Democracy in Turkey within the Context of Justice and Liberty

Giriş

Demokrasi, Batı kökenli bir kavram ve yönetim biçimidir;
tarihsel kökenleri olmakla beraber, büyük ölçüde Sanayi ve Fransız Devrimleri
sürecinde ve sonrasındaki koşullarda biçimlenmiş, liberal felsefe anlayışından
beslenmiş, zaman zaman kesintilere uğrayarak günümüze kadar gelmiştir. Demokrasi
ve demokrasinin adalet, özgürlük, hukukun üstünlüğü ve temel insan hakları gibi
değerleri Batı’nın özgün tarihsel koşulları içinde oluşmuştur; bu nedenle, Batı
tarafından genellikle Batı’ya özgü değerler ve ilkeler olarak kabul edilmiş ve
Batılı zihnin ve anlayışın bir ürünü olarak gösterilmiştir. Demokrasi, Batı
kökenli ve Batı’ya özgü olarak kabul edilse bile, tarihsel süreçte doğrusal bir
çizgide gitmemiş, farklı dönemlerde, özellikle iki dünya savaşı arasında, büyük
darbeler yemiş ve önemli oranda kesintiye uğramıştır. Ancak İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonradır ki, demokrasi yavaş yavaş sağlam zeminler bularak topluma
yerleşmeye başlamış ve Batı dünyasında saygı duyulan ve genel kabul gören bir
konuma yükselmiştir.

Ne var ki, 21. yüzyılın başlarında, bu kez demokrasinin
kendisinden ve demokratik değerlerden kaynaklanan sorunlar ortaya çıkmaya
başlamıştır. Bu sorunlar, sadece Batı dünyasıyla sınırlı kalmamış, Batı
üzerinden diğer uluslara da yayılmıştır. Mesela, en özgür ve demokratik ülke
olarak kabul edilen Amerika’nın demokrasi ve özgürlük gibi demokrasinin temel
değerlerine dayanarak Afganistan ve Irak gibi ülkelere müdahalede bulunması ve
bu müdahalenin bir savaşa dönüşmesi ve bir şiddet ortamını doğurması,
demokrasiye yönelik ciddi kuşkuları gündeme getirmiştir. Uluslararası
ilişkilerde güç mücadelesi ve çıkar çatışmaları hâkim olduğu için, güçlü bir
devletin zayıf bir devlete müdahale etmesi veya devletler arasındaki güç
çekişmeleri bir ölçüde makul karşılanabilir. Ancak, demokrasi ve demokratik
değerlere dayanılarak yapılan bir müdahale- çünkü böyle bir müdahale Irak
örneğinde görüldüğü üzere güven ve barış ortamını ortadan kaldırmıştır- ne
demokrasi ve demokratik değerlerle bağdaşabilir, ne de bu değerleri önemli ve
inandırıcı kılabilir. Kısacası demokrasi, doğuş yeri olan Batı’da bile, ciddi
sorunlarla karşı karşıya kalmıştır ve güvenirliliğini yitirmemek için büyük bir
çabanın içerisine girmiştir. B. Barber (2003) gibi bütün kusurlarına rağmen
demokrasiyi hararetle savunanlar buna örnek gösterilebilir.

Türkiye’de ise, demokrasi iktidar mücadelelerinin ve sınıf ve
çıkar çatışmalarının kurbanı olmuştur. Türkiye’deki modernleşme hareketi, Batı
kaynaklı ve yüzü Batı’ya yönelik olduğu gibi, modernleşmenin bir devamı
niteliğinde olan ve onu tamamlayan bir unsur olarak demokrasi de Batı
dünyasından bize intikal etmiştir. Bu yüzden demokrasi vb. Batılı değerlere,
Batı’nın emperyalist geçmişinden ve çifte standartlı anlayışından dolayı, çoğu
kez kuşkuyla yaklaşılmıştır. Ancak bu demek değildir ki, Türkiye’deki demokrasi
Batı’nınkiyle aynıdır ve benzer tarihsel koşullardan geçmiştir. Aksine,
Osmanlı’da ve Türkiye’de demokrasi, Türkiye’nin kendine özgü tarihsel ve
toplumsal koşullarında şekillenmiş, Batı demokrasisinden farklı bir süreç takip
etmiş ve farklı sorunlarla yüzleşmiştir. Her şeyden önce, Türkiye’de demokrasi-
modernleşme devlet eliyle gerçekleştirildiği için- bir devlet sorunu olarak
algılanmış; demokrasinin toplumsal, kültürel ve hatta siyasal temelleri ve
kaynakları görmezden gelinmiş ve bunlar devlet ricali tarafından ciddiye
alınmamıştır. Demokrasinin en önemli öznesi halk olduğu hâlde, Türkiye’de halk
modernleşme hareketinin bir nesnesi olarak kabul edilmiş ve bu sebeple halktan
gelen talep ve istekler hiçbir zaman dikkate alınmamıştır. Dikkate alınmadığı
gibi, bu talep ve istekler gayri meşru yöntemlerle ve bazen de şiddete
başvurularak bastırılmıştır. Her seferinde halkın cahil olduğu ve dolayısıyla ne
istediğini tam olarak bilmediği görüşü ileri sürülmüş ve bu görüş halka
benimsetilmeye çalışılmıştır. Yüz yıllık bir tecrübeye rağmen, bu anlayış
Türkiye’de hâlâ yaygındır ve 2007 milletvekili genel seçimlerinde kendisini bir
kez daha açığa vurmuştur.

