European Union and the State-Religion Relations in the Framework of Christianity

Tarihsel Gelişim

Yahudi tarihçisi Flavius Josephus, miladi 100 yıllarında ilk kez
‘teokrasi’ (theokratia) kavramını, ‘çeşitli milletler monarşi, oligarşi,
demokrasi gibi muhtelif şekillerde yönetilirken Yahudilerin idare şeklinin
teokrasi’ olduğunu belirtirken kullanır. Hıristiyan Dini Kavramlar Sözlüğü’nde
(Vocabulaire du Christianisme) Michel Feuillet ‘teokrasi’ kavramını şu şekilde
tanımlar: ‘Yunanca ‘theos’ ‘tanrı’ ve ‘cratos’ ‘hakimiyet’ kelimelerinden
türetilen teokrasi, sivil iktidarın dini iktidara boyun eğdiği siyasi bir
rejimdir. Ortaçağ’da, imparatorlarla mücadele eden papalık teokrasisi, dünyevi
iktidarı temsil edene karşı manevi iktidarın üstünlüğünü savunmuştur. Bu anlamda
teokrasi, yürütme anlamında yönetim şeklinin demokrasi veya monarşi olması
bakımından değil, devlet otoritesinin nihai kaynağını belirtmesi anlamında
belirleyicidir.1 Hatta, teokrasinin çeşitli şekillerde tezahür
edeceğini belirten bazı siyaset bilimciler, bunun din adamları tarafından
yönetilmesine ‘hiyerokrasi’, Tanrı’nın kendisine dünyevi otoriteyi tevdi ettiği
düşünülen kralın yönettiğine ‘kraliyet teokrasisi’, yönetimin ilahi bir hukuka
veya vahye dayalı birtakım prensipler veya düzenlemeler ile gerçekleşenine
‘genel teokrasi’ ve Tanrı’nın hakim olacağı ideal bir gelecek hayali üzerinde
odaklanana ise ‘eskatolojik teokrasi’ demişlerdir.2

Avrupa tarihi boyunca Katolik Kilisesi’nin din-devlet ilişkileri
çerçevesinde geçirdiği aşamaları ise şu şekilde sıralamak mümkündür:
Hıristiyanlığın Devlet dini olduğu dönemden Papa Büyük Gregoire’a kadarki dönem
(380-604); Ortaçağ (600-1500), Reform ve Karşı Reform dönemleri (1500-1715),
Aydınlanma dönemi (1715-1848) ve modern dönem. (1848’den günümüze kadar olan
süreç) Hıristiyanlığın başlangıçtan günümüze kadar geçen bu süreçler içerisinde
altın çağını yaşadığı dönem şüphesiz Ortaçağ olmuştur. Özellikle Papa Büyük
Gregoire (590-604) ile birlikte Roma piskoposu bir kral gibi davranmış ve ondan
150 yıl sonra kesin olarak ‘papaların dünyevi iktidarı’ dönemi başlamıştır
denebilir. Ortaçağ’da papalıkla imparatorluk ilişkileri bağlamında din-devlet
ilişkilerinin papalık otoritesinin en üst seviyede olduğu dönem Papa VII.
Gregoire’dır (1073-1085). Daha önceleri manevi otoritenin hükümdarlığa
bağımlılığı anlamında (cesaro-papiste) var olan anlayış, onun döneminde radikal
bir değişim göstermiştir. Öyle ki, VII. Gegoire ile birlikte Papa Kilise’nin
hâkim gücü olmakla birlikte manevi gücün temsilcisi olarak maddi güç ve
iktidarın da üstünde olduğu kabul edilmiştir. Buna göre papa, istediğinde
istediği kralı görevden alabilecektir.

