Umumi Hata, Umumi Musibet ve Umumi Dersleri

Communal Mistakes, Communal Calamities and General Lessons

Ahmet BATTAL, Prof. Dr., Ankara Hacı Bayram Veli Ünv. Hukuk Fakültesi

 

Özet

Bu makalede musibetler kısaca tasnif edildikten sonra ekseriyetin hatasından kaynaklanan umumi musibetlerin sebepleri ve sonuçları ele alınarak asıl musibetin ahirete ve dine gelen musibet olduğu tesbit edilmiş ve ardından da dünyevi musibetlerin rahmet cihetinin ortaya çıkarılabilmesi ve dinî musibetlerin engellenebilmesi için dünyevi musibetlerden alınabilecek dersler işlenmiştir.

Anahtar Kelimeler: Hususi-umumi musibet, maddi-manevi musibet, dine gelen musibet, musibetteki manevi rahmet, musibetin rahmet ciheti

 

Abstract

In this article, after briefly classifying calamities, the causes and consequences of general/communal calamities that mostly result from the errors of the majority are discussed, it will be shown that the real calamity is the calamity that comes to the afterlife and religion. Then, lessons that can be taken from worldly calamities are presented in order to reveal the mercy aspect of worldly calamities and to prevent religious calamities.

Key Words: Personal-General/Communal calamity, material-spiritual calamity, calamity that comes to religion, spiritual mercy in calamity, mercy aspect of calamity.

 

Giriş

(Köprü dergisi Musibetler sayısını hazırlarken Allah’ın emriyle 6 Şubat 2023 büyük zelzelesi meydana geldi ve yazılanlara ve yazılacaklara damgasını vurdu.)

İstenmeyen ve hoşa gitmeyen ama yine de başa gelen her tür hadiseyi ifade etmek için kullanılan “musibet” tabiri herkesi ilgilendirir. Çünkü aslında musibet, bir kavram ve bir vakıa olarak umumidir. Maddi ve dünyevi musibetle karşılaşmayan kişi olmadığı gibi karşılaşılmayan yer ve zaman da yoktur. Musibetten herkesin az çok hissesi vardır.

(Bu sebeple, “bu musibet neden onun değil de benim başıma geldi” denemez. Bir gün burada birilerinin başına “bu” musibet gelir. Başka bir gün başka bir yerde başka birilerinin başına da “şu” musibet gelir.)

O halde önemli olan, başa gelebilecek olan ve gelen musibete hangi duyguyla ve hangi inançla nasıl yaklaşıldığı ve ne ders çıkarıldığıdır. Bunun için ise tasnife ihtiyaç vardır.

Biz aşağıda önce bu tasnifi yapmayı deneyeceğiz. Ardından dine gelen umumi musibetlerin bazı dünyevi ve dinî neticeleri hakkında bazı değerlendirmeler yapacağız.

Bu yazıda ana kaynağımız Bediüzzaman Said Nursi olup eserlerinden yaptığımız nakilleri Yeni Asya’nın android mobil Risale-i Nur uygulamasından almış bulunuyoruz. Teyit için ve daha ayrıntılı bilgilenme için uygulamaya bakılması kâfidir. Bu sebeple Risale nakillerimiz için ayrıca dipnot ve bibliyografya vermeye ihtiyaç duymuyoruz.

A.MUSİBET TASNİFLERİ

  1. Hususi ve Şahsî Musibet-Umumi Musibet

Musibetler kişilerin başına gelebileceği gibi küçük ya da büyük grupların başına da gelebilir:

Fizikî ve ruhî hastalık ve kaza gibi istenmeyen haller şahsî musibettir. Deprem, salgın hastalık ve kuraklık toplu musibettir. Pandemi ve dünya savaşları küresel çapta bir musibettir. (Toplu veya dünya çapında görülen musibetlerin bazılarına afet de denir).

Musibetler genelleştikçe insanın dayanma gücü artar. Musibette yalnız olmadığını bilmek insana bir tür sabır gücü verir. Ancak musibet ne kadar umumi olursa olsun, alınacak ders hususidir ve bu ders ihmal edilmemelidir. Zira dünyevi dostlar insana ancak kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Musibetin gafletten uyandırıcı ve hayra vesile olucu etkisi için öncelikle bu “enfüsî âlem”in bilinmesi ve enfüsî tefekkürün yapılabilmesi lazımdır.

  1. Tedbirin Kestiği ve Kesemediği Takdir

Tedbiri alınabilen ve tedbirlerle engellenebilen ya da tesiri küçültülebilen musibetler olduğu gibi tedbirlerle önleme çaresi neredeyse hiç bulunmayan musibetler de vardır:

Depreme karşı tedbir, çoğu zaman, -Japonya’da olduğu gibi- işe yarar. Ama pandemiye karşı tedbir ancak sınırlı bir mana ifade eder. Bunların hepsinin çaresi ve tesiri aynı kapsamdadır. İnsanoğlu aklıyla ve ilmiyle bu musibetlerin dünyevi tesirlerinden kurtulmaya çalışır.

