Public Sphere is a Sphere of Freedom

Kamusal alan nedir?

Kamusal alanla ilgili Türkiye’de ne yazık ki bir kafa
karışıklığı var. Türkiye’de resmi ideolojinin topluma bir şekilde dayatmaya
çalıştığı kamusal alan aslında siyaset bilimi, siyaset düşüncesi literatüründe
kullanılan, tartışılan kamusal alan kavramından oldukça farklı. Kamusal alan,
modernleşmeyle beraber gündeme gelen, modern toplumu büyük ölçüde betimlemek
üzere kullanılan bir kavramdır. Kamusal alan, toplumun karşılıklı etkileşim
içinde bulunduğu, bir arada yaşadığı, alış veriş yaptığı, karşılıklı mübadelede
bulunduğu, bir alanı ifade ediyor. Aslında kamusal alanın başka bir ifadesi
toplumsal alandır; yani özel alanın dışındaki tüm alanı biz kamusal alan olarak
ifade ediyoruz. Geleneksel topluma baktığınızda, geleneksel toplumda daha çok
cemaat eksenli bir yapılanma söz konusudur. Bu modern toplumda cemaatlerin
olmadığı anlamına gelmez ama her kominite, her cemaat kendi duvarları arasında
hayatını idame ettirebilmektedir. Yani geleneksel toplumun en önemli özelliği
budur. Modern topluma geldiğinizde, modern toplumda cemaatlerin etrafındaki o
duvarlar çözülmüş ve bütün değişik cemaatlerin ortak alanı dediğimiz ortak bir
yaşam alanı doğmuştur. Siyaset onun bir yansımasıdır, ekonomi onun bir
yansımasıdır, ulusal değerler, ortak değerler bunun bir yansımasıdır. Kamusal
alan kavramına dikkat çeken en önemli düşünürlerden biri Habermas’tır.
Habermas’ın kamusal alanla ifade etmeye çalıştığı şey tam da budur. Yani
geleneksel toplumun modern topluma dönüşmesinde cemaatlerin etrafındaki
duvarların kaldırılıp ortak bir yaşam alanının ortaya çıkmasıdır. Bugün
itibariyle kamusal alan dediğimiz şey esas itibariyle özel yaşam alanının
dışındaki bütün alanları ifade eden bir kavramdır. Resmi ideoloji bize kamusal
alan dendiği zaman sanki devletin hakim bulunduğu alanı işaret ediyor. Aslında
kamusal alanda sosyal kesimler de var, dini cemaatler de var, dini olmayan
cemaatler de var, siyasi aktörler de var, bütün bunların yanında devlet de var.
Dolayısıyla devlet kamusal alandaki aktörlerden sadece bir tanesidir. Yunus
Emre’nin şiirinde “cümle kamu bilir ki,” diye bir ifade geçer. Yunus’un ifade
ettiği gibi kamu hem bizim dilimizde hem de Latin kökenli dillerde halka işaret
eder. Latin kökenli dillerde kamu public ya da publicus olarak geçer; bu da
halk, daha güncel bir kavramı kullanacak olursak toplum demektir.

Fuzuli’nin “kamu bîmârına cânân, devâ-yı dert eder ihsan”
mısraında da aynı ifadeye rastlıyoruz.

Çok güzel, aynen öyle. Burada şu önemli. Resmi ideoloji kamu
dediği zaman herkese kapalı alanı işaret ediyor, herkese açık olmayan bir alanı
işaret ediyor, sınırlılıkların, yasakların bulunduğu bir alanı işaret ediyor.
Halbuki kamusal alan, herkese açık olan bir özgürlük alanıdır. Kamusal alanla
birlikte zikredilecek en önemli kavram “aleniyet” yani “açıklık” kavramıdır.
Mahrem, kamusal alanın değil, özel alanın bir özelliğidir. Kamusal alan bir
mesire alanı gibidir; siz oraya gidersiniz, başkasının hakkına tecavüz
etmediğiniz sürece istediğiniz her şeyi yaparsınız. Onun için kamusal alanla
birlikte en çok ifade edilebilecek şey açıklıktır, aleniyettir, toplumsallıktır,
özgürlüktür. İngilizce’de open society (açık toplum) denen şey tam da budur.
Kamusal alan herkese açık olan, değişik fırsatlara, imkanlara, girişimlere,
eylemlere, katılıma, siyaset yapmaya açık bir platformdur. Ne yazık ki
Türkiye’de resmi ideoloji toplumu, devlete eklemlenmiş, onunla bütünleşmiş
ideolojik ve politik bir varlık olarak kabul ettiği için toplumsal yaşam
alanındaki bir çok alanı “kamusal alan” söylemiyle toplumun bizzat kendisine
kapatmaktadır.

Modernleşme süreci bizde de yaşandı. Bizde Kamusal alan
kavramı niye Batı’dakine benzer bir şekilde ortaya çıkmadı da devletin belli
sınırlar koyduğu ideolojik bir alan haline geldi?

