Head scarf Issue

BÖLÜM I: HAK BAĞLAMINDA BAŞÖRTÜSÜ

 1-a) Hak Kavramı ve Verilmiş Haklar

İnsanın, sırf insan olduğu için sahip olduğu bazı haklar vardır.
Bunlar verilmiş haklardır, kazanılmış haklar değildir. Mesela, insanın kendi
iradesi ve iktidarı haricinde bir vücut ve hayat sahibi olarak dünyaya gelmesi,
onun yaşama hakkına sahip olduğunu göstermektedir. Bu hakka sahip olmak için
insanoğlu herhangi bir çaba sarf etmemiştir. Bununla berâber, insanın sahip
olduğu her bir hak, insana belirli vazifeler ve sorumluluklar yüklemektedir.
Örneğin insanın yaşama hakkına dikkat ettiğimizde, her ne kadar insan kendi
isteğiyle bu hakka sahip olmamışsa da, bu hakkını yaşamak ve korumak için
kendisinde doğuştan gelen bir eğilim vardır. Bu eğilim herkeste vardır. İntihar
mevzusu bahisten hariçtir. Ancak, bir insanın yaşama hakkına sahip olması,
şartlar ne olursa olsun, diğer insanların da kendisi gibi aynı hakka sahip
olmaları gerektiği bilincini vermektedir. Bazılarının güçlü ve iktidar sahibi
olması, diğerlerini yaşama hakkından mahrûm bırakmaz veyahut bırakmamalıdır.
Yaşama hakkının insana yüklediği bir vazife de insanın kendi hayatı gibi diğer
insanların hayatını da korumak için gayret göstermesidir. Belki de, bir insanın
haksız yere öldürülmemesi için bütün hayatını bu uğurda harcamalıdır. Fakat en
başta korunması gereken hak (yaşama hakkı), en çok ihlâl edilen hakların başında
gelmektedir. Bugün dünyanın bazı bölgelerinde bir kısım insanlar haksız yere
öldürülürken, diğer bölgelerinde öteki insanların buna seyirci kalıp seyrediyor
olmaları, gerçekten bir insanlık utancı ve dramıdır, belki de insanlıktan
çıkışın bir göstergesidir.

Bundan başka, insanın cevher-i ruhunda ekilen tohumlar ve
çekirdekler hükmündeki istidatlar/kabiliyetler ile birlikte, bunları geliştirmek
için gerekli maddî ve manevî donanıma sahip olarak dünyaya gelmesi, onun eğitim
hakkına sahip olduğunu açığa çıkarmaktadır. Kezâ, insanın maddesel olmayan akıl
cihazı ve düşünce kabiliyeti ile birlikte, bunları işlettirecek maddî bir organ
olan beyin aletine sahip olarak dünyaya gözlerini açması, onun düşünce özgürlüğü
hakkına ve buna bağlı olarak fikirlerini serbestçe dile getirmek için aynı
zamanda ifade özgürlüğü hakkına sahip olduğunu göstermektedir. Kezâ, insanın
fikirlerini uygulama sahasına geçirebilme yeteneğine ve ellerini kullanabilme
becerisine sahip olarak yaratılması, onun çalışma ve mülkiyet haklarına sahip
olduğu fikrini vermektedir. Bunlar gibi insanın doğuştan getirdiği daha birçok
hak (evlenme hakkı, seyahat etme hakkı gibi) vardır. İnsanın maddî ve manevî
yapısı dikkatle incelenirse ve duygularının ve fikirlerinin genişliği ve
nihayetsizliği hesaba katılırsa, bunlar açıkça görülebilir.

İnsanın diğer türlerden farklı olarak maddî bir elbiseye, yâni
doğuştan gelen bir elbiseye sahip olmadan çıplak olarak dünyaya gelmesi, onun
giyinme (örtünme) hakkına sahip olduğunu göstermektedir; aynı zamanda diğer
türler üzerinde bir hakimiyet sahibi olduğu anlamını da vermektedir. Evet,
örtünme doğal bir ihtiyaçtır. Erkek olsun kadın olsun her insanda hayâ/utanma
duygusu vardır. Çocukluktan yaşlılığa kadar ömrünün her aşamasında insan,
örtünme gereğini hissetmiştir. Çünkü hayat koşuları insanı örtünmeye
zorlamaktadır. Mesela, ikliminin aşırı sıcak ve aşırı soğuk olduğu ülkelerin
insanları, sıcaktan ve soğuktan korunmak için, ister istemez kendilerini örtme
ihtiyacını duymaktadırlar. Çöl ikliminin yazı ve karasal iklimin, özellikle
Rusya’daki kışı göz önünde bulundurulsun. Ve hakezâ diğer yaşam koşulları buna
göre kıyas edilsin.

Demek ki, örtünme gibi haklar insanın doğasında var olan
ihtiyaçlardan ileri gelmektedir. Belki de hak, bizatihi ihtiyacın kendisidir.
Zirâ, insandaki ihtiyaç dairesi görüş dairesi kadar geniştir, belki sınırsızdır.
Fikrin ve hayalîn gittiği yere ihtiyaç da gider. Belki de o fikir ve hayal
ihtiyaçtır. Yani insanı meraka sürükleyen ve insanın fikir ve hayallerini
geçmişin derinliklerine, geleceğin zirvelerine götüren, insanın ruhunu
nihayetsiz arayışlara sürükleyen insandaki sonsuz ihtiyaçlardır. Bu açıdan
bakarsak, ölümsüzlük bir istek değil, bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaçlardır ki,
toplum hayatında birer hak suretinde ortaya çıkmaktadırlar.

Verilmiş haklardan başka insanın emeği ve bilgisiyle elde ettiği
bazı haklar vardır ki, biz bunlara “kazanılmış haklar” adını vermekteyiz.
Mesela, bir insan eğitim hakkından yararlanarak öğretmenlik veya mühendislik
gibi bir meslekte çalışma hakkını elde edebilir. İnsanın kazandığı bu haklar da
kutsaldır; dolayısıyla insanın bu hakkını toplumsal hayatta pratize edilmesine
izin verilmeli ve gerekli koşullar sağlanarak mümkün hâle getirilmelidir. Bunun
gibi insanın bilgisi ve becerisiyle kazandığı öteki hakları da kıyas edilebilir.
Burada bunları sıralamaya lüzum yoktur. Az çok herkesin bilgisi dâhilindedir.
Ancak, şunu belirtmek gerekir ki, bir şey veya bir ihtiyaç veyahut bir istidat
hak olarak kabul edildikten sonra, artık o hakkın niteliğine, azlığına
çokluğuna, bireyselliğine genelliğine, yerelliğine evrenselliğine bakılmaz.
Çünkü “…hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal
edilmez. Bir cemâatin selâmeti için bir ferdin rızâsı bulunmadan hayatı ve hakkı
fedâ edilmez” (Nursi, Mektûbât, s. 42-43)

1-b) Başörtüsü (Takmak) Bir Hak mıdır?

Bir bayan örtünme ile birlikte niçin başörtüsü takmak ister?
Evvela, vücudunun diğer yerleri gibi saçını, kulaklarını, boynunu vb. yerlerini
de başkalarına göstermek istemeyebilir; ikincisi, inancının gereğini yerine
getirmekle o şekilde hareket etmek isteyebilir; üçüncüsü, düşük bir ihtimal ile
siyasî veya başka bir amaç güttüğü için öyle davranmak arzusunda olabilir.
Bunlardan ikinci ve üçüncü şıklar ileride ele alınacaktır. Şimdilik hak
bağlamında birinci şık üzerinde duralım.

Daha evvel belirtildiği gibi, örtünme doğal bir ihtiyaçtan
kaynaklandığı için bir hak olarak ortaya çıkmıştır. Sosyal hayatta insanların
geneli, baş hariç, vücudunun diğer uzuv/organlarını örtmektedir. Bir kısmı ise,
bayanlar için konuşursak, başörtüsüyle başını da örtmektedir. Hatta bunlardan
bazıları aşırı gidip yüzlerini dahi kapatmaktadırlar. Bu daha çok meselenin
inanç boyutuyla alâkalıdır. Bir bayanın şöyle demesi, herhâlde doğal bir hak
olsa gerektir: “İnsanlarla aynı sosyal ortamı paylaşırken, vücudumun bazı
organları (örneğin eller ve yüz gibi) hâriç, vücudumu örterek insanlar arasında
bulunmak isterim. Ne başkalarını vücudum ve kıyafetimle rahatsız etmek isterim,
ne de kirli bakışları üzerime çekmeye tenezzül ederim.” Buna karşın, bir başka
bayan da şöyle diyebilir: “İnsanlarla birlikte bulunurken, ne başımı ne de başka
bir yerimi örtmek zorundayım; istediğim şekilde giyinme özgürlüğüne sahibim.
Madem herkesin örtünmeye hakkı vardır, ben de istediğim şekilde giyinebilirim.
Hiç kimsenin bana karışmaya hakkı yoktur.” Bunun gibi, daha başkaları da başka
şekilde beyânatta bulunabilirler.