Trafik kazaları trafik kurallarının geliştirilmesi ve iyi uygulanması sayesinde azaltılabilir. Ama göktaşına karşı alınabilecek tedbirler sınırlıdır. (Bir süre önce dağ başındaki çobanın tepesine küçük bir uçağın düşmüş olması ve benzeri bazı hadiseler, tedbirin musibet karşısındaki anlamını ve değerini sorgulamamıza yardımcı olur).

Bilimsel faaliyetler sonucu bulunan yeni ilaçlar ve anti virüsler vb. yardımıyla bazı hastalıkları azaltmak ve hatta bazılarını tamamen ortadan kaldırmak mümkündür. Ama laboratuvar riskleri de bir tür musibettir ve bu faaliyetin zaruri sonucu durumundadır.

  1. Acze Düşüren Musibet-Kudreti Bulduran Musibet

Musibeti algılama biçimi de kişiden kişiye ve inanca göre değişir:

Gözü gibi baktığı ve gerekirse hayatını feda etmeye hazır olduğu çocuklarının kendisinden önce çeşitli sebeplerle ve farklı zamanlarda vefat ettiğini gören bir anne için bu ölümler zahiren birer musibettir. Ancak çocuklarının cennete gittiğine görür gibi inanan bir anne “ahiretimi mamur edebilirsem ben de bir gün onların yanına gideceğim ve yeniden buluşacağım” diyerek ahiret inancıyla hüznüne ilaç bulur.

Allah’a ve kadere inanmayan bir kâfir, musibete karşı sadece tedbiri bilir ve tedbirden fazlasını (kaderi-takdiri) kabul etmeyeceği için acizdir. Allah’a ve onun takdirine doğru şekilde ve kuvvetle inanan bir mümin ise tedbirini alır ve sonra tevekkül eder. Ölümü de, ölüme sebep olan musibetleri de, hoş görür ve hoş karşılar. Zira O’nun kahrı da hoştur lütfu da hoştur. Tedbirini almadan takdire boyun eğen ise bunun cezasını hem dünyada musibeti yaşayarak görür ve hem de inanç zafiyetinin neticesini Allah’a karşı mahcubiyetiyle yaşar.

Mümin meydana gelebilecek musibetlere karşı tedbir almayı aynı zamanda bir imtihan sebebi olarak görür ve musibeti ya da zararını engellemeye çalışır. Meydana gelmiş olan musibetleri ise sabır ve şükür için bir imtihan olarak karşılar ve kazanmaya çalışır.

  1. Asıl Tasnif: Dünyaya ve Dine Gelen Musibet

Allah’a ve ahirete iman eden bir mümin dünyayı dünya için yaşamaz. Dünyada başına gelenlere sadece dünya için ve dünya hayatı gözüyle bakmaz. O halde müminler için asıl musibet tasnifi, dünyasına gelen musibet ve dinine gelen musibet tasnifidir.

Mü’min için dünyada “ne kadar süre” yaşadığı değil “ne kadar verimli” yani hangi niyetle ve hangi amelle nasıl yaşadığı önemlidir. Yine mü’minin hangi vesileyle öldüğü değil ahirete yönelik hangi hazırlıkla yaşayıp öldüğü önemlidir. Ahiretine hakkıyla yatırım yapmış bir mü’min dünyadaki yatırımlarının yeterliliği hakkında fazlaca endişe duymaz. Ahirete kuvvetle iman eden bir mü’min kul hakkına da önem verir ve başkalarının sadece ahiretine değil dünyasına ve dünyevi hayatına da zarar vermekten kaçınır.

Bediüzzaman Lem’alar’da, Kur’an’da geçen Eyyüb Aleyhisselam kıssasını tefsir ederken şunları söylemektedir:

“Dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmanîdir. Nasılki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki: Zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunane dönerler. Öyle de çok zahirî musibetler var ki; İlahî birer ihtar, birer ikazdır ve bir kısmı keffaretü’z-zünubdur ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve za’fını bildirerek bir nevi huzur vermektir.”

Yani (mealen);

“Müminin ahiretine zarar vermeyen musibetler, gerçekte musibet değildirler. Bir kısmı Allah’ın Rahman olmasından gelen bir ihtarıdır. Nasıl ki çoban, başkasının tarlasına tecavüz eden en öndeki koyunlarına ikaz için taş atar ve onlar o taştan hissederler ki ‘yanlış yoldayız’ ve dönerler. Yani o taş aslında baş yaran bir taş değil, koyunları zararlı işten ve yanlış gidişten kurtarmak için bir ihtardır, bu sebeple de koyunlar memnun olurlar. Aynı şekilde, çok ‘görünüşte musibet’ler vardır ki; bunlar gerçekte İlahî birer ihtar ve birer ikazdır. Ayrıca bir kısım musibetler de önceki işlenmiş günahları temizleyen kefarettir. Diğer bir kısmı ise gafleti dağıtmak ve insaniyetinden gelen acizliğini ve zayıflığını bildirerek insana bir nevi Allah’ın huzurunda olma hissini vermek içindir.”

Bediüzzaman aynı yerde dine gelen musibet için ise şunu söylemektedir:

“Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlahiyeye iltica edip feryad etmek gerektir.”

Yani (mealen):

“Asıl musibet ve zararlı musibet, dine yani insanın inancına ve muamelatına ve dolayısıyla ahiretinin kalitesine gelen musibettir. Dinî musibetten her vakit Allah’ın dergâhına sığınıp feryad etmek gerekir.”

