The Bans On Dressing in Public Sphere in The Context of Secularism and Freedom of Religion and Conscience
I. Laiklik
Etimolojisi itibariyle laiklik terimi “ruhban sınıfına mensup
olmayan, halktan olan” anlamında Yunanca Laikos kelimesinden türetilmiştir.
Laikos Batı dillerine laique şeklinde geçmiş ve kelime buradan Türkçe’ye
girmiştir. Laik “ruhbanlığa, kilise teşkilatına, hatta dinî alana ait olmayan “
manasındadır. Laiklik Fransa’da 1870 yıllarından itibaren kullanılmaya
başlanmıştır. Larousse’ta yer alışı 1873, Littré sözlüğüne yapılan zeyilde
ortaya çıkışı ise 1877’dedir. Her iki kaynakta da kavram “laik olanın özelliği”
şeklinde tanımlanmaktadır. Emile Litré laikliği siyasî bağlamda ele almakta ve
bu kavramı din söz konusu olduğunda “devletin mutlak tarafsızlığı” anlamında
irdelemektedir. Nitekim bu ilk anlamı daha sonra da değişmeyecek ve Batı
idrakinin temel yaklaşımlarından biri olarak günümüzde de devletin siyasî
varlığı üzerinde dinî inançların söz konusu olmaması, onun bütün din ve
mezhepler karşısında tarafsız tavır alması, vicdan ve inanç özgürlüğüne saygı
göstermesi şeklinde anlaşılacaktır.
Devlet ve din ilişkileri değerlendirildiğinde bunların belli
başlı iki kategoride düşünülebileceği fark edilir. Bunlardan ilkinde dinle
devlet arasında sıkı bir ilişki söz konusudur. Buna göre devlet ya belirli bir
din veya mezhebin esaslarına göre yönetilir, buna “teokrasi” adı verilir; ya da
belli bir din veya mezhebi destekler yahut hüküm sürdüğü ülkede dinî hayatı
kontrol ve idare eder. İkinci kategoride ise devlet ve din tam anlamıyla
birbirinden ayrılmakta, ne devlet dine müdahale etmekte ne de inançlar devlet
işlerinde bir etkide bulunabilmektedir ki buna laiklik adı verilmektedir. Farklı
uygulamaların da bulunabileceği bir an için gözden uzak tutulursa, kavramın özü
itibariyle ifade ettiği şey din ve devlet işlerinin birbirinden kesin olarak
ayrılığıdır. Tabiidir ki bu her iki taraf için de söz konusudur. Yani hem devlet
her türlü din veya kiliseden bağımsız kalacak, hem din ya da dinler devlet
katında serbest olacaktır.1
Çağdaş laiklik kavramı açısından en etken olan görüşe göre dinin
mi siyasete, siyasetin mi dine bağlı olması gerektiği sorusu anlamsızdır. Zira
bu konuda iki tarafın da birbirine nazaran tam bir bağımsızlığı söz konusu
olacaktır. Bu görüş, her iki alanın birbiri karşısındaki özerkliğinin herhangi
bir vesayete ihtiyaç duyulmayacak şekilde temellendirilmesini savunan bakış
açısıdır. Devlet ve din işlerinin birbirinden tam olarak ayrılması şeklinde
düşünülen laikliği bu görüşten hareketle değerlendirmek kavramın özü bakımından
daha uygun olacaktır.2
Üzerinde durulması gereken bir husus da laikliğin din açısından
değil devlet açısından ortaya konan bir tutum olduğudur; laiklik karar ve
tasarrufu, devletin kendi mahiyeti hakkındaki bir karar ve tasarrufudur. Buna
göre her hangi bir dinin değil, yalnız devletin laikliğinden bahsedilebilir ve
laikliğin kurumsallaşmasını sağlayacak olan da ancak devlettir; ya da
vatandaşların devlet açısından ortaya koyabilecekleri bir iradedir. Buna göre
devletin herhangi bir dinî tercihte bulunarak ya da bizzat kendi ideolojisini
bir din haline getirerek toplum üzerinde birtakım zorlamalarda bulunması
laikliğin özüne aykırı bir davranış şekli olur. Devlet adına dinî alanın aşırı
kontrol altında tutulması laiklik tanımına aykırı bir davranış şeklidir.3
II. Din ve Vicdan Hürriyeti
İnsanların dinî ve vicdanî bir kanaate sahip olması hakkı,
hukuktan değil insanın var oluşundan, düşünme ve inanma yeteneğinden doğduğu
için din ve vicdan hürriyetinden kastedilen şeyin, dinî ve vicdanî kanaate sahip
olma değil, bu kanaatlerini açığa vurma, onun gereklerine göre ibadet etme,
davranma, başkalarına telkinde bulunma gibi dışa akseden davranışlar olması
gerekir. Esasen hukuk da insanların dışa akseden ve beşerî ilişkilerine yansıyan
yönüyle ilgilenebilir. Hakkın özü kavramından da yine dinî inanç ve kanaatin
dışa aksettirilmesi ve ona göre davranılması hakkının temel öğeleri
anlaşılmalıdır.