Bu önemli bir soru. Bizim modernleşmemizle gelişmiş ülkelerdeki
modernleşmeye baktığımız zaman modernleşme aktörleri birbirinden farklı.
Avrupa’da modernleşmede aristokrasi, Amerika’da burjuvazi çok önemli bir rol
oynamıştır. Hem aristokrasi hem burjuvazi esas olarak sosyal kesimdir.
Dolayısıyla modernleşmeyi sağlayan sivil toplumsal kesimler olmuştur. Halbuki
Türkiye’de modernleşmeyi sağlayan bürokrasidir. Devlet bürokrasiden ibaret
olduğu için modernleşmenin öncülüğünü devlet adına bürokrasi yapmıştır.
Modernleşme teorilerinde şöyle bir anlayış vardır: Modernleşmeyi hangi aktör
getiriyorsa, modernleşmenin seyrini, değerlerini ve kurumlarını belirleyen de o
oluyor. Kendi değerlerini empoze ediyor, dayatıyor, modernleşmenin şeklini
belirliyor, yönünü, kurumlarını tayin ediyor. Türkiye’de modernleşme önce
devlete ait kurumlarda başlamıştır, kademe kademe topluma yaygınlaştırılmaya
çalışılmıştır. O bakımdan bu süreçte devlet kendi rengini, tercihlerini,
önceliklerini, beklentilerini hakim olduğu alana yaymaya çalışmıştır. O bakımdan
bizde kamusal alandaki kurumlar, modern kurumlar, eğitim kurumları, siyasi
partiler, dernekler, sendikalar, kısaca toplum adına ne varsa bunların öncelikli
görevi devletin topluma dayattığı toplumun sırtına giydirmeye çalıştığı, kendi
kafasındaki modern neyse, ona hizmet etmektir. Tüm bu kurumların öncelikli
misyonu budur. Eğitim bunun için vardır, siyaset bunun için vardır, hukuk bunun
için vardır. Devlet kamusal kurumlara ve aktörlere bu misyonu ana görev olarak
yüklemiştir. Demokratik toplumlarda siyasal partilerin temel misyonu toplumun
bir kesiti adına hareket ederek, onları değerleri, programları ve kurumlarıyla
birlikte iktidara taşımaktır. Oysa bizde siyasal partilerden öncelikle beklenen
şey devletin resmi ideolojisine hizmet etmektir. Görüldüğü gibi siyasal partiler
modernleşmenin en önemli aktörleridir. Ama bizde farklı bir şey yapıyor,
gelişmiş demokrasilerde de farklı.

Şöyle bir şey söyleyebiliriz: Toplumsal aktörlerin rol oynadığı
bir modernleşme biçimi olduğu gibi devletin rol oynadığı modernleşme biçimi de
vardır. Toplumsal aktörlerin rol oynadığı modernleşme doğal olarak zengin bir
modernleşmedir, farklılaşmaya açık bir modernleşmedir, doğal evrimi içinde
gelişmiş doğal bir sürecin sonucu oluşmuş modernleşmedir. Dolayısıyla bu
modernleşme sürecine tekabül eden kamusal alan farklılıkların olduğu bir
alandır, plüral, yani çoğulcu bir alandır. Oysa devletin öncülük ettiği
modernleşmede devlet toplumu kendi avuçları içine alır, deyim yerindeyse onu kar
topu gibi elinde şekillendirir. Türkiye’de modernleşme ile beraber devlet
kamusal alanı kendi gölgesi altına almıştır. Modernleşmeyi tek tip bir
modernleşme olarak okumuş, modernleşme sürecini tek hakikatli bir paradigma
içinde gerçekleştirmeye çalışmıştır. Tek hakikatli dünya görüşünü devlet hem
kendi içinde barındırmaya çalışmıştır hem de onu toplumun tümüne bir şekilde
yaymaya çalışmıştır. Bizde kamusal alanın bu kadar dar bir kalıp içinde telakki
edilmesi bizdeki bürokrasi eksenli modernleşmeden kaynaklanıyor diye
düşünüyorum.

Peki dayatmalar karşısında aydınlar niye Batı’daki gibi
birey tarafında yer almıyorlar da devlet safında yer alıyorlar?

Batı’da bilgi dediğimiz olgu tarih boyunca devletin tekelinde
bir olgu olmamıştır. Bilim adamları, aydınlar, mütefekkirler, entelektüeller hep
devlet koridorunun dışındadır. Avrupa’da gelmiş geçmiş büyük mütefekkirlere
baktığımız zaman ya açlık ve sefalet içinde sürünmüştür ya da bohem hayatı
yaşamıştır. Böyle olunca aydınlar devletin önceliklerine hizmet eden bir kesim
olmuyor. Bu yönüyle aydınlar hem devleti sorgulayıcı, hem dönüştürücü rol
oynamıştır. Batı’da aydınlanmayı, rönesansı, reformu, yeni düşünce biçimini ve
felsefeyi aydınlar geliştirmiştir. Bu nedenle İtalyan düşünür Gramsci aydınları
devrimin lokomotif gücü olarak görmüştür. Böyle düşünüldüğünde Batı’da
aydınların oluşturduğu bir sivil toplum hareketinden bahsedebiliriz.
Intelligensia dediğimiz şey esas olarak bunu ifade ediyor, devletin dışında ayrı
bir bilgi merkezi, dinamizmi etrafında oluşan sosyal kesime işaret ediyor. Bizde
ise o anlamda aydın diye bir şey yok maalesef; bizde devletin bilgiyi kullanan
memurları vardır. Osmanlı’ya baktığımız zaman, Osmanlı’da bir sivil bürokrasi
var, bir de ilmi bürokrasi. İlim üzerinde ihtisaslaşmış olan ulema devletin bir
memuru niteliğindedir ve devlete hizmet eden bir kesimdir. Devletin alanının
dışında farklı, otonom bir alan açamadığı gibi bir inisiyatif de
geliştirememiştir. Modernleşme sürecinde aydının devletle ilişkisi daha da vahim
olmuştur. Çünkü 1820’lerde biz ilk defa Avrupa’ya öğrenci gönderdik. Bu
öğrencileri gönderirken de bizim öğrencilerden öncelikli beklentimiz Avrupa’daki
bilgiyi, teknolojiyi öğrenip ondan sonra devlet-i aliyeyi kurtarmak olmuştur.
Dolayısıyla bir misyonla göndermişiz. Devletin bilgi intikalcisi göreviyle
gönderiyoruz, o gidiyor, bilgiyi alıp geliyor, devletin çatısı altında istihdam
ediliyor. O yüzden Türkiye’de entelektüel-bürokrat diyoruz, intelligensia
demiyoruz. Bu aydın tipi, devlet adına bilgiye hükmeden, ama aynı zamanda
bürokrat olan bir kesim. Dolayısıyla bir sınıf değil aslında. Devletin dışına
taşan bir kesim değil, onu kurtarmaya çalışan bir memurlar zümresidir.
Cumhuriyet döneminde aydınlardan oluşan bazı sosyal hareketler gelişmiştir. Bazı
dergiler etrafında örgütlenen aydınlar olmuştur. Ama genel olarak İslam
dünyasında durum böyledir. İslam toplumlarındaki modernleşme sürecinde
aydınların misyonu farklı olmamıştır. Modernleşme tarihimizde aydınlar devletin
birer memuru haline geldiği için ayrı bir inisiyatif geliştirememişlerdir,
dolayısıyla sivil toplum hareketi olarak gelişememiştir maalesef.