İster bir yönetim şekli olarak görülsün, isterse bir yaşam
biçimi olarak kabul edilsin neticede demokrasi; hak ve hukuka dayalı adaletli ve
özgür bir toplum düzeni, insanların ve toplumların huzur ve güveni için ortaya
çıkarılmış bir sistemdir. Temel hedefi; adalet, özgürlük ve hukukun üstünlüğü
gibi insan(lık)ın her zaman muhtaç olduğu temel değerleri toplumlarda hâkim
kılmaktır. Demokrasi, aynı zamanda çoğunluğun azınlığa tahakkümünü engellemek,
seçimleri bir baskı aracına döndürtmemek ve laikliği toplumsal tabana yaymak
için de vardır. Ne var ki, Türkiye’de ne demokrasi sağlıklı bir şekilde
işlemektedir, ne adalet ve şehir (hukuk) kanunları aksamadan işleyen bir konuma
gelmiştir, ne de tam anlamıyla güvenli bir ortam mevcuttur.

Adalet ve hukuk kurallarının işlemediği şehirlerde (kent demek
daha doğru olur) vahşi doğanın orman kanunları egemen olmaya başlamıştır.
Adalete ve hukuka güvenin ve bağlılığın kalmadığı yerde, artık herkes kendi
adaletine göre hareket etmekte ve kendi kurallarını uygulamaktadır. Bugün
Türkiye’nin büyük kentleri adalet, özgürlük ve hukuktan uzak bir görüntü
sergilemektedir. Bu durum, Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısından mı
kaynaklanıyor; yoksa demokrasi, en temel değerleri olan adalet, hukuk ve
özgürlüğü hâlâ gerçekleştiremediği için mi bunlar vuku buluyor? Bu tartışılır
bir meseledir; ama eğer demokrasi, en asgari düzeyde bile olsa, en temel
değerlerin topluma yerleşmesinde ve hâkim kılınmasında önemli bir merhale
kaydetmemişse, zaten iflasın eşiğine gelmiş demektir. Çünkü Türkiye’nin
demokrasi serüveni yüz yılı aşkın bir süreyi doldurduğu hâlde, adalet ve
özgürlük gibi demokrasinin temel değerleri Türkiye toplumunda ciddi bir sarsıntı
geçirmektedir. Bundan dolayıdır ki toplum; Buda’nın üç zehir dediği açgözlülük,
öfke ve cehalet (Ahmed, 2008: 20) ile birlikte şiddet kültürü, suç, hırsızlık,
tecavüz, cinnet ve maddî ve manevî hastalıkların yaygın olduğu bir toplum
görüntüsüne bürünmüştür. Fakat siyasetteki sorunlar bu temel sosyal sorunları
her zaman gölgede bırakmıştır. Aslında, Türkiye’nin sosyal ve ekonomik sorunları
çok ciddi bir boyuttadır ve derinleşmiştir. Belki bu sorunların çözümü siyasî
sorunların çözümüne bağlıdır; ama ne olursa olsun temel sorunların gölgede
kalması büyük bir hata ve tehlikedir; çünkü daha büyük sorunların ortaya
çıkmasına sebep olmaktadır. Şu hâlde, Türkiye’de başka sorunlarla birlikte
demokrasi olgusunun da ciddi biçimde sorgulanması gerekmektedir. Demokrasi
sorgulanırken de adalet ve özgürlük kavramları esas alınmalıdır; zira bunlarsız
demokrasi olmaz.

Demokrasi Nedir?

Malumu ilam etmek için değil, kısa bir hatırlatma için
demokrasiden biraz bahsetmek faydalı olacaktır. Demokrasi, cumhuri rejimlerin
yönetim şeklidir. Cumhuriyet ile demokrasi birbirini tamamlayan unsurlardır.
Cumhuriyet bir devletin rejimi, demokrasi ise yönetim biçimidir. Her ikisi de
halkın egemenliğine dayanmakta, seçimler yoluyla bir temsilciler meclisinin
oluşmasını öngörmekte ve hukukun üstünlüğü prensibini temel dayanak olarak
almaktadır. Her ne kadar Platon (2000: 228), demokrasiyi ayak takımının yönetim
biçimi olarak görmüş ve demokrasideki özgürlüğün bir tehlike içerdiğini
belirtmiş; Aristoteles de (1993: 113) demokrasiyi cumhuriyet’in sapmış bir şekli
olarak görmüş olsa da, günümüzde demokrasiye duyulan ihtiyaç cumhuriyet
rejimindeki eksiklik ve yetersizliklerden kaynaklanmaktadır. Bugün rejimi
cumhuriyet olan birçok ülkedeki demokrasi taleplerinin arkasında yatan temel
neden budur.