1-c) “Hak”ın Ölçütü nedir veya Ne Olmalıdır?

Bir şeyi hak olarak kabul etmek için kullanacağımız ölçüt ne
olmalıdır? Tek tek bireyler kendi başlarına hakkın ne olduğunu belirleme
yetkisine sahipler mi, yani her birey kendi fikirleri, inançları, beklentileri
ve isteklerine göre şunları yapmaya hakkım vardır diyebilir mi, ya da bir insan
tek başına “hak”ın ölçütü olabilir mi? Bir iki uç örnek vererek konuyu izah
etmeye çalışayım: Hayat şartlarının ağır ve dayanılmaz yükleri altında ezilip,
yaşamdan umduğunu bulamayarak hayattan küsüp ölümü hayata tercih eden birisinin
intihar etmeye hakkı var mıdır? Kezâ, çarpışmak için savaş araçlarından mahrûm
olan ve kaybettiği haklarını ve topraklarını geri almak için mücadele etmek
zorunda kalan bir Filistinlinin, Çapan’ın (2005) tartıştığı şekilde, ister barış
zamanında isterse savaş döneminde olsun, vücuduna bomba bağlayarak masum/suçsuz
insanlar arasında o bombayı patlatmak suretiyle hem kendisini hem de masum
insanları öldürmeye hakkı var mıdır? Kezâ, bir bayanın, en zor şartlarda ve en
kötü durumlarda dahi olsa, kendi vücudunu bir meta gibi satarak geçimini temin
etmek gibi bir hakka sahip midir? Ve hakezâ…

Tek tek bireylerin akılları ve fikirleri “hak”ı belirlemede
ölçüt olamaz. Hak ve hakkın temelini teşkil eden adâlet için ölçüt,
Bedîüzzaman’ın da belirttiği gibi (İşârâtü’l-İcâz: 132) ancak kanun şeklinde
olabilir. Böyle bir kanun da ancak bir hukuk sistemi/düzeni olabilir. Şu şartla
ki, bu hukuk sistemi insanın, başta belirtilen, doğuşuyla birlikte sahip olduğu
hakları göz önünde bulundurmuş ola.

Hukuk literatüründe hak şu şekilde tarif edilmiştir: “Hak,
kişilere hukuk düzeni tarafından verilen bir irade kudreti, bir isteme
yetkisidir”(Gözler, 2004). Hukuk düzenleri zaman geçtikçe değişmekte; toplumdan
topluma farklılık göstermektedir. Yüz yıl önce hak olarak kabul edilmeyen bir
şey, günümüzde insan hakları arasında yer alabilmektedir. Kezâ bugün, yani yirmi
birinci yüzyılda bile, bir hak bütün toplumlarda aynı ölçüde veya aynı derecede
kabul görmemektedir. Hak gibi hak ihlâlleri ile ilgili cezalar da ülkeden ülkeye
değişmektedir. Mesela bir cinayet suçunun cezası, bazı ülkelerde idam iken,
bazılarında ağırlaştırılmış hapis cezasıdır. Demek ki, kanunların dayandığı
hukuk düzenlerini farklı kılan insan haklarına gösterilen saygının
farklılığından kaynaklanmaktadır. Buradan çıkan sonuç şudur: Her hukuk düzeni
hak ölçütü olarak hakları belirlemede yeterli olamamaktadır. Hatta bazen
herhangi bir hukuk düzeni hak ihlâllerine zemin hazırlamakta, kimi zaman da
sebep olmaktadır.

Kanunlar ise anayasalara dayanmaktadır. Anayasa, kanunların
genel çerçevesini belirleyen ve kanunların meşruiyetini ölçen bir paradigmadır
veya bir hukuk düzeninde en üstte yer alan, genel kurallardan meydana gelmiş bir
bütündür (Gözler, 2004). Dolayısıyla, hakların da dayanağı, temeli
anayasalardır. Fakat anayasalar da sabit ve değişmez değildir. İnsan fikrinin,
bir kişinin veya bir grubun/meclisin düşüncesinin ürünü olduğu için fikirlerin-
kimi zamanda konjonktüre bağlı olarak şartların- değişmesiyle de anayasalarda da
değişiklik meydana gelmektedir. Mesela, Türkiye’de 1921 yılından 1982 yılına
kadar dört kez anayasa değişikliğine gidilmiştir. Bu bir bakıma doğal bir
süreçtir. Bu yüzden, sırf bu nedenden ötürü eleştiride bulunmak belki doğru
değildir. Ancak, insan hakları zamandan zamana ve toplumdan topluma değişen
türden şeyler değildir. Çünkü insanın yaratılışı/fıtratıyla ilgilidir. İnsanın
fıtratı değişmediği müddetçe bu haklar da değişmez. Bin asır önce de insanın
beslenme hakkı vardı; şimdi de vardır. Dolayısıyla bir hakkın bir anayasada veya
bir hukuk düzeninde bulunmaması, o hakkın hak olmadığı anlamına gelmez. Bunun
yerine, anayasaların ve hukuk düzenlerinin eksikliği ve yetersizliğini hesaba
katmak gerektir. Bu yüzden Birleşmiş Milletlerin 1948 yılında kabul ettiği
“İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”ni hakların belirlenmesi için esas ölçüt
olarak kabul etmek yetersizdir; belki hatalıdır; belki de yanlıştır. Bu
beyannameyi esas alan ve 4 Kasım 1950’de Avrupa Konseyi üyesi hükümetlerce
imzalanan “ İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme”
(convention for the Protection of Human Rights and Fundemental Freedoms) de,
yaygın bilinen ismiyle “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi” de aynı konumdadır.
(Geniş bilgi için bakınız: http://www.echr.coe.int;
http://www.inhakbb.adalet.gov.tr/aihm.htm). Mesela, bu sözleşmenin bir devamı
olarak 1998’de kurulan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Türkiye’deki
başörtüsü sorunuyla ilgili bir davada (Leyla Şahin davası) karara varırken insan
haklarından ziyade, Türkiye’deki özel koşulları dikkate almıştır (Çiftçi, 2006).

Eğer denilse ki, var olan anayasalar ve Birleşmiş Milletler gibi
uluslararası (evrensel değil) kuruluşların kabul ettikleri İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesi gibi bildiriler ölçüt olarak hakların belirlenmesinde
yetersiz iseler, o zaman ne yapalım, bunun (hak) için nasıl bir ölçüt kullanmak
lâzımdır?

1-d) Hak ve Adâlet

Yukarıdaki soru, ister istemez bizi hak ile adâlet arasındaki
ilişkinin incelenmesine zorlamaktadır. Mademki var olan somut belgeler hakların
belirlenmesinde yeterli ölçüt olamadılar. Şu hâlde, aklı doyuracak bir
açıklamaya ihtiyaç vardır. O da şudur: Hak ile adâlet arasında doğrudan doğruya
bir ilişki vardır. Şöyle ki, adâlet hak üzerinden işler; hak ise adâlet
(temelin)e dayanır. Bir yönüyle hak sahibine hakkını vermek anlamına gelen
adâlet, “dengede tutmak” demektir; yani haddi aşmamak, ne aşırı gitmek (ifrat)
ne de geri kalmak (tefrit) dengeyi muhafaza etmek demektir. Meselâ, beslenme bir
haktır. Şimdi bu hakkın adâleti şöyle olmak lâzımdır: Ne aşırı yemek, A.
Camus’un belirttiği gibi, ne gereğinden fazla yemek yiyerek hayata ihanet edip
hayatı çekilmez hâle getirmek ne de hiç yemeyip veya çok az yiyip hayat hakkına
haksızlık etmek. Yani ifrat ve tefrit, ikisi de haksızlıktır. Hakkın adâleti
sağlansın ki, yani hak dengede tutulsun ki, o hakka haksızlık edilmemiş olsun.
Demek, meselâ aşırı yemek yemek beslenme hakkına bir haksızlık olduğu gibi bu
haksızlık neticesinde vücutta bazı hastalıklar meydana gelirse, vücudu koruma
hakkına da haksızlık yapıldığı anlamı çıkmaktadır. Mademki hakkın temelinde
adâlet vardır; elbette bu prensibe riâyet etmek aklın bir gereğidir. Şu hâlde,
hiç kimsenin hayatı kendisine çekilmez kılacak derecede aşırı yemek yemesine
hakkı yoktur. İnsanları bundan men edecek herhangi bir kanun yoktur; fakat
mademki kanunlar akla dayanır, o hâlde akla göre hareket etmek lazım gelir.
Diğer haklar da buna göre kıyas edilebilir.