Çağdaş anlayışa göre din ve vicdan hürriyeti genellikle
kişilerin istedikleri dini serbestçe seçmeleri, seçtikleri dinin kurallarını
hiçbir müdahaleye maruz kalmadan uygulamaları, bu konuda sahip oldukları
öğrenme, öğretme, yayma vb. hakları kullanmaları şeklinde ifade edilmektedir.
Din sadece inançtan ibaret değildir; aynı zamanda kişinin
dünyevî hayatına yön verecek ahlâkî ve sosyal kuralları da ihtiva eder. Bu
sebeple dini, yalnızca kişi ile inandığı varlık arasında bir vicdan meselesi
olarak ortaya koymak yanlıştır. Dinî kuralların bağlayıcılık özelliği ve
müeyyideleri vardır. Dinin başka bir temel özelliği de aynı inancı paylaşan,
aynı davranış biçimlerini benimseyen kişilerden meydana gelen bir sosyal birlik
oluşturmasıdır. Böylece dinin ferdî yaşayışı aşan sosyal yönü olduğu gibi manevî
boyutu aşan dünyevî yönü de vardır. Dindar kişi hem dinî cemaatinin hem de
içinde yaşadığı cemiyetin bir üyesidir ve böylece bir taraftan inancının
gereklerine, diğer taraftan da içinde yaşadığı cemiyetin kurallarına uymak
durumundadır.
Batı kültür tarihinde din ve vicdan hürriyeti problemi ilk defa
Hıristiyanlık’la ortaya çıkmıştır. Bu din dogmatik tekelciliği sebebiyle dinde
bir hoşgörüsüzlük doğurmuştur. Hıristiyanlık, ortaya çıkışından itibaren üç asır
boyunca Roma’dan beklediği hoşgörüyü, kendisi devlet dini olduktan sonra ne
kendi içinde ortaya çıkan şizmatik ve heretik gruplara ne de başka dinlere
göstermiştir. İncillere göre Hz. İsa bütün insanlara karşı sevgi ve merhamet
doludur. İsa, “Düşmanlarınızı sevin ve size eza edenler için dua edin”4
dediği halde, daha sonraki Hıristiyanlık, dünyayı Tanrı’ya ve şeytana ait olmak
üzere ikiye ayırmış, Hıristiyan olmayanları şeytanın hükümranlığında kabul
ederek onlarla mücadeleyi prensip edinmiştir. Hıristiyanlık’ta hoşgörüsüzlüğü
ilke haline getiren St. Augustin’dir (ö.43). St. Augustin İncil’deki, “Ve efendi
hizmetçiye dedi: Yollara ve çitlerin boyuna çık, bulduklarını içeri girmeye
zorla da evim dolsun”5 sözünü, zora başvurmanın lüzum ve doğruluğunu
kanıtlamada mesnet olarak kullanmıştır. Bundan dolayı Hıristiyanlık devlet dini
olduktan sonra ilk olarak pagan dinleri kaldırmıştır. Diğer taraftan sapık kabul
edilen görüş ve inançlarla da mücadele etmiştir. Luther’in başlattığı reform
hareketi Katolik kilisesinin diğer Hıristiyanlara karşı daha da katı bir tutum
sergilemesine sebep olmuş, kilise devletten aldığı gücü kaybettiği oranda bu
katı tutum zorunlu olarak yumuşamış ve azalmıştır.6
Şimdilerde çağdaş Batı dünyasında din ve vicdan hürriyeti, insan
temel hak ve hürriyetlerinin en önemlilerinden biri sayılmakta ve bu husus
anayasa düzeyindeki kanunlarla güvence altına alınmış bulunmaktadır.