Bu İkinci Lem’a için Lem’alar’ın sonundaki “Fihrist”te yapılan özet ise şu şekildedir:

“Bu risale, maddî musibetleri, ehl-i iman için musibetlikten çıkarıyor. Asıl ehemmiyetli musibet, kalbe ve ruha gelen dalalet musibetleri olduğunu beyan ettiği gibi; musibetzedelerin ömür dakikaları ehl-i sabır ve şükür hakkında ibadet saatleri hükmüne geçip şekva kapısını kapar, daima şükür kapısını açar bir risaledir.”

Yani (mealen):

“Bu risale, maddî musibetleri, ehl-i iman için musibetlikten çıkarıyor. Asıl önemli musibetin kalbe ve ruha gelen dalalet musibetleri olduğunu açıklıyor. Ayrıca hakkıyla sabredebilen ve şükredebilen musibetzedelerin ömür dakikalarının ibadet saatleri hükmüne geçtiğini anlatarak musibetten şikayet kapısını kapatan, daima şükür kapısını açan bir risaledir.”

Özetle, dünyevi musibetleri engelleyebilmek ya da menfi tesirlerini azaltabilmek için ilim ve akıl ile çalışmak gerekli olduğu gibi musibetlerden ahiretimiz için de ders almak ve ahiretimize gelen musibetleri de teşhis edip çareler aramak gereklidir.

 

B. DİNE GELEN MUSİBET

Bu dünyada cana ve mala gelen dünyevi musibetler, musibete maruz kalan kişiler için birer imtihan sorusudur. Sabreden ve bilhassa şükreden, zaten her hâlûkârda kaybedeceği dünyayı, istemediği veya ummadığı bir tarzda gelen bir musibetle de kaybetse neticede ebedi hayatını ve ahiretini kazanır. Dünyada kaybettiklerinin yerini ahirette baki bir surette doldurur. Dünyadaki eziyetin mükafatını ahirette kat kat alır.

Buna karşılık zalimlik, günahlar ve inançsızlık insanın ebedi hayatını mahveder. Bu sebeple asıl musibet bu musibettir. Üstelik bu musibete düçar olan, çoğu zaman deve kuşu gibi başını kuma gömer ve başına gelen musibetin büyüklüğünün ve şiddetinin farkında olmaz. Bu makalenin bir maksadı da bu konuda uyarıcı olabilmektir.

Açıklamaya geçmeden önce bir örnek verelim:

2013’teki 17-25 Aralık sürecinde ve sonrasında ve bilhassa 2016’daki 15 Temmuz darbe girişiminde ve sonrasındaki 20 Temmuz OHAL sürecinde hem devlet sistemi ve kamu düzeni ve hem de hukuk düzeni bozuldu ve çok kişi adeta bir manevi depremin altında kaldı. Yüzbinlerce ve belki de milyonlarca kişi “terörist” olmakla ya da terör örgütü ile irtibatlı veya iltisaklı olmakla suçlanıp damgalandı. Bu büyük bir zulümdü ve çoğunlukla dindarların birbirine karşı davranışları niteliğindeydi. Bu olaylarda kardeşlik hukuku yerle bir oldu, çok kişilerin dünyası da ahireti de zarar gördü. Ama toplumun geneli, başka birçok örnek olayda olduğu üzere, bu zulümlere duyarsız kaldı.

Ardından 6 Şubat 2023’te “asrın felaketi” olarak nitelendirilen bir maddi zelzele oldu ve çok kişinin dünyası zarar gördü. Bu bir maddi musibet olduğu için herkes gördü ve hissetti. Başını kuma gömen pek olmadı.

Oysa asıl musibet kardeşlik hukukunu yerle bir eden ve kitleselleşen zulümlerle milletin ahiretine zarar veren manevi musibetti. O halde bu musibetten de ders alarak musibetteki rahmet cihetini görüp göstermek ve manevi hizmetlere daha fazla ağırlık vererek gereğini yapmak lazımdır.

  1. Dine Gelen Zulüm Musibeti

Zulüm istenmez. Zalim de zulmü çoğu zaman zulüm olsun diye yapmaz. Fakat insan nefis sahibi bir varlıktır ve zulmedebilecek kadar kudrete sahip olan her insan bu konuda da nefsine uyabilir. Allah’ın kainatta koyduğu kanun budur. Bilhassa insandaki negatif (itici) kuvvetlerin (kuvve-i dafia ya da kuvve-i sebuiyye-i gadabiyyenin) ifrat mertebesi tehevvür yani zalimin zulmüdür.

Kâinatta aslolan; adalet, merhamet ve şefkattir. Ama zulüm ve ceberrutluk da olur ve olacaktır. İnsanın, kendisine şeriatça konulmuş olan haddi aşıp zulme taşması insanın hayvanî ve nefsanî yönünün eseri ve neticesidir. İnsanlar arasında tam ve mutlak adalet bu dünyada değil ahirette tecelli edecektir.

Nitekim Bediüzzaman Münazarât’ta “Şu pis istibdat ne vakitten beri başlamış, geliyor?” sorusuna “İnsanlar hayvanlıktan çıkıp geldiği vakit, nasılsa bunu da beraber getirmiştir.” cevabını veriyor.