Batı’da müzakere, iletişim alanı olarak ortaya çıkan kamusal
alan bizde dayatmalar neticesinde bir çatışma alanı olarak tezahür ediyor. Bunun
öncülüğünü de ifade ettiğiniz gibi devlet yapıyor. Devletin bu refleksini haklı
çıkaracak, Cumhurbaşkanlığı seçiminde de dile getirildi, rejimi koruma kaygısı
gibi bir sebep olabilir mi? Gerçekten böyle midir ya da Türkiye’de bir kesimin
savunduğu gibi elit bürokrasinin kendi konumunu, çıkarlarını muhafaza
kaygısından mı kaynaklanmaktadır bu çatışma?

Modernleşmeyi kim yapıyorsa modernleşmenin rengine de o
damgasını basar dedik. Bir taraftan da şöyle bir şey var. Modernleşme aynı
zamanda bir iktidar kaynağıdır. İslam dünyasındaki modernleşme hareketlerine
baktığımız zaman, ya da bağımsızlık hareketlerine baktığımız zaman hem
bağımsızlık mücadelesi, hem toplumu değiştirme dönüştürme mücadelesinin kendisi
aslında bir iktidar alanı açmıştır. Bunun neticesinde 1920’lerden sonra
Osmanlı’nın hakim bulunduğu topraklar üzerinde tek partili sistemler ortaya
çıkmıştır. Tek partili sistemler esas itibariyle hem topluma, hem beşeri
kaynaklara, hem iktisadi kaynaklara hem siyasi hem kültürel kaynaklara kısaca
tümüne hükmetmiştir. Bu, yönetici bir sınıfın oluşması anlamıma geliyor. Şimdi
Türkiye’de bu yönüyle baktığımızda aslında çatışma değerler üzerinde bir çatışma
değil. Kuşkusuz değerler üzerinde farlılıklar söz konusudur, muhafazakar,
seküler değerler vardır; bunları benimseyen kesimler var, benimsemeyen kesimler
var; ama çatışma aslında iktidar üzerinde süren bir çatışmadır. Değerler bu
çatışmanın arka planında yatan gerçek amacı kamufle etmektedir. Son zamanlarda
sosyolojik araştırmalara baktığımızda seküler kesimler ile muhafazakar kesimler
arasında sanıldığı kadar uçuruma varan bir farklılığın olmadığını görürüz.
Cumhuriyet, laiklik, dünyevileşme, daha iyi şartlarda yaşama, modern eğitim
alma, düşünce özgürlüğü, inanç özgürlüğü, kamusal alanın farklılaşması gibi
alanlarda aslında dinsel muhafazakar kesimlerle, seküler kesimler arasında
uçuruma varan bir farklılaşma yok. Aksine bu değerler üzerinde iki kesim
arasında giderek bir yakınlaşmanın olduğu görülmektedir. Bu değerler iki kesim
tarafından da talep edilen değerler haline geliyor.

Rejim tehlikesi yok yani.

