An Idea of Freedom by an Intellectual during the Constitutional Period Reminding “Public Sphere”

Abdullah Cevdet geçen yüzyılın ilk çeyreğinde çıkardığı İctihad
(1904-1932)1 adlı dergiyle düşünce tarihimize önemli katkılar
sağlamış bir fikir adamı olarak bilinmektedir. Bununla beraber Türk toplumunun
siyasi hayatında derin bir etkisi olan İttihat ve Terakki’nin kurucuları
arasında yer almış, hatta bu cemiyetin isim babası sayılmıştır. Mekteb-i
Tıbbiye’deki arkadaşıyla bahsi geçen cemiyeti kurarken en büyük ideali,
-muhtemelen- ülkede yaşayan insanlar arasında eşitlik ve özgürlük anlayışının
yeşermesine yardımcı olmaktı. Bunu azami ölçüde düşünmüş olmalı desek daha doğru
olur. Fakat bu cemiyet hükümet tarafından takibata uğrayınca zamanla dağılır
veya etkinliği azalır. Daha sonra Rumeli’de askeri ve sivil unsurlar tarafından
örgütlenen (önceki cemiyetle ciddi bir organik bağı bulunmayan) yeni bir cemiyet
(Osmanlı Hürriyet Cemiyeti), yurt dışında faaliyetlerini sürdüren Jöntürk
hareketiyle birleşerek (1907) İttihat ve Terakki adını alır. İşte bu yeni
cemiyetin baskıları sonucu Abdülhamid II. Meşrutiyet’i ilân etmek zorunda kalır.2
Ancak kaderin garip bir cilvesi olarak, Jöntürklerin eleştirdiği “istibdat
rejimi”nin daha da ağırı Meşrutiyet’in ilk heyecanı geçtikten sonra yavaş yavaş
kendini gösterir. Burada en önemli sorun kendilerini “hürriyetperver” olarak
nitelendiren bazı aydınların bu politikaları destekleyerek “meşrulaştırması”,
baskıları yönlendirmesi, hatta yetkili olan İttihatçıları kışkırtmasıdır.

Bu noktada Abdullah Cevdet ve çıkardığı İctihad dergisindeki
bazı yazılar örnek verilebilir. Dergide, telif ve tercüme birçok önemli metin
yayınlanmasına rağmen, İslamiyet’le ilgili; özellikle hayatını İslamî
geleneklere göre tanzim eden halkın ekseriyetiyle barışık olmayan, onların
özgürlükleri noktasında hayli sorunlu bir zihniyeti sahiplenen düşünceler
seslendirilir.3 Nitekim 1912 seçimleri sürecinde A. Cevdet İctihad
mecmuasında “Hürriyet-i İrtica Yoktur” başlığı altında kaleme aldığı yazıda, hak
ve hürriyetler, halkın iradesi ve sair konulardaki düşüncelerini açıklar. Burada
temas ettiği hususların zamanımızda bazı aydın ve elit zümreler arasında da
kabul gördüğü bilinmektedir. Bununla beraber bu aydınlar, bazı doğruları
kendilerine siper ederek esasa dair meselelerde mütehakkim ve müstebit bir tutum
içine girmektedirler. Neticede kendileri gibi düşünmeyen, Batı normlarına göre
yaşamayan insanları ve kesimleri ilkel bulmakta, hatta bir suçlu gibi
özgürlüklerinin kısıtlanmasını talep edebilmektedirler. Bu uğurda bir takım
toplumsal olayları da delil olarak kullanmaktadırlar. Baskıcı ve totaliter
yapılanmaların mirası olan tedhiş ve gayrikanunî hareketleri özgürlüklerin bir
sonucu gibi anlama eğilimindedirler. Bu ise, işin tersine dönmesidir ki, yüzyılı
aşkın bir süredir özgürlüklerin kısıtlanması yönünde benzer gerekçeler sürekli
gündeme gelmektedir.

A. Cevdet, bahsi geçen yazının giriş paragrafında, “Biliyorum,
bu makalemi okuyanların belki bir kısmı, Koca eski hürriyetperver! Koca yeni
müstebit! diye bağıracaklardır” cümlesine yer vermektedir. Böylece eski
düşünceleriyle çeliştiği yönünde akla gelebilecek şüpheleri ortadan kaldırmaya,
en azından çelişkili duruşunu hafifletmeye, meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Bunun
yanında bir yazar olarak bazı kesimlerin hoşuna gitmese de düşüncelerini
açıklamaktan geri durmayacağının altını çizmektedir.

