Is It Possible To Live Religiously In a Secular Political System?

Din devlet ilişkileri yaygın olarak laiklik üzerinden tartışılan
bir konudur. Tartışmalar genellikle şu soruları cevaplamaya çalışmaktadır:
“Laiklik nedir?” “Bu kavramın Türkiye’deki yaygın algılanışı ile tarihsel
orijinine uygun tanımı arasında bir farklılık var mıdır?” “Demokrasi ile laiklik
arasındaki gerekirlik ilişkisi nasıldır?” “Laiklik olmadan demokrasi mümkün
müdür?” “Türk devleti laik midir?” Sayılan sorulara “Laik bir siyasal sistemde
dindarca yaşanabilir mi?” şeklinde bir soru daha ilave edilebilir.

Laiklik Kavramı ve Türkiye’de Laiklik Olgusu

Laikliğin “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması”
şeklinde tanımlanmasında siyaset sosyolojisi bakımından bir yanlışlık yoktur.
Öte yandan, Türkiye’deki “laikliğin gerçekliği” ile ona alem olarak kullanılan
“laiklik kavramı” arasında tevili zor bir farklılık bulunmaktadır. İdeolojik
tartışmalar bir kenara bırakılacak olursa, Türk devletinin laik bir sisteme
sahip olduğu söylenemez. Çünkü, Türkiye’de din ve devlet ilişkileri birbirinden
ayrı değildir. Laikçi iddiaların aksine, Türkiye’de dinin devleti
belirlemesinden değil, devletin dini belirlemesinden bahsedilebilir. Devlet
istediği zaman, istediği konu ve şekilde dini kendi politikaları için bir araç
olarak görmekte ve kullanmaktadır. MEB’den sonra en büyük kadroya sahip olan
Diyanet İşleri Başkanlığı bile bu ülkenin laik olmadığının tek başına argümanı
sayılabilir. Vicdan işi olan inancın devlet tarafından kontrol edilmesi,
yönlendirilmesi, kişinin neye, hangi mezhebe, hangi yaklaşıma inanacağının
belirlenmesi laiklikle nasıl tevil edilebilir? Devletten görece özerk ve sivil
bir Diyanet teşkilatının gerekli olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur.

Diyanetin ihdas edilmesi resmi politikalarla çelişebilecek,
sivil toplum içinde kontrolsüz şekilde gelişebilecek yorum ve pratiklerin
disiplin altına alınmasına yöneliktir. Böyle bir yönelim “Türkiye’ye özgü
şartlar..” gibi gerekçelerle izah edilmeye çalışılıyor. Türkiye’ye özgü şartlar
makul karşılanabilir; ama bu yapının ısrarla laik olarak tanımlanması ne
mantıklıdır, ne de anlaşılabilirdir. Resmi ideolojinin çağdaş yorumcularından
biri olarak kabul edilen Gündüz Aktan, Türk laikliğinin “Maturidi-Hanefi”
içeriğinin bulunduğunu, din ile ilgili ortaya çıkan karşıt hassasiyetlerin
“Selefi İslam”a karşı geliştiğini ve toptan din karşıtlığının Atatürk Laikliği
ile değil sonraki laiklik ile ilgili olduğunu savunmaktadır. İçeriğinin
pozitivist ve materyalist ideolojilerce doldurulduğu Atatürk sonrası din karşıtı
laikliğin altının kuşkusuz kalın çizgilerle çizilmesi gerekir.

İlk dönem laiklik anlayışında, işlevsel bakımdan, oligarşik
merkezin çizdiği doğrultuda olması ve tek ulus-tek vatan şuurunu desteklemesi
şartıyla din reddedilmiyor. Hutbelerde vatana, millete, orduya dua ettirilmesi,
vatan ve millet uğruna ölmenin şehitlikle irtibatlandırılması bu laiklik
yaklaşımı için yanlış değildir. Laik bir ülkede tek tek bireylerin dini
motivasyon ile kendilerini feda etmeleri laiklikle çelişmemekle birlikte, resmi
politika ve söylemin vatan ve millet için ölmeyi dini naslara dayandırması
laiklikle çelişmektedir. Aktan’ın belirttiği, dindarların da pek hoşlandığı, bu
laiklik anlayışında din, milliyetçi ve devletçi ideolojinin pekiştirilmesinde
bir araç olarak kullanılmaktadır.