Demokrasi, hem tarihsel gelişimi açısından hem de üzerinde
uygulandığı fiziksel çevre bakımından Batı’ya, daha doğrusu Batı’nın siyasal
tarihine özgü bir yönetim modelidir. Sartori’nin de (1996: 3) belirttiği gibi,
“… demokrasi şimdiye kadar genellikle bir uygarlığın, daha yerinde bir
söyleyişle, Batı uygarlığının (bugüne değin) meydana getirdiği siyasal bir
yapıtın adıdır.” Demokrasinin kendisini değil, ama demokrasi kavramını
Yunanlılara borçluyuz (Türköne, 1994: 16). Demokrasi, Eski Yunan’da adına
“polis” denilen küçük şehir devletçiklerinde gelişmişti. Ancak, Arblaster’in
(1999: 27-43) belirttiği gibi, demokrasi o zamanki bütün Yunan şehirlerinde
değil, Atina gibi çok az şehirde gelişebilmişti. Çünkü Yunan toplumu, temelde
sınıf ayrımına dayalı ve özgür olmayan bir toplum yapısına sahipti. Bundan
dolayı, herkes yönetime katılma hakkına sahip değildi. “Kent (polis) yönetimine
katılma hakkına sahip olabilmek için özgür, erkek ve taşınmaz mal sahibi olmak
gerekiyordu” (Holton 1999: 13). Bunun doğrudan bir sonucu olarak halkın büyük
bir kesimini oluşturan kadınlar, yabancılar ve köleler halktan sayılmıyordu
(Arblaster 1999: 41). Bütün bu kusurlara rağmen, yine de yarı-doğrudan demokrasi
modeli kısmen de olsa Eski Yunan şehir devletçiklerinde hayat bulmuştu.

Günümüzde Batı’da ve diğer ülkelerde uygulanan demokrasi modeli
ise, ilhamını Fransız Devrimi’nden alan ve büyük ölçüde 19. yüzyıl koşullarında
şekillenen liberal/temsili demokrasidir. Bu demokrasinin en temel prensipleri
ise şunlardır: (i) sınırlı çoğunluk yönetimi, (ii) seçim ve herkese eşit oy
hakkı, (iii) iktidarın temsil yoluyla devredilmesi ve (iv) çoğunluğun
baskılarına karşı azınlığın haklarının korunması (Sartori, 1996: 32; Türköne,
1994: 17). Temel insan hakları, sivil özgürlükler, hukukun üstünlüğü ve adalet
gibi değerler yukarıdaki prensiplerden hareketle ortaya çıkarılmıştır.

Ancak bütün bu prensiplere ve değerlere rağmen, demokratik
söylemlerle somut gerçeklikler arasındaki uçurum giderek büyüdüğü için (Lindbom
1998: 9), demokrasinin gelişimi bir türlü istenilen seviyeye ulaşamamıştır.
Bundan dolayı, temsili demokrasinin eksikliklerini gidermek için “çoğulcu ve
katılımcı demokrasi” bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştır. Bu modelin de gerçek
demokrasiyi gerçekleştirmesinin pek mümkün olmadığı görülmüştür; çünkü
nihayetinde demokrasi seçimler yoluyla oluşan ve siyasî bir kadroyu hükümetin
başına getiren bir “temsiliyete” dayanmaktadır. Dolayısıyla, Tocqueville’nin de
(Akt. Aron 1995: 11-12) ifade ettiği gibi, yasa koyucuların ve iktidardakilerin
zorbalığa düşme ihtimalleri her zaman vardır. Bunun önüne geçmek için “anayasal
demokrasi” önerisi getirilmiştir. “Anayasal demokrasi, birey haklarının ve
devlet haklarının anayasa içerisinde doğru bir biçimde tespit edilmesi ve
sınırlarının açık olarak belirlenmesi demektir” (Aktan, 1999: 8). Bu demokrasi
modeliyle iktidardaki yönetimin eylemlerini anayasayla belirlemek ve siyasilerin
hukuk dışına çıkmasını önlemek amaçlanmıştır. Bu prensip Cumhuriyet
Türkiye’sinde de dile getirilmişti: “Kanunu tatbik edenler, evvela kendilerine
tatbik etmeli…” (Bediüzzaman, Lemalar: 180). Bu ise bir adalet ve hukuk devleti
arayışının açık bir göstergesidir.

Türkiye’nin demokrasi serüveni ise, 19. yüzyıl Osmanlısında
modernleşme ve anayasal hareketlerle başlamıştır. 1808 Sened-i İttifak ile
başlayan bu serüven, 1839 Tanzimat Fermanı ve 1876 Kanun-i Esasi ile devam
etmiş; 1908 II. Meşrutiyet’in ilanıyla da büyük bir merhale kat etmiştir. Ancak,
Osmanlı’daki reformlar temelde devleti kurtarmaya yönelik ve doğrudan devletin
bekasıyla ilgili olduğu için, bütün hukukî düzenlemeler siyasal alanla sınırlı
kalmıştır. Bu da güçlü merkezi bir devletin ortaya çıkmasına zemin
hazırlamıştır. Mardin’in de (1997: 130) belirttiği gibi “Osmanlı
İmparatorluğu’nda reform çabalarının en temel özelliği, yeniçeriler, ayanlar
(mahalli paşalar) ve ulema gibi gruplar ve iktidar merkezlerinin zararına
devletin merkezi gücünün artırılması olmuştur.” Bununla birlikte, Osmanlı’nın
son dönemleri, özellikle II. Meşrutiyet dönemi, fikir özgürlüğü ve basın
çeşitliliği bakımından büyük bir zenginlik meydana getirmişti. Bu zenginlik,
Tanzimat’la başlayan özgürleşme sürecinin bir sonucuydu.