Bu ünlü “İctihadcı”ya göre, yazarla okuyucu arasında babanın
evladıyla olan ilişkisine benzer bir ilişki vardır. Bu sebeple yazarın okuyucuya
(veya halka) şirin gözükmek, onların rızasını almak veya kendi gelecekleriyle
ilgili düşüncelerine itibar etmek gibi bir zorunluluğu yoktur. Zira baba,
çocuklarının iyiliği yönünde her şeyi daha önceden düşündüğünden, çocuk hem aile
içinde hem de eğitim kurumlarında sıkıcı da olsa söylenen ve planlanan hususlara
tâbi olmakla yükümlüdür. Bu örnekten hareketle muharririn, kendisine veya kendi
görüşündeki aydınlara yakıştırdığı baba rolünden ve bu rolün halkla ilişkiler
noktasından -yaygın olarak kullanılan tabirle- tepeden inmeci ve elitist bir
yaklaşımı benimsediği anlaşılmaktadır.

Hâlbuki yazarla okuyucu arasında bundan daha farklı bir ilişki
söz konusu olmalıdır. Yazar düşüncelerini okuyucularıyla paylaşan, paylaştıkça
hem okuyucuları, hem kendisi bu ortamdan ve zeminden yararlanan, öğrettikçe
öğrenen ve düşüncelerini yenileyerek tekrar okuyucusuna yönelen bir konumda
bulunmalıdır. Nitekim yazar ile okuyucu arasında bu tarz ilişkileri geliştiren
veya bu ölçüler içinde hareket eden kalem erbabının halkın sorunlarına daha
derinden çözüm bulma şansı olduğu açıktır. Aynı şekilde gerek ailede ve gerek
eğitim kurumlarındaki eğilimlerin, demokratik ve daha şeffaf bir anlayışa
temayülü gerektiği pedagojinin işaret ettiği bir husustur.

Ancak, bir “misyoner” aydın tipi izlenimini veren Abdullah
Cevdet, halkın önemli bir kısmının görüşlerini dile getiren aydınların veya
zümrelerin düşüncelerini, muhtemelen Batı menşeli olmadığı için tartışmaya değer
bulmamakta ve belki de bir şekilde sindirilmesini talep etmektedir. Bundan
dolayıdır ki irtica kavramını bir ayrıştırma ve yabancılaştırma aracı olarak
kullandığı anlaşılmaktadır. Bu tutumuna dayanak teşkil etmesi açısından ileriye
sürdüğü bazı düşünceler hemen her aklıselim sahibi insanın kabul edebileceği
türdendir. Bu da bazı gerçeklerin yanlış bir neticeye evrilmesi veya
saptırılması açısından ilginçtir.

Metinde ifade edilen “Hürriyet-i irtica yoktur”4
tabiri düz bir mantıkla doğru görülse de bir düşünce ve eylemin veya
kendilerinden olmadığı varsayılan kesimlerin özgürlüklerinin kısıtlanmasını
teklif eden bir manâyı da ihtiva etmektedir. Seçilen böyle bir başlıkla
kategorize edilen insanlar belli bir konuda suçlu gibi telakki edilmenin
ötesinde zararlı, toplumun geleceği açısından tehlikeli olarak tanımlanmaktadır.
Ancak yazar, bu şekil yasakçı bir anlayışı gönül rahatlığıyla savunmanın
sıkıntısını da çekmektedir. Zira “eski hürriyetperver”, “yeni müstebit” oldu
ithamıyla karşı karşıya kalmak kaçınılmazdır. Dolayısıyla “toplumsal açıdan”
önemli bir gerekçeyle özgürlüklerin ortadan kaldırılması halinde fazla bir sorun
yaşanmadan(?), daha doğrusu entelektüel haysiyet ve fikir namusu yara almadan(?)
maksadın hâsıl olabileceğini düşündürmektedir. Günümüzün şartlarında da telaffuz
edilen bazı gerekçelerle özgürlüklerin askıya alınmasına, çoğu zaman halkın da
ses çıkaramadığı bilinmektedir. Nitekim “özgürlüklerin ortadan kaldırılmasının
talep edilemeyeceği” argümanıyla “irticacılık” ithamı her zaman beraber telaffuz
edilmiştir ve buna dayanarak hükümetlerin askeri darbelerle devrildiğine Türk
toplumu şahit olmuştur.