Mademki örtünme bir haktır; çünkü doğal bir ihtiyaçtan
kaynaklanmaktadır. Hem madem hakkın temelinde adâlet vardır. Hem madem adâlete
göre davranmamak, o hakka haksızlık demektir. Hem madem haksızlık zulüm anlamına
gelmektedir; zulüm ise cezâyı gerektirir. Hem madem adâlete riâyet, düzenin
kurulmasına veya sağlanmasına vesiledir. Elbette örtünme hakkında da adâlete
göre hareket etmek, hem aklın lâzımıdır hem de toplumun sosyal hayatı ve düzeni
için gereklidir.

Şu halde soralım: Adâlet kanununa göre örtünme hakkı nasıl
olmalıdır, başörtüsü takmak ifrat mıdır veyahut hiç örtünmemek veya çok az
örtünmek tefrit midir?

1-e) Hak, Adâlet ve Özgürlük

Hakkın temelinde adâlet vardır ve bu adâlet aklın ve hikmetin
gereğidir; fakat insanlar özgürdür, akla ve adâlete muhalefet edebilirler. Çünkü
insandaki kuvvelere ve duygulara bir had/sınır konulmamıştır. Meselâ, cinsellik,
yeme-içme, konuşma ve uykuyu içerisinde barındıran kuvve-i şeheviye (şehvet
kuvvesi) insanda bulunan üç temel kuvveden birisidir ki, yaratılış itibariyle
ona bir sınır konulmayarak serbest bırakılmıştır. Bu yüzden ifrat ve tefritlerin
meydana gelme ihtimali yüksektir(Nursi, İşârât’ül-İcâz: s.19-20). Buradan
hareketle şöyle bir fikir ileri sürülebilir: Madem insandaki kuvvelere ve
duygulara fıtraten bir sınır konulmamış; o hâlde, bunları fıtratlarına uygun bir
şekilde yaşamak herkesin hakkı olsa gerektir.

Ben de derim ki, evvela insanın yaratılışı ve yüksek cevheri ve
geniş mahiyeti göz önünde bulundurulsun, sonra da şuna dikkat edilsin ki: İnsan
kâinatın bir, belki de en son meyvesi, neticesi ve küçük bir özeti olduğu, Hz.
Ali’nin ifadesiyle kâinat insanda dürüldüğü için kâinatta bulunan özelliklerin,
velev küçük de olsa, benzerleri insanda da bulunmaktadır. Kezâ, insan kendinden
önce kâinatta var olan canlıların özelliklerini de taşımaktadır. Yani bitkisel
ve hayvanî hayat insan yaşamından önce meydana geldiği için insanda hem bitkisel
hem de hayvansal eğilimler vardır. İnsanın nefsi bu eğilimlere bakar. Zaten
insanın ilk on, on beş yılı ve bazen de, eğer yaşlılığın ileri derecesine
ulaşmışsa, ömrünün son yılları hayvan yaşamından pek farklı değildir. İlk
yıllarda biz insanlar, hayvanlar gibi yeme-içme, uyuma, boşaltım ve oynama gibi
temel fizyolojik ihtiyaçlarımızı karşılarız. Biraz da kendisine cahil/yabancı
olduğumuz hayat koşullarını öğrenir ve alışkanlıklar kazanırız. Genel itibariyle
bu böyledir; ama tamamen böyle olduğu elbetteki iddia edilemez. Zirâ zihinsel ve
bilişsel gelişimin büyük bölümü insan ömrünün ilk yarısında oluşmakta ve
şekillenmektedir. Akıl baliğ olduktan, yararlar ve zararlar ayırt edilmeye
başlandıktan sonradır ki, insanın insanî özellikleri iradesine bağlı olarak
ortaya çıkmaya ve mahiyetinin gerçek yapısı görünmeye başlar. Akıl ve aklın
ürünü olan fikirler ile kalp ve kalbin yüksek cevheri, nefis ve arzuların
karşısına çıkarlar. Bunlar insanın iç dünyasında çatışmaya başlarlar. Bunlarda
hangileri galip gelse, insan hayatı da o mihver üzerinde hareket eder.

Bundan sonra, örneğin akıl nefse şöyle diyebilir: Ey nefis,
hayvan gibi yeterince yaşadın. Artık, senin dizginlerinin benim elimde olması
lâzım gelir. Bundan böyle isteklerin/arzuların doğrultusunda dileğince yaşamaya
hakkın yoktur; böyle bir özgürlüğe de sahip değilsin. Zirâ, hem kâinattaki
varlıklara hem de toplu hâlde yaşayan insanlara tecavüz etmek ihtimali vardır.
Üstelik insanın cevher-i âlisini(yüksek cevherini) inkişaf ettirmek zamanı
gelmiştir. Kısacası, artık insan gibi, yani insan olmanın getirdiği vazifeleri
yerine getirerek ve insana yüklediği sorumlulukları taşıyarak yaşamak gerektir.
I. Kant’ın deyişiyle artık bazı şeyleri vazife bilinciyle, yani sırf insan
olduğumuz için yapmamız gerekenleri yapmamız lâzımdır.

Demek ki, insandaki sınırsız kuvveler nefse ve
arzulara/isteklere bakar. İnsanda bulunmalarının en önemli gayesi, insanın
mükemmelleşmesine/kemaline vesile olmalarıdır. Akıl, kalp ve fikir ise o
kuvvelerin sınırlandırılmasını isterler; belki de gerektirirler. Şu hâlde,
sınırsız özgürlük, akıl ve fikir itibariyle insanın mahiyetine aykırıdır. Çünkü
hakkın temelinde adâlet olduğu gibi özgürlüğün temelinde de adâlet bulunmaktadır
veya bulunmak gerektir. Adâletsiz bir özgürlük, özgürlük değildir. Adâlet ise
birey ve toplum arasında bir dengenin muhafazasını gerektirmektedir. Yani ne
toplum ve toplumun çıkarları için bireyin hakkı elinden alınmalı ne de bireyin
hakkını kullanma özgürlüğü toplumun düzenine ve refahına zarar vermelidir. Fakat
toplum düzeni ve/ya da devlet yapısı insan haklarına saygıda kusur etmemelidir.

Şimdi, hak, adâlet ve özgürlük bağlamında örtünme ve başörtüsü
ile ilgili olarak şunları söylemek imkân dâhilindedir: Örtünmek bir hak olduğu
gibi başörtüsü takmak da bir haktır. Başörtüsü takmakla ne örtünme “hak”ında
ifrat edilmiş, yani aşırı gidilmiş olunur ne de başkasının hakkına ve toplum
düzenine tecavüz edilmiş sayılır. Çıplaklık ve yarı çıplaklık ise bir hak
olmadığı gibi insanın yüksek cevherinden ve mahiyetinden bir düşüşü de
göstermektedir. Çünkü fıtrata aykırıdır. Suni/yapay yollarla nefis ve nefsin
arzuları fıtrat hâline gelmişse, o başka meseledir.