Böyle bir şey yok. Türkiye’de devletin topluma dayatmaya
çalıştığı şey aslında bir iktidar mücadelesidir. Bu iktidarı sürdürmek için de
muktedirler aslında bir takım sosyal kesimleri kullanıyorlar. Devlet gücünü
elinde bulunduran muktedirler, bu yönüyle bakıldığında hakikaten toplumuyla oyun
oynuyor. 1960’larda, 1970’lerde, karşı karşıya getirdiği kesimlere baktığınız
zaman şimdikinden farklı. On yıl önce bir biriyle problemi olmayan kesimlerin on
yıl sonra bir biriyle çatışma durumuna geldiğini görüyorsunuz. Meydana getirilen
çatışmadan beklenen şey elde edildikten sonra dönüp baktığınızda aslında
çatışmayı gerektiren bir şeyin olmadığını görüyorsunuz. On yıl sonra geriye
dönüp baktığınızda çatışmayı gerektirecek bir şeyin olmadığını görüyorsunuz.
Hatta on yıl bile çok uzun bir zaman dilimi. 12 Eylül’de toplumsal kesimlerin,
aslında çatışmaya değer bir şeyin olmadığını anlamaları on yıl sürmedi.
Sağcılarla solcular birbirilerini boğazlamanın birilerinin iktidar oyunu
olduğunu bir iki yılda anladılar. Bunu bugünlerde en iyi açıklayan hareket
ulusalcılık denen harekettir. Bunun iki ayağı vardır Türkiye’de. Birisi sağ
milliyetçilik, birisi sol milliyetçilik. Bu ikisi 1970’lerde Türkiye’yi iç
savaşın eşiğine getirdi; ama 1990’larda 2000’lerde bu ikisi birlikte hareket
ediyor. Demek ki ikisinin o denli çatışma içinde olmasını gerektirecek bir şey
yok. Ama sahnenin arka planında birisi bunları çatıştırıyor. 1970’lerde
Türkiye’de Kürtlerle Türkler arasında bir çatışma yoktu. Ne yazık ki 2000’lere
geldiğimizde bir iktidar aracı olarak bu iki kesim arasında bir husumet duvarı
örülmeye çalışılıyor. Dolayısıyla Türkiye’de çatışmayı körükleyen kesimin
kafasının arkasında rejim tehlikesi denen şey yok, iktidarın elden gitmesi
düşüncesi, kaygısı söz konusudur. Bir de şunu söylemek istiyorum. Türkiye’de
Cumhuriyet rejimi, laik rejim 2000’li yıllarda, özellikle AKP’nin iktidara
geldiği dönemde güçlü olduğu kadar, cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde bu
kadar güçlü olmamıştır.

Neden böyle düşünüyorsunuz?

1960’lara, 70’lere baktığımızda Türkiye’de cumhuriyet rejimi ile
problemi olan kesimler var. Cumhuriyet rejimini topyekün değiştirmek,
dönüştürmek isteyen kesimler var. Sosyalistler, cumhuriyeti sosyalist bir rejime
evirmek istiyor. MHP milliyetçiliği o dönemlerde Turancılık düşüncesiyle
Türkiye’yi farklı bir mecraya sürüklemek istiyor. Milli görüş eksenli İslami
hareket rejimi topyekün İslamileştirme amacı gütmektedir. Bu hareketler o
tarihlerde rejimle bir türlü barışık değillerdi. Halbuki 2000’li yıllara
geldiğimizde bu kesimlerin rejimin değerleriyle barışmaya başladığını görüyoruz.
Türkiye’de bir çok kesim rejimi dönüştürmeyi bıraktı, rejimden taleplerde
bulunmaya başladı. Son yirmi, otuz yıl içinde gelişen hak eksenli arayışları bu
çerçevede okumak lazım. Rejimi değiştirmek değil, rejimin kendisine bazı hakları
bahşetmesini beklemek. Bakın, Atatürk’ün ön gördüğü rejimin, yani cumhuriyetin
temel değerleri rasyonalite, akıl, bilim, teknoloji, cumhuriyet, laiklik, sosyal
devlet gibi değerlerdir. Tüm bu değerlerin referans aldığı şey ise “muasır
medeniyet”tir. Türkiye’de rejimin en temel hedefi muasır medeniyet ailesine
girmektir. Bugün muasır medeniyet denen şey Türkiye için Avrupa Birliği’ne
girmeyi ifade ediyor. 1970’lerde sağdaki Erbakan’la, soldaki Ecevit altın
tepside Türkiye’ye sunulan Avrupa Birliğini “Batı kulübü” diye reddetmişlerdi.
Oysa aynı Ecevit 1999 Helsinki Zirvesinde Türkiye’nin önüne konan koşulları
kabullenerek AB’ye evet dedi. Erbakan’ın öğrencileri Türkiye’yi Avrupa
Birliğiyle müzakere sürecine sokmayı başardı.

Bu yönüyle bakıldığı zaman rejim için bundan daha sağlam bir
dönem olabilir mi? Rejim kendi muhaliflerini kendi içine almış ve
dönüştürmüştür. Bu rejim açısından müthiş bir güvencedir. Bir de şunun da altını
çizmek istiyorum: Avrupa Birliği Türkiye’deki hem demokratik sistemin, hem de
cumhuriyetin bir sigortasıdır. Avrupa Birliği içinde yer alan bir Türkiye kolay
kolay başka bir yöne kayamaz. Bunların yanında bir de Türkiye’de demokratik
sistemi, cumhuriyeti ve değerlerini üstlenen bir orta sınıfın geliştiğini de
ifade etmek gerekiyor. Bugün yüz milyar dolara yakın bir ihracat yapabilen
üretici kesim gelişmiştir Türkiye’de. Bu da Türkiye’nin dünya pazarlarıyla
geçmişle karşılaştırılamayacak kadar bütünleştiğini gösteren bir şeydir. Dünya
ile bütünleşen bir ülke kendi içine kapanıp farklı bir rejim kurmak istese bile
yapamaz. Dünyayla kurduğu bağlantılar bunu yapmasına engel oluşturur. Bu yönüyle
bakıldığında Türkiye’de cumhuriyet rejiminin en sağlam dönemini yaşadığını
söyleyebiliriz, diye düşünüyorum. Dolayısıyla çatışmanın temel nedeni iktidarın
el değiştirmesidir. Özellikle KİT’lerin özelleştirilmesine karşı koparılan
fırtınanın altında yatan şey budur. KİT’ler üzerinden çocuklarını Amerika’larda,
Avrupa’larda okutan, yolsuzluk hanelerini, karnelerini şişiren, istediği bankayı
boşaltan, istediği kaynağı çarçur eden muktedirlerin politik ve iktisadi
kaynakları kuruyor; muslukları kesiliyor. Bunun mücadelesi veriliyor. Ne yazık
ki bu mücadele çok acımasız ve biraz kaba olacak ama kirli bir şekilde
veriliyor. Gerekirse Türkiye’deki etnik mücadeleyi kışkırtacak, başka bir
ifadeyle Türkiye’yi alevlerin, ateş yalazlarının içine sürükleyecek kadar
acımasız.