Yazar hürriyet gerekçesiyle kullandığı bazı tabirlerin pek de
alışılmış bir şey olmadığının farkındadır. Bu bakımdan hürriyetle ilgili bilinen
hususları veciz ifadelerle dile getirerek asıl söylemek istediği noktaya
gelmektedir:

Buna göre, “hürriyetin sınırı”, meşru eğilimler ve kanunlarla
belirlenmelidir. Zira, “her ferdin hürriyeti, başkasının hürriyetiyle sınırlıdır
(…). Ben ilave etmek lüzumunu hissediyorum: Her ferdin hürriyeti kendisinin
mensup olduğu memleket ve milletin hayır ve menfaatiyle muhduddur. İşte
meselenin can damarına temas etmek üzereyiz.” Özgürlük hakkı adına icra edilecek
her hareketin o hareketi icra edene ve bu hareketin ortaya çıktığı sosyal
çevreye faydalı olması ve her halde zararlı olmama mecburiyeti vardır.
Dolayısıyla, özgürlük, hangi cins ve şekilde olursa olsun, fayda ve zararını,
hayır ve şerri ayıramayan kimselerde var olma hakkı yoktur. Özgürlük hakkına
sahip olmadan -ki irtica hürriyeti bu cümledendir,- özgürlüğün olamayacağını,
“olmamak lazım geldiğini, yüksek, pek yüksek sesle söylüyorum.”

Yazar tezlerini desteklemek için meşrutiyet döneminin en feci
olaylarından birini delil olarak kullanmaktadır. Ona göre, 31 Mart Vak’ası
irticaya özgürlük tanınmasından kaynaklanmıştır.5 Dolayısıyla intihar
özgürlüğü varsa, irtica özgürlüğü de olsun, fakat intihar eden adam, yalnız
kendi canını telef etme şeklindeki korkakça fiiliyle itham edilen değildir, o
aynı zamanda toplumun bir ferdini, bir uzvunu da katletmiş olmakla canidir ve
mülevvestir. Bu sebeple intihara teşebbüs edenler, esasında başkasının hayatına
kastedenler gibi kanuni takibata alınmalıdır. Zira “bir ferd kendi tali’ ve
hayatının, hakikat-ı halde keyfemayeşa maliki ve hatta mutasarrıfı değildir.”

Abdullah Cevdet, bu ilginç ve bir yönüyle kabul edilebilir
düşüncelerden sonra insanlığın en meşhur adamlarından biri olarak gördüğü Ernest
Renan’dan nakil yapmaktadır. Renan ise özetle şöyle diyor: Toplu bir şekilde
yaşamanın yardımıyla bütün insanları şeref ve haysiyet sahibi ve hür kılmak,
hükümetin öncelikli görevidir. Bu olmadıkça yapılan her şey faydasızdır.
Sınırsız hürriyet, toplanma hakkı ve katılımdan bahis olunuyor; eğer zekâlar
doğal haliyle bulunsaydı bunlardan daha iyi bir şey olmazdı. Fakat zekâlar doğal
durumuna varıncaya kadar bunlardan daha ziyade boş/faydasız bir şey
bulunmayacaktır. “Ahmaklar yahut cahiller, istedikleri kadar ictima etsinler,
onların ictimalarından hiç iyi bir şey çıkmayacaktır.” Bir düşünce veya siyasi
bir partiye mensup olan adamlar fikirlerinin açığa çıkmasına baskıların engel
olduğunu haksız yere düşünür ve bu baskılara karşı bir kızgınlık ve kırgınlık
içinde bulunurlar, fakat aldanırlar. Onların fikirlerini söndüren hükümetlerin
niyetlerinin kötülüğü değildir; sebep, fikirlerinin kemale ermemiş
bulunmasındadır. Nitekim milletleri esaret altında tutan hükümetlerin zorlaması
ve kuvveti değil, halkın aşağılanmasıdır. “Hürriyetle yaşamak istidadı kemale
erdiği vakit, derhal akvamın bu hürriyeti istihsal etmemelerine ihtimal
verilebilir mi?”

Yazının devamında şu düşünceler yer almaktadır; olgunlaşamamış,
doğruyu yanlışı birbirinden ayırma istidadı bulunmayan yetişkinlerin -çocuklarda
olduğu gibi- hürriyeti yerine diğer bir hürriyeti ikame etmek gerekir. “Fakat
muhakkaktır ki ahalinin terbiyesinden evvel hürriyetlerin kaffesi tehlikelidir.”
Ve kontrol altında bulundurulmaları gereklidir. Diğer bir husus, düşündüğünü
söylemek özgürlüğüyle ilgili meselelerde de söyleyenin hakkı yanında dinleyenin
de hakkı dikkate alınmalıdır. Dinleyenler her zaman doğruyu yanlıştan ayırma
yeteneğine sahip olmadığından “adeta hükümetin vesayeti altına mevzu’dur.”
Dolayısıyla, söyleyen açısından değil dinleyen açısından sınırlamalar caiz ve
meşrudur, her şeyi söyleme hürriyeti, herkes doğruyu yanlıştan ayırma yeteneğine
ve olgunluğuna sahip olursa ancak mümkün olabilir.