Din kültürü derslerinde dinin kültüründen öte Sünni-Maturidi
itikat ve pratiğin öğretilmesi de laikliğe aykırıdır. Dini bilgi ve pratikleri
herkesin kendi çocuğuna öğretilmesini istemesinin demokratik olduğuna kuşku
bulunmamaktadır. Fakat, başka inanç ve mezhepten olanların, hatta dinsiz
olanların çocuklarına belirlenen din ve mezhebin öğretilmesi laiklikle çelişen
bir durumdur.

Dindar çevrelerin Diyanet İşleri’ni sorguladıkları pek
söylenemez. Nitekim, demokrasi, inanç ve ibadet özgürlüklerini söylemleştirip bu
hassasiyet üzerinden oy alan iktidar partisi Diyanet’i sorgulamak yerine, onun
kadrosuna 5 bin kadronun daha ilave edilmesini gündeme getirmiştir. Dindar
çevreler de, toplumun diğer kesimlerinden farksız bir şekilde, niteliğine
bakmaksızın devlet-i aliyeye intisap etmeyi, ama hepsinden önemlisi hazineden
geçinmeyi böyle soyut, karın doyurmayan boş laflara her zaman tercih etmektedir.

Laiklik Üzerinden Yapılan Kavganın Analizi

Türkiye’deki laiklik söylemini savunan “oligarşik merkezle” dini
söylemleştiren “çevre” arasındaki kavga büyük ölçüde din ve inanç özgürlüğü ile
ilgili değildir. Kavganın temelinde kamusal alan üzerindeki iktidar mücadeleleri
ve dolayısıyla -maddi ve manevi- rant bölüşümü yatmaktadır. Bu kavga ekonomik
gelişme, eğitimin artması, ulaşım ve iletişimin yaygınlaşması, köyden kente göç,
küreselleşme, çok kültürlülük, post-modernizm gibi etkilerle su yüzüne
çıkmaktadır. 1970’lerde dünyada, 1980’lerde Türkiye’de başlayan bu değişim
sürecinde ortaya çıkan yeni orta sınıflar eskilerle paylaşma mücadelesi
vermektedir. Paylaşma mücadeleleri bazen para, kredi ve girişim imkanları gibi
maddi değerler etrafında iken, bazen makam-mevki, cadde, sokak, kürsü, medya
gibi kamusal alanlar etrafında cereyan etmektedir.

Rant paylaşımının sorumluluklara koşut bir şekilde, adil ve
objektif kriterlere göre yapılma talebinin hicap edilecek bir yanı yoktur. Ne
var ki, bütün bu çıkar çatışmaları her hangi bir şekilde din ve onun simgeleri
üzerinden yapılmaktadır. Herhalde, bir kavgada ideolojik argümanlara sarılmak
daha kolay ve etkili olmaktadır. Bürokratik İktidar (veya Oligarşik Merkez)
gittikçe azalan rantın bölüşümünde hasislik göstermektedir de, çevreden gelen
yeni muhafazakar orta sınıflar salt idealleri uğruna mı kavga vermektedir?

Dünya ile dinin karşı karşıya geldiği durumlarda bir işaretle
binlerce başörtüsü çıkartılıyorsa, bu Şarklılığın bütün vebali zavallı kız
çocuklarına yükleniyorsa bunu romantizmle açıklamak güçtür. İdealleri için
yaşayan, değerleri için var olanların inanç ve değerlerine gelecek bir tecavüz
aynı zamanda kişiliklerine gelmiş olacağı için ölümü göze alacak kadar sivil
itaatsizliğe, kötülüğe göğüs germeye ya da akıl ve psikolojilerin bozulmasına
yol açmalıydı. Kahrından ölenlere, çaresizlikten akıl sağlıklarını bir ölçüde
kaybedenlere rastlanmakla birlikte diğerlerinin pek de gündelik hayatlarında bir
farklılık olduğu gözlenmiyor.