Bir makalenizde Türkiye’de “mahrem kamusal alan” dediğiniz
bir oluşumdan söz ediyorsunuz? Bunun siyasal kültürümüz ve değerlerimiz
açısından anlamı ve sonuçları nelerdir?

Mahrem kamusal alan dediğimiz şey aslında toplumun oluşturduğu
bir kamusal alan değildir. Devletin oluşturduğu bir alandır. Devlet, kamusal
alanı, kendisinin özel alanı gibi kurgulayarak, onu mahrem bir alan gibi
algılayarak toplumun bazı kesimlerine ve değerlerine karşı kapatmaya çalışıyor.
Sanki kendi evinizi birilerine karşı kapatıyorsunuz. Oysa yukarıda ifade ettiğim
gibi kamusal alan, aleniyet demektir ve herkesin oraya girmesi hem
modernleşmenin, hem de demokratikleşmenin gereğidir. Bu vesileyle şunu belirtmek
isterim. Bugün Türkiye’de toplum modernleşme itibariyle devletin önünde
seyretmektedir. Yirminci yüzyılın başında modernleşmeyi sağlayan, modernleşmenin
öncüsü, lokomotif gücü devletti. Bugün o gücü toplum eline geçirmiş durumdadır.
Bugün modernleşme serüveninin lokomotifi toplumdur, bürokrasi de onu takip
ediyor. Toplum, demokrasi, özgürlük, hak talep ediyor; bürokrasi sıkışınca
vermek zorunda kalıyor. Toplum AB ile bütünleşmek istiyor, bu konuda devlete
baskı yapıyor, bürokrasi çaresiz kalınca kabul ediyor. Toplum aleni bir kamusal
alan geliştirmeye çalışıyor, devlet, bürokrasi onu kapatmaya çalışıyor. Kısaca
bürokrasi, devlet eliti bugün toplumun çok gerisindedir. Mesela devletin bir
zamanlar kilit noktalarında görev alan emekli general, emekli subay gibi
aktörlere bakıyorsunuz İşçi Partisiyle flört ediyorlar. İşçi Partisi ise
Türkiye’yi 1960’ların Maocu, 1930’ların Stalinci sosyalist rejimlerine geri
götürmeye çalışıyor.

Bu yönüyle baktığınızda toplumun açık toplumla, demokrasiyle bir
problemi yok. Toplum bu değerleri benimsemiş durumda. Ama toplum içinde değişik
kesitler var. Toplum dediğimiz şey farklı unsurlardan oluşan genel bir yapıdır.
Bunun içinde dini, ladini, etnik, mezhepsel vb. bir sürü farklı unsur vardır.
Doğal olarak toplum kendi içindeki farklılıkları bulunduğu alana taşıyor. O
yönüyle toplumun mahrem kamusal alanı diye bir şey olamaz. Mahrem kamusal alan
toplumun doğasına aykırı bir şeydir. Benim “mahrem kamusal alan” dediğim şey,
Türkiye’de toplumu da, bürokrasiyi de, kamusal hayatı da tek tip olarak görmek
isteyen devletçi elitin yaratmaya çalıştığı kamusal alandır. Devletçi elit,
devletin tek bir hakikatle hükümran bulunduğu bir kamusal alan görmek istiyor,
bunu kamusal alan içerisinde bütün topluma yaymaya çalışıyor. Dünyanın hiçbir
yerinde eğitim kurumları kamusal alan müessesi değildir, eğitim kurumları
politik bir müessese olarak algılanmaz. O bir mesleki kurumdur, gidersiniz
meslek öğrenirsiniz. Bir sağlık kuruluşu ideolojik kaygılarla hareket eden
kamusal bir otorite, kamusal bir kurum gibi düşünülmez. Matematik, biyoloji,
kimya, sosyoloji, psikoloji gibi bir mesleğin politik ve idoeolojik boyutu
olamaz. Bizde böyle telakki ediliyor. Bunun nedeni belirttiğim gibi Cumhuriyet
dönemiyle başlayan tek hakikatli modernleşme anlayışıdır. Tek doğru, tek
hakikat, tek bakış açısı, tek refleks, tek hedef, tek yaşam biçimi. Ve devlet
bunun taşıyıcı unsurudur. Devlet bunu ısrarla topluma giydirmeye çalışmıştır.
Ama başaramamıştır. Toplum, içindeki bütün farklılıkları zamanı geldiğinde
kamusal alanda ortaya koymuştur. Osmanlı’nın son yirmi yılı Osmanlı tarihinin bu
bakımdan en zengin dönemidir. Cumhuriyet döneminde devlet onların hepsini
bastırmaya çalışmıştır; ama bunların kimisi 1950’lerden, kimisi 1970’lerde,
kimisi de 1980’lerden sonra kamusal alanda ortaya çıkmıştır. Ben buna “sivil
çiçekler” diyorum. Tüm baskılara rağmen zamanı geldiğinde bu sivil çiçekler
kamusal alanda neşvü nema bulmuştur; kendisini aleni hale getirmiştir,
alenileşmiştir. Mahrem kamusal alan projesi Türkiye’de devletin bir projesidir
ama bu tutmamıştır, tutmayacaktır diye düşünüyorum.