Ne var ki, bu zenginlik çok uzun sürmemiştir. Kısa bir süre
içinde İttihat ve Terakki kadrosunun özgürlük söylemleri, 1913 Bab-ı Ali
baskınıyla iktidar ihtiraslarına dönüşmüştür. Maalesef bu anlayış, İttihatçılar
üzerinden Cumhuriyet Türkiye’sine de intikal etmiştir. Çaha’nın da (2000: 206)
ifade ettiği gibi “Osmanlı son dönem zenginliği, yerini tek parti, tek lider,
tek ideoloji, tek devlet ve tek millet anlayışına bırakmıştır. Teklik anlayışına
dayalı ezici politikalara sahne olan 1923-1950 dönemi gerçekte demokrasiye bir
zemin oluşturmamış, bir yol açmamış, tersine demokrasiye giden yolu kesintiye
uğratmış ve demokrasi için gerekli olan toplumsal zenginliğe son vermiştir.”
(Ayrıca bakınız: Çaha, 2008: 37-45). Aslında bu, ulus devlet olmanın doğal bir
sonucuydu. Osmanlı gibi dinsel ve kültürel çeşitlilik ve zenginliğe sahip bir
imparatorluktan yukarıdan modernleştirici ve tek tipleştirici bir ulus devlete
geçişte, demokrasiye uygun ve demokratik değerleri ortaya çıkarıcı gelişmelerin
meydana gelmesi pek mümkün değildi. Hele hele adalet, özgürlük ve insan
haklarına riayeti beklemek çok daha ihtimal dışıydı. Çünkü halkı, istemediği
hâlde bir zihniyet programına (Batılılaşma) göre zorla modernleştirmek, ne
demokrasinin yeşermesine izin verebilirdi, ne de hak ve özgürlüklerin
korunmasını güvence altına alabilirdi.

1950’den sonraki dönemde de Türkiye’de demokrasi, doğrusal bir
çizgi takip etmemiş, askerî müdahalelerle sürekli kesintiye uğramıştır. Bu kez
de ulus devletin güçlü ordusu, ulus devletin yapay ideolojisi adına sivil alana
müdahale etmeye başlamıştır. Bu müdahaleler biçim değiştirmiş olsa da, 28 Şubat
1997 ve 27 Nisan 2007 dönemlerinde bariz bir biçimde kendisini bir kez daha
topluma ve dolayısıyla sivil alana dayatmıştır. Kısacası, Türkiye gibi güçlü
ordulara sahip ulus devletlerde demokrasinin gelişmesi çok zor ve sancılıdır.
Ahmed’in (2008: 331) belirttiği gibi, İslâm ülkelerinde demokrasinin gelişimini
engelleyen en önemli faktörlerden birisi de ordudur. Dolayısıyla, kusursuz
işleyen bir demokrasinin Türkiye gibi bir topluma egemen olması çok zor
gözükmektedir. Bu yüzden, hak üzerinden işleyen adaleti ve adalet temeline
dayanan özgürlüğü, siyasî alandaki demokrasi taleplerinin önüne almak daha doğru
ve isabetli olur.

Adalet: En Genel ve En Özel Prensip

Fransız Devrimi’nin temelinde üç prensip vardı: özgürlük,
eşitlik ve kardeşlik. Devrimden sonra özgürlük, burjuva sınıfının ideolojisi
oldu- zaten Fransız Devrimi bir burjuva devrimiydi. Eşitlik proleteryanın (işçi
sınıfı) temel ideolojisi hâline geldi. Kardeşlik ise, ne bu kavrama yabancı olan
Batılı zihinde kendisine bir yer buldu, ne de düşünürlerin ilgisini çekti; puslu
bir ortamda insanoğlunun kendisine yönelik en büyük katliamlardan biri olan
unutmaya terk edildi. Ancak, asıl olması gereken prensip (adalet) ise, Devrimin
temelinde ve ruhunda kendisine bir yer bulamamıştı. Ya unutulmuştu ya da
bilinçli bir şekilde dışarıda bırakılmıştı. Adalet olmadığı için, Devrim şiddet
ve savaş gibi yıkıcı sonuçlar doğurmuştu. Çünkü adaletin olmadığı ve işlemediği
yerde, diğer bütün prensipleri asıl amaçlarından uzaklaştırmak ve bir baskı
aracı hâline getirmek her zaman mümkündür.