Bu durum, özellikle 13.yy.’da başlayan ve Gallikanizm olarak
bilinen doktrinin ortaya çıkışına kadar devam eder. Gaul bölgesine ait olduğu
için Gallikanizm olarak isimlendirilen bu doktrin, Philipe le Bel döneminden
Cumhuriyet dönemine kadar süren dönemde Fransız Kilisesi’nin Roma’daki merkez
Kilise’ye karşı bağımsızlık isteğini ve Avignon’daki papalık dönemini ifade
etmektedir. Bu durum, aynı zamanda papalığın dünyevi iktidar üzerindeki
etkisinin ciddi olarak sorgulandığı ve azaldığı bir dönemin başlangıcı kabul
edilmektedir.

16.yy.’da Martin Luther ile birlikte başlayan Reform hareketi,
Hıristiyanlık tarihinde sadece Hıristiyanlık dininin algılanmasının değil, aynı
zamanda ve belki de en önemlisi din ve devlet ilişkilerinin birbirinden
ayrılışının miladı olmuştur. Böylece, yeryüzü krallığı ile semavi krallık
birbirinden tamamen ayrılmış, hukuki ve siyasi yetkiler bütünüyle sivil
yöneticilere bırakılmıştır. Buna, kralların kendi bölgelerindeki kiliselere
müdahale etme yetkisi de dahildir. Bu hareketin en belirgin sonuçlarından biri
ise, İngiltere’de Anglikan Kilisesi’nin ortaya çıkışı olmuştur.

Anglikan Reformu da denen bu reform ile birlikte, sivil
yöneticilerin egemenliklerinin kilisenin üzerinde olduğu ilan edilmiş ve
kralların hem sivil hem de kilisenin başı olduğu kabul edilmiştir. Fransa’nın
protestanları olarak da bilinen Hugeunot’lar ise, hem Katolik Kilisesi’nin hem
de Fransız monarkların yetkilerini reddettikleri için 1598’e kadar sürecek olan
din savaşlarını başlatmışlardır. Hatta kimi tarihçiler, Katolik Kilisesi’nin
baskıcı rejimine karşı ayaklanan Hugeunot’larla Osmanlı yönetiminin
ilişkilerinin olduğundan bahsetmektedirler. Bu durum, bir yönüyle Fransa’nın
halka dayalı cumhuriyet yönetimine geçişinde Osmanlı etkisini gündeme
getirmektedir ki, detayları araştırılarak açıklığa kavuşturulması gereken bir
tezdir.

Katolik Kilisesi’nin yetkilerinin sivil yönetimden
uzaklaştırılması aynı zamanda din adına sivillerin hayatlarına olan
müdahalelerini ve etkisini de kısıtlamıştır. Özellikle Aydınlanma (1715-1848)
döneminde bir bütün olarak dine karşı olan akımların ortaya çıkışı ile birlikte
Kilise, Hıristiyanlığa ve tabii ki doktrinlerine karşı yöneltilen eleştirileri
cevaplama telaşına düşmüştür. Aslında, din adına yapılan saldırıların hedefinde
Katolik Kilisesi vardır. Ortaçağ boyunca Katolik Kilisesi’nin sivil yöneticiler
ve halk üzerinde oluşturduğu katı ve baskıcı egemenliği, sonunda Avrupa’da
Kilise’nin ve dolayısıyla dinin her türlü dünyevi otoritesini yok sayan bir ‘din
karşıtlığı’nın ortaya çıkmasına da zemin hazırlamıştır.3

1789 Fransız ihtilali sadece kralın alaşağı edilmesini değil,
aynı zamanda ruhban sınıfının malları ve statülerini de gündeme getirmiştir.
1795’te dini ibadetlerin serbestisi ile birlikte din-devlet ayrımı da kabul
edilmiştir. 1798’de kendisine bağlı devletlerin tamamını kaybeden Papalık,
1799’da Vatikan sınırlarına çekilmiş ve bu sınırlar dahilinde varlığını
sürdürmeye başlamıştır. Vatikan’ın resmi sınırları bir bakıma Katolik
Kilisesi’nin ve dolayısıyla dinin Avrupa’daki yeni anlayış içerisindeki yerinin
ne kadar olması gerektiğini de gösteren sembolik bir göstergedir, denebilir. Bu
nedenle, Kilise’nin seküler hayata yönelttiği her türlü eleştiri, kimi
çevrelerce söz konusu ‘sınırlarını aşıyor’ şeklinde algılanmıştır.4