Amerika’da kongrenin ve eyalet meclislerinin, herhangi bir dinin
ihdası yahut din hürriyetinin serbestçe kullanılmasının yasaklanması ile ilgili
kanun yapma yetkisi yoktur. Uygulamada ise amacı ve sonucu itibariyle bir dinî
inancı geliştirecek, ilerletecek ya da geriletecek, engelleyecek kanun veya
işlemler iptal edilmektedir. Bir dinî faaliyet veya kurumu desteklemek için
vergi alınması yahut hazine parasının harcanması da aynı şekilde yasaktır. Buna
karşılık inanma hürriyeti mutlak olarak garanti edilmiştir.
Almanya, İrlanda ve Fransa gibi ülkelerde devletin resmî
kilisesi olmamakla birlikte, bu ülkelerde dinlerin teşkilatlanması kendilerine
bırakılmıştır. Hatta Almanya’da kiliselerin, mensuplarından bir miktar vergi
alması dahi kabul edilmiştir.
İngiltere’de Anglikan Kilisesi devletin resmî kilisesidir.
Anglikan Kilisesi, eskisi kadar olmasa da halâ imtiyazlıdır. Kraliyet makamının
başı olan kral veya kraliçe kilisenin de başıdır. Bu sebeple kendisinin ve
eşinin Anglikan Kilisesi’ne mensup olması gerekir. Lordlar Kamarası’nda önemli
sayıda üst düzeyde papaz “mânevî lord” unvanıyla diğer lordlarla aynı haklara
sahip bir şekilde yasama yetkisi kullanmaktadır. Kilisenin bazı alanlarda yasama
yetkisi dahi vardır. Buna karşılık bütünüyle kiliseye ait olması gereken bazı
tayinler veya dinî işler ancak parlamentonun veya kraliyetin onayı ile mümkün
olmaktadır.
Buna benzer şekilde İtalya’da da Katolik Kilisesi devletin resmî
kilisesidir. Diğer dinler müsamaha edilen dinlerdir. Katolik Kilisesi’nin aile
hukuku konusunda imtiyazı vardır. Bu sebeple çağdaş insan haklarının bir bölümü
ile 1919 yılında papalıkla yapılan ve bugünkü anayasanın 7. maddesiyle teyit
edilen Latran Anlaşması’nın bazı hükümleri çatışabilmektedir. Bu düzenleme
içinde devletle kilise kendi alanlarında bağımsızdır. Diğer dinlerin, İtalyan
hukuk düzeniyle çatışmamak kaydıyla kendi esaslarına göre teşkilatlanma hakkı
vardır.7
Devletle kilise arasındaki bu anayasal ilişkilerin aldığı şekil,
din ve vicdan hürriyetinin düzenlenmesine önemli ölçüde yön vermiştir. Meselâ
hemen bütün sistemlerde ebeveynlerin, çocuklarına kendi dinî inançlarına göre
din eğitimi verme hakkı vardır. Ancak bunun gerçekleşmesi farklı usullere
tabidir. İngiltere’de devlet okullarında altıncı sınıfa kadar din dersi mecburi
eğitim programının bir parçasını teşkil eder. Çocuklara Hıristiyanlığın genel
ilkeleri öğretilir. Anglikan mezhebine mensup olmayanların özel okullar kurup
mahallî hükümetin denetimine sokmaları hakkı vardır. Bu okullarda kuruluş
senedine göre söz konusu din veya mezhebin esasları öğretilir.