Adalet, dengede tutmak demektir. Dengede tutmak yerine “dengede
olmak” tabiri kullanılsaydı, bu tesadüfler sonucu kendi kendine oluşan doğal bir
şey anlamına gelirdi. Dengede tutmak ise, bunun aksine tesadüflerden uzak şuurlu
bir duruma işaret etmektedir. Mesela, adalet kâinatın hem genelinde hem de en
küçük bir parçasında (mesela bir atomun içindeki proton ve elektronlar arasında)
hüküm sürdüğü için, hem kâinat hem de kâinatın içindeki cisimler ve nesneler bir
denge hâlinde tutulmuş ve bunun neticesinde muazzam bir düzen ortaya
çıkarılmıştır. Bediüzzaman’ın belirttiği gibi (İşaratü’l-İcaz: 220) nizam
(düzen) adalete/muvâzeneye tabidir. Düzenin egemen olması değişimi göz ardı
etmez. Kâinatta büyük bir düzen olduğu gibi, bu düzenin içinde büyük hareketler,
muazzam faaliyetler ve akıl almaz değişimler de meydana gelmektedir. Ama bütün
bunlar bir adalet doğrultusunda cereyan etmektedir. İlginç olanı, bu adaletin
zıtlar arasında tezahür etmesidir. Kâinatta siyah-beyaz, aydınlık-karanlık,
büyük-küçük, ölüm-hayat ve iyi-kötü gibi zıt unsurlar birbirine katılmış ve
adalet ve düzen de bu zıt şeyler arasında dengeyi sağlayan bağlardan doğmuştur.
Bu adalet insan hayatının en basit davranışlarında bile caridir. Mesela,
yeme-içme, uyuma, konuşma gibi sıradan fiillerde bu adalet varlığını
hissettirmektedir. Ancak, insan hayatındaki adalet insanın özgür iradesine bağlı
olduğu için, inananlar çoğu zaman buna riayet etmemektedirler.

Demek, kâinatta ve insan hayatında her şey bir adalete göre
cereyan etmektedir; insan özgür irade sahibi ve dolayısıyla eylemlerinden
sorumlu bir varlık olduğundan, insan hayatı için etmesi gerekir tabirini
kullanmak daha doğru olur. Böyle bir adalet ise, en azından üç şeyin varlığını
zorunlu kılmaktadır. Birincisi, adalete dayanan böyle bir düzeni ortaya çıkarmak
için, bütün kâinatı kuşatan ve en küçüğünden en büyüğüne kadar kâinatın içindeki
bütün nesnelere nüfuz eden bir ilim (bilgi) olmalıdır. Bundan anlaşılıyor ki,
böyle bir ilmin nihayeti ve sınırı bulunmamak lazım gelir. İkincisi, bu ilme bir
vücut giydirmek için, yani kâinatı ve içindekilerini meydana getirmek için
nihayetsiz bir kudretin (güç) varlığı gereklidir. Öyle bir kudret ki, en büyük
ve en küçük maddelere karşı nispeti bir olsun ve bir işi bir işine engel
olmasın. Üçüncüsü, kâinata ve içindekilerine baktığımızda görüyoruz ki, her bir
cisim ve madde belirli şekiller almış ve her birisinin muayyen bir sureti ve
kalıbı vardır. Demek ki, her şey bir iradeye göre meydana gelmektedir ve aynı
zamanda külli bir iradeye şahitlik etmektedir.

Bundan anlaşılıyor ki, adaletin ve adalete bağlı olarak denge ve
düzenin oluşması için, en azından asgari düzeyde dahi olsa ilim, irade ve kudret
sıfatlarının bir anda ve bir arada bulunması gerekir. Bunlardan birisinin
yokluğu veya eksikliği, adaletsizliği ve dolayısıyla düzensizliği netice verir.
Adaletin zıddı ise, adaletsizlik değil zulümdür. Zulüm ise kâinattaki en büyük
cinayettir ve affa istihkakı yoktur.

Biz de üzerinde yaşadığımız Dünya gezegeni ve bu gezegenin
içinde yer aldığı Güneş Sistemi ve bu sistemin de içinde bulunduğu Samanyolu
galaksisi münasebetiyle kâinatın küçük bir parçasını oluşturmaktayız. Şu hâlde,
kendimizi kâinatta cari olan kanunların ve ilkelerin dışında tutamayız. Bütün
kâinata hükmeden kanunların bizim toplumsal hayatımıza da hükmediyor olması
gerekir. Nasıl ki, kâinattaki adalet ve düzen için ilim, irade ve kudrete
ihtiyaç vardı ve ihtiyacın da ötesinde bunlar gerekliydi. Aynı şekilde, biz
insanların toplumsal hayatında da adalet ve düzenin olması için ilim, irade ve
kudrete ihtiyaç vardır. Şimdi kâinattaki durumu topluma şu şekilde
uyarlayabiliriz. Bir toplumda ilmi aydınlar ve meclis; kudreti devlet/hükümet;
iradeyi ise halk temsil etmektedir. Demek ki, çağdaş demokratik yönetimlerde en
azından şunun olması gerekir: Halkın iradesine göre oluşmuş bir meclis veya
meşveret usulüne dayanan bir şura meclisi; meclistekilerin ve meclis dışındaki
aydınların fikir alışverişi esasına dayanarak bilgi üretmeleri; üretilen
bilgilerin devlet ve/veya hükümetler tarafından hayata geçirilmesi.