Devamında “Demek şu istibdat hayvaniyetten gelmedir?” sorusuna da “Evet… Müstebit bir kurt, bîçare bir koyunu parça parça etmek, daima kavî, zayıfı ezmek, hayvanların birinci düstur ve kavânîn-i esâsiyesindendir.” diyor.

Ve devam ediyor: “Şeriat-ı Garrâ zemine nüzûl etti; ta ki, zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insâniyetin siyah lekesini izâle etsin; hem de, izâle etti.” Yani (mealen) “Vahiy yoluyla gelen şeriatlar ve son olarak İslam şeriatı insana adaleti sağlaması için gönderildi. Şeriata uyulduğu nisbette yeryüzü temiz ve insanın yüzü ak olacak ve insanın hayvanlıktan gelme özellikleri giderilebilecektir ve giderilebilmiştir.”

  1. Adaletin Tam Tecelli Mekânı: Ahiret

Esasen hayvanlar âleminin ve kâinatın temel kanunu adalet ve müsavattır. Ama yine bu dünyanın imtihan dünyası olmasının da bir neticesi olarak kâinatta insan (ve cinler) için ve bazı yönlerden insana benzeyen hayvanlar için zulüm de vardır. (Hatta hayvanlar âleminde de şefkatin suiistimalinin ve zulmün örnekleri vardır ve onlar için de hesap günü vardır.)

Önemli olan adaletin bu dünyada ipuçlarını görmek ve böylece hakiki ve tam adaletin ahirette tecelli edeceğine güvenip Allah’ın mutlaka adil olduğuna inanmaktır. Bu inanç insanı ahirette Allah’ın tam adaletine ve merhametine muhatap edecektir.

Nitekim Bediüzzaman Sözler’deki 10. Sözde (Ahireti ve haşre imanı esma-yı hüsna ile ispat ve tasvir ettiği Haşir Risalesinde) bir haşiyede (dipnotta) bu konuda şunu ifade etmektedir:

“Evet, adâlet iki şıktır: Biri müsbet, diğeri menfîdir. Müsbet ise, hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adâletin bu dünyada bedâhet derecesinde ihâtası vardır. Çünkü, “Üçüncü Hakikat”te ispat edildiği gibi, herşeyin istidad lisâniyle ve ihtiyac-ı fıtrî lisâniyle ve ıztırâr lisâniyle Fâtır-ı Zülcelâlden istediği bütün matlubâtını ve vücud ve hayatına lâzım olan bütün hukukunu, mahsus mîzanlarla, muayyen ölçülerle bilmüşâhede veriyor. Demek, adâletin şu kısmı, vücud ve hayat derecesinde katî vardır. ./. İkinci kısım menfîdir ki, haksızları terbiye etmektir. Yani, haksızların hakkını, tâzib ve tecziye ile veriyor. Şu şık ise, çendan tamamıyla şu dünyada tezâhür etmiyor, fakat o hakikatin vücudunu ihsâs edecek bir sûrette hadsiz işârât ve emârât vardır. Ezcümle, Kavm-i Ad ve Semûd’dan tut, tâ şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar, gelen sille-i te’dib ve tâziyâne-i tâzib, gayet âlî bir adâletin hükümran olduğunu hads-i katî ile gösteriyor.”

Yani (mealen):

“Evet, adâlet iki türlüdür: Biri pozitif, diğeri negatif adalettir. Pozitif adalet, hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adâlet bu dünyayı çok açık şekilde kuşatmıştır. Çünkü Allah yarattığı her şeye, o şeyin bütün isteklerini ve vücuduna ve hayatına lâzım olan bütün haklarını, o şeye has ölçeklerle ve belirli ölçülerle veriyor. Demek, adâletin şu kısmı, varlığın  ve hayatın varlığı derecesinde bir kesinlikle vardır. ./. İkinci kısım negatif adalettir ki, haksızları terbiye etmektir. Yani, Allah haksızların hakkını, azap ve ceza ile veriyor. Gerçi bu tür adalet bu dünyada tam olarak açığa çıkmıyor. Fakat o hakikatin varlığını hissettirecek bir biçimde sayısız işaretler ve ipuçları vardır. Bu kapsamda, Kur’an’da bildirilen Ad ve Semûd kavimlerinin başına gelenlerden tutalım da şu zamanın günahta inatçı kavimlerinin başına gelenlere kadar bütün terbiye tokatları ve ceza kırbaçları, gayet büyük bir adâletin bu dünyada da hükmettiğini, elbette anlamak isteyenlere, kesin bir sezgi ile gösteriyor.”

Demek insanlar arasında adaletin de Allah’ın insanlara adaletle hükmetmesinin de örnekleri ve ipuçları bu dünyada vardır. Ama bu adaletin asıl tecelli yeri ahirettir ve ahirete yani cennete ve cehenneme bilhassa bunun için ihtiyaç vardır.