Amerika’da dinî sebeplerle farklı düşünen ebeveynlerin
çocuklarına zorla Amerikan bayrağına selâm verdirilmez ve bayrak yemini
yaptırılmaz. Buna karşılık hiçbir din dikkate alınmadan ve gözetilmeden
okullara, bu arada din okullarına kitap yardımı yapılması anayasaya aykırı
sayılmamaktadır.8
III. Din ve Vicdan Hürriyetine Getirilen Sınırlamalar
Bazı farklılıklara rağmen din ve vicdan hürriyetinin bütün
Batılı hukuk sistemlerinde ortak olan yanları vardır. Bir dine inanma veya
inanmama ve onu açığa vurma, herhangi bir sınırlamaya tabi olmaksızın mutlak bir
hürriyet olarak bütün sistemlerde tanınmıştır. Dini inancı sebebiyle insanlar
arasında ayırım yapılmaması, bir dine mensup olmanın veya olmamanın, hakların
kullanılması ve hizmetlerin sunulmasında farklı bir muamele sebebi teşkil
etmemesi en azından hukuk planında iyice yerleşmiştir. Ancak inanma hürriyetinin
aksine inanca göre davranma, hayatını düzenleme hürriyeti mutlak değildir; genel
ahlâka, kamu düzenine veya kamu yararına aykırı olmama sınırlamasına tâbidir.
Bu sınırlama genel olduğu ve teori planında bütün dinlere
uygulandığı için zararsız ve kabul edilebilir görünüyorsa da, her devlette kamu
düzenini veya genel ahlâkı belirleyen unsurların başında o ülkede hâkim olan din
geldiğinden gerçekte hareket alanı sınırlanan kesim, azınlık dininin veya
dinlerinin mensupları olmaktadır. Bu yüzden Batı ülkelerinde hukuk sistemleri
Hıristiyanlık dininin esaslarını yansıtmaktadır. Bu dinin esaslarına göre
insanın hayatını düzenlemesi hemen hemen hiç de kamu düzenine aykırı olmaz. Bir
İngiliz hâkimi bu hususu şu sözlerle ifade etmiştir: “Bizim devletimiz bir
Hıristiyan devletidir ve böyle olmuştur. İngiliz aile sistemi Hıristiyanlık
fikirleri üzerine kurulur… İngiliz hukukuna pekâla Hıristiyan hukuku
denilebilir…”
Aynı şekilde İrlanda’da bugünkü anayasa, 1972 yılından bu yana
herhangi bir resmî dini kabul etmemesine rağmen Katoliklik İrlanda toplumunun
bütün yapısına işlemiş, devlet kurumlarını şekillendirmiştir. Aile hukuku ve
eğitim alanlarında kanunlar yapılırken hemen hemen her zaman kilisenin görüşü
sorulmuş ve dikkate alınmıştır. Bugün İrlanda anayasasının boşanmayı kabul
etmemesi ve İrlanda hukukunun kürtajı ve kürtaj yapan yerler hakkında bilgi
almayı dahi yasaklaması Katolik kilisesinin etkisiyle olmuştur. Aynı şey İtalya
için de geçerlidir. Kilisenin aile hukuku meselesi üzerindeki büyük etkisi
yanında ülke siyaseti ve hatta kamu kurumlarına tayinlerde oynadığı rol
sebebiyle İtalya’da Katolik inancına göre yaşamanın kamu düzenine aykırı
olabileceği haller yok denecek kadar azdır. Bir başka deyişle Hıristiyanlık
esaslarına göre şekillenmiş bir hukuk siteminde Hıristiyanların hayatlarını dinî
inançlarına göre yaşamaları devletin hukuk sitemiyle fazla çelişmez.