Tarihten günümüze kadar geçen bu süreç, bir bakıma Avrupa
ülkelerindeki din-devlet ilişkilerini anlama, yorumlama hatta karar almada
önemli bir veri olmuştur. Bu temel yaklaşım, Avrupa Birliği’nin aldığı kararlar
ve yönelişlerine de ister istemez damgasını vurmuştur.

Günümüzde Avrupa Birliği ve Din İlişkileri:

Katolik Kilisesi Örneği Avrupa Birliği çerçevesinde din-devlet
ilişkileri konusunu ele alan Avrupalı düşünürler, ister istemez geçmiş olan bu
tarihi tecrübenin etkisi altındadırlar. Bu nedenle, Hıristiyanlık ve özellikle
Katolik Kilisesi onlarda bu tecrübeleri çağrıştırmakta ve ‘laiklik’
tanımlamalarına etki etmektedir. Avrupa demokrasilerinin temel ilkesi olan ve
her ne kadar teoride basit bir tanımla ‘Devlet’in dinlerin içişlerine
karışmaması ve dinlerin de Devlet organizasyonunun içişlerine karışmaması’ olan
laikliğin, pratikte hiç de o kadar basit bir uygulaması olmamıştır. Öyle ki,
aynı Avrupa Birliği içerisinde birbirinden farklı laiklik uygulamaları ve
anlayışlarına rastlamak mümkündür. Bu nedenle, bir Fransız laikliğinden veya bir
İngiliz laikliğinden söz edilebilmektedir. Dine karşı farklı tutumlara sahip
insanlardan oluşan bu ülkelerde laiklik, çoğunluğun kabul ettiği din, buna bağlı
ahlaki ilkeler ve yaşam tarzının azınlıktaki başka dinlere mensup olanlar ile
hiçbir dine mensup olmayan vatandaşlara empoze etmesine engel olan bir ilkedir.
Ancak, bu ilkenin yorumu ve pratiğe aktarımı her ülkenin kendi tarihi ve
sosyo-politik algılamalarına göre farklılık arz etmektedir.

Biraz önce de işaret edildiği üzere, her ne kadar din ve devlet
işlerinin birbirinden ayrılması olan laiklik ilkesinde anlaşma olsa da, en
önemli farklılık Avrupa Birliği üyesi ülkeleri arasında söz konusu ilkelerin
uygulamaya geçirilmesinde farklı algılayışların olmasıdır. Öyle ki, Ignace
Berten’e göre her Avrupa ülkesinde farklı algılanan bu ilkenin her bir ülkeye
göre ayrı birer tarihi serüveni de vardır.5

Avrupa Birliği’ni oluşturan üye ülkelerin laiklik anlayışlarının
dayandığı bazı temel kabullerin neler olduğunu ana hatları ile tespit etmek
mümkündür. Buna göre, hem devlet hem de dinin ilgilendiği farklı alanlar vardır.
Bunlardan her biri kendi sahalarında otonomi sahibidirler ve birbirlerinin
içişlerine karışmazlar. Mesela, hiçbir din kendi inançlarından hareketle ve ona
dayanarak herhangi bir pratiğin devlet tarafından kabul edilerek uygulanmasını
isteyemez. Bu noktada, dini inançlarına göre bir kimsenin cezalandırılmasını
istemek mümkün değildir. Yapılan suçun cezası ve bu cezanın nasıl ve ne biçimde
uygulanacağı devlet tarafından tespit edilir. Daha basit bir örnekleme ile,
insan öldürmek devlet tarafından bir suç olarak kabul edildiği için, insan
kurban etmeyi uygulayan veya kendi kendini öldürmeyi ibadet sayan bir din böyle
bir pratiği yerine getiremez.