  1. Musibet-Adalet İlişkisi

Zulüm zalim için de mazlum için de bir musibettir. Ama mazlumun musibeti dünyevidir. Zira onun dünyasına zarar verir. Zalimin musibeti ise uhrevidir. Zira bu dünyada hakkıyla görülmeyen her hesap ahirette kul hakkı olarak ve ağır bir surette zalimin karşısına gelecektir. (Hangisinin daha zararlı olduğunu varın siz hesap edin.)

Allah hesap gününde müminlerin günahlarını ve sevaplarını adalet terazisinin birer kefesine koyacak ve hangi taraf galip gelirse ona göre muamele edecektir. Sevabı fazla olan –İnşallah- doğrudan cennete ve günahı fazla olan ise cezasını çekmek üzere önce cehenneme gidecektir.

Bir mümin bir canlıya zulmettiğinde bu fiil onun günahıdır. Tövbe istiğfarla ve mümkünse helalleşmeyle günahından temizlenebilir. Zulüm tek fiil olmaktan çıkıp tekrar edilirse bu tekrar hali failin ismini de “zalim” yapar. Adı Adil ya da Adile de olsa kendisi zalimdir. Zalimin zulmü genelleşirse veya süreklilik kazanırsa o zalim kişi artık “zalim” sıfatına sahip olur. Kalbi kararır. Hesabı da o oranda zorlaşır.

Zulüm “insana zulüm” mahiyetinde olursa kul hakkı ihlal edilmiş olur. Allah kuluna kendi küllî iradesinden bir pay olarak verdiği cüz’î irade sebebiyle kendi hakkını koruma ve hakkından feragat etme yetkisini de irade sahibi kıldığı o kuluna devretmiştir. O halde kul bu hakkından vazgeçmedikçe Allah bu günahı silmeyecek, kuluna zulmeden kulunu affetmeyecektir.

Ayrıca günahlar çoğaldığında bunların küfre dönüşme riski vardır. Zulüm günahının küfre dönüşmesi riski de zalim mü’minin “herçibad abad” ya da “battı balık yan gider” demesinden kaynaklanır. Böylece imanı da elinden uçup gider ve ahireti ebediyen mahvolur.

C. UMUMİ MUSİBET

  1. Umumi Musibet ve Muhtemel Sebebi

Bediüzzaman Mektûbât’ta Hakikat Çekirdeklerinin 62.sinde “Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasından terettüb eder” (genel musibetler çoğunluğun hatasından kaynaklanır) diyor.

Kişilerin hususi günah ve hataları gibi görülen bazı hataların umumi musibete sebep olması meselesini ise Sözler’de zelzele türünden umumi musibetleri tahlil ettiği 14. Söz’de şu soru ve cevapla izah ediyor:

“Bazı eşhasın hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir? Elcevab: Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle; ekser nâsın o zalim eşhasın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla manen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir.”

Yani (mealen):

“Bazı şahısların hatasından gelen bir musibetin hususi musibet olarak kalmayıp memleket geneline yayılmasının ve umumî musibet şekline girmesinin sebebi nedir? Elcevab: Çoğu insanlar, o zalim şahısların hareketlerine, fiilen destek olarak veya fiilen destek olmasalar da bu zulümleri gerekli görerek veya hoş görerek taraftar olmak suretiyle manen iştirak ederler. Çoğunluğun hatasının umumî musibete yol açacak olması genel bir kaide olduğundan, bu durum da genelleşen musibetlere sebep olur.”

Özetle; zalimin zulmüne susmak ya da kalben taraftar olmak o zalimin zulmünü ve dolayısıyla günahını artırmaktadır. Böylece küçük gibi görünen bir günah büyümekte ve umumi musibetin gelmesi için kader planında zemin hazır hale gelmektedir.

Bediüzzaman bu mevzuyu yine Kastamonu Lahikasındaki bir mektubunda da şu şekilde izah etmektedir:

“Bu asrın acib bir hâssasıdır. {(Haşiye): Yani elması elmas bildiği halde, camı ona tercih eder.} Bu asırdaki ehl-i İslâm’ın fevkalâde safderûnluğu ve dehşetli cânileri de âlîcenabane afvetmesi; ve bir tek haseneyi ve binler seyyiatı işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibadı mahveden adamdan bir tek haseneyi görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan; safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine belki teşdidine kader-i İlahiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız derler. Evet elması bildiği (âhiret ve iman gibi) halde, yalnız zaruret-i kat’iyye suretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer’iye var. Yoksa küçük bir ihtiyaçla veya heves ile veya tama’ ve hafif bir korku ile tercih edilse; eblehane bir cehalet ve hasarettir, tokada müstehak eder. Hem âlîcenabane afvetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini afvedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkaların hukukunu çiğneyen cânilere afuvkârane bakmağa hakkı yoktur, zulme şerik olur.”