Eğer denilse ki, birey ile toplum ve/veya devlet karşı karşıya
gelirse, yani mesela bir bayan başörtüsü takmak hakkını kullanarak başörtüsü
kıyafetiyle, resmi ve kamu alanları dâhil, sosyal ortamlarda bulunmak isterse;
buna karşın devlet de bazı gerekçeler öne sürerek buna müdahale ederse, o zaman
ne yapmak lâzımdır veya meşru dairede nasıl hareket etmek gerektir? Yahut
Türkiye örneğinde olduğu gibi başörtüsü yasağından ötürü üniversite okumaktan ve
resmi dairelerde çalışmaktan vazgeçmek mi gerekir, yoksa mademki başörtüsü bir
hak olarak kabul edilmiyor, öyleyse bu haktan vazgeçip veya mahrûm kalıp okumaya
ve çalışmaya devam etmek mi lâzımdır?

Daha önce ifade edildiği gibi, nasıl ki beslenme hakkından
mahrûm kalmak, yaşama hakkını da kaybetmeye sebeptir. Öyle de, hakların çoğu
birbirleriyle bağlantılı olduğu için, bir hakkın hak olarak tanınmaması veya
kabul edilmemesi başka hakların da kaybedilmesine sebebiyet vermektedir.
Örneğimizde olduğu gibi, başörtüsü hakkından mahrûm olan birisi doğrudan doğruya
hem okuma (eğitim) hem de çalışma hakkını kaybetmekle karşı karşıya kalmaktadır.
Ya başörtüsü hakkından vazgeçip diğer haklarını elde etmeye çalışacaktır, ya da
başörtüsü hakkını koruyup diğer haklardan vazgeçecektir. Her iki durumda da
zararlı çıkan bireyin kendisidir.

Başörtüsünü bir hak olarak kabul etmeyenler diyorlar ki, “madem
başörtüsü kişinin okuması ve çalışmasına bir engeldir, o hâlde o da başörtüsünü
takmasın veya takılmasına izin verilmeyen yerlerde takmasın, diğer yerlerde
taksın. Okumak ve çalışmak için gerekirse bazı şeylerden taviz vermek gerektir.
Kanunlara karşı gelmemek lâzımdır.”

Cevaben derim: Birincisi, ne Türkiye’de ne de dünyanın başka bir
yerinde başörtüsüyle ilgili kanunî bir yasak vardır. Gerçi başörtüsü bir hak
olarak da kanunlarda yer almamaktadır; fakat din ve inanç özgürlüğü açısından
başörtüsüne, dini bir simge veya sembol ve inancın pratik bir uygulaması olduğu
için, hoşgörüyle bakılmaktadır. 11 Eylül 2001 terör olaylarından sonra Amerika
ve Avrupa’da bu hoşgörü anlayışında önemli bir değişme meydana gelmiştir. Yine
de dini inançlara karşı saygı kanunlarla güvence altına alınmıştır. Sadece
Fransa’da başörtüsü yasağı vardır; o da devlete ait ilköğretim okullarıyla
sınırlıdır. Üniversite ve özel okullarda ne Fransa’da, ne diğer Avrupa
ülkelerinde ne de Amerika’da başörtüsü yasağı vardır(Vaner, 2004; Dufner, 2004;
Albayrak, 2004; Arat, 2004). Aktif bir şekilde başörtüsü yasağı uygulanan tek
ülke, dışarıda Müslüman bir ülke olarak bilinen Türkiye’dir.

İkincisi, bir haktan vazgeçmektense bir hakkı elde etmek için
mücadele etmek daha değerli ve daha onur vericidir. Çünkü “hakkın hâtırı alidir,
hiçbir hâtıra fedâ edilmemek gerektir.”(Nursi, Mektûbat, s. 350). İnsana yakışan
hak uğrunda mücadeledir. Maddî çıkarlar ve geçici kazançlar için haklar fedâ
edilmemelidir; edilirse haklara haksızlık edilmiş olunur. Haklara haksızlık ise
bir zulümdür. Zulme karşı mücadele etmek ise her insanın üzerine düşen bir
haktır.

Denilse ki, madem Türkiye gibi ülkelerde başörtüsü ile ilgili
hukukî bir dayanak bulunmamaktadır; hem madem anayasanın 10. maddesine göre
herkes kanun önünde eşittir; hem madem anayasanın 24. maddesine göre herkes
vicdan, dini inanç ve kanaat özgürlüğüne sahiptir. Öyleyse nasıl oluyor da
başörtüsü yasağı kanunlara aykırı bir şekilde uygulanmaktadır?

Bu sorunun cevabında söz hakkı hukukçulara aittir. Delil
getirmek için onlara başvurmak gerektir. Ne var ki, hukukçular arasında da bir
görüş birliği mevcut değildir. Onun için net bir şey söylemek mümkün
görünmemektedir. Zirâ, meselenin siyasî ve ideolojik boyutları da vardır. Bunun
yanında, üniversite rektörlerinin kişisel ve keyfi uygulamaları da
bilinmektedir.

Hakların belirli koşullar altında sınırlandırılması, hemen hemen
bütün anayasalarda yer almaktadır. Örneğin savaş, terör, sıkıyönetim, devletin
varlığı tehlikede olması gibi olağanüstü hâllerde, temel hak ve hürriyetlerin
sınırlandırılması gündeme gelebilir. Ancak, bu sınırlamalar kanunlara
bağlanmaktadır. Konuyla ilgili Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 13. maddesi
şöyledir: “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca
anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak
kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik
toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyet’in gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı
olamaz.”(Gözler, 2006)

Madde ile ilgili derin tetkikatı bir kenara bırakırsak, bu
durumda başörtüsü yasağı ile ilgili ileri sürülen bazı gerekçeler şunlardır: 1-
Devletin varlığı için bir tehdit olarak algılanması; 2- Şeriat temeline dayalı
bir rejim kurulmak istenilmesi; 3- İnsanları psikolojik baskı altında bırakarak,
onları fikir değiştirmeye zorlamak ve dine yönlendirmek; 4- Küçük yaştakiler
için olumsuz bir örnek teşkil etmek.

Birinci şık, başörtüsü yasağı uygulayanların ve yasağa taraftar
olanların bir kuruntusundan ibarettir. Çünkü hukuk eyleme bakar, niyete bakmaz.
Hatta niyet bilinse bile, eylem/fiil gerçekleşmediği sürece hukuk müdahale
etmez, sadece önlemini alır. Hâlbuki bu şıkka dair ne bir eylem var ne de apaçık
bilinen bir niyet söz konusudur.

İkinci şık, bu da birinci şık ile aynı konumdadır. Buna dair de
somut bir delil yoktur.

Üçüncü şık, özgürlük ve tercihte bulunmak farklı seçeneklerin
bir arada bulunmasını gerektirir. Aksi taktirde cebir/baskı ya da zorlama söz
konusu olur. Meselâ, insanda sadece iyilik yapma ve doğru yolda gitme kabiliyeti
olsa idi ve bunların zıtları bulunmasa idi, o zaman insan mecburen tek bir
tarafa yönelmiş olacaktı. Zirâ, o zaman tercihte bulunmak için insanda irade
sıfatının bulunmaması lâzım gelecektir. Oysa istidatların ortaya çıkması ve bu
sayede insanın kemale doğru ilerlemesi, ancak zıt şeylerin bir arada
bulunmasıyla mümkün olur. Demek ki, farklı seçeneklerin bulunması değil,
bulunmaması zorbalıktır; insanı tek bir seçeneğe mahkûm etmek demektir. Bir
çocuk veya bir yetişkin, çevresinde sadece başı açık bayanları görse, zorunlu
olarak o da onlar gibi giyinecek ve ayrıca doğru davranışın da bu olduğu
sonucuna varacaktır. Oysaki başı örtülü ve açık olanların aynı ortamda beraberce
bulunmaları, insanları tercihte bulunmaya, belki düşünmeye, belki de araştırma
yapmaya sevk edecektir. Ayrıca başı örtülü bayanların çevrelerini psikolojik
baskı altında bıraktıkları doğru ise, bunun tersinin de doğru olması lâzım
gelir. Çünkü teorik olarak ikisi arasında hiçbir fark yoktur. Kaldı ki,
psikolojik baskının varlığından söz etmek de doğru değildir. Çünkü iki tarafın
arkadaşlıkları, hatta birisinin diğerine taraftar çıkması bu iddiayı
çürütmektedir.