Şikayetlenme ve münakaşalar ise ranttan, makam ve mevkiden
uzaklaştırılmak veya uzaklaştırılma tehdidi altında bulunmaktan kaynaklanıyor
gibidir. Çünkü sesleri duyulanlar zulüm ve kötülüğe maruz kalanlardan daha çok
kendilerini böyle bir tehdit altında görenlerdir. Zaten, “başörtüsü konusu
toplumun %1,5’ni ilgilendirmektedir” diye söylenmiyor mu? Özeleştiri sınırlarını
zorlayan bu değerlendirme, birinci derecede başörtülü kızları değil, daha çok
onları belirleyen konumdaki büyükleri, kanaat önderlerini ve bütün dindar
kitleyi kapsamaktadır. Kim bilir, dindar çevrenin önde gelenleri, aksakallılar,
dindar kızların evde oturmaları gerekirken aksini yapmalarının tokadını
yediklerini düşünüyorlardır (!). Ya da sorunu şefkat ve zecir tokatları ile
açıklıyorlardır (!). Böyle yüksek perdeden hakikatler, tek tek ağaçlara takılıp
ormanı göremeyen liberal, bireyci, sosyal demokrat başıbozuğun akıl
erdiremeyeceği muhkem meseleler olmalıdır (!).

Laiklik ve Dindarlık

Tarihsel gerçekliğine bağlı tanımına uygun laiklik, ister
devletten ister dini baskı gruplarından, kimden gelirse gelsin, bireyin ihtiyar
ve iradesine ket vuran her uhrevi ve dünyevi otoriteyi reddeder. Laiklik temelde
bireyleşmeyi ideolojileştiren bir düşüncenin parçalarıdır. Bu anlamda -laik-
devlet bireyin ayrılmaz parçası olan inanç ve düşünce özgürlüklerinin yılmaz
bekçisidir. Yoksa, onları çeşitli dogmalara inanmaya, bu inancın gereklerini
yerine getirmeye cebreden eli sopalı bir köy bekçisi değildir. Demokrasi ile
laikliğin dönüşümlü gerekliliği bu bağlamla ilgilidir.

Türkiye’ye özgü laiklikten, genel olarak, ne laik merkezin, ne
de muhafazakar çevrenin rahatsız olduğunu söylemek pek zordur. Taşradan kente
akın eden henüz kentlileşmemiş, muhafazakar içerikli kültürünü de peşi sıra
getiren yoğun göç hareketleri sorunun birinci nedenidir. Menşei itibariyle
taşralı bu kitleler imtiyazlı yerli orta ve orta üstü sınıflarla rantın ve
kamusal alanların paylaşımını talep etmektedir. Köylü köyünde, kentli kentinde
mutlu bir şekilde (!) yaşarken 1950’den sonra köylüler, Avrupa’da serflik
kurumunun yasaklanması sonrasında olduğu gibi, kırlarından kopup kentlere akın
ettiler. İkinci büyük akın ise küreselleşme etkilerinin başladığı 1980 sonrası,
ama özellikle 1990 sonrasında gerçekleşmiştir. Bir taraftan göç ivmesinin
artması, diğer taraftan küreselleşme ve neo-libarelizmin etkisi ile ulus
devletin paternal-ulufe (sübvansiyon, kamu kadrolarını genişletmek, bedava kredi
gibi yeniden dağıtım) imkanlarının azalması merkez ile çevre arasındaki kavgayı
iyice şiddetlendirmektedir.

Statü ve rantın dağıtım tekelini elinde bulunduran oligarşik
zümre, çevreden gelenleri ganimetten uzaklaştırma kavgasında, “laiklik” gibi bir
meşruiyet zeminine ihtiyaç duymaktadır. Çevreden gelenlerin ise, ganimetten daha
fazla pay alma kavgasında, “din” gibi bir meşruiyet metaforuna ihtiyacı
bulunmaktadır. Kuşkusuz her sosyolojik kitlenin küçük bir romantik ve/veya
samimi bir kesimi bulunur.