Diğer dinlere mensup olanların ise birçok alanda kurulu hukuk
düzeniyle çelişmeden dinlerinin gereklerine göre yaşamaları zordur. İngiltere’de
Müslüman bir Pakistanlı öğretmenin Cuma namazı kılmak için her hafta işinden
yarım saat ayrılmasının yol açtığı uyuşmazlık sonucu görevinden istifa etmek
zorunda kalması üzerine açtığı bir dava, İngiliz mahkemeleri tarafından, söz
konusu kişinin işiyle inancı arasında seçim yapmak zorunda bırakıldığı dikkate
alınmaksızın reddedilmiştir. Benzer bir durum pazar gününü resmî tatil yapan, o
gün işyeri açılmasını ceza kanunları ile cezalandıran ülkelerde, meselâ
İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri, Almanya ve İrlanda’da Hıristiyan
olmayanların o gün iş yerlerini açmak istemeleri sebebiyle ortaya çıkmaktadır.
Bilhassa Yahudiler dinleri gereği cumartesi günü dinî tatil yaptıklarından pazar
günü zorunlu tatil yapmalarını Hıristiyanlığın kayırılması ve devletçe korunması
anlamına geleceğini, kendilerinin de haftada iki gün iş yerlerini kapatmak
zorunda kaldıklarını, ibadetlerinin kendilerine pahalıya mal olduğunu, bu
sebeple bu yasağın kendilerine uygulanmamasını istemelerine rağmen bu istekleri
Amerika Birleşik Devletleri yüksek mahkemesi tarafından, Pazar tatilinin artık
dinî vechesini kaybettiği, laik bir tatil haline geldiği gerekçesiyle
reddedilmiştir. Buna karşılık Alman anayasaları devlet tarafından tanınan Pazar
ve resmî tatil günlerinin dinlenme ve mânevî yücelme günleri olarak hukukun
himayesinde olduğunu öngörmektedir. İngiltere’de Pazar günü iş yeri kapatma
hakkındaki kanunlar Yahudileri istisna tutmuştur. Bunun dışındaki çalışma
günleri, dinî tatil günleri de hâkim dinin esaslarına göre hukûkîleştiğinden
azınlıkta kalan din mensupları buna uymak zorundadır.
Neticede bir dinin hâkim olduğu ülkelerde, hukukun genel
çerçevesinin dinin esasları ve terbiyesiyle şekillenmesi sonucu fertlerin
kanunla çatışmadan dinlerini yaşamaları mümkündür. Ancak çoğunluk dinine mensup
olmayanlar, çoğunluk diniyle şekillenmiş hukuka, onun kamu düzenine veya genel
ahlâkına uymak zorunda kalmaktadır. Bununla birlikte topluluklar gittikçe artan
oranda çok dinli toplumlar haline gelmekte; herhangi bir dinin gereklerinden
bağımsız şekilde gelişen insan hak ve hürriyetleri, millî sistemlerin din ve
vicdan hürriyetiyle ilgili düzenlemelerinin laik olmasını, başkalarının
haklarına saygı gösterilmesi veya dinlerin eşitliği prensibi çerçevesinde
zorunlu hale getirmektedir. Bu sebeple dinin devletten ayrılamadığı yerde dahi
azınlık din veya dinlerine mensup olanlar için gittikçe artan oranda istisnalara
yer verildiği görülmektedir.9 Buna göre laiklik, din ve vicdan
hürriyetini sınırlayan bir unsur değil, azınlığın da dinî haklarını daha çok
garanti altına almayı taahhüt eden bir prensiptir. Bir başka deyişle laiklik,
hukuk düzeninin herkesin inançlarını mümkün olduğu kadar hayata geçirebileceği
şekilde dizayn edilmesi demektir.
IV. Kamusal Alanda Laiklik Adına Kılık-Kıyafet Konusunda
Yapılan Sınırlamalar
Kamusal alan devlet görevlilerinin hizmet alanıdır. Batı’daki
uygulamalar esas alındığında devletin kamusal alanda yapacağı düzenlemeler genel
olarak ya hâkim dinin taleplerine uygun olmalı ya da o konuda azınlıkların dahi
mağdur olmayacağı bir düzenleme yoluna gidilmelidir. Özellikle Batı’da laiklik
adına hâkim din mensuplarının mağdur edileceği bir yol kesinlikle izlenmemiştir.
Eğer mağdur olanlar varsa, onlar da azınlıkta olanlardır.