Dördüncü şık, Türkiye’de ilköğretim okullarında görev yapan
öğretmelerin yarıdan fazlası bayandır. Eğer başörtüsü takmak olumsuz, biraz da
ideolojik bakılırsa, kötü bir davranış ise o zaman şunu kabul etmek gerektir ki,
başörtüsü takmamak iyi ve doğru bir davranıştır. Böylece iyi ve doğru davranışın
ne olduğu öğrencilere empoze edilmiş olunmaktadır. Öğretmenlerin ilköğretimdeki
öğrenciler üzerinde etkili oldukları ve öğrencilerin öğretmenlerini taklit
ettikleri veya onlara benzemeye çalıştıkları doğrudur. Ancak, bu durum
öğrencileri tek tip insan gibi yetiştirmeyi ve eğitmeyi gerektirmez. Ayrıca,
başörtüsü takmak bazı öğrenciler için olumlu bir davranış olabileceği gibi
takmamak da bazı öğrenciler için olumsuz bir davranış olabilir. Bunun
geçerliliğini ölçecek olan öğrencilerdir. fiu hâlde, bunun doğruluğunu ölçmek
için öğrencilerin görüşlerine başvurmak gerekmektedir. Yoksa insanların peşin
hükümleri ve ideolojik görüşleri ölçüt olamaz.

Son olarak şuna da değinmek gerektir: Deniliyor ki, başörtüsünün
altında neler gizli? Bir siyasî parti başkanının ifade ettiği şekliyle
“Başörtüsü başları örter, ayıpları örtmeye yetmez.” Kişinin ayıpları kendisini
bağlar. Başörtülü olsun olmasın, dindar olsun olmasın, ister bilgili isterse
cahil olsun hiç kimsenin ayıbı veya kusuru başkasını alâkadar etmez. Üstelik
başkasının ayıpları bizi iyi ve erdemli insan yapmaz. İnsanın başkasının
ayıplarıyla uğraşmaya hakkı yoktur; varsa kendi faziletlerinden bahsetmeye hakkı
vardır. Ayrıca, daha önce zikredildiği gibi, niyetler sorgulanmaz ve
yargılanmaz. Hukuk veya İslamiyet için söylersek şeriat zahire bakar; fakat
ameller niyetlere göredir. Dolayısıyla, başörtüsü ne niyetle takılırsa takılsın,
o bizi bağlamaz ve hukuku alâkadar etmez. Üstelik her hakkın tahribine
çalışanların bulunduğu da bilinen bir gerçektir. Birkaç olumsuz ve nahoş
davranıştan dolayı genel hakkında hüküm vermemek gerektir.

BÖLÜM II: İSLAMİYET’İN BİR EMRİ OLARAK BAŞÖRTÜSÜ

Her şeyden önce meselenin izahına yardımcı olacak dört noktayı
belirtmek faydalı olacaktır:

Birinci Nokta: İslamiyet’in iki temel kaynağı vardır: Birincisi,
İslamiyet’in teorisi ve kâinatın bir tercümanı hükmünde olan Kur’an-ı Kerîm’dir;
ikincisi ise bu teoriyi kendi hayatıyla uygulama sahasına geçiren Hz.
Muhammed’dir. Bu ikisi bir bütünün parçaları değil, kendisidir. Yani ne Hz.
Muhammed olmadan Kur’an bir anlam taşır ve yorumlanabilir ne de Kur’an’sız bir
Hz. Muhammed düşünülebilir/tasavvur edilebilir. Zirâ, Kur’an önce Hz.
Muhammed’in şahsına nazil olmuş/inmiş; sonra Hz. Muhammed’in lisanıyla bütün
insanlara duyurulmuş/iletilmiştir. Adeta, tabiri caiz ise, Kur’an Hz Muhammed’in
şahsında cisimleşip somut bir hâl almıştır; Hz. Muhammed ise yürüyen ve konuşan
Kur’an olmuştur. Dolayısıyla, Kur’an ayetleri yorumlanırken, her bir ayet için
evvela, Hz. Muhammed tarafından nasıl anlaşılmış olduğuna ve, eğer uygulama
alanına geçirilmişse, bunun ne şekilde pratize edildiğine bakmak gerektir-
zamanın ve ortamın koşullarını göz önünde bulundurarak; fakat o zamana ve döneme
hapsetmeyerek.

İslam tarihi ise, İslamiyet’in temel kaynaklarından biri
değildir. Bu yüzden İslamiyet’i incelemek ve tahlil etmek için doğrudan doğruya
başvurulacak bir kaynak değildir. Ancak, yardımcı bir kaynak olarak, ikinci
dereceden İslam tarihine bakılabilir. Çünkü İslam tarihi İslam (İslamiyet) ile
özdeş değildir. İslam tarihi neticedir, meyvedir; öz ve asıl değildir.
Dolayısıyla, İslam tarihinde İslam ile bağdaşmayan, İslam’ın özüne ve ruhuna
aykırı olan uygulamalar ve hadiseler İslam’a mal edilemez.

İkinci Nokta: Kur’an-ı Kerîm hakkında birçok tefsir yazılmıştır;
fakat her tefsir Kur’an ile eşdeğer olmadığı gibi tefsirlerde bulunan her şeyin
de Kur’an’dan olması lâzım gelmez. Kur’an tefsir edilirken/yorumlanırken
uyulması ve dikkat edilmesi gereken bazı ilkeler vardır. Evvela, Kur’an
evrenselliği hasebiyle, bütün milletlere/toplumlara, her toplumdaki insan
tabakasına ve her insanın anlayış seviyesine hitap ettiği için Kur’an’ı
yorumlayan şahsın(müfessirin) yüksek bir deha ve parlak bir zekâya sahip olması
lâzımdır. Bu yetmediği için ikinci olarak, Kur’an kâinattan ve kâinatın içindeki
varlıklardan ve olaylardan bahsettiği için müfessir zat Arapça’nın yanı sıra,
birçok bilim dalında uzman (mütehassıs) olmalıdır. Bir kişi, hele bilimlerin
birçok alt uzmanlık dallarına ayrıldığı günümüzde, tek başına birçok bilim
dalında uzman olamadığı için, Kur’an’ı sadece kendi fikriyle yorumlarsa, bu
yorum çok noksan olur ve tesirsiz kalır. Bir şahsın eksikliği görüldüğü için
üçüncü olarak, Kur’an’ın tefsiri için bir heyet/ekibe ihtiyaç vardır. Bu heyetin
de, her birisi en az birkaç bilim dalında veya bir bilimin alt dallarında uzman,
şahsi ihtiraslardan ve taassuptan uzak ve hak uğruna samimiyetle çalışan
şahıslardan oluşması gerekmektedir. Fakat böyle bir heyetin meydana gelmesi de
çok zordur. Bundan dolayıdır ki, tefsirlerin çoğu şahsi bir çabanın sonucu
olarak ortaya çıkmıştır. Ancak bu demek değildir ki, bu tefsirlere başvurmak
hatalıdır ve onları kaynak göstermek yanlıştır. Aksine, her bilim dalında söz
hakkı o bilimlerde uzman olan şahıslara ait olduğu gibi tefsirde de söz hakkı
müfessirlerindir. Kur’an ayetleri yorumlanırken onlara başvurmak gerektir. Yoksa
her Arapça bilen veya yalnızca Kur’an meali okuyan birisinin Kur’an’ı
yorumlamaya hakkı yoktur. Kur’an’ın yorumlamasında, ayrıca bilimsel keşiflerin
ve icatların ve toplumların sosyo-ekonomik ve tarihsel yapılarının bilinmesi de
zaruridir. (Nursî, 2002, İşârât’ül-İcâz: 5-6, 20-22).

Üçüncü Nokta: Kur’an’ın müteşebihatı olduğu gibi hadislerin de
müteşebihatı vardır. Yani yüksek ve derin hakikatler, genel tarafından
anlaşılması için, benzetmeler ve mecazî ifadeler yoluyla anlatılmıştır.
Ayetlerin ve hadislerin bir kısmı bu türdendir. Ayrıca her bir kelamda/sözde
dört makam vardır: 1-Kim söylemiş, yani kelamın sahibi kim; 2-kime karşı
söylenmiş (muhatap kim); 3-ne için ve ne maksatla söylenmiş (gaye); 4-nasıl ve
ne tarzda söylenmiş (üslup). Kur’an; Allah kelamıdır; muhatabı insanlar, genel
olarak halk tabakası, yani avamdır; gayesi insanları saadet-i ebediyeye
ulaştırmaktır; üslubu i’caz (mucize oluşu) ve belagat sanatıdır (Nursî, 2002, s.
95).