İdealizmi (veya samimiyeti) belirlemek adına şöyle bir ölçüt
teklif edilebilir: Laik biri, bir bayanın kamusal alanda kendi kişiliği ile var
olmasını mümkün kılan türbana karşı çıkmıyor, bireylikle ilgili olmak bağlamında
türban takmak özgürlüğünü savunabiliyorsa sözlükte tanımlandığına,
tarihselliğine uygun bir laiklik örneği sergilemektedir. Çünkü, laik kişi
bireyin kendi ihtiyar ve tercihlerinin tasarrufunda ister dini otoriteden, ister
laik otoriteden gelsin harici bütün baskıları reddeder. Aynı şekilde, çocuğuna
kadro, damadına müdürlük verilene kadar inanç özgürlüğünden dem vurup aslan
parçası kesilen, mal ve makama ulaştıktan sonra ise her türlü tevil ve tavizi
vermekten çekinmeyen bireyi idealist bir dindar olarak kabul edemeyiz. Çünkü
dindarlık, din ile dünyanın eşit şartlarda tercihe konu olduğunda, dini olanı
tercih etmek demektir.

Dinin yüzde doksanından fazlası dindarlıktır. Dindarlık ise, bir
kimlik olmaktan daha çok, iman, marifet, takva ve güzel ahlaktır. Dindarlığı
yaşamak büyük ölçüde her özgür siyasal sistemde bireyin kendi ihtiyar ve
tasarrufunda bulunmaktadır. İslam’ın çok küçük bir bölümünü oluşturan muamelat
kısmı ise, büyük ölçüde, bireyin kendi ihtiyar dairesi dışında kalmaktadır.
Çağdaş dünyada birey dindarlığının önündeki başat engel, Şeriat yasalarının
uygulanıp uygulanmaması değil, aksine siyasal sisteme, aileye, okula, camiye,
cemaate, sokağa, kahvehaneye, işyerine ve bütün topluma sirayet eden otoriterlik
ve totaliterliktir. Şer’i kuralların geçerli olması keyfi, baskıcı ve adaleti
kanunla dağıtmayan bir yönetimi zalim ve kötü olmaktan kurtarmayacaktır. Temel
hak ve hürriyetlerin, hukukun üstünlüğünün ve adaletin olduğu her yerde “birey
dindarlığı” mümkündür. Nitekim, nüfusun yarısından fazlasının inançsız, alkolik
ve cinsel bakımdan sapkın olan demokratik Batılı ülkelerde dindarca yaşamak,
otoriter faşist toplumlarda yaşamaktan daha kolay olmaktadır.

Laiklik, Laikçilik ve Demokrasi

Laiklik, siyaset biliminde demokrasinin bir şartı olarak
öngörülmektedir. Bu kabulde, laikliğin tarihsellik ve yaygın teorik bağlamında
algılanmak şartıyla, bir mantıksızlık ve tutarsızlık bulunmamaktadır. Devlet
tüzel bir kişiliktir, zatında bir kişiliği yoktur, izafidir, dolayısıyladır ve
soyut bir kurgudur. Dini literatürde, devletlerin gittiği cennet ve cehennemden
bahsedilmemektedir. Laiklik, modern devlet olgusuna takılan bir niteliktir.
Demokrasi bireyi toplum ve devlete karşı yücelten bir içeriğe sahiptir. Bundan
dolayı devleti bireyin varlığını korumakla, onun çeşitli güç odakları tarafından
baskı altına alınmasını önlemekle görevli bir bekçi olarak addeder. Yani, devlet
ve devletle ilgili her nitelik bir amaç değil, bireyin özgürlük ve mutluluğunu
sağlamada bir araç olarak öne çıkmaktadır.

Demokrasi, bir ülkede vatandaşlık bağı ile bir arada yaşayan
toplumun kendi kendisini yönetmesidir. Kendi kendini yönetmenin günümüzdeki
yaygın biçimi doğrudan değil temsilciler vasıtasıyladır ve çoğunluk esasına
dayanır. Bununla birlikte, birey ve azınlığın hak ve özgürlükleri hukukun
üstünlüğü ve anayasal teminatlar ile çoğunluğun baskısına karşı muhafaza altına
alınmaktadır. Temel hak ve özgürlükler her çağdaş anayasanın değiştirilemez
maddelerini oluşturuyor. Türk bürokratik iktidarının savunduğu gibi, demokrasi
ne devleti birey ve topluma karşı koruyan bir yapı, ne de karar alma süreçlerini
halkın ve meclisin dışında çeşitli baskı odaklarına havale eden bir sistemdir.
“Bizim kendimize özgü nedenlerimiz var” gibi argümanlar çeşitli psikolojik tevil
yöntemlerinden başka bir şey değildir.