Bu prensipler doğrultusunda Türkiye’deki demokrasi anlayışına
baktığımızda, ortaya çıkan manzara şudur: Ne halkın iradesine bir değer
verildiği görülmektedir, ne halkın iradesinden hareketle fikir alışverişinde
bulunan bir meclis ve aydın işbirliği var, ne de halkın iradesine saygı duyan ve
toplumun gerçeklerini göz önünde bulunduran bir devlet (güç) mevcuttur.

Hukuk Alanında Adalet

Hukuk alanında adalet1, Bediüzzaman’ın (Zülfikar:
37-38) belirttiği gibi, müspet ve menfî olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır.
Müspet bölümü, hak sahibine hakkını vermektir. Adalet hak üzerinden işler;
adaletin en temel hedefi ise hakları korumaktır. Devlet dediğimiz kurum ise
adalet vasıtasıyla hakları (ve özgürlükleri) korumak ve güvence altına almak
için insanlar tarafından meydana getirilmiş bir üst organizasyondur. Eliaçık’ın
da (2003: 12) belirttiği gibi devlet bir emanettir ve adalet için vardır.
İnsanlar ve diğer varlıklar üç biçimde hak sahibi olmaktadırlar. İlki istidat
(kabiliyet) lisanıyla, ikincisi fıtrî ihtiyaç diliyle, üçüncüsü de çaresizlik
lisanîyle istenilen haklardır ki, her bir varlık bu haklarla donatılmıştır.
Mesela, akıl maddesel olmayan bir cihazdır ve insanlar için bir kabiliyet
özelliğini taşımaktadır. Bu yüzden geliştirilmeye ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaçtan
dolayı aklın eğitilme ve korunma hakkı vardır. Dolayısıyla, her bir insana
aklını geliştirmesi için eşit ölçüde eğitim hakkı verilmelidir. Zira Hz. Ali’nin
dediği gibi “Her şey akla muhtaçtır, akıl ise eğitime.” (Eğitimden kasıt,
insanda saklı bulunan ve çekirdekler hükmünde olan kabiliyetleri ortaya çıkaran
ilim ve tecrübedir; yoksa ulus devletin temel ideolojisinden hareketle
bireylerde istendik davranışlar meydana getirme etkinliği değildir.) İnsanlara
bu hak için eşit fırsatlar verildikten sonra, o fırsatı değerlendirip
değerlendiremeyeceği bireyin kendisine kalmıştır. Bu noktada insan özgürdür ve
kendisine baskı yapılamaz. Keza, dünyaya yeni gelmiş sahipsiz bir çocuğu göz
önünde bulunduralım. Bu çocuğun çaresizlikten kaynaklanan bir beslenme hakkı
vardır. Toplum üyeleri veya devlet o çocuğun hakkını korumalı ve beslenmeyle
birlikte onun yaşama hakkını garantiye almalıdırlar. Aynı şekilde, diğer haklar
da bunlara kıyas edilebilir.

Demek, hak sahibine hakkını vermek üç biçimde olmakta ve insanın
sahip olduğu haklar da doğrudan insanın yaratılışıyla alakalıdır. Buradan
hareketle her bir insanda potansiyel (bil kuvve) olarak bulunan bu hakların
ortaya çıkması için, herkese bu haklara sahip olduğunu hatırlatmak ve bu hakları
uygulamak (bilfiile çevirmek) için eşit fırsatlar tanımak gerekir. İşte müspet
yönüyle adalet, hak sahiplerine haklarının verilmesi gerektiği anlamına
gelmektedir. Bu haklar, verilmiş haklar olduğu ve kazanılmış haklar olmadığı
için, hiçbir surette askıya alınamazlar ve hiçbir zaman şartlar ve ortam gerekçe
gösterilerek zulüm ve haksızlığa uğratılamazlar.

Adaletin menfi kısmı ise, haksızları terbiye etmekten, yani hak
ihlâllerine ceza vermek veya yaptırım uygulamaktan ibarettir. Hak ihlâlleri
geçmişte olduğu gibi günümüzde de insanlığın en büyük sorunları arasında yer
almaktadır. Modern zamanlarda bu ihlâller daha da artmış, iki Dünya Savaşı
esnasında bir soykırıma dönüşecek kadar ileri bir boyuta varmıştır. Hatta o
kadar ileri gidilmiştir ki, sivil insanların yaşadığı şehirler bombardımanlara
ve atom bombalarına maruz bırakılmıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise hak
ihlâllerinde bir azalma görülmemiş; savaşların yerini terör ve işkence gibi
diğer şiddet türleri almıştır. Demokrasi, insan hakları, adalet ve barış gibi
bütün söylemlere ve çağrılara rağmen, hak ihlâlleri en demokratik olarak kabul
edilen çağımızda bile bir insanlık zulmü ve ayıbı olarak vuku bulmaya devam
etmektedir.