Dinin temel inançlarından hareketle devlet işlerine müdahale
etmemesi gerektiği o kadar temel bir anlayış olmuştur ki, mesela Şili’de ve
Brezilya’da Katolik Kilisesi’nin devlet tarafından yapılan işkencelerin kabul
edilemez olduğunu söylemesi bile dinin devlet işlerine karışması ve Kilise’nin
politikaya müdahalesi şeklinde yorumlanmıştır. Aslında, bu örnek din ile devlet
işlerinin birbirine müdahale etmemesinin her zaman mümkün olmadığını açıkça
göstermektedir. Her ne kadar Avrupa’nın yakın tarihinde aksi örnekler olsa da,
prensip itibariyle Hıristiyanlar ve özellikle Katolik Kilisesi totaliter bir
rejimi desteklememeleri gerekmektedir. Ancak, buna rağmen hala bazı totaliter
rejimlerle ilişkiler ve ittifaklar yapılmaya devam edilmektedir. Aynı şekilde
prensipte devlet, hukuk devletini zedeleyecek bir dini oluşumun meydana
gelmesine izin vermemelidir. Oysa, gerçeklere bakıldığında, bazı devletler
yaptıkları hukuksuzluğu dini gerekçe göstererek meşrulaştırmışlar ve bu durum
hala da devam etmektedirler.

Öte yandan, din ve devletin karışıp karışmayacağı belli olmayan
flu alanlar da vardır. Mesela, devletin insanların hayatlarının ‘varlığına bir
anlam verme’ gibi bir görevi yoktur. Bu durum, özellikle Avrupa Birliği’nin
Anayasa taslağının hazırlanmasında gündeme gelmiş ve Birliğin dayandığı kültürel
temellerin tespitinde ilginç tartışmalara neden olmuştur. Birliğin Hıristiyan
kültür temeline dayandığının teklif edilmesi bu açıdan yoğun eleştirilere neden
olmuştur. Gerçekten, Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkeler ve o ülkelerin
vatandaşları çok farklı din ve kültüre mensup iken Birliğin Anayasasına böyle
bir maddenin eklenmesi, temelde bir devlet organizasyonu olan Birliğin belli bir
dini empoze etmesi şeklinde algılanmıştır ve haklı olarak karşı çıkılmıştır.
Zira, sadece Hıristiyanlığın zikredilmesinin dahi ‘hangi Hıristiyanlık?’
sorularını beraberinde getireceği gündeme gelmiştir. Bu konuda Birliğin
yapabileceği şeyin, ortak değerlere vurgu olacağı kabul edilmiştir. Zira, devlet
bir anlamda kendisini oluşturan vatandaşların mensup oldukları farklı dini
inançların ortak kabulleri üzerine bina edilmiş bir müessese olduğu için, ortak
değerlere vurgu yapmasının daha doğru olacağı ileri sürülmüştür. Bu nedenle,
Avrupa Birliği’nin Temel haklar antlaşması, anayasa metninin Giriş kısmı ve
Anayasa projesinin I. başlığında bu ortak ve bütün vatandaşlarca benimsenen
değerlere atıflar yapılmaktadır.