Abdullah Cevdet “üstadı” Renan’ın bu düşüncelerine sadık kalarak
kendi toplumunda yaşayan ve ülke sorunlarını beraber omuzlayan büyük bir kesimin
fikri bir olgunluğa ulaşamadığı ve dolayısıyla doğruyu yanlıştan tefrik
edemeyeceğine inandığı için özgürlüklerinin kısıtlanmasından yanadır. Batı
yanlısı düşüncelere öncülük eden yazarın ifadelerinden ve yapılan gözlemlerden
anlaşıldığına göre, aydınların önemli bir kısmı, halkın kendi düşünceleri
doğrultusunda mesafe alması ölçüsünde özgürlüklerinin tanınmasına rıza
göstermektedirler. Daha doğrusu Batı’nın değerlerine perestiş edenlerin talep
ettikleri özgürlük, intisap ettikleri guruplarla sınırlı kalmaktadır. Örneğin,
kendilerinin iltifat etmediği bir siyasi kuruma halkın ekseriyetinin destek
vermesi halinde özgürlüklerin askıya alınmasına onay vermekte tereddüt
etmemektedirler.

Bu anlayış Abdullah Cevdet’te de fazlasıyla görülmektedir.
Nitekim yazısının sonuna doğru konuyu seçimlere getirerek şu hususlara yer
vermektedir: “Fakat yakinen ve bazı elem dereceleri, ruhi acılar ile yoğrularak
bildiğim bir cihet vardır” ki o da hükümetin isteyerek halkın özgür kalmasında
mutlak surette seyirci kaldığı halde, Meclis’in büyük çoğunluğu itibariyle
“büyücüler, türbedarlar, riyakâr sofiler, meczuplardan müteşekkil olacağıdır.”
Bunun yanında cahillere karşı yapılan propagandaları da içine sindiremediğinden
“irticaya” özgürlük tanınmaması gerektiğini daima savunacağını belirtmektedir.

Sonuç olarak, Meşrutiyet’in fikir atmosferi içinde totaliter ve
yandaş hürriyet anlayışları -hemen her dönemde olduğu gibi- farklı kesimlerde
kendini göstermiştir. O dönemde siyasetle uğraşan, gerek ittihatçıların safında
ve gerek başka bir cemiyette yer alan birçok yazar, düşüncelerinin adeta resmi
ideoloji olarak kabul edilip uygulanmasını talep ettikleri izlenimi
vermektedirler. Hâlbuki düşünce ve ifade özgürlüğünün -bir hak olduğu (bir lütuf
olmadığının)- başkaları söz konusu olduğu zaman görmezden gelinmesi ilkelliktir;
fikir haysiyet ve namusuyla bağdaşmayan bir husustur. Esef vericidir ki
Meşrutiyet’ten günümüze kadar değişmeli de olsa hemen her düşünce suç sayılmış
ve müntesipleri de suçlu muamelesi görmüş veya kale alınmamıştır. Adalet ve
hakkaniyet ölçüleri bir felsefi kanaat olarak değişik metinleri süslese de konu,
sürekli başkaları olarak düşünülenlerin özgürlüklerinin kısıtlanması noktasına
getirilmiştir. Bu da serbestiyetin veya özgürlüklerin kötülük doğuracağı
kanaatini pekiştirmiştir.

Özet

Meşrutiyet’in fikir atmosferi içinde totaliter ve yandaş
hürriyet anlayışları, hemen her dönemde olduğu gibi, farklı kesimlerde kendini
göstermiştir. O dönemde siyasetle uğraşan, gerek ittihatçıların safında ve gerek
başka bir cemiyette yer alan birçok yazar, düşüncelerinin adeta resmi ideoloji
olarak kabul edilip uygulanmasını talep ettikleri izlenimi vermektedirler. Bu
dönemdeki fikir adamlarından biri de Abdullah Cevdet’tir. Bu yazıda Abdullah
Cevdet’in kendi çıkardığı İctihad dergisinde “Hürriyet-i İrtica Yoktur” başlığı
ile kaleme aldığı makalesinden yola çıkılarak onun hak ve hürriyetler, halkın
iradesi vb. konulardaki görüşlerine yer verilmektedir.