Yasama organını elinde bulunduran kamu görevlileri halka rağmen
kamu düzeni adına ideolojik bir düzen oluşturamazlar. Kamu düzeni, devlet
görevlilerinin keyiflerine göre değil kamu yararı ve ahlâkı esas alınarak
oluşturulur.
Sadece İslâm’ın değil bütün dinlerin sosyal hayat ve beşerî
ilişkilerle ilgili birtakım talepleri vardır. Bu tür talepler din tarafından
geliyor diye sadece dini özelliği olan, başkaca bir özelliği bulunmayan talepler
şeklinde değerlendirilmemeli ve laiklik gerekçesiyle hiç düşünülmeden reddedilme
cihetine gidilmemelidir. Dinlerin de taleplerinde kamu yararını temel aldıkları
dikkate alınmalıdır. Bu durum göz önüne alındığında birçok sefer dinlerin
talepleriyle kamu yararı adına kanun koyucunun taleplerinin örtüştüğü
görülecektir. Gerektiğinde kanun koyucu sosyal barışı ve düzeni sağlamada dinin
katkısından faydalanmalıdır. Kanun koyucuların tamamen dinden bağımsız, hatta
dinin hükümleriyle çatışan birtakım düzenlemeler yapmaları, kamu düzenini
sağlamak yerine dinle devlet arasında yeni çatışmalara ve toplumda yeni
kavgalara sebebiyet verecektir. Bu tarz hukukî düzenlemelerin yanında kamu
yetkisini elinde bulunduran yönetici ve uygulayıcıların, dine bağlı kimselerce
ibadet ve dinî görev olarak telakkî edilen davranış ve görevlerin ifa edilmesine
ve böylece ferdî planda bile olsa din hürriyetinin korunmasına imkân veren bir
düzenleme veya uygulamaya gitmek yerine zaman zaman bu konuda müdahaleci ve
yasakçı bir tavır sergilenmesi, aradaki güvensizlik ortamını tırmandırmakta,
bunun en olumsuz sonucu olarak da devletin saygınlığı ve gücü zaafa
uğramaktadır.
Kanaatimizce günümüzde laiklik adına
başörtüsü konusunda yapılanlar bu hususun en açık örneğini teşkil eder. Batılı
devletlerin Hıristiyanlık karşısındaki uygulamaları dikkate alındığında devletin
bu konuda sivil ve kamu alanlarında yasaklama yönünde bir düzenleme cihetine
gitmemesi gerekir. Çünkü bu düzenleme genel olarak Müslümanların inançlarıyla
çatışmakta ve kamu yararıyla hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Bu konuda laikliğe
aykırı olan durum, bütün kamu görevlileri için başörtüsü zorunluluğunun
getirilmesi şeklindeki bir düzenlemedir. Böyle bir düzenleme Müslümanların
inançlarına uygun olmakla birlikte, gayr-i Müslimlerin dinleri açısından zorunlu
olarak kabul etmeleri gereken bir durum değildir. Ayrıca Müslüman da olsa laik
bir sistemde ibadet ve haram-helal gibi sırf dinî konularda devletin herhangi
bir düzenleme yapma yetkisi yoktur.
Burada cumhuriyeti kuran ve laikliği tesis eden iradenin
kadınların giyim tarzı ile ilgili bir kanunî düzenleme yapmadığını da göz önünde
bulundurursak, bu günlerde, o dönemde problem olmayan bir konuyla karşı karşıya
bulunduğumuz anlaşılır. O dönemde kadınlar gelenekte var olduğu veya dinî inancı
gereği başlarını örtüyorlardı. Günümüzde ise başörtüsünün “siyasal simge” olarak
kullanıldığı iddia edilmektedir. Doğrusu şu ki bu iddia niyet okumanın da
ötesinde gerçeklerle bağdaşmayan bir ithamdır. Türbanlı ve başörtülü kadınlar bu
örtüyü siyasal simge olarak değil, Allah’ın emri olduğu için kullanmaktadırlar.
Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu da başı örtmenin dinî bir
emir olduğu yönünde fetva vermiştir.