Yani (mealen):

“Bu asrın insanlarının acayip bir özelliği şudur: Bir elindeki elmasın elmas olduğunu bildiği halde, öbür elindeki camı ona tercih eder. Bu asırda Müslümanların safderûnluk derecesindeki olağanüstü saflığının bazı sonuçları şunlardır: Ağır suçlar işleyen dehşetli suçluları da –sanki affetmeye hakkı varmış gibi- onurlu ve cömert bir biçimde affeder. Bir tek iyilik yapan ama buna karşılık binlerce kötülük yapan ve binlerce kişinin uhrevi ve dünyevi haklarını çiğneyip dünyasını ve ahiretini mahveden bir adamın o bir tek iyiliğini öne çıkarıp abartır ve ona ve dolayısıyla da onun zulmüne bir nevi taraftar olur. Aslında azınlığın da azınlığı durumunda olan inançsızlar ve günahçılar böylece desteğini aldıkları safdil taraftarları ile birleşip bir çoğunluk oluştururlar. Böylece, çoğunluğun hatasından kaynaklanan türden genel musibetin devamı ve sürmesi ve hatta şiddetlenmesi için kader-i İlahiyeye fetva verirler; ‘biz buna müstahakız’ demiş olurlar. Ahiret ve iman gibi elmasları elmas olarak bilen bir müminin, elmasa benzeyen ama aslında elmas olmayan cam parçaları hükmündeki dünyayı ve dünya malını ahirete tercih etmesine, şeriat, ancak ve sadece kesin zaruret halinde ve geçici olarak ruhsat veriyor. Yoksa, küçük bir ihtiyaçla veya heves ile veya tamahkârlıkla ve hafif bir korku ile dünya ahirete tercih edilse; bu, aptalcasına bir cehaletten kaynaklanan zararlı bir tercih olur ve bu tercihi yapanı da musibet tokadına müstahak eder. Hem zaten bir kişi, onurlu ve cömert bir tavırla, ancak yalnızca kendisine karşı işlenen bir suçu affedebilir. Çünkü kişinin kendi hakkından dilediği gibi ve dilediği sebeple vazgeçme hakkı vardır ama başkalarının haklarını çiğneyen ağır suçlulara affedercesine bakmaya kimsenin hakkı yoktur. Bunu yapan, o suçlunun suçuna ve zulmüne ortak olmuş olur.”

Özetle, zalimlerin bazı küçük iyiliklerini abartıp öne çıkararak onların zulümlerini görmezden gelmek demek, zulme taraftar ve ortak olmak ve böylece zalimlerin sayısını ve kuvvetini artırmak demektir. Bu durum, çoğunluğun hatasından kaynaklanan türden umumi musibetlerin gelmesine sebep olur. Kendi hatalı davranışlarıyla bu tür bir umumi musibete fetva verdirenler, zalimlerin zulmünden de ve musibetzedelerin zararından da -dünyada değilse de ahirette- manen sorumlu olurlar.

  1. Umumi Musibet ve Sonucu

Umumi musibetin gelmesine zalimane davranışlarıyla sebep olanlar, dolaylı olarak, bu musibetten zarar gören musibetzedelerin haklarını da ihlal etmişler demektir. Bu bir kul hakkıdır. Kul bizzat kendisi feragat etmedikçe Allah bu hakkı görmezden gelmeyecektir.

O halde Enfal Suresinin “Öyle musibetten kaçınız ki; geldiği vakit zalimlere mahsus kalmaz, masumlar ve mazlumlar da içinde yanar.” mealindeki 25. ayetinin ikazı aslında kul hakkının varlığını bilen ama bu hakka yeterince riayet etmeyen kişilere yöneliktir.

Ekseriyetin hatasından kaynaklanan umumi musibetlerde zarar gören masumların kul hakkından korkmak gerekir. Bu korku hem kuvvetlileri zayıflara zulmetmekten korur ve hem de gücünü zalimin zulmüne dur demekte kullanmasını sağlar. Kuvvetin hakkın emrinde olması lüzumunun bir manası da budur.

Zulmü görmezden gelen müminler kuvve-i dafianın (kuvve-i sebuiyye-i gadabiyenin) tefrit mertebesi olan cebanet hastalığı ile maluldürler. Kendilerine göre bir bahane bulur ve zulümleri görmezden gelmeyi bir hayat tarzı haline getiriler. Oysa ifrat ve tefritten uzak olarak dengede ve istikamette kalmayı ifade eden adalet, zulmü görmezden gelmemeyi, aksine, eliyle ve diliyle engellemeye çalışmayı ve en azından kalbiyle buğz etmeyi gerektirir.

D. DİNE GELEN UMUMİ MUSİBETTEKİ RAHMET CİHETİ

Gelecek açısından mümine düşen, cüz’î iradesini doğru yönde kullanmak ve tedbir almaktır. Geçmiş açısından ise mümini vazifesi kadere teslim ve razı olmaktır. Mümin, başına gelmiş olan her bir musibet için “olanda hayır vardır” prensibi gereğince bakar ve Allah’ın takdirindeki hayrı ve işareti görmeye çalışır. Zira “her şey güzeldir” ve “ya bizzat güzeldir ya da neticeleri itibariyle güzeldir”. Ayrıca mümin kişi, zalim insanlar eliyle kendi başına gelen zulüm ve musibette adil kaderin cilvesini de arar ve bulmaya çalışır. Zira beşer zulmetse de kader adalet etmektedir. O halde müminler dünyevi musibetle karşılaştığında bunun aynı zamanda dine gelen bir musibet olmasını engelleyebilmek için musibetin dersini ve rahmet cihetini de aramalı ve bulmalıdır.