Dördüncü Nokta: İslamiyet’te başörtüsü başlı başına ayrı bir
konu değil, örtünmenin bir parçasıdır. İslamiyet’e göre toplum içinde farklı
cinslerin bir arada bulunduğu ortamlarda, bayanlar için, baş ile birlikte bütün
vücudun örtünmesi gerekir; vücudun bazı yerlerini örtmek, bir kısım yerlerini
açıkta bırakmak uygun değildir. Bununla berâber, örtünme her ortamda aynı
şekilde değildir. Aile içindeki yakın ve mahrem akrabaların yanındaki örtünme
ile hemcinsleriyle bir arada bulunurken giyinilen örtünme şekli, sokaktaki
örtünme biçiminden farklıdır. Bu konu fıkıh ve tefsir kitaplarında detaylı
olarak ele alınmıştır.

2-a) İslamiyet’te Örtünmenin Mantığı

İslamiyet’e göre örtünme (tesettür), ahlâklı ve edepli/terbiyeli
olmanın bir gereğidir. Yani ahlâk ve hayâ örtünmeyi zorunlu kılmaktadır. Bir
hadiste şöyle denilmiştir: “Allah beni terbiye edip eğitmiştir…”
Ashabı/arkadaşları tarafından Kur’an ahlâkıyla vasıflanan ve Kur’an’da âlemlere
ancak rahmet olarak gönderildiği bildirilen (21/Enbiyâ: 107) Hz. Muhammed bir
başka hadisinde şöyle buyurmuştur: “Her dinin bir ahlâkı vardır; İslam’ın ahlâkı
hayâdır”(Beyhaki’den akt. Rahman, 1996, cilt II: 101). Hz. Muhammed’in
sözlerinden, davranışlarından ve hallerinden meydana gelen ve Sünnet-i Seniye
olarak tabir edilen Hz. Muhammed’in sünneti hayâ/edep manasındadır. Edebin bir
türü de örtünmedir. Evet, utanma sebebi olan birçok şey (durumlar ve fiiller)
ancak örtünme ile giderilebilir. (Bedîüzzaman, Lem’alar: 55-56)

Ahlâk, sorumlu davranış ve insan olmanın gereklerini yerine
getirmek demektir. Belki de, I. Kant’ın deyişiyle, “insan olma”dan gelen vazife
bilinciyle davranışta bulunmak demektir. Bu bilinçle davranışta bulunduğu için
insanın, ne vazifesini yaptığı için gururlanmaya hakkı vardır ne de vazifesini
yapmak için nazlanmaya. Örtünme olgusu da insan olmanın gerekleri ile ilgili
olduğu için bu bağlamda değerlendirilmelidir. Edep ise utanma/ar duygusuna sahip
olmak demektir ki, insan olan herkeste bu duygu vardır. Meselâ, hiç kimse açık
bir alanda hacetini gidermek istemez; aksine kapalı bir mekâna ihtiyaç duyar. Bu
da bir nevi bir hicaptır. Diğer birçok insanî durum da buna kıyas edilebilir. Bu
açıdan bakıldığında, ilk nazil olan ayet ve sûrelerin, tevhid (Allah’ın varlığı
ve birliği) ile birlikte, genellikle ahlâk ve terbiye ile alâkalı olması,
oldukça dikkat çekicidir. Demek ki, İslam evvela insan olmanın gereklerini
insanlara öğretmiştir.

2-b) İslamiyet’e Göre Örtünmenin Gerekçeleri

İslam’a göre, Bedîüzzaman’ın ifade ettiği şekliyle, örtünmenin
gerekçeleri şunlardır: (Nursî, Lem’alar, s. 205-210)

Birincisi: Örtünme/tesettür, bayanlar için fıtridir. Yani
bayan/kadınların yaratılış icabı taşıdığı özellikleri, onlar için örtünmeyi
zorunlu hâle getirmektedir. Çünkü, kadınlar hem zayıf ve nazik bir biçimde
dünyaya gelmektedirler hem de kendileri ve çocukları için himaye ve yardıma
muhtaçtırlar. Bundan dolayı, kadınların, bilhassa anne olanların, kendilerini
eşlerine, çocuklarına ve akrabalarına sevdirmek; bunların nefretlerini üzerine
çekmemek ve başkaları tarafından rahatsız edilmemek için örtünmeye doğal bir
eğilimleri vardır.

İkincisi: Güzel olan, güzelliğini başkalarına göstermek ister.
Ancak, kadınların çoğu ya yaşlıdır, ya çirkindir ya da yabancı erkeklerin
bakışlarından rahatsız olmaktadır. Yaşlılık ve çirkinlik örtünmeyi gerekli
kılmaktadır. Zirâ insan, kusurlu yönlerinin başkaları tarafından bilinmesini
istemez. Yaşlı bayanların, velev Müslüman olmasın, örtünmek istemeleri bunu
açıkça göstermektedir. Diğer taraftan on bayandan ancak iki üç tanesi vardır ki,
hem genç, hem güzel olsun hem de kendini göstermekten ve/veya sergilemekten
sıkılmasın. Güzel ve genç bir bayan, kendisine bakan bakışlardan bir iki
tanesinden hoşlansa da çoğundan rahatsız olmaktadır. Çünkü insan sevmediği ve
rahatsız olduğu bakışlardan sıkılır; onları kendi üzerine çekmek istemez.
Dolayısıyla, bir bayan, isterse genç ve güzel olsun, kendisini pis nazarlardan
ve kötü niyetlerden korumak için örtünmeye ihtiyaç duymaktadır.

Üçüncüsü: Kadın ve erkek arasındaki ilişki ve sevgi sadece bu
dünyayla sınırlı ve cinsellikle ilgili değildir. Evlilik yoluyla bir kadın anne,
bir erkek de baba olmaktadır; ayrıca her ikisi de birbirine eş olur. Bu dünyada
birbirlerine eş olanlar, öbür dünyada da birbirlerine eş olmak isterler. Meğerki
birbirlerinden nefret etmiş olalar. Dolayısıyla, iki eş arasındaki ilişki hayat
boyu sevgi ve samimiyet üzerine devam eden bir ilişkidir. Ebedî hayat arkadaşını
kaybetmek istemeyen bir hanımın, kendi güzelliğini eşinden başkasına
göstermemesi, eşini darıltmama ve kıskandırmaması, birlikte huzurlu bir hayat
yaşamak için elzemdir. Ancak, eş olan bir bayan gençliğine ve güzelliğine
kapılıp kendini insanlara sergilemekten çekinmeyerek eşinin kıskançlığına ve
nefretine sebep olursa, bunun neticesinde hem eşler arasındaki sevgi bağı ve
samimiyet ortadan kalkacak hem de evlilikleri bir yıkımla karşı karşıya
kalacaktır. Çünkü gençliğe ve dış güzelliğe olan sevgi geçicidir; geçliğin ve
güzelliğin gitmesiyle o sevgi de ortadan kalkar. Bu yüzdendir ki, gençliklerinde
güzelliklerine bağlı olarak övgüler alanlar, yaşlılıkta kötü sözlere ve
tiksindirici bakışlara maruz kalmaktadırlar. Oysa evliliğin bir gayesi de
yaşlılık zamanında birbirine destek olmak ve hayatın getirdiği yükümlülükleri ve
sıkıntıları birlikte paylaşmaktır. Dolayısıyla, İslamiyet’e göre evlilik bağı
gençlik ve dış güzellik gibi geçici şeyler üzerine değil, ahlâk güzelliği ve
sadakat gibi devamlı özellikler üzerine kurulmalıdır.

Dördüncüsü: Toplum hayatının en küçük birimi/çekirdeği ailedir.
Aile hayatının saadeti ve geleceği ise aile fertleri arasındaki ilişkiye
bağlıdır. Aile içinde her bir ferdin farklı konumları ve diğer aile fertleriyle
farklı ilişkileri vardır. Meselâ, bir baba, konum olarak hem bir eştir, hem bir
oğuldur, hem bir ağabeydir, hem bir amcadır, vb. daha birçok konumda
bulunabilir. Bu konumlara göre o babanın diğer aile fertleri ve yakın
akrabalarıyla farklı ilişkiler içerisinde bulunması lâzım gelir. Örneğin kız
çocuğu ve erkek çocuğuyla olan ilişkisi birbirinden farklıdır. Ahlâkî bozulmanın
çok ileri düzeyde olduğu günümüz dünyasında, aile içinde açık saçık giyim
tarzıyla, özellikle mahrem ve namahrem farkını hissettirmeyen uzuvların açık
bulunmasıyla, hayâ perdesi yırtılırsa insanın tüylerini ürperten ve insanı
onları yazmaktan alıkoyan bazı durumlar vuku bulabilir. Ki günümüzde örnekleri
az değildir. Bu yüzden iffetli ve namuslu bir aile hayatı için İslam, tesettürü
zorunlu kılmıştır.

