dua ederek yalvarsalardı. Fakat kalpleri iyice katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını cazip gösterdi.”(En’âm, 6/42, 43)

  1. Umumi Hata ve Günahlar İçin Umumi Tövbe ve Dua Gerekir

Umumi musibetler umumun hatasından kaynaklandığı için, umum insanların tövbe, dua ve istiğfar etmesi gerekir. Günahlara tövbe edilmesi, pişmanlık duyulması ve dua edilmesi elzemdir. Şu gelen ayet de tövbe edenlerin affedilip bağışlanacağını müjdeliyor:

“Ayetlerimize inanalar sana geldiğinde onlara de ki: Selâm size! Rabbiniz merhamet edip acımayı kendisine yazdı. Gerçek şu ki, sizden kim, bilmeyerek bir kötülük yapar, sonra ardından tövbe edip de kendini düzeltip ıslah ederse, bilsin ki, Allah çok bağışlayan, çok affeden, çok esirgeyendir.” (En’âm, 6/54).

Hadislerde de Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem: “samîmi tövbe edenlerin hiç günah işlememiş gibi olacağını” müjdelemiştir. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem “Bir kötülük ve günah gördüğünüzde bunu ya elinizle ya dilinizle önleyin. Buna da gücünüz yetmiyorsa o kötülük için kalbinizle buğzedin” buyurmuştur. Kötülüğü, elimizle önlemeye, dilimizle söylemeye gücümüz yetmiyorsa, en azından bu kötülüklerden dolayı rahatsız ve huzursuz olmalı ve gece uykusuz kalmalıyız. Bu da imanın en zayıf derecesidir. Yani imanlı olmanın gereğini yapmanın en azıdır.

  1. Sabrın Sonu Sevinç, Zorluğun Sonu Kolaylıktır

Deprem, hastalık, afet ve diğer sıkıntılı durumlarda sabretmek ve Allah’a sığınmak lâzımdır. Çünkü sıkıntı ve zorlukları giderecek O’dur. “Dinin yarısı sabır, yarısı da şükürdür.” Şükürsüzlük, isyan ve feryad sıkıntıları ziyâdeleştirir. “Şükür ise, nimetleri ziyadeleştirir” ve sıkıntıları yüzde doksan azaltır.

İnsan yapısı ve yaratılışı gereği çeşitli duygulara sahiptir, üzülen ve sevinen bir varlıktır. Nimete kavuştuğunda veya müjdeli bir haber duyduğunda sevinir. Memnun ve mesrûr olur. Bâzen de şımarır, nankörleşir ve kibre kayar. Nimetlerin Allah’tan geldiğini aklına bile getirmez. Gurur ve kibir karanlığında Allah’ı ve kulluk görevini unutur. Kendisini lâyemut ve ölümsüz zanneder.

Bazı kimseler; deprem, hastalık, musibet ve çeşitli afetlere mâruz kaldığı zaman, basar feryâdı. İnler durur. Maddî zararlara tahammül edemez. Paranın ve pulun, kuruşuna kadar hesâbını yapar. Oysa eğer insan böyle sıkıntılı ve gamlı durumlarda bunların birer sınav olduğunu anlayıp sabretse, azîm sevap kazanır. Sabır ve şükür ile belki de cenneti kazanabilir.

Atalarımız: “Âdemoğlunun toprağı gam ve kederle yoğurulmuştur.” “Duvarı nem yıkar, insanı gam yıkar”, “Başörtüsüne sığan baş dünyaya sığmaz.” demişlerdir.

Deprem, sel, hastalık, fakirlik, zenginlik gibi şeyler birer sınavdır ve geçicidir. “Dünyada rahat yoktur.” Bize düşen görev bunların birer sınav olduğunu düşünüp, sabır ve tevekkül etmektir. Dua ve münâcâtta bulunup Allah’a güvenip tevekkül etmektir. “Bu da geçer ya Hû” diyebilmektir. Çünkü; mal, mülk, para, bedenlerimiz, evlerimiz, yer, gök ve içindekiler Allah’ındır. Mülk ve melekût âlemleri umûmen O’nundur.

Cenâb-ı Allah imtihan gereği, hasta eder, zengin eder, fakir eder, az verir, çok verir, deprem afeti verir ve bizi dener. Nimet vererek şükrümüze bakar, sıkıntılarla da sabrımızı ölçer. Eğer nimet zamanında, nimetin Mün’im-i hakîkî olan Allah tarafından geldiğini bilir ve şükredersek, sınavı kazanmış oluruz. Büyük ecir ve mükâfâtı almış oluruz. O’nun rızasını kazanmış oluruz. Sıkıntı ve belâ anlarında da, sabreder ve Allah’ın bizi sınadığını fark edebilirsek, yine sınavı geçer, sevap ve ecri kazanır ve Firdevs cennetini kazanmış oluruz inşallah.