  1. Maziden Dersler

İslam dünyasında ve bilhassa Müslümanlar arasında şu ya da bu sebeplerle yaşanmış veya yaşanmakta olan ve hem kardeşlik hukukunu bozan ve hem de zalimin ahiretine ve mazlumun da dünyasına musibet getiren kitlesel bazı zulüm hadiselerinin hesabının, ahirette, bizzat Allah tarafından, adeta kılı kırk yararak ve adeta tereyağından kıl çeker gibi kolaylıkla halledileceği açıktır.

Ancak o büyük hesabın varlığına inanıyor olmamız, bu hadiselerin dünyevi arka planını da okumamıza ve bazı hikmetler arayıp bulmamıza ve bu hikmetler üzerinden giderek dersler çıkarıp gereğini yapmamıza mani değildir.

Bu ders için Kur’an’ın bu asra bakan dersini veren bir hikmet ve adalet kitabı olan Risale-i Nurun tarihî hadiselere ve derslerine bakışından faydalanmak gerekir. En iyi örnek, aşağıda da vereceğimiz üzere, Asr-ı Saadette ve sonrasında yaşanan bazı hadiselere bakıştır.

Bediüzzaman Hazretleri, Mektubat’ta, Peygamberimiz (ASM)’in mucizelerinin ve hikmetlerinin anlatıldığı Mucizat-ı Ahmediye adlı 19. Mektupta, Hazreti Peygamberin gelecekten verdiği haberler türünden mucizelerini ele aldığı kısımda, ilgili bahis bağlamında şu önemli soruyu soruyor:

“Mübarek İslâmiyet ve nuranî Asr-ı Saadetin başına gelen o dehşetli kanlı fitnenin hikmeti ve vech-i rahmeti nedir? Çünki onlar, kahra lâyık değil idiler?”

Yani (mealen) “Mübarek İslâmiyetin ve aslında kahır ve perişaniyete layık olmadıkları halde nuranî Asr-ı Saadet müminlerinin başına gelen o dehşetli ve kanlı fitnenin hikmeti ve rahmet yönü nedir?”

Ve kendi sorusuna şu cevabı veriyor:

“Nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebatatın, tohumların, ağaçların istidadlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar; fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de: Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidadları tahrik edip kamçıladı; “İslâmiyet tehlikededir, yangın var!” diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Herbiri, kendi istidadına göre câmia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemal-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadîslerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-i imaniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur’anın muhafazasına çalıştı ve hâkeza.. Herbir taife bir hizmete girdi. Vezaif-i İslâmiyette hummalı bir surette sa’yettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin aktarına, o fırtına ile tohumlar atıldı; yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat maatteessüf o güller ve gülistan içinde ehl-i bid’a fırkalarının dikenleri dahi çıktı. … Güya dest-i kudret, celal ile o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziye ile pek çok münevver müçtehidleri ve nuranî muhaddisleri, kudsî hâfızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâmın aktarına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâmı heyecana getirip, Kur’anın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı…”

Yani (mealen fakat takip kolaylığı için paragraflara bölerek verirsek):

1) Baharda gelen dehşetli ve yağmurlu fırtınalar, görünüşte musibettir ama bitki türlerinin, tohumların, ağaçların kabiliyetlerini harekete geçirir ve geliştirir ve bu sayede onların her biri kendine mahsus çiçek açar; fıtrî birer vazife başına geçer.

2) Aynen bu örnekteki gibi Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki çeşitli kabiliyetleri tahrik edip kamçıladı; “İslâmiyet tehlikededir, yangın var!” diye her grubu korkuttu, onları İslâmiyet’i muhafazaya koşturdu.

3) O grupların her biri, kendi kabiliyetine göre İslâm camiasının çok ve çeşitli vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, tam bir ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadislerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı iman hakikatlerinin muhafazasına, bir kısmı Kur’an’ın muhafazasına vs. çalıştı… Her bir grup bir hizmete girdi. İslâmî vazifelerinde tam kapasiteyle çalıştılar. Bu hizmetler sayesindedir ki o dönemden sonra dünyanın dört bir tarafında muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Çünkü bugün bakıldığında pek geniş olan İslâm âleminin dört tarafına o zamanda o fırtına ile atılmış olan manevi tohumlardır ki dünyanın yarısını gülistana çevirdi.

4) Fakat ne yazık ki o güller ve gülistan içinde bid’acı grupların yanlış fikir ve tavır akımlarından oluşan bazı dikenler de çıktı. …

5) Sanki Allah’ın kudret eli, o dönemi, Celâlî isimlerinin tecellileri ile çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, böylece de himmet ehli müminleri gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir merkezkaç/itici kuvvet ile pek çok aydın içtihat imamlarını ve nuranî hadis alimlerini, kudsî hâfızları, asfiyaları, aktabları, Allah, İslâm aleminin dört bir tarafına uçurdu, hicret ettirdi. Doğudan batıya kadar Müslümanları heyecana getirip, Kur’an’ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı…”

Özetle, asr-ı saadette yaşanmış olan o tatsız hadiseler beşer açısından bakıldığında bir yönüyle zulümdü ama kader açısından bakılan yönüyle de rahmet oldu. Zira o feci olaylar sebebiyle bir kısım müminler Mekke ve Medine’den ve devlet ve iktidar merkezlerinden sürüldüler veya uzaklaştılar ama gittikleri yerlerde de bu kere sivil alanda kalarak dine hizmet ettiler ve İslam’ın yayılmasına vesile oldular. Ama bu yayılmanın bazı yan tesirleri ve olumsuz sonuçları da oldu. Bizler de o hadiselerden ders alırken neticenin iki yönünü de görmeli ve tedbir almalıyız.