İlke olarak laikliğin tanımında ahlaki ilkelere karşı tutum,
bunların tamamen bireysel kabuller oldukları yönündedir. Bu nedenle, en genel
anlamıyla bir şeyin ahlaki olup olmadığını tespit etmek devletin görevleri
arasında yer almamaktadır. Bu nedenle, fakirlere yardımın iyi olduğunu veya
düşkünlere yardım etmenin güzel bir davranış olduğunu belirlemek devletin
görevleri dışındadır. Mesela, yukarıda da işaret edildiği üzere, her ne kadar
dinen ‘insan öldürmek’ doğru kabul edilmese de, insan öldürmenin ceza
gerektirdiği devletin yasaları ile belirlenmektedir. Yani, devlet bu yasayı
Yahudi ve Hıristiyanlığın kabul ettiği bir ahlaki ilke olan ‘Öldürmeyeceksin!’
esasından hareketle koymaz. Ancak, Avrupalı siyaset bilimcilere göre, devletin
bunu yasak kabul etmesinin temelinde bu ortak kabulün olmadığı da söylenemez. Bu
nedenle, bu yasanın sadece ‘toplum düzenini’ koruma ilkesine dayandığını
söylemek zordur. Bununla beraber, bu konuda din ile devlet arasında bir uyum söz
konusudur, denebilir.

Ancak, Avrupa’da her konuda din ve devletin sosyal projelerinin
birbiriyle uyuştuğu söylenemez. Nitekim, yakın zamanda çeşitli konularda hem
Avrupa Birliği’ni oluşturan devletler hem de Birliğin yasama organları
tarafından alınan kararlar, Katolik Kilisesi ile Birliği oluşturan bazı
devletleri karşı karşıya getirmiştir. Bunlar içerisinde doğum kontrolü, kürtaj,
homoseksüellerin evliliği, homoseksüellerin yetimhanelerden bakmak üzere çocuk
almaları ve boşanma gibi konular Katolik Kilisesi ile Avrupa Birliği ülkelerini
karşılıklı itham etme noktasına getirmiştir. Bu konuların tamamına Hıristiyan
dindarlar açıkça karşı çıkmışlar ve söz konusu yasaların çıkmaması için büyük
gayret sarfetmişlerdir. Ancak, her defasında dinin devlete müdahale etmesi
şeklinde yorumlanmış ve genellikle ‘özgürlükler’ yönünde kararlar çıkmıştır.6

Tabii, bu durum bazı sorgulamaları da beraberinde getirmiştir.
Mesela, iki kişinin düello yaparak birbirini öldürmesini yasaklayan yasalar,
nasıl oluyor da kürtaja cevaz verebilmekte? Oysa, bu da bir canın diğer bir can
tarafından yok edilmesinden başka bir şey değildir. Kürtajın hamileliğin 9.
ayından önce yapılmasıyla sonra yapılması arasında ne gibi bir meşruiyet farkı
var? diye eleştirilerini yönelten Katolik Kilisesi, aslında birçok Avrupa
Birliği ülkelerinde açıkça yasak olan kendi kendini sakatlama ve kendi vücuduna
zarar vermenin de bireysel tercih olarak kabul edilmesi gerektiğini ve bu
noktada bir çifte standardın olduğunu ileri sürmektedir.

Diğer yandan, Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkelerin kolektif bir
ahlak problemi olarak göç ve sığınmacılara ilişkin geliştireceği tutumu sadece
din-devlet ilişkilerinin ayrı tutulmasından hareketle belirleyemez. Avrupa
Birliği’nin ahlaki sorunları ve sorumlulukları üzerine düşünen Ignace Berten’e
göre Birlik, şu ya da bu şekilde bu konularda bir karar almalıdır.

Avrupa Birliği’ndeki din ve devlet ilişkilerinin buluştuğu ortak
noktalardan bir diğeri, insan klonlamanın yasaklanmasıdır. Her ne kadar böyle
bir şeyi bireyler kabul etse bile, bunun pratiğe geçirilmesini devletler yasa
ile yasaklamaktadırlar.