Demokrasinin şartlarından biri olarak kabul edilen laiklikte,
felsefi anlamda, kanun ihdas etmede temel referans nas (ve dogma) değil, dünyevi
fayda ve maslahattır. Alkol kullanımı veya kamusal alanda müstehcen görünümle
ilgili bir yasaklamada nas ve ayetin referans alınması Şeriat anlamına
gelecektir. Ancak, asayiş ve ailenin korunması gibi dünyevi maslahatlarla alkol
kullanımı ve müstehcen görünümün çeşitli düzeylerde yasaklanması laikliğe aykırı
olmayacaktır. Şu kadar ki, alkolün insanlara neşe vermesi, hazmı kolaylaştırması
gibi dünyevi maslahat ve gerekçelerle yasağın kaldırılması mümkün olmalıdır.
Yani, bir toplumun alkol almayı faydalı gören tutumunun da demokratik olduğu
kabul edilmelidir. Öte yandan, ülkemizdeki bazı laikçilerin iddia ettiği gibi,
alkol alma konusundaki serbestlik dindar bir bireyin alkol almama konusundaki
inanç ve pratiği baskı altına almaz. Azınlık dahi olsa dindarların alkol almama
özgürlüğü alkol yanlısı çoğunluk tarafından ortadan kaldırılamaz. Türkiye’de
belli ölçüde alkol almanın, kadınların kadınsılıklarını görünür kılmalarının
karşı tarafa dayatılması devletin laik olmasıyla değil, bir sosyolojik zümrenin
kendi agnostik inanç ve yaşam biçimini devlet gücüyle karşı tarafa empoze
edilmesiyle açıklanabilir.

Laikliğin devlet ideolojisi olduğu savı ne laiklikle, ne de
demokrasiyle ilgilidir. Bu sav ancak “laikçilik”le açıklanabilir. Laikçilik,
laiklik ve demokrasinin ne tarihsel orjinine ne de yaygın teorik bağlamına uygun
düşmektedir. Kendilerini milletin üzerinde veya onun vasisi gibi görenler
“devlet bizim”, “biz devletiz”, “bizim hayat tarzımızı yaşamayanlar millet-i
mahkume ve ötekilerdir” demek istemektedir. Demokrasi eleştirilebilir;
eleştiriliyor da; ama antidemokratik tavırları demokrasi ve yükselen çağdaş
insani değerlerle anlamlandırmak pek anlaşılır değildir.

Devletin laik olması ona tabi olan bireylerin imanlarına halel
getirmeyecektir. Kişilerin laikliği, ki buna yaygın olarak sekülerlik
denmektedir, ayrı bir konudur. Birey için laiklik din ve dünyaya veya inanç ve
inançsızlığa karşı yansız olmayı ifade eder. Sekülerlik, bir bakış açısından,
sivil toplumdaki yaşantının akla ve pragmatizme göre dizayn edilmesidir. Seküler
bireyin inancı ise, Noel kutlamalarında görüldüğü üzere, belli günlerin profan
ve folklorik ritüelleriyle sınırlı kalmaktadır. Laikliğe, bireysel anlamda,
“agnostizm” demek yanlış olmayacaktır. Eğer birileri devletin laik olmasını
bireylerin laik olmasıyla özdeşleştiriyorlar ise burada “laikçilik” yapılıyor
demektir. Laikçilik, laikliğin devleti tanımlayan bir nitelik değil de, devletin
ideolojisi ve onun nihai ödevi haline getirilmesidir.

Laikliğin bir amaç haline gelmesi, onun ideolojileşmesidir.
İdeolojileştirilen bir felsefi görüş veya akım artık tartışılır olmaktan çıkmış,
dogmalaşmıştır. İzm ve dogmalar insanları düşünmeye değil, inanmaya davet eder.
Cemil Meriç’ in izmlere “deli gömleği” benzetmesi bu bağlamla ilgili olmalıdır.