  1. Dersin Bugüne Yansıması ve Neticesi

Asr-ı Saadette ve sonrasında yaşanmış tatsız hadiselerin benzerleri sonraki yüzyıllarda da görüldü ve görülmeye devam ediyor ve edecek. O halde bu neviden musibetlerin yukarıdaki gibi rahmet müjdeleri de önemlidir ve ders almak gereklidir.

Yukarıdaki dersin en önemli taraflarından biri, 4. paragraftaki “güller arasından çıkan dikenler” meselesidir.

Anlaşılıyor ki tarihte asr-ı saadette ve sonrasında yaşanmış olan o hadiselerde Mekke-i Mükerreme’den ve Medine-i Münevvere’den sürülen Al-i Beyt mensupları ve “muhalif” denilen dostları, gittikleri yerlerde din hizmetlerini daha fazla ve daha geniş dairede yapmışlar ama bu sırada “bid’a fırkaları” da denilen ve “güller arasındaki dikenler”e benzetilen bazı “yan tesirler” de ortaya çıkmıştır.

Benzer hadiselerin sonraki asırlarda da yaşanmış ve yaşanacak olması, bir yandan bu hadiselerin arka planına ve kaderin adaleti yönüne bakarak ders çıkarmamızı ve diğer taraftan da bu “bid’a fırkaları” ve dikenler konusunda uyanık olmamızı gerektiriyor.

İslamiyet’in sadece geleneğine değil aynı zamanda özüne de aykırı olan bu tür sapıklıkların bazı tipik özellikleri vardır. Genellikle ifrat ve tefrit biçimindedirler ve aşırıdırlar. Kanaatimizce bazı özellikleri şöyle sayılabilir:

-Aklı veya kalbi ihmal ederler.

-Aklı veya vahyi ihmal ederler.

-Öncelikleri ihmal ederler.

-Hikmeti veya hükümeti ihmal ederler.

-Dua ile yetinir ve netice için gerekli sebepleri ihmal ederler.

-Hedefe kilitlenirler ve yöntemin meşruiyetini ihmal ederler.

-Hedefe kilitlendiklerinden hileyi kendilerine mübah görürler.

-Şahsî kabiliyetleri (karizmayı) öne çıkarırlar ve ortak aklı bulmayı sağlayan meşvereti ihmal ederler.

-Şefkati ihmal ederler ve şiddeti meşrulaştırarak asayişi ihlal ederler.

-Şefkati suiistimal ederler ve hiddet ve celali celbederler.

-Masumun hakkını, kul hakkını ve adaleti ihmal veya ihlal ederler.

-Devleti ya gereğinden fazla önemserler ve hatta kutsarlar ya da düzeni ve devleti tamamen önemsiz görür ve ihmal ederler.

-Bireyselleşmeyi tamamen reddederler veya gereğinden fazla önemseyip abartırlar.

-Geleneğe gereğinden az ya da fazla değer verirler.

-Yanlış kıyaslarla hareket ederler ve yanlış hükümler verirler.

-Halis niyeti, samimiyeti, hürriyeti ve ihlası ya her şey için yeterli zannederler ya da önemsiz ve değersiz görürler.

Özetle, müminler arasındaki münakaşaların bitirilebilmesi için, kardeşlik hukukunun bozulması biçimindeki musibetlerin rahmete dönebilmesi için ve musibetzedelerin manevi mükâfatlarını alabilmeleri için, iman ve Kur’an hizmetleri, yeni alanlara açılarak ve ifrat ve tefritlerden uzak kalarak sürdürülmeli ve artırılmalıdır.

 

SONUÇ

Musibetlere bakışımızda esas ölçümüz asıl musibetin ve muzır musibetin dinimize ve ahiretimize gelen musibet olduğunu bilmektir. Bunu anlayınca dünyevi musibetlerin sabırla ve şükürle karşılanması mümkün olur. Bunlar mümin için birer imtihan sorusudur.

Hayata, olaylara ve musibetlere hikmet ve adalet nazarıyla bakan mümin, başına gelmiş olan dünyevi musibetten mahzun olmaz, bilakis sabır ve şükürle mukabele eder ve tekrarına mani olacak tedbirleri alır.

Zulüm ve bilhassa kitleselleşmiş zulüm de bir musibettir ve mazlumun genellikle sadece dünyasına zarar verirken zalimin ise bilhassa ahiretine zarar verir. Aynı zamanda kardeşlik hukukunun da bozulmasına sebep olur. Ahiretimize de zarar veren türden musibeti gerçekten engellemenin yolu, başa gelen musibetlerden ders çıkarmak, adil kaderin bu tür bir musibete neden fetva verdirdiğini bulup tedbir almak ve ifrat ve tefritten uzak kalarak manevi hizmetleri sürdürüp artırmaktır.