Çünkü deprem, hastalık, sel, yangın, kıtlık, yokluk, ölüm vs. gibi durumlar, sabrettiğimiz takdirde bizlere salih amel sevâbı kazandırırlar. Bu tür musibetler menfî ibadetlerden sayılmıştır. Namaz ve oruç gibi ibadetler müsbet ibadettir. Hastalıklar ve diğer sıkıntılı haller ise menfi ibadettir. İşte bu cihetle, zor ve sıkıntılı durumlarda, şekvâ yerine şükredersek ecir ve mükâfat kazanırız. Günahlar silinir ve onun yerine sevaplar yazılır.

Kuran’da anlatıldığına göre; Hz. Yûsuf’u dünyevî ve uhrevî makâma ulaştıran şey, onun ihlası, sabır ve takvasıdır. “Kıssaların en güzeli” diye anılan Yusuf kıssasında bu durum genişçe anlatılmıştır. Asıl musibet; üzüntü, keder, hastalık, zelzele ve diğer belâların Allah tarafından gönderildiğini, sınav için geldiğini idrak edememektir. En büyük belâ ve hastalık imansızlık, ibadetsizlik ve bînamazlık hastalığıdır.

En büyük belâ, doğruluktan uzaklaşmak, kebâir ve diğer günahlara bulaşmaktır. En büyük afet; sözde, özde, gözde, fiilde, işte ve meslekte yalancı olmaktır. Ahlaksızlık ve sahtekârlıktır. Allah’ı bilememek ve bulamamaktır. En büyük afet ahlaksızlık ve kebâir depremidir. Allah’ı bulan ise her şeyi huzur ve mutluluğu bulmuştur. “Allah’ın kaderine îman eden kederden kurtulmuştur.” Allah’tan gelen lütfu ve kahrı hoş bulur ve iyi karşılar. Çünkü “Allah’ı tanıyan ve itâat eden zindanlarda da olsa bahtiyardır (Mutlu ve umutludur). Allah’ı tanımayan ve itâat etmeyen, saraylarda da olsa bedbahttır (mutsuz ve umutsuzdur.)”

Cenâb-ı Allah Kur’an’da: “Ben insanları ve cinleri ancak ve ancak beni tanısınlar ve ibadet ve kulluk etsinler diye yarattım.” buyurmuştur. Mülk Suresinin başında da yine Cenab-ı Hak: “Bakalım hanginiz iyi amel işleyecek, daha güzel davranacak diye, sizi imtihan etmek için ölümü ve hayâtı Allah yaratmıştır. Allah mutlak galiptir ve çok bağışlayıcıdır.” buyurmuştur (Mülk,29/2). Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem de: “Ölüm uyarıcı ve ikaz edicidir.” buyurmuştur.

  1. Feryadı Bırak, Belâya Karşı Tevekkül ile Tebessüm Et

Cenab-ı Allah kimseye gücünün yetmeyeceği yükü yüklemez. Dünyevî zarar ve hasarlar için değil, uhrevî zarar ve hasarlar için inlemeliyiz. Kaybettiğimiz servet ve para için değil, kılmadığımız namazlar ve tutmadığımız oruçlar için üzülmeli ve ağlamalıyız. Kaçırdığımız farzlar ve sâlih ameller için feryad etmeliyiz. Maddî kayıplar sadaka hükmüne geçerken, deprem ve diğer afetlerde vefat edenler şehid sayılıyorlar.

O halde biz de Bediüzzaman Hazretleri gibi diyelim:

“Bırak bîçâre feryâdı, belâdan kıl tevekkül.

Zîrâ feryad, belâ ender, hatâ ender belâdır bil!

Cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan, gel tevekkül kıl.

Tevekkül ile belâ yüzünde gül; tâ o da gülsün.

O güldükçe küçülür, eder tebeddül.”

Meşhur Hikem-i Atâiyye’nin şu ifâdesi de anlamlı, ibretli ve düşündürücüdür: “Cenâb-ı Hakkı bulan, neyi kaybeder? O’nu kaybeden neyi kazanır? Yâni, O’nu bulan her şeyi bulur, O’nu bulmayan hiç bir şey bulmaz. Bulsa da başına belâ bulur.” (Mektûbât, s.30)

Evet, bütün mesele Allah’ı bilebilmek ve bulabilmektir. Her türlü musibet, bizi Allah’ı bulmaya ve O’na itâate çağırıyor. “Her şeyin iyisini al ve keder veren tarafı terket.” kuralına göre bize düşen, güzel olanı görebilmektir. Hikmet, rahmet ve sevap cihetini anlayabilmektir. Musibetin dilini kavramak, musibetin nereden ve niçin geldiğini idrak edebilmektir. Çünkü Rabbimiz, Mâlikimiz, Hâlıkımız bizi bizden fazla himâye eder ve korur. O’ndan geldik ve sonunda O’nun huzûruna hesap vermeye ve karşılık, mükâfat ve sevap almaya gideceğiz. Bu bakımdan Allah’ın mülkünde ve rızâsı dairesinde yaşamalı ve O’na tevekkül etmeliyiz.