Türban ve Kamusal Alan

Yaygın olarak tartışılan diğer bir konu, dini simgeleri kamusal
alana taşımanın laikliğe aykırılık teşkil ettiği savıdır. Demokrasi, sivil
haklar çerçevesinde inanç ve düşünce özgürlüğünü içerdiği gibi onların sözel
veya davranışsal (ve dolayısıyla simgesel) olarak ifadesini de muhafaza
etmektedir. Bir mesaj yazı, söz ve vücut dilinden herhangi biri, ikisi veya her
üçü aracılığı ile ifade edilebilir. İnanç ve düşünce özgürlüğünün ayrılmaz
parçası olan ifade özgürlüğü her üç yöntemi de pekala kapsamaktadır. Kamusal
alanda türban taşımak inanç ve düşünce özgürlüğü içinde yer alan bir
etkinliktir. Özgürlükler, ancak genel ahlak ve asayişi bozmakla
sınırlandırılabilir. Oysa, örtünmek toplumda yaygın olarak kabul gören bir
davranış biçimidir; yapılan ampirik araştırmalar da bu durumu desteklemektedir.

Demokrasinin laiklikten başka şartları da bulunmaktadır;
bunlardan birisi de sivil toplumdur. Kamusal alanın devlet tarafından tanzim
edildiği bir yerde sivil toplumdan bahsedilemez; böyle bir siyasal yapıda
yaşayanları toplum değil, tebaa veya uyruk olarak tanımlamak gerekir. Bu
bakımdan, Türkiye’deki kamusal alanda türbanın yasaklanması laikliğe değil,
laikçiliğe dayanmaktadır.

Kamusal alanda, bireysel özgürlükler mahfuz kalmak şartıyla,
dünyevi mülahazalarla yasaklar getirilebilir. Türbanın bir an için bireysel
özgürlüklerden biri olmadığını varsayalım. Bu durumda, türbanın yasaklanması
halk oylamasıyla mümkün olabilecektir. Nitekim, laikliği en katı uygulayan
Fransa’da bu yöntem uygulanarak yalnızca kamuya ait ortaöğretim okullarında
türban yasaklanabilmiştir. Kamuya ait olmayan ilk ve ortaöğretimde ve
üniversitede böyle bir yasak bulunmamaktadır. Fransa’daki türban yasağı hukukun
üstünlüğü ve bireysel hak ve özgürlükler noktasında eleştirilebilir; fakat
demokrasinin biçimsel uygulanışına; yani çoğunlukçuluğuna uymadığı söylenemez.
Türkiye’de, yapılan kamuoyu yoklamalarına göre türbanın yasaklanması toplumun
dörtte üçü tarafından kabul görmemektedir. Bu bağlamda, Türkiye’deki türban
yasağını çoğunluk mantığı ile dahi açıklamak güçtür. Kaldı ki, bireysel
özgürlükler çoğunluğun oyları ve isteği ile kaldırılamazlar.

Türban, bütün bu mülahazalara rağmen, dindarlığın en önemli ve
biricik göstergesi de değildir. Türban iffetli olmanın bir tezahürüdür. Aslolan
kadınsılığın, kadınsı görünürlüğün kapatılmasıdır. Nitekim, bir şekilde türbanla
kadınsılık öne çıkarılıp iffetsizliğe kaçmak mümkün olduğu gibi, türbansız ama
sade bir giyim ve tutumla iffetli bir tavır sergilenebilir. Dindarca yaşantının
diğer simgeleri adeta bu sembole indirgendiği için pratik olarak türban örneği
üzerinde durmak zorunda kaldık.

Çözüm Hakkında

Türkiye’de devlet iktidarını elinde bulunduran bürokratik
iktidar sahibi “oligarşik merkez” ile “çevre” arasında cereyan eden kavgada adil
bir barışa varmak için laiklik gibi kavramların açıklığa kavuşturulmasının pek
de önemli olduğunu düşünmüyorum. Çünkü, otoriter siyasal sistemlerde kavramların
nasıl tanımlanacağı değil, tanımları yapma yetkisinin kimde olacağı önemlidir.
Türkiye’deki bu tarihsel kavganın demokratik hallinde iki temel çözüm
önerilebilir.