Kamusal alan tartışmalarının daha çok inanç özgürlükleri
açısından ortaya çıktığını görüyoruz. Osmanlı’nın Batı’ya gönderdiği
öğrencilerden söz ettiniz. Buraya giden öğrenciler Batı’nın aydınlanma ile
ortaya koyduğu, “dini bir tarafa bırakarak ilerleme” düşüncesinden etkilenerek
döndüklerinde bu düşünceyi Osmanlı’da yaydılar. Osmanlı’daki bazı aydınlarda
dini terk ederek ilerleme, modernleşme düşüncesi hakim oldu ve bu Cumhuriyet
elitinin temel görüşü, devletin de bir politikası haline geldi. Bugün aynı
pozisyon devam ediyor, din kamusal alanın dışına, tamamıyla özel bir alana
sıkıştırılmaya çalışılıyor. Dinin yaşanabilirliği açısından
“Özel-sivil-kamusal-siyasal” gibi birçok farklı perspektifin içinde belirleyici
ve koruyucu faktör ne olmalıdır?

Batı’nın modernleşme serüveninde din faktörü benim şahsi
kanaatimce Türkiye’de çok yanlış biliniyor. Bu konuda da resmi düşüncenin bize
empoze ettiği dezenformasyon, yanlış bilgilendirme söz konusu. Sanki modernleşme
denen şey dinle karşıt olan bir şeydir. Batı esasıyla sanki dine hükmederek, ona
tahakküm ederek, onu kamusal alanın, siyasal hayatın dışına iterek
modernleşmiştir, gibi bir anlayış var. Bu doğru değil, tam tersine Batı’da
modernleşme dediğimiz şey dini unsurlarla beraber, el ele gelişmiştir. Tabi
burada iki geleneğe işaret etmek lazımdır. Biri Fransız geleneğidir ve bizi daha
çok etkileyen odur. Burada modernleşme kilise ile problemli olmuştur. Çünkü
Fransız ihtilalini yapanlar; kilise, kral (siyasi aristokrasi) ve toprak
aristokrasisini bir bünye olarak telakki etmiştir. Dolayısıyla üçüyle de
mücadele halinde olmuşlardır. Bunlar kralın kellesini götürmüşlerdir, kiliseleri
yağmalayıp yakmıştır, aristokratları topa tutmuşlar, giyotinle temizleme yoluna
gitmişlerdir. Bizi daha çok etkileyen bu tarz bir modernleşme olmuştur. Halbuki
Fransa dışında, Almanya’da İngiltere’de özellikle Amerika’da modernleşme hatta
sekülerleşme dini kesimlerle birlikte gelişmiştir. Mesela 18-19. yüzyılda
İngiltere’de kurulan Secular Socieety’ler var. Yani Seküler Cemiyetler. Bunların
öncüleri büyük ölçüde din adamları, papazlardır. Onların temel amacı ulusal bir
kilise oluşturmak, dinsel yaşayışı İngiltere sathında örgütleyebilmek, Vatikan
Katolik kilisesinden bağımsızlık kazanabilmekti. İngiltere’de dini gruplar
devletle, siyasi değerlerle barışık bir şekilde yaşamış ve modernleşmeyi
birlikte gerçekleştirmişlerdir. Hatta buradaki deneyimden hareketle
modernleşmenin, dinin Protestan yorumunun bir sonucu olduğunu ileri süren, Max
Weber gibi sosyologlar olmuştur. Dinin devletle çatışması Anglo Sakson gelenekte
söz konusu değildir. Hele Amerikan örneğinde hiç söz konusu değildir. Bugün
Amerikan kamusal alanı için kullanılan tabir, “religious publicus” yani dinsel
kamusal alandır. Din Amerikan modernleşme süreci içinde o kadar belirgin bir
etkiye sahiptir ki kamusal alandaki baskın rengi oluşturmuştur. Türkiye’de
modernleşme büyük ölçüde Fransız paradigması içinde gerçekleştiği için
Fransa’daki din devlet, devlet kilise arasındaki gerilim Türkiye’ye de
yansımıştır. Bu yalnız Türkiye’de değil aynı modernleşme paradigmasını takip
eden Tunus, Cezayir, Fas gibi diğer İslam ülkelerinde de görülür. Ama Fransa
bunu aştı. Fransa bunu 1945’te çıkardığı Loi De Separasion, yani ayrılık yasası
denilen bir yasa ile aştı. Bugün Fransa’da inanç özgürlüğü ile ilgili ciddi bir
sorun yoktur. Başörtüsü ile ilgili sıkıntılar var ama şunun altını çizmek lazım
ki, Fransa’da başörtüsü yasağı ergenlik çağına gelmemiş kız çocukları için ve
sadece devlet okullarında geçerlidir. Özel okullarda böyle bir yasak söz konusu
değildir. Üniversitelerde böyle bir şey hiç yok. Hem seküler hem dinsel
özgürlükler açısından Fransa o problemi aşmış durumdadır. Türkiye onu aşamıyor.
Bunu aşamamasının temel nedenlerinden biri- benim şahsi kanaatim- iktidar
mücadelesidir. Türkiye’de toplanan vergilerin çok büyük bir kısmı kamu
kurumlarına gidiyor, güvenlik kurumlarına, savunmaya gidiyor. Türkiye’de
özelleştirme yapılsın, devletin elinde bir üretim mekanizması kalmasın, üretimin
yüzde seksenini doksanını toplum yapsın, o zaman göreceksiniz her hangi bir
çatışmanın kalacağını ben şahsen sanmıyorum.