Beşincisi: “Madem her güzel, güzelliğini sever, elinden geldiği
kadar muhafaza etmek ister ve bozulmasını istemez. Ve madem güzellik bir
nimettir. Nimete şükredilse manen ziyadeleşir. Şükredilmezse değişir,
çirkinleşir. Elbette güzelin aklı varsa, hüsn-i cemalini (güzelliğini) günahları
kazanmak ve kazandırmaktan ve çirkin ve zehirli yapmaktan ve o nimeti küfrân ile
medâr-azab (azap sebebi) bir sûrete çevirmekten bütün kuvvetiyle kaçacak. Ve
fâni, beş on senelik cemali bakileştirmek için, meşru bir tarzda istimal ile
(kullanmakla) o nimete şükredecek. Yoksa ihtiyarlıkta uzun zaman istiskale maruz
kalıp (soğuk muamele görüp), meyûsâne(ümitsizce) ağlayacak… (Nursî, Lem’alar,
s. 210).

2-c) Örtünme ile İlgili Ayetler

Kur’an-ı Kerîm’de örtünme ile ilgili doğrudan ilişkili olan iki
ayet bulunmaktadır. Ancak bu, başka ayetlerin bulunmadığı anlamına gelmez.
Konuyu fazla uzatmamak için burada sadece ilgili iki ayet üzerinde durulacaktır.
Bahsedilen ayetlerin inzalinden sonra Hz. Muhammed’in uygulamaları da hadis
kitaplarında nakledilmiştir. Rivayetlerde şekil bakımından farklılık olsa da
anlam açısında bir tutarlılık ve bütünlük vardır. Ayrıca ayetlerin hükmünün Hz.
Muhammed tarafından uygulanmış olduğu hadislerden anlaşılmaktadır. Tefsir
kitaplarında ilgili ayetler yorumlanırken hadislere başvurulduğu için burada
uzun uzadıya hadisleri nakletmeye lüzum yoktur. İlgili ayetler şunlardır:

“Mü’min kadınlara da söyle; gözlerini (haramdan) sakınsınlar ve
ırzlarını korusunlar; (el, yüz gibi) görünen kısımları müstesnâ, ziynetlerini
göstermesinler ve başörtülerini yakalarının üzerine kadar salsınlar!

“Ziynetlerini, kocaları veya babaları veya kocalarının babaları
ve oğulları veya kocalarının oğulları veya erkek kardeşleri veya erkek
kardeşlerinin oğulları veya kız kardeşlerinin oğulları veya kendi kadınları
(Müslüman kadınlar) veya sahip oldukları cariyeleri veya (pek yaşlı olmakla)
kadınlara karşı şehvetleri olmayan erkek hizmetçiler veya kadınların mahrem
yerlerini anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler!

“Gizlemekte oldukları ziynetleri bilinsin diye ayaklarını (yere)
vurmasınlar! Ey mü’minler! Hep birlikte Allah’a tevbe edin ki kurtuluşa
eresiniz” (24/Nûr: 31).

“Ey peygamber! Zevcelerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına
söyle, (başlarını ve yüzlerini kapatacak şekilde) dış örtülerinden üzerlerini
örtsünler! Bu, onların tanınıp da rahatsız edilmemeleri için daha yakındır
(elverişlidir). Allah ise Ğafûr (çok bağışlayan) dır, Rahîm (çok merhamet
eden)dir” (33/Ahzâp: 59).

Bu ayetlerle ilgili izahlara geçmeden önce bir hususu belirtmek
gerekir: İslam, hüküm koyma/getirme konusunda iki yol izlemiştir: Birincisi,
önceden var olan hükümleri(emir ve yasakları) düzeltip belirli bir düzene
sokmuştur. Meselâ, çok eşle evliliği sekizden, dokuzdan dörde indirmiş; bunu da
emretmemiş, yalnızca buna izin vermiştir. Kölelik ve cariyelik kurumları da bu
meseledendir. İkincisi, İslam yeni hükümler getirmiştir. Bu hükümlerin kurucusu
sıfatına sahiptir. Bu hükümleri toplumsal hayatta uygulayarak yeni bir sosyal
düzen kurma yoluna gitmiştir. Örtünme bu tür hükümlerden biridir. Fakat bu, eski
toplumlarda örtünme olgusu olmadığı anlamına gelmemektedir. İslamiyet’ten önceki
tek ilâhlı dinlerde(Musevilik ve Hıristiyanlık) örtünme olduğu gibi İslamiyet’in
oraya çıktığı Arap Yarımadası’nda da az çok örtünme şekilleri vardı. Ancak, bu
örtünme şekilleri fıtrata uygun olmadığı için İslamiyet onları kaldırıp,
yerlerine yeni bir örtünme şekli getirmiştir. O da ayetlerde açıklandığı
gibidir.

Yukarıda geçen ayetlerdeki ifadelerin bir emir mi, yoksa tavsiye
niteliğinde mi olduğu müfessirlerce tartışılmıştır. Hemen hemen bütün
müfessirler, Nûr sûresindeki ayette geçen “Hımar” kelimesini (ayette çoğul
geçmiştir) başörtüsü; Ahzâp sûresindeki ayette geçen “Cilbab” kelimesini (ayette
çoğul geçmiştir) ise dış örtü veya sokak giysisi anlamında kullanıp, ayetlerde
geçen ifadelerin tavsiye niteliğinde olmayıp bir emir olduğunu belirtmişlerdir.
(Bkz. Ateş, 1988, cilt 6: 177-186; cilt 7: 200-202; İbn Kesîr, 1986, cilt 11:
5862-5882; cilt 12: 6602-6604; Yazır, tarihsiz, cilt 6: 15; 336-338; Yıldırım,
1986, cilt 8: 4197-4209; cilt 9: 4895-4897)

Dolayısıyla, İslamiyet’in bu hükmünü bu şekilde, yani bir emir
olarak kabul etmek gerektir. Yoksa, günümüzde olduğu gibi, bazı siyasî
nedenlerden dolayı başörtüsü yasağını meşru göstermek için var olan hükmü
beğenmeyerek veya onu tavsiye niteliğine indirgeyerek yeni yorumlara gitmek ve
tevil yollarına başvurmak hem Kur’an’a bir haksızlık hem de müfessirlere karşı
bir saygısızlıktır. Bu anlayış geçmişe takılıp kalmak ve yeni yorumlara kapalı
olmak anlamına gelmemektedir. İlmî derinlik bunu gerektirmektedir. Var olan
yorumların ötesine gidebilmek için onları aşan bir ilme ve ihlâsa sahip olmak
gerektir.

İslamiyet’i benimseyip benimsememek başka bir meselidir;
İslamiyet’teki hükümleri hadiselere göre ele alıp değerlendirmek başka bir
mevzudur. İslam’dan haberi olmayanlar ve İslam’ın hükümlerini kabul etmek
istemeyenler Kur’an ayetlerini yorumlama hakkına ve yetkisine sahip değillerdir.
Tabiri diğer ile, meselâ başörtüsü yasağını haklı göstermek için Kur’an
ayetlerine başvuramazlar. Yahut başvurup da yeni bir hüküm çıkaramazlar. Yani
şimdiye kadar müfessirlerin çözümleyip de ortaya çıkaramadığı bir hükmü bunlar
meydana getiremezler. Bir kere bunların bu sahada söz söyleme hakları yoktur.
Nerede kaldı ki, onların beyânatları İslami hükümlere bir delil olsun.
Dolayısıyla, Kur’an ve İslam konusunda uzman olmayanların fikir beyanda
bulunmaları ne bilimsel bakışa uygundur ne de etik anlayışla bağdaşır. Hele hele
İslam’da değiştirilmesi mümkün olmayan hükümlerde (nasslarda) hiç kimsenin
bunlara aykırı söz söylemeye hakkı yoktur. Başörtüsü de bu tür nasslardandır.
Zaten tartışma da bunun bir emir olup olmaması konusunda değil, daha çok bu
örtünün nasıl olduğu konusu üzerinde yapılmıştır. Örneğin ayette geçen
“Ziynet”in ne olduğu tartışma konusu olmuştur; dolayısıyla bu meselede
müfessirler arasında ihtilaf meydana gelmiştir. Fakat başörtüsünün bir emir
olduğu konusunda kayda değer bir ihtilaf söz konusu değildir. Bir iki aykırı ses
vardır.