Birinci çözüm, oligarşik çevrenin kendi rıza ve olgunluğuyla bu
kavgayı tek yanlı olarak durdurmasıdır. En sağlıklı, en kolay, en faydalı çözüm
olmakla birlikte gerçekleşmesi zor bir ihtimaldir. Çünkü, kimse çıkarından,
imtiyazından kolay kolay vazgeçmek istemeyecektir. Yedi ceddine iş imkanından,
yurt dışında eğitim burslarından, büyük holdinglere danışmanlık fırsatından,
cumhurbaşkanı olma hayalinden, toplumsal skalanın en üstünde yer almaktan, son
sözü söyleme tekelinden kim vazgeçer! Bu durumda ya laiklilik, ya da M.G.
Kırıkkanat’ın yaptığı gibi çevreden gelenlerin görgüsüzlüğü, karalığı,
kıllılığı, obezliği, pisliği ve çirkinliği gibi bahaneler edilmektedir.
Tabiatıyla, Kırıkkanat türü söylemler kitleden çok destek bulmayacağı için
tanımlanması ve yorumlanması kanunlarla sınırlanmış, hakkında konuşanların
ağzına biber sürüldüğü “laiklik” metaforu üzerinden bir dil geliştirmek daha
akla yakın bulunuyor olmalıdır.

İkinci çözüm ise Prens Sabahattin’ in savunduğu adem-i
merkeziyetçilik ve serbest piyasacılıktır. Bugünkü deyimle yerelleşme, serbest
piyasa ekonomisi ve demokrasidir. İktisadi faaliyetlerin olabildiğince devletten
alınıp özel teşebbüse verildiği, ekonominin bütününde özel teşebbüsün egemen
olduğu, maişet ve zenginliğin serbest piyasada bireyin girişimciliğine, azmine,
gayret ve çalışkanlığına bırakıldığı bir ülkede ancak sivil – siyasal
özgürlükler, hukukun üstünlüğü, sivil toplum, insan hakları gibi hak ve
özgürlükler payidar olabilecektir. Özelleştirme, yerel yönetim reformu, devletin
küçültülmesi, dışa açılma, Avrupa Birliği gibi Türkiye’yi dünya ile entegre
edecek reformlar bunun için çok önemlidir.

Asıl oligarşik statükoyu sarsan, onları rahatsız eden
küreselleşme ve AB rüzgarlarıyla ortaya çıkan değişim sürecidir; türban vs. ise
işin bahanesidir. Başta, ekonomi olmak üzere bütün alanlardaki reformlar şuurlu
bir sivil topluma ve ondan çıkmış güçlü siyasal iktidarlara ihtiyaç
göstermektedir.

Türkiye’nin öncelikli probleminin ekonomik yapının
liberalleşmesi ve kalkınma sorunu olduğunu savunmakla, bunun ekonomi
politikalarıyla halledileceğini savunmak aynı şey değildir. Ekonomik reformların
önündeki engel, ekonomik faktörler değil, reforma direnen bürokratik iktidar
zümresidir. İktidarı bu zümreden alıp millete vermenin yolu ise siyasal
mücadeleden geçmektedir. Eğitimi, devlete memur vermek için değil, küreselleşen
dünyadaki oyun kurallarını kavrayıp rol alabilecek cesur, girişimci, demokratik,
entelektüel ve bilgili bireylerin yetiştirilmesi için önemsemek gerekir.
Dindar-muhafazakar çevre de, baskın kültürün sonradan görmelik olduğu topluma
paralel bir şekilde, bilgi ve entelektüelliğin kendisi yerine modernliğin
kışrına, tüketimine, sahip olmaya, statüye, diplomaya, markaya, servete,
konforculuğa değer vermektedir.

Muhafazakar çevrenin bakışında anakronik psikoloji
bulunmaktadır. Sanki, zaman Yavuz ve Kanuni dönemi, devlet Devlet-i Aliye-i
Osmaniye, kendileri de Osmanlı’nın millet-i hakimesi… Bu haleti ruhiye ise
onları devlet ve onun sahibi olduğu otoriteyle özdeşleşmeye itmektedir. Islahat
ve Tanzimat fermanları yayınlanınca Müslümanlar “millet-i mahkume olan
gavurlarla hiçbir farkımız kalmadı” diye sokaklara çıkıp ağlaşmışlardır. Artık,
ne zaman Yavuz dönemidir, ne devlet Osmanlı devleti, ne de Müslümanlar millet-i
hakime.. Hrand Dink’ e yapılan su-i kastı yüreği yanarak eleştiremeyenler, PKK
ile hiçbir organik ilişkisi olmayan Kürt menşeli vatandaşlarımıza empati
geliştiremeyenler, Orhan Pamuk’un düşünce ve yazma hürriyetini kendi hürriyeti
gibi savunamayanlar böyle bir atmosferi yansıtmaktadır.