Anahtar Kelimeler: Abdullah Cevdet, Meşrutiyet, İctihad
Mecmuası, irtica, hürriyet

Abstract

Many different understandings of freedom as totalitarian or
partisan freedom emerged within the intellectual atmosphere of the
Constitutional period among various sectors of society. Many authors dealing
with politics either unionists or as a member of other societies give an
impression as their ideas need to be accepted as official ideology and to be
executed. One of the intellectuals within this period was Abdullah Cevdet. This
text discusses his ideas on rights and freedoms, the will of society etc. in the
light of his article entitled ‘No Freedom for Backwardness’ printed in his
journal of İctihad.

Keywords: Abdullah Cevdet, Constitutional Period, Journal of
İctihad, backwardness, freedom

Dipnotlar:

1. İctihad mecmuası 28 yıl içinde 358 sayı yayınlanmıştır.
Bu mecmua kurucusu ve yayıncısı olan Abdullah Cevdet’in vefatıyla son bulmuştur.
(29 Kasım 1932) 358 numaralı sayısında “Abdullah Cevdet’e ve İçtihad’a Fatiha”
başlığı altında şu ifadelere yer verilmiştir: “Bu mecmuayı 28 seneden beri
neşreden Abdullah Cevdet 29 Teşrinisani 932’de dünyaya gözlerini kapadı ve bu
acı hadise onun hazırladığı, tab ettirmek üzere olduğu nüshanın geri kalmasına
sebep oldu. Mecmuanın çıkacağı Perşembe günü Abdullah Cevdet topraklara tevdi
edilmiştir. (…) ‘İçtihad’ için ve onu Avrupa’dan buraya kadar taşıyarak 28
seneden beri neşreden hakim Abdullah Cevdet için bu nüsha bir fatihadır.”

2. Nazmi Eroğlu, Fırtınalı Günlerin Ünlü Maliye Nazırı Cavid
Bey, İstanbul: Birharf Yayınları, 2006, s. 26.

3. Bakınız, Nazmi Eroğlu, “‘Garpçı’ Bir Mecmuadan (İctihad)
Tesettüre Bakışlar”, 1908’den günümüze Milli İradenin Kuşatılması, İstanbul:
Birharf Yayınları, 2004, s. 197-224.

4. Abdullah Cevdet, “Hürriyet-i irtica yoktur”, İctihad, no:
34, 15 Mayıs 1328 (28 Mayıs 1912), s. 1098-1100.

5. Burada verilen örnek asayişin teminiyle ilgilidir ve
esasında meseleye başka açıdan bakıldığında özgürlüklerin bir zümrenin
menfaatleri doğrultusunda sınırlandırılmasından meydana gelen toplumsal bir
sarsıntının ortaya çıkmasıdır. Bu tür olayların kaynağında insanların kendini
özgürce ifade edememesi veya başkalarının tahakküm, istibdat ve baskısı altında
kalma korkusudur. Daha kötüsü, bu korkuların körüklenerek güçlü olanın
istibdadının pekiştirilmesidir. Hâlbuki toplumdaki hastalıkların tedavisi ve
yenilerinin ortaya çıkmaması hukukun kuralları içinde yönetilen bir toplumun
oluşturulmasıyla mümkündür. Siyasi ve hatta sosyal meşruiyeti hukuktan almayan
toplumların veya zümrelerin önüne daima asayiş, özgürlüklerin kısıtlanması,
nihayet fert ve toplumun kendini ifade edememesi ve geliştirememesi gibi bir
sonuç çıkarır. 31 Mart Vak’ası irticaî bir kalkışmadan ziyade birçok toplumsal
sorunun tetiklenmesiyle meydana gelen bir olaydır. Bunun ortaya çıkmasında ordu
içindeki hiyerarşinin bozulması, ideolojik yaklaşımlar ve terfilerdeki
adaletsizliklerin büyük etkisi vardır. Nihayet ordu içindeki çatışmaların ortaya
çıkması, İttihatçıların bir baskı unsuru olarak kullandıkları Nigehban-ı
Hürriyet (Hürriyetin Bekçileri) denilen gurubun itaatsizliği ve isyanı, buna
değişik sivil unsurların, özellikle cahil kesimlerin katılması böyle bir feci
duruma yol açmıştır (Bakınız, Nazmi Eroğlu, “31 Mart Vak’ası’nın Oluşumunda
İttihatçıların Etkisi ve Bazı Yanılgılar”, 1908’den günümüze Milli İradenin
Kuşatılması, İstanbul: Birharf Yayınları, 2004, s. 19-56). Abdullah Cevdet ise
-aksine- bu olayın özgürlüğü hak etmeyenlere tanınan serbestiyetten
kaynaklandığını düşünmektedir.