Hukuk devleti olmanın bu bağlamda rolü nedir?

Hukuk devleti, demokrasi ve bunların alt ayaklarının oturması bu
açıdan çok önemlidir. Hukuk devletinin oluşması için demokrasi ve demokratik
değerlerin, demokrasinin oluşması için de hukuk devletinin oluşması
kaçınılmazdır. Hukuk devleti için kimi ne yapacaksınız? Türkiye’de maalesef,
bizde hukuk adamını devlet yetiştirmiştir, devlet refleksleriyle yetişmiştir.
Batı’da hukuk adamının bakış açısına göre özgürlükler esas, kısıtlamalar
istisnaidir; temel felsefe budur. Amerikan yüksek mahkemesinin olaylara bakışı
bu felsefenin altındadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin çıkış noktası
budur. Türkiye’de tam tersi bir durum söz konusu. Kısıtlama esastır, özgürlük
ise istisna. Bu hukuk bakış açısıyla Türkiye’nin hukuk devletini yakalaması
gerçekten zordur. Onun için hukuk fakültelerinin yaygınlaşması lazım. Şu anda
hukuk fakülteleri üzerinde bir çatışma var. Devletçi zihniyetle eğitim verecek
hukuk fakültelerine müsaade edilirken özel üniversitelerin hukuk fakültesi
açmasına çok da izin verilmiyor. Devlet bilgiyi tekelinde tuttuğu gibi hukuku da
tekelinde tutmak istiyor. Oysa hem demokrasi, hem de hukuk devleti için
bilginin, kültürün ve hukukun devlet tekelinin dışına çıkması lazım. Bu olmadığı
sürece Türkiye’de bilgi, kültür ve hukuk üzerinde farklılaşmış demokratik bir
sivil toplum oluşturamayız.

Bu çatışma devam mı eder?

Ne kadar devam eder? Aslında devlet çatışmayı körüklemesine
rağmen bu tutmuyor. Çok ciddi bir şekilde devlet, devletin içinde iktidarını
kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya olan bir kesim değişik alanlardan topluma
çatışma kıvılcımları pompalıyor. Ne var ki bu tutmuyor. Son bir iki sene
içersinde Türkiye’de çok ciddi gerilimler ortaya çıkartıldı ama o gerilim
bakıyorsunuz çok da fazla tutmuyor. Bu konuda toplumun çok geniş bir ferasetinin
olduğu kanaatindeyim. Deneme yanılma yoluyla 1960, 1970, 1980’lerden çok şey
öğrendi. Deyim yerindeyse bu konuda toplum, biraz kaba bir ifade olacak ama,
devleti takmıyor.

Ama neticede olan yine hukuka, adalet duygusuna oluyor,
incinen yine toplumun kendisi oluyor. Devlet toplum ilişkisi Batı’ya göre bizde
çok daha fazla zedelenmiş durumda değil mi?

Kuşkusuz öyle ama, kazanan her defasında toplum oluyor. Bakınız
1960’larda, 70’lerde demokratım demek çok büyük cesaret isteyen bir şeydi. O
bakımdan o tarihlerde Demirel demokrasinin sembolü haline gelmiştir. Çok partili
demokrasiyi, parlamenter demokrasiyi savunmuştur. Bu çok önemlidir. Bugün
geldiğimiz noktada herkes demokrattır. 1960’larda, 1970’lerde “cici demokrasi”
diye demokrasiyle dalga geçenler bugün demokrasinin ne kadar önemli bir şey
olduğunu kavramış durumdalar ve demokrasiyi savunuyorlar. Aynı şekilde o
tarihlerde demokrasi bir küfür rejimi olarak kabul edenler bugün demokrasinin
erdemlerinden söz ediyorlar. Dolayısıyla bizde devletçi elit deyim yerindeyse
biraz rüzgara karşı gidiyor ama her defasında çok güçlü bir rüzgar kendi yüzüne
bir şekilde üfürüyor. Bakın 1995’te Refah Partisi iktidara geldi. Devlet eliti
harekete geçerek bu partiyi kapattı. Ama ne oldu? 2002’de AKP tek başına
iktidara geldi. Devlet içindeki bütün didişmelere rağmen bu seçimlerde de bu
partinin iktidara gelebileceğini söylemek mümkün. Dolayısıyla devlet, toplumu
her defasında biraz oyalıyor ama toplum genel bir hedefe kitlenmiş olarak yoluna
devam ediyor. Toplumsal farklılaşmaya açık, kendi doğası içinde değişim ve
dönüşüm dediğimiz çok hakikatliliği kendi içinde yaşayarak modernleşmesini
sürdürmektedir. Bakın size şunu söyleyeyim: Toplumların karşısında hiçbir şey
duramaz. Toplum, konumuz itibariyle söyleyeyim kamu, gür akan bir ırmağa benzer.
Bu ırmağın yatağını, yönünü değiştiremezsiniz. Devlet olarak onu
biçimlendirmeye, yönlendirmeye çalıştığınızda aslında yaptığınız şey bu ırmağın
üzerine bir çarşaf germekten ibaret bir şey kalıyor. Suyun üstündeki çarşafa
bakıp akan gür ırmağı durağan, eğip bükeceğiniz, şekillendirebileceğiniz bir şey
sanıyorsunuz. Bu, topluma karşı geliştirilen vehimden başka bir şey değildir.
Serdiğiniz çarşafa güvenerek suyun üstüne çıktığınızda o sizi içine çeker.
Toplumlar, halklar, kamular böyledir. Gerçek yaşamı onlar yaşar ve aslında bir
çok şeyin seyrini tayin eden de onlardır. Sosyalizm onlara karşı kaybetmiştir,
faşizm onlara karşı kaybetmiştir, jakobenizm de onlara karşı kaybetmek
zorundadır diye düşünüyorum.