Türkiye’de devletin önce, toplumun sonra, bireyin ise en sonra
geldiği bir yapı bulunmaktadır. Ekonominin yüzde yetmişine kamunun hükmettiği
bir sistemde kimin, nasıl, hangi dilde, masada mı – diz kırarak mı, kadınlı
erkekli mi dua edeceğine devlet bürokrasisinin karar vermesinden daha doğal ne
olabilir. Bürokratik iktidarın direncini kırmanın yolu teorik tartışma ve
açıklamalardan daha çok ekonominin süratle özelleştirilmesinden, devletin
küçültülmesinden ve bu şekilde onların elinden dağıtım imkanlarının alınmasından
geçer.

Türkiye’de oligarşik merkezin savunduğu iki laiklik anlayışı
bulunmaktadır. Birincisi devlet politikalarının yerleşmesinde dini araç olarak
kullanan ilk dönem laikliği, ikincisi ise Comtçu ve Marksist içerikle
doldurulmuş din karşıtı ideoloji haline getirilmiş laikçiliktir. Resmi ideoloji
haline getirilerek iktidar topuzuyla sivil topluma empoze edilen laiklik kendi
tarihselliğiyle çelişmektedir. Yine, sivil toplum varlığının ayrılmaz bir şartı
olan kamusal alanların sivil topluma bırakılmayıp devlet tarafından tanzim
edilmesi anti-laik bir uygulama olmaktadır. İnanç ve inançsızlık arasında taraf
tutan devlet laik değildir. Oysa, Amerikan Anayasası’nda da belirtildiği üzere,
laik devlet ne dinin empoze edilmesini öngörür, ne de özgürce yaşanmasını
engeller.

Laiklik, devlet ideolojisi haline getirilmediği müddetçe dinin
yüzde doksanından fazlasını yaşamaya engel teşkil etmeyecektir. Temel hak ve
özgürlüklerin, demokrasinin, hukukun üstünlüğünün var olması bunun belli başlı
şartları olarak öne çıkmaktadır. Küba, Kuzey Kore ve Baas Rejimleri laik
oldukları halde, Libya ve S.Arabistan Şeriat’la yönetildikleri halde demokrat
değillerdir. Hemen hemen bütün gelişmiş Batılı ülkeler hem laik hem de
demokrattır. Bu çerçevede mutlaka tercih etmek gerektiğinde yalnızca laik,
yalnızca Şeriat’la yönetilen rejimler yerine demokratik laik ülkelerde
dindarlığı yaşamanın daha kolay olacağı yaygın kabul görecek bir gerçeklik olsa
gerektir.

Özet

Din devlet ilişkileri yaygın olarak laiklik üzerinden tartışılan
bir konudur. Tartışmalar genellikle şu soruları cevaplamaya çalışmaktadır:
“Laiklik nedir?” “Bu kavramın Türkiye’deki yaygın algılanışı ile tarihsel
orijinine uygun tanımı arasında bir farklılık var mıdır?” “Demokrasi ile laiklik
arasındaki gerekirlik ilişkisi nasıldır?” “Laiklik olmadan demokrasi mümkün
müdür?” “Türk devleti laik midir?” Bu çalışmada laiklik kavramı ve Türkiye’de
laiklik olgusu irdelenirken yukarıda sorulan sorularla birlikte “Laik bir
siyasal sistemde dindarca yaşanabilir mi?” sorusunun cevabı aranmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Laiklik, dindarlık, demokrasi, oligarşik
merkez, kamusal alan, türban

Abstract

The relation between the state and religion is discussed mostly
through secularism. The discussions try to answer the following questions: “What
is the secularism?” “Is there any difference between the common perception in
Turkey and its definition suited to the historical origin?” “What is the
necessity relation between the democracy and secularism?” “Is it possible to
have democracy without secularism?” “Is the Turkish state a secular state?” This
article tries to analyze the concept of laicism and the secularism phenomenon in
Turkey through the above mentioned questions. In addition to those questions, an
answer for the following question is sought for: “is it possible to live
religiously in a secular political system?”

Keywords: Secularism, religiosity, democracy, oligarchical
center, public sphere, headscarve