Diğer taraftan türban ve başörtüsü simge kavramının anlamıyla da
pek uyuşmamaktadır. “Belirli bir anlamı olan işarete” simge denir. Buna sembol
ve remiz de denir.10 Tarih boyunda başörtüsü, sadece başörtüsü olarak
kullanılmış İslâmî anlamda bir başka şeyin işareti ve sembolü olarak
kullanılmamıştır. Ayrıca sembollerin belli bir maddesi, şekli, rengi, boyutu vb.
özellikleri bulunur. Başörtüsünde bunlar da yoktur. Başörtüsü olarak
kullanılabilecek olan her şey başörtüsüdür.
Başörtüsü takanların bunu siyasal simge olarak kullanıp
kullanmadıklarını anlamak pek de zor değildir. Günümüzde toplumsal ve siyasal
hareketlerin içinde olanlar daha çok erkeklerdir. Buna göre eğer Müslümanlardan
bir kesim siyasal simge kullanmayı bir ihtiyaç ve gereklilik olarak
görüyorlarsa, öncelikle erkeklerin bu konuda öne çıkmaları ve her hangi bir şeyi
simge olarak kullanmaları gerekir. Fakat görülüyor ki başı örtülü kadınların
eşleri en az hanımları kadar aynı görüşte oldukları halde siyasal simge kullanma
yönünde bir ihtiyaç hissetmemektedirler. Eğer ihtiyaç hissetmiş olsalardı,
diyelim kadınlar için simge olarak türban ve başörtüsü kafi gelmektedir;
erkekler de kendileri için başka bir şeyi simge bulabilir ve kullanabilirlerdi.
Fakat ortada böyle bir simge görünmemektedir. Buna göre aynı görüşe sahip olan
erkekler simge kullanmıyorlarsa, kadınlar da simge kullanmıyorlar demektir.
Dolayısıyla türban ve başörtüsü siyasal simge olarak değil, dinî bir emir
telakki edildiği için kullanılmaktadır. Gerçek dışı ithamlarla bir de laiklik
adına hiç kimsenin insanların inançlarını zorlamaya ve kimseye bir zararı
olmayan ibadet nitelikli davranışlarını kısıtlamaya hakkı yoktur. Bu tür
kısıtlamalarda din ve vicdan hürriyetine getirilen sınırlamaların gerekçesi ve
mantığı bulunmamaktadır.
Dince zorunlu görülen bazı davranışlara getirilen sınırlamaların
bazı olumsuz sonuçlar doğuracağı kaçınılmazdır. Öncelikle bu tür kısıtlamalar
günümüzde açıkça görüldüğü üzere arkasından eğitim ve öğretimle ilgili
kısıtlamaları da beraberinde getirecektir. Dinle devlet arasındaki bu kısmî alan
çatışması, dinin eğitim ve öğretiminin yeterince ve sağlıklı şekilde
yapılamaması neticesini doğuracaktır. Bu da din eğitiminin belli oranda yer
altına inmesine, din açısından da devlet açından da düzensiz ve düzeysiz bir
eğitimin ortaya çıkmasına sebebiyet verecektir. Böyle bir eğitim de sonuç olarak
gerek dinin içinde gerekse kendini dindar kabul eden insanlarla laikliği ilke
edinmiş devlet arasında daha büyük çatışmalara, hatta toplum katmanları arasında
anlamsız huzursuzluklara zemin hazırlamak anlamına gelir. Diğer taraftan din ve
vicdan hürriyetini kısıtlamaya yönelik müdahaleler reaksiyoner akımları,
özgürlük karşıtı baskıcı anlayışları daha da güçlendirecektir. Bu sebeple
laikliğin ve din hürriyetinin dengeli bir şekilde uygulanması, gerek laiklik
gerekse din ve vicdan hürriyetini sınırlama adına hukuk düzeninin dinin
gereğinin ne olduğunu belirlemeye kalkışmayıp özgürlüklerin temel alınması
gerekir.