Allah nâmına ve hesâbına geçen hayat, saâdet-i dâreyni netice verir. İki cihan mutluluğunun kapısını açar. Daha dünyada iken, cennet hayatının nümûnesini yaşatır. Gerçek musibet, nefis ve şeytanın esîri olmaktır. Dünyanın cazibeder fitnelerine kapılıp kebâire dalmak ve süfyanın ve deccalin tuzağına düşmektir. Gaflet ve dalâlete dalıp, insî ve cinni şeytanlara mağlup olmak musibetlerin en büyüğüdür.

“Elhâsıl, kim hayat-ı fâniyeyi esas maksat yapsa, zahiren (görünüşte) bir cennet içinde olsa da, manen cehennemdedir. Ve her kim hayât-ı bâkiyeye müteveccih ise, saâdet-i dâreyne, iki dünya mutluluğuna mazhardır. Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da, dünyasını cennetin intizar salonu hükmünde gördüğü için, hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder.” (Sözler, s. 43).

  1. Afetlere Karşı Maddî ve Manevi Tedbir Almak Farz-ı Ayındır

Bizi tedbir almaya teşvik eden güzel atasözlerimiz vardır. Bunların bazıları şu şekildedir:  “Sen işini kış tut, yaz çıkarsa bahtına.”. “Gündüz mumunu hazırlamayan, gece karanlıkta kalır.” “Tedbir bizden, takdir Allahtan.” denilmiştir. Kuran’da da Cenab-ı Hak: “Tedbîrinizi alınız.” buyurmuştur.

Aldığımız tedbirler de tevekkül inancına zıt değildir. Tevekkül; bize düşen insani görevleri yaptıktan sonra, gücümüzü aşan konuları Allah’a bırakmaktır. “Devemizi sağlam kazığa bağlayıp, ondan sonra tevekkül etmek”tir. Mesela yaptığımız evi ve binayı, ilmî ve resmî kurallara hakkıyla uyarak yapmak, malzemeden çalmamaktır. Aksini yapmak tevekkül anlayışına zıttır. Herkes üzerine düşen görevi doğru, düzgün, kanunlara ve ilmî kurallara uygun yapmalıdır.

Kuran ve hadislere göre; işini, mesleğini ve görevini doğru yapanlara muhsin denir. Kur’an’da Cenab-ı Allah: “Allah muhsinleri (yani işinin doğru ve noksansız yapanları) sever.” buyurmuştur. Demek ki bütün mesele, işinin ehli olmak ve muhsin olmaktır. Âyette de ifâde edildiği gibi, “emrolunduğu gibi dosdoğru olur, hak ve adâlet ölçülerini aşmaz isek” gerekli tedbirleri almış oluruz. “Şüphesiz Allah yaptıklarımızı görmektedir.” (Hûd, 11/112).

 

Sonuç

Hiç birimiz bu dünyaya kendi istek ve arzumuzla gelmedik. Kendi isteğimizle de bu dünyadan gitmeyeceğiz. Bu da gösteriyor ki, irademizin dışında biri bizi bu imtihan dünyasına göndermiş. O zaman şunu soracağız: Bu sınav salonuna bizi kim ne maksatla gönderdi? Bu âlemde görevimiz nedir ve ölüm sonrası nereye gideceğiz? İşte musibetler, hastalıklar ve afetler bizi bu önemli soruların cevabını bulmaya çağırıyor. Cenâb-ı Allah, bizleri ölüm sonrası cennet hayatına hazırlık yapmaya dâvet ediyor.

Yûnus Emre: “Üryan idik geldik pazara, bir kefen alıp döndük mezara.” derken, ölüm sonrasında geçerli akçenin îman ve sâlih ameller olduğuna dikkat çekiyor. Sonuçta her nefis ölümü tadacaktır. Kıyâmetin kopması ile koca dünya bile ölecektir. Önemli olan imanlı yaşamak ve imalı ölmektir. Hüsn-ü hâtimeye ermektir. İki dünya mutluluğuna kavuşabilmek, cenneti kazanabilmektir.

Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve Sellem: “İnsanlar mâdenler gibidir, altın ve bakır olanları vardır” buyurmuştur. Allahu Teâlâ; insanları musibetlerle sınıyor. Deprem, hastalık ve sıkıntılarla sabrımız ölçülüyor. “Altın mı yoksa bakır mı” diye deneniyoruz. Musîbetin ilk ânındaki sabır ve şükrümüzle şiddetli ve hiddetli sınavlara tabi tutuluyoruz.

Asıl ve en zararlı musibet, imansızlık ve ibadetsizliktir. Diğer maddî musibetler cenneti kazandırdığı ve insanı şehitlik ve velîlik mertebesine terakkî ettirdiği için, ihsân-ı İlâhidir. İkram ve lütuftur.