Muhafazakar Demokrasiyi savunan AKP’nin kamusal alan
etrafındaki engelleri, duvarları aşacağına inanıyor musunuz?

Türkiye’de bir kesim değişiyor, diğer bir kesim yerinde sayıyor
diye düşünmemek lazım. Türkiye topyekün bir değişimden geçiyor. En çok değişen
de İslami kesimdir. Bugün modernleşmeye doğru hızla yol alan bu kesimdir.
1960’larda muhafazakar bir baba kız çocuğunu erkeklerin bulunduğu bir okula
göndermekte tereddüt ederdi. 1970’lerde İHL’nin dışında çocukları okula gönderme
konusunda ciddi tereddütler vardı. Bugün o tereddütler ortadan kalktı. Bugün
İslami kesimin kendine daha fazla özgüveni gelmiş durumda, kendi okullarını
açıyor, bu okullarda modern eğitim veriyor, farklı okulları İmam Hatiplere
tercih ediyor, kız çocuğunu sadece ülke içinde değil, ülke dışına da eğitim için
gönderiyor. Bu aslında tam anlamıyla değerler üzerinden devam eden bir sessiz
devrimdir. Türkiye’de asker de, siyaset de, sendikal hareketler de ekonomi de
değişiyor. Bu değişimin yönü demokratikleşmeye dönüktür. Çok geniş katmanlı bir
değişim dönüşüm yaşıyor Türkiye. Bunda bazı sancıların olması kaçınılmazdır. Bu
AKP’nin tek başına bir sorunu değil. Demokrasiye, modern değerlere, insan
haklarına, muasır medeniyet değerlerine inanan herkesin işidir bu. AKP şu hatayı
yaptı: Kendi çoğunluğuna güvenmekle Türkiye’deki diğer kurumlarla arasına mesafe
koydu. AKP’nin düşünme mekanizmalarına Milli Görüş’ten gelme bazı genler hakim
oldu sanki. Bu seçime giderken Başbakan’ın kadrolardaki yenileme hareketi
merkeze açılması yolunda önemli bir işaret olarak algılanabilir. Bunu
önemsiyorum. AKP bugün için karşısındaki diğer aktörleri bir ittifak havasına
sokmuştur. Bunun tartışılacak çok değişik boyutları var kuşkusuz. Ama şunu
unutmamak lazımdır ki AKP’nin, toplumun ve siyasetin diğer aktörleriyle diyaloga
girmeye ihtiyacı var.

İdeal anlamda devlet kamusal alanın neresinde olmalı?

Devlet kamusal alanın içindeki aktörlerden biridir. Kamusal alan
eşittir devlet alanı değildir. Kamusal alan eşittir devlet alanı, ideolojik bir
kamusal alandır. Bu, sosyalist, faşist bir kamusal alan anlayışıdır. Sosyalist
kamusal alan anlayışı ailenin dışındaki her alanı devletin tabii bir alanı
olarak kabul eder ve devletin gölgesi altına alır. Hatta aileye bile müdahil
olmuştur. Demokratik bir kamusal alan ise tam tersine devletin kamusal alandaki
gölgesini küçültmeye çalışır. Olabildiğince kamusal alandaki unsurları
sivilleştirerek devlet alanını küçültmek suretiyle orayı daha renkli, daha
yaşanabilir, daha geniş, daha açık, daha bol çeşnili bir alan haline getirmeye
çalışır. İdeal anlamda kamusal alan budur. Açık kamusal alan, farklılaşmış bir
kamusal alan, sivil çiçeklerin boy gösterdiği bir kamusal alan… Devletin
burada rolü nedir? Devletin rolü güvenlik ve adalettir. Bu iki değer üzerinden
haklarımızı, hukukumuz ve güvenliğimizi korumaktır devletin görevi. Geriye kalan
tüm alanları topluma, toplumsal kesimlere ve aktörlere bırakması lazım. Aksi
takdirde, yani toplumu devletin nüfuz alanı içine çekersek o zaman demokrasinin
kamusal alanı daralır, endoktrine olur, tektipleşir, bu da demokrasiyi güdük ve
zayıf bırakır. Unutmayalım ki demokrasinin en büyük erdemi muhalefettir.
Muhalefetin oluşma zemini farklılaşmış bir kamusal alandır. Kamusal alanı
boğarsanız demokrasiyi boğarsınız.