Hak ihlâli, ifrat ve tefrit biçiminde haddi aşmak anlamına
gelmektedir. Ya aşırı gidilerek (ifrat) ya da geride kalınarak (tefrit) haklar
ihlâl edilir. Bu tür ihlâller genellikle suç kapsamında ele alınır ve
dolayısıyla cezai bir müeyyideye tabi tutulurlar. Mesela, cinayet cana, tecavüz
namusa, hırsızlık mala yönelik bir tecavüz, zulüm ve haksızlık olduğu için,
hukuk alanında bunlar birer hak ihlâli (suç) olarak kabul edilmiş ve bunlara
yönelik cezalar konulmuştur.

Ancak, hak ihlâlleri sadece bunlardan ibaret değildir. Modern
ulus devletlerde hak ihlâllerinin başka biçimleri de ortaya çıkmıştır. Nasıl ki,
hırsızlık mala yönelik ifrata kaçan bir hak ihlâlidir ve suç kapsamına
girmektedir; aynı şekilde insanları meşru daireler içerisinde mal kazanmaktan
mahrum bırakmak da bir hak ihlâlidir ve bu yüzden de suç kapsamına girmek
zorundadır. Keza, eğitimden mahrum bırakmak bir hak ihlâli olduğu gibi, eğitim
için eşit fırsatlar tanımamak da bir hak ihlâlidir. Keza, fikir özgürlüğünün
önüne engeller koymak bir hak ihlâli olduğu gibi, fikirleri yaymak için basın
gibi araçlardan ve örgütlenme gibi yapılanmalardan mahrum bırakılmak da bir hak
ihlâlidir.

Adaletin müspet ve menfi yönleriyle Türkiye toplumuna
bakıldığında, hem hak sahiplerine haklarını vermek noktasında büyük bir
yetersizlik ve eşitsizlik olduğu görülmektedir, hem de hak ihlâllerini
cezalandırmak bakımından büyük bir hukukî salahiyetsizlik bulunmaktadır. Ayrıca,
Türkiye’deki hukuk sistemi toplumsal vicdanı tatmin etmekten de oldukça uzaktır.
Yüz yıla yakındır Türkiye’de ulus devletin temel ideolojisi hâline gelmiş ve
hâlâ üzerinde fikir birliği bulunmayan laiklikçilik anlayışı (Türköne, 1994: 67)
ve milliyetçilik ideolojisi gerekçe gösterilerek birçok hak ihlâlinin meydana
gelmesine fırsat verilmiştir. Özellikle, Türkiye gibi Müslüman bir ülkede dinî
inançlarını serbestçe ifa etme gibi hakların ihlâli, Türkiye’deki hak
ihlâllerini vahametini açıkça göstermektedir. Bu hak ihlâlleri, sadece günlük
ibadetlere müdahale ile sınırlı kalmamış, ezanın 18 sene boyunca Türkçe
okutulmasında olduğu gibi bizatihi dinin kendisine de yönelmiştir.

21. yüzyıl Türkiye’sinde, hâlâ eğitim ve düşünce gibi alanlarda
önemli oranda hak ihlâlleri meydan gelmektedir. Aslında bu, ne hukuk devleti
ilkesiyle, ne adaletle, ne de demokrasiyle bağdaşmaktadır. Belki Türkiye’de bu
ilkeler ve değerler yeterince güçlü olmadığı için, hak ihlâlleri bu kadar çok
vuku bulmaktadır. Esasında, farklı kültürleri, ırkları ve dinleri bünyesinde
barındıran bir ulus devlette demokrasi ve adaletle birlikte diğer demokratik
değerlerin yeşerip gelişmesi gerekirdi. Ancak, ulus devletin tek tipçiliği ve bu
devletin laikçilik ideolojisi üzerinden çıkar peşinde koşan bir grup elitin
ihtirasları yüzünden, Türkiye’de ne toplumsal ihtiyaçlara cevap veren bir adalet
ve hukuk sistemi gelişebilmiş, ne demokratik değerler halk arasında toplumsal
bir taban bulabilmiş, ne de tam manasıyla işleyen demokratik bir yönetim ortaya
çıkabilmiştir. İktidar partilerinin bile kapatılmayla yüz yüze kaldığı bir
ülkede, adalet ve hukuk devletine olan ihtiyaç her şeyden daha fazladır. Belki
de bu yüzden, siyasal alanda demokrasinin hâkim olmasından ziyade, adalet ve
hukukun toplumsal alanda egemen olması için mücadele etmek daha değerlidir.
Çünkü nihayetinde, siyaset bir toplumsal kurumdur ve toplumsal koşullardan ve
olgulardan doğrudan etkilenmektedir. Bununla beraber, Türkiye’de siyaset ve
iktidar, devleti ele geçirmek mücadelesi olarak belirdiği için, büyük ölçüde
ekonomik çıkarlar etrafında dönmektedir. “Türkiye’de devlet hâlâ büyük bir
zenginlik kaynağıdır, ekonomik güçtür. Siyaset bu ekonomik gücü kontrol etme, bu
ekonomik zenginlikten pay alma kavgası olarak görülmektedir” (Türköne, 1994:
72).

Özgürlük: Var Olma İstenci ya da Yaşam İksiri

Özgürlük olmadan insan yaşayamaz. İnsanı insan kılan en temel
sıfatların başında özgürlük gelmektedir. J. P. Sartre’den hareketle söylersek,
insanın eylemlerine anlam kazandıran ve insanı davranışlarından sorumlu bir
varlık hâline getiren özgürlüktür. Bediüzzaman da “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz
yaşayamam” demişti. Demek, özgürlük insan için bir var olma istencidir ve aynı
zamanda hayatın temel direğidir.