Ignace Berten’e göre bireysel dini tercih ile devlet yasalarının
yapılmasında diğer önemli bir konu ise, çok kültürlü bir toplumda yaşayan
insanların farklı dini uygulamalarına karşı geliştirilecek olan tavırlardır.
Zira, çok eşlilik ve kadınların sünnet olması uygulaması Avrupa kültürüne mensup
insanların çoğunluğunu oluşturduğu Avrupa Birliği ülkelerinde yine aynı
çoğunluğun kabul ettiği İnsan hakları adına yasalarla yasaklanmaktadır. Hatta
kimileri, yine aynı yasaya dayanarak erkeklerin sünnet olmasını da yasaklamak
istemektedir. Bu ise Yahudiler tarafından bir skandal olarak kabul edilmektedir.
Ignace Berten’e göre, aynı şekilde, Avrupa Birliği ülkelerinde azınlıkta olan
bir grubun kültürel veya dini tercihleri nedeniyle benimsedikleri giyim
kuşamlarla ilgili düzenlemeler yine aynı tartışmaların gündemini
oluşturmaktadır. Berten’e göre bu durum, bir yönüyle entegrasyon programları,
bir yönüyle vatandaşlar arasında uyum içinde bir arada yaşama politikasını bir
yönüyle de cinsiyetler arası eşitlik ilkesini ilgilendirmektedir ve Avrupa
Birliği ülkelerinde alınacak olan kararlar bütün bu boyutları dikkate almalıdır.

Yukarıdan itibaren işaret edilen sorunlar, Avrupa Birliği’nin
din – devlet ilişkilerinde gündeme gelen sorunlardır ve Hıristiyan düşünürler,
politikacılar ile Katolik Kilisesi’nin dikkatlerini ve eleştirilerini
yönelttikleri hususlardır.

Bu noktada; genelde Hıristiyanlar özelde ise Katolik Kilisesi,
dinin kabul ettiği etik değerler ile Avrupa Birliği ve bu Birliğe üye ülkelerin
yasamalarının bu dinin kabul ettiği yönde yasa yapmalarını sağlamak için neler
yapılabileceği üzerinde de düşünmektedir. Birliğe Hıristiyan inançları ve etik
değerleri yönünde demokratik karar aldırmak nasıl olabilir? Burada akılda
tutulması gereken esas, Birliği oluşturan bireylerin belli bir anlam dünyasına
mensup olduklarıdır. Bu yaklaşım, atılacak olan adımlarda ilerleme
kaydedilmesinde önemlidir. Çok kültürlü ve çok-dinli bir toplumda ülkeler
alacakları kararlarda toplumu oluşturan bireylerin inançlarının da dikkate
alındığı güvencesini vermek için, karar almadan önce bir komisyon
kurmaktadırlar. Böylece, alınacak olan kararların en azından bir etik
komisyonuna danışılarak alındığı gerekçesi oluşturulmaktadır.

Avrupa Birliği de çıkardığı yasalarda aynı esası uygulamaktadır.
Zaten bu nedenle ve aynı maksatla Avrupa Komisyonu’nda bir ‘etik komitesi’ yer
almaktadır. Böylece, alınacak olan kararlar söz konusu komitede gündeme
getirilen farklı görüşlerin ortak noktası bulunarak alınır. Bu nedenle, söz
konusu komitede her din mensubu alınacak kararlarda kendi değerlerinin dikkate
alınmasını ciddi olarak savunmalı ve bunu gerekçelendirecek argümanlar ileri
sürmelidir. Böylece, alınacak kararlarda her görüş bir şekilde dikkate alınmış
olmakta ve ‘mümkün olduğu kadar herkesin kabul edebileceği’ bir karar
alınabilmektedir. Bu karar her ne kadar tam olarak herkesin kabul ettiği bir
sonuç olmasa da, en azından tarafların görüşlerinin alınması ve ‘azami katılım’
(participation) sağlanmış olmaktadır.