Sonuç olarak kamusal alan bir hizmet alanıdır. Gerek hizmet
alanlar gerekse hizmet verenler için laiklik adına din ve vicdan hürriyetini
kısıtlayıcı uygulamalara gidilmemelidir. Modern devletler millî olabilir, fakat
ideolojik olamazlar. Millî devlet de tarihine ve geleneklerine saygılı bir
devlettir. Geleneklerin kökeninde de büyük ölçüde din bulunur. Bir devletin
azınlıklara zarar vermediği müddetçe hakim unsurun dinî kurallarını hukuk
alanına taşıması laikliğe tam olarak aykırı sayılmayabilir, fakat özellikle
genel ahlak ilkeleri ve kamu yararı açısından hiçbir sakıncası bulunmadığı halde
hakim unsurun dinî inançlarını baskı altında tutmayı ve dinî görevlerini yapmayı
engelleyici kurallar koyması laikliğe aykırıdır. Laikliğin müstakil bir ilke
olarak değil din ve vicdan hürriyetiyle birlikte ele alınıp uygulanması gerekir.
Özet
Çağdaş anlamda laiklik devletin bütün dinlere eşit mesafede
olmasını, dinî hayatı garanti altına almasını, herhangi bir din veya mezhep
esasının devletin temel esasları haline getirilmemesini öngörür. Ancak hukukî
düzenlemeler yapılırken devlet adına dinî alanın aşırı kontrol altında tutulması
da laiklik tanımına aykırı bir davranış şeklidir. Laikliliği müstakil bir
prensip olarak değil din ve vicdan hürriyetiyle birlikte düşünmek ve uygulamayı
buna göre yapmak gerekir. Din ve vicdan hürriyetinin de milletlerarası hukukta
ulaştığı boyut ve kapsamda ele alınması, hukuk düzeninin dinin gereğinin ne
olduğunu belirlemeye kalkışmayıp sadece özgürlükler arası dengeyi sağlayıcı rol
üstlenmesi, kamu yöneticilerinin insan hak ve hürriyetlerine saygılı olup din ve
ibadet hürriyetini belirleyici değil koruyucu bir tavır sergilemesi, insanların
karşılıklı güven ve hoşgörü ortamında yaşamaya alıştırılması modern Türk hukukun
ana hedefleri arasında yer almalıdır.
Anahtar Kelimeler: Laiklik, Din ve Vicdan Hürriyeti, Kamusal
Alan, Türban
Abstract
The modern conception of secularism assumes that the state
should have the same distance against all religions, secure the religious life,
and not conceive the basics of any religion or sects as the essentials of the
state. Nevertheless, while making judicial regulations, overcontrol of the
religious sphere in the name of the state is also a feature against the
definition of laicism. Laicism should not be considered as an independent
principle, but it should be interpreted together with religious and conscience
freedom. The application should be executed accordingly. The modern Turkish law
should mainly aim to achieve the following sites: The freedom of religion and
conscience should be thought at the international level and content; the law
system should not determine the necessities of religion, but should play an
intermediary role between different kinds of freedoms and achieve an equlibrium
among those. Civil servants should be respectful to the human rights and
freedoms. They have to protect the freedom of religion and conscience, rather
than to define it. People should get used to live in an environment of mutual
trust and tolerance.
Keywords: Laicism, freedom of religion and conscience, public
sphere, head scarf
Dipnotlar:
1. Kenan Gürsoy, “Laiklik”, DİA, XXVII, 61.
2. K. Gürsoy, “Laiklik”, DİA, XXVII, 62.
3. K. Gürsoy, “Laiklik”, DİA, XXVII, 62.
4. Matta 5/44.
5. Luka, 14/23.
6. Ömer Faruk Harman, “Din – Din ve Vicdan Hürriyeti”, DİA,
IX, 320-22.
7. Aslan Gündüz, “Din-II. Din ve Vicdan Hürriyeti”, DİA, IX,
328.
8. Aslan Gündüz, “Din-II. Din ve Vicdan Hürriyeti”, DİA, IX,
328.
9. A. Gündüz, “Din-II. Din ve Vicdan Hürriyeti”, DİA, IX,
329.
10. Hayat Küçük Ansiklopedi, İstanbul, ts., s. 1035.