Özgürlük nedir? Özgürlük için öyle bir tarif yapılmalı ki, bu
hem insana, hem de topluma ve devlete uygulanabilsin. Sözün güzeli kısa ve öz
olanıdır. Özgürlük için de iki kelimelik bir tarif yeterli ve doyurucu
gelebilir. Özgürlük (hürriyet), kendinden kurtulmaktır. Bu hem insanın kendisine
bakan, hem de ötekilerini dikkate alan bir tanımdır. Bediüzzaman’nın (Mektûbat:
365) belirttiği gibi “Tam ve mükemmel hürriyet, kişinin firavunlaşmaması ve
başkasının hürriyeti ile alay etmemesidir.” Kendinden kurtulmak, bir insan için
nefsinden, ihtiraslarından, akla ve kalbe muhalif olan hissiyat ve nefsanî
arzularından kurtulmaktır. Bir toplum ve devlet için de benliğinden, gururundan,
vehimlerinden ve hayali düşmanlarından kurtulmaktır. Nasıl ki, kendi içindeki
nefis gibi düşmanlarına galip gelemeyip kendinden kurtulamayan insan, kâmil
insan olmuş sayılmaz; aynı şekilde kendi içindeki düşmanları yenip kendisinden
kurtulamayan bir devlet de tam bağımsız ve özgür bir devlet olmuş olmaz. Hem
nasıl ki, bir insanın enaniyeti, gururu ve kuruntuları varsa; aynı şekilde bir
devletin de bir enaniyeti, bir gururu ve kuruntuları vardır.

Bir devletin enaniyeti, kendisini ihtiyaç sahibi bir varlık
olmaktan çıkarıp ölümsüz görmesidir. (Osmanlı’da devlet-i ebed müddet ve
Cumhuriyet Türkiye’sindeki sonsuza dek yaşayacak- ilelebed- anlayışlarında
olduğu gibi). Keza bir devletin gururu, tarihi ve doğal yapıları gibi kendine
özgü durumlardan hareketle kendisini ötekilerden üstün görmesi ve kendi kendine
yeterli olduğuna inanmasıdır. Keza bir devletin kuruntuları ise, milliyetçilik
ve laiklik gibi yapay ideolojilerle irtica ve şeriat gibi yapay korkulardır.
Dolayısıyla, nasıl ki bir insanın en büyük düşmanları kendi içindedir ve en
büyük mücadelesi de kendisiyle yaptığı mücadeledir. Öyle de, bir devletin de en
büyük düşmanları kendi içindedir ve dolayısıyla en büyük mücadelesi de kendisine
yönelik olanıdır.

Ancak, düşmanı dışarıda aramak ve mücadeleyi kendi dışında
yapmak, genel bir prensip hâline gelmiş. Bu, kendinden kurtulmamanın apaçık bir
göstergesidir. Kendisiyle yüzleşmeyenler dışarıya yönelirler. Türkiye, ruhunu ve
özünü arayan ve bunun için ıssız çöllere düşen divane bir meczup gibi kaybetmiş
olduğu aslını arıyor. Ne var ki, bunun için kendisiyle hesaplaşmaktan ziyade,
başka taraflara yönelmiş, kendi içinde kaybettiği şeyi hariçte aramaya
başlamıştır; hariçte bulamadığı için de kendi içinde kendini kemiren bir
yaratığa dönüşmüş ve çevresinden ziyade kendisine zarar vermiştir. Bu noktada,
giderek halkıyla yabancılaşmış, kendisine elitist denilen ama gerçekte avam
tabakasından daha düşük bir ahlâk seviyesine sahip olan bir grup azınlık insanın
çıkarlarına hizmet eder hâle gelmiştir. Bir sarayın padişahı olması gerekirken,
bekçisi konumuna düşmüştür.

Özgürlükler Açısından Türkiye’de Demokrasi

Özgürlükleri hakların bir sonucu olarak görmek mümkündür. Hemen
hemen her özgürlüğün temelinde bir hak vardır. Mesela, her insanın mal kazanma
ve mülkiyet edinme özgürlüğü vardır. Bu özgürlüğün temelinde ise, insanın
beslenme (rızık) hakkı ve mülkiyet sayesinde olgunlaşma hakkı vardır. Keza,
eğitim özgürlüğü, kabiliyetleri geliştirme hakkına dayanmaktadır. Keza, düşünce
ve fikir özgürlüğü, din ve inanç özgürlüğü, serbest dolaşma özgürlüğü,
kaynaklara ulaşmada eşit fırsatlara sahip olma özgürlüğü vb. özgürlüklere
bakıldığında, bu özgürlüklerin ya temel haklara dayandığı ya da bu temel
haklardan hareketle ortaya çıkarıldığı görülmektedir.

Sivil ve siyasi alanları kapsayan özgürlükleri A. Sen’den (2004:
25) hareketle beş kategoride toplayabiliriz: 1