Mesela, Avrupa Birliği ülkelerinde kürtajın kabul edilmesi için
kurulan etik komisyonlarında kürtajla ilgili her ne kadar danışma yöntemine
başvurulmuş ve farklı din mensuplarının görüşleri dikkate alınmış olsa dahi,
sonuç itibariyle kürtajın serbestiyeti lehinde düzenlenen kanunlar hiçbir zaman
Katolik Kilisesi tarafından kabul edilmemiştir. Buna rağmen, bu kanun Kilise’nin
hiç kabul etmediği bir yönde çıkmıştır, çünkü böyle bir düzenleme Kilise
tarafından doğrudan insan hayatına kıymak olarak telakki edilmektedir. Ancak, bu
politik karar genel olarak karar almada etik kurallara uymuştur. Zira, şu veya
bu şekilde iyi veya kötü bir kanun yapılmış ve kanunsuz bir durumun oluşmasına
engel olunmuştur. Ayrıca, bireylere saygı, farklı inançların dikkate alınması ve
kamu yararı gözetilmiştir. İşte bütün bu nedenler, alınan kararın ve çıkarılan
yasanın etik bir süreçte gerçekleştiğini gösterir.

Burada unutulmaması gereken nokta, alınan her kararın birgün
‘değişebileceği’dir. Zira, zamanın değişmesi ve düşüncelerin gelişmesiyle yeni
yaklaşımlar ve yeni hassasiyetler her an söz konusu bu kararın yeniden gündeme
getirilmesini gerekli kılabilir ve yeni bir değişikliğe gidilmesine imkan
sağlayabilir. Nitekim, alınan karara karşı olanlar, karşılıklı pazarlıklar ve
görüşmeler sonucu alındığı için karara saygılı olduklarını belirtmekle birlikte
kendileri açısından kararın eksik ve yanlış yönlerini her zaman dile
getirebilirler ve bu yönde zihinlerin ve fikirlerin oluşmasında çaba
sarfedebilirler.

Avrupa Birliği içerisinde gelişen bu süreçler, karar almada esas
olanın ‘katılımcılığın’ (participative) sağlanmış olmasıdır. Bu nedenle, Avrupa
Birliği’nin geleceği üzerine düşünenler, Birliği oluşturan unsurların her
birinin karar alma süreçlerinde azami derecede yer almaları gerektiği üzerinde
hemfikirdirler. Bu, gerçekleştirilmesi düşünülen ideal Birliğin inşasında önemli
bir unsur kabul edilmektedir. Çok kültürlü ve çok farklı inançlara sahip bir
Birliğin sağlam temellere dayanmasının her şeyden önce geniş katılımlı bir karar
alma mekanizmasına dayandığı herkesçe kabul edilmektedir.

Bu nedenle, Avrupa Birliği’ne mensup ülkeler ve o ülkelerdeki
Hıristiyanlar ve Katolik Kilisesi, Avrupa Birliği’nin işleyişini yakından takip
etmek ve karar alma süreçlerine doğrudan katılmak ve görüşlerini dile getirmek
üzere kendi içlerinde bir bakıma bir ‘gölge Birlik’ (COMECE) oluşturmuşlardır.
Buna göre, Birliği oluşturan kurumlara tekabül eden benzer bir masa Katolik
Kilisesi’nin bu organizasyonunda mevcuttur. Burada yer alan her bir masa sorumlu
olduğu birimi yakından takip etmektedir. Birlik tarafından alınacak kararlar,
daha komisyon aşamasında iken, Katolik Kilisesi’nin görüşlerini içeren dosyalar
söz konusu masalar tarafından hazırlanır ve komisyona sunulur. Böylece, Avrupa
Birliği kararlarının mümkün olduğu kadar Kilise’nin değerlerini dikkate alarak
çıkması sağlanmaktadır. Bunun yanında, Katolik Kilisesi’nin söz konusu ofisinde
çalışan bazı din adamları, Avrupa Birliği Komisyonları’nda görüşülen bazı
kararların Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan sadece Hıristiyanları değil aynı
zamanda Müslümanları da ilgilendirdiğine dikkat çekerek, Birliğin alacağı
kararlarda Müslümanları da temsil edenlerin görüşlerini dile getirmeleri ve
böylece kararların daha çok katılımla çıkması gerektiğini belirtmektedirler.

Seçilmiş Bibliyografya:

1. J. Thomas, ‘État’, Catholicisme Hier, Aujourdh’ui,
Demain, Paris 1956, c. 4, s. 525-533.

2. Ignace Berten, ‘Laïcité, religion et éthique dans l’Union
européenne’, Colloque Laïcité et religions 07-08.12.2004,

http://biblio.domuni.org/articleshum/europe/laicite.htm
.

3. Ömer Faruk Harman, ‘Katolik Kilisesi ve Teokrasi’, Bilgi
ve Hikmet, İstanbul 1995, sayı: 11, s.14-19.

4. Michel Feuillet, Vocabulaire du Christianisme, Paris
2000, s.119.

5. AB Ülkelerinde Din-Devlet İlişkisi Sempozyumu, 9-10
Aralık 2006, İstanbul 2006.

Özet

Bu makalede Hıristiyanlık çerçevesinde Avrupa Birliği ve
din-devlet İlişkileri ele alınmaktadır. Bunun için öncelikle, Avrupa tarihi
boyunca Katolik Kilisesi’nin din-devlet ilişkileri çerçevesinde geçirdiği
aşamalar ele alınmakta, reform hareketlerinin kilise- devlet ilişkilerinde yol
açtığı değişimlere yer verilmektedir. Devamında günümüzde Avrupa Birliği ve Din
ilişkileri Katolik kilisesi örneğiyle birlikte irdelenmektedir. Tarihten
günümüze kadar geçen bu sürecin bir bakıma Avrupa ülkelerindeki din-devlet
ilişkilerini anlama, yorumlama hatta karar almada önemli bir veri olduğu
düşünülebilir.

Anahtar Kelimeler: Avrupa Birliği, Din, devlet,
Hıristiyanlık, Katolik Kilisesi

Abstract

This study examines the Europan Union and the relations between
the state and religion in the framework of Christianity. To fulfill this task,
first the phases are considered that the Catholic Church has been evolved in the
framework of state-religion relations throughout the European history. The
changes of the reform movements on the church-state relations are expressed,
too. Furthermore, the contemporary relations between the European Union and the
religion are investigated in the example of Catholic Church. This process from
the past to the recent times can be considered as a very important fact in the
understanding, interpreting and decision of the state-religion relations in the
European countries.

Keywords: European Union, religion, state, Christianity,
Catholic Church

Dipnotlar:

1. Michel Feuillet, Vocabulaire du Christianisme, Paris
2000, s.119.

2. Ömer Faruk Harman, ‘Katolik Kilisesi ve Teokrasi’, Bilgi
ve Hikmet, İstanbul 1995, sayı: 11, s.14-16.

3. Nitekim, meşhur Alman filozofu Nietzsche’nin ‘Tanrı
öldü!’ sözü bu çerçevede Katolik Kilisesi ile yapılan böyle bir mücadelenin
sonunda söylenmiş bir ifade olarak hafızalarda yer etmiştir.

4. Katolik Kilisesi’nin devlete ilişkin görüşleri ve tarihi
seyri için ayrıca bkz.: J. Thomas, ‘État’, Catholicisme Hier, Aujourdh’ui,
Demain, Paris 1956, c. 4, s. 525-533.

5. Ignace Berten, ‘Laïcité, religion et éthique dans l’Union
européenne’, Colloque Laïcité et religions 07-08.12.2004.

6. Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkelerin her birindeki
din-devlet ilişkilerine dair geniş açıklamalar içeren sempozyum metinleri için
bkz.: AB Ülkelerinde Din-Devlet İlişkisi Sempozyumu, 9-10 Aralık 2006, İstanbul
2006.