Meselâ, Muhammed Esed gibi müfessirler ayette geçen örtünün
(Cilbab) geleneksel bir kıyafet olduğu konusunda ısrar etmişlerdir. Bununla akla
şu mesaj verilmek istenmektedir: Kur’an, o zamanki toplumda bir örtünme biçimi
olan Cilbab’ı emretmiştir; fakat zaman ve şartların değişmesiyle kıyafetler de,
giyim tarzları da değişti. Dolayısıyla Kur’an’ın emrinin de değişmesi icap eder.
Zirâ ortada ne Cilbab var ne de Hımar.

Buna karşı şu şekilde cevap verilebilir: Birincisi, Kur’an
gökten bir örtü veya bir kıyafet indirip insanları onunla örtemezdi. Bu
Kur’an’ın ruhuna aykırıdır. Bunun yerine toplumda var olan örtü şekillerini
kullanmıştır. Zaten Kur’an bu tarzda gitmiştir. Örneğin dönemin insanlarını
düşünmeye sevk etmek için şöyle bir misal getirilmiş: “Deveye bakmıyorlar mı,
nasıl yaratılmış?” (88/Gaşiye: 17). İkincisi, Kur’an’ın maksadı örtünmedir;
yoksa şu veya bu örtüyü kullanmak değildir. O zamanki toplumda Cilbab ve Hımar
kullanılıyordu. Kur’an da onları zikretmiştir. Malumdur ki maksatlar/amaçlar
sabittir; fakat vasıtalar ve araçlar değişebilir. Dolayısıyla, kıyafetlerin
değişmesiyle örtünmedeki asıl gaye ortadan kalkmaz. Belki maksat, yeni
vasıtaları gerekli kılar. Üçüncüsü, asırların geçmesi ve zamanların değişmesiyle
fikirler değiştiği gibi hayat tarzları, giyim biçimleri ve barınma şekilleri de
değişikliğe uğrar. Bu önlenemez doğal bir süreçtir. Hali hazırdaki medeniyet
eski asırlardakinden farklı olduğu gibi. Bununla birlikte, giyim ve barınma
biçimlerinde sadece şekilsel bir değişiklik meydana gelmiş, boyutlar değişmiş;
asıl gaye yine aynı kalmıştır. Başka bir deyişle, meselâ barınma ihtiyacını
bugün gökdelenler ve lüks daireler karşılamakta; eski dönemlerde ise bir çadır
veya kerpiçten yapılmış tek odalı evler bu ihtiyacı görüyordu. Örtünme için de
aynı şeyler geçerlidir. Demek ki, zamanların ve şartların değişmesi, örtünme
gibi İslami hükümleri geçersiz kılmaz.

Eğer denilse ki, toplumda başı örtülü kapalı bayanların
bulunması bizi rahatsız ediyor; onların varlığına tahammül edemiyoruz. Cevaben
şöyle denilebilir: Örtünmeyen bir bayan için örtünmek nasıl garip geliyorsa,
örtülü bir bayan için de örtünmemek o kadar gariptir. Mademki insanız, aynı
toplumda yaşıyoruz ve aynı sosyal çevreyi paylaşıyoruz. Elbette birbirinin
haklarına saygılı olmak, en kötü ihtimal ile birbirine tahammül etmek insan
olmanın bir gereğidir. Zaten birlikte yaşayabilmek için bazı insanî değerlere
sahip olmak gerektir: 1-İnsanlık sevgisi, 2- farklılığa saygı, 3- kendini
başkasının yerine koymak, 4- tahammül etmek.

KAYNAKÇA

ALBAYRAK, Nebahat. (2004), “Batı Toplumlarında Müslüman
Kadın” konferansındaki konuşması,

http://www.tesev.org.tr/basortusu_kitap_tanitim_konusmalar.php

ARAT, Zehra F. Kabasakal. (2004), “Batı Toplumlarında
Müslüman Kadın” konferansındaki konuşması,

http://www.tesev.org.tr/basortusu_kitap_tanitim_konusmalar.php

ATEŞ, Süleyman. (1988), Yüce Kur’an’nın Çağdaş Tefsiri,
İstanbul: Yeni Ufuklar Neşr.

BEDÎÜZZAMAN, S. Nursî. (2002), Muhakemat, İstanbul: Zehra
Yayıncılık.

————— İşârâtü’l-İcâz, (Künyesiz Osmanlıca Baskı).

————— Lem’alar, (Künyesiz Osmanlıca Baskı).

————— Mektûbat, (Künyesiz Osmanlıca Baskı).

————— Sözler, (Künyesiz Osmanlıca Baskı).

————— Tılsımlar, (Künyesiz Osmanlıca Baskı).

ÇAPAN, Ergün. (2005), “Suicide Attacks and İslam”,
http://www.muslimway.org.tr

ÇİFTÇİ, Sabri. (2006), “On European Court of Human Rights,
Democracy and Western Muslims”,

http://www.liberal.org.tr/index.php?lang=en

DUFNER, Ulrike. (2004), “Batı Toplumlarında Müslüman Kadın”
konferansındaki konuşması,

http://www.tesev.org.tr/basortusu_kitap_tanitim_konusmalar.php

GÖZLER, Kemal. (2006), Türkiye Cumhuriyeti Anayasası,
http://www.anayasa.gen.tr (2004), Anayasa Hukukuna Giriş,
http://www.anayasa.gen.tr

İBN KESÎR. (1986), Hadislerle Kur’an-ı Kerîm tefsiri, (Çev.
B. Karlığa, B. Çetiner), İstanbul: Çağrı Yayınmları.

KUR’ÂN-I KERÎM VE MUHTASAR MEÂLİ, (2001), (Haz. Hayrat
Neşriyat Meâl Heyeti), İstanbul: Hayrat Neşriyat.

RAHMAN, Afzalur. (1996), Hz. Muhammed- Siret Ansiklopedisi,
Gen. Yay. Yön. H. Güneş, (Ter. Kur. Y. Balcı, H. Bayrak, B. Biberci, K. Dönmez,
T. Özkök, S. fiener, S. Top), İstanbul: İnkılâb Basım Yayım.

VANER, Semih. (2004), “Batı Toplumlarında Müslüman Kadın”
konferansındaki konuşması,

http://www.tesev.org.tr/basortusu_kitap_tanitim_konusmalar.php

YAZIR, E. M. Hamdi. (Tarihsiz), Hak Dini Kur’an Dili,
İstanbul: Azim Dağıtım.

YILDIRIM, Celal. (1986), İlmin Işığında Asrın Kur’an
Tefsiri, İstanbul: Anadolu Yayınları

Özet

Bu incelemede, bugün Türkiye’de hak ve özgürlükler açısından
çokça tartışılan başörtüsü meselesi ele alınmaktadır. Bunun için ilk bölümde
öncelikle “Hak” kavramı üzerinde durulmakta, hak-adalet ilişkisi irdelenmekte,
kazanılmış ve verilmiş haklardan yola çıkılarak başörtüsünün önemli bir hak
olduğu sonucuna varılmaktadır. 2. bölümde başörtüsü İslamiyet’in bir emri olarak
ele alınmakta ve bununla ilgili deliller gözler önüne serilmektedir.

Anahtar Kelimeler: Başörtüsü, hak, adalet, özgürlük,
İslamiyet, insani değerler

Abstract

This article considers the head scarf issue discussed in
contemporary Turkey excessively from the point of view of rights and freedoms.
The first part takes up the concept of “Right” and discusses the relation
right-justice, and starting from the law vested rights and given rights reaches
a conclusion that the headscarve should be an important right. The 2nd part of
this text considers headscarve as an order of Islam and expresses relevant
proves on this theme.

Keywords: Head scarf, right, justice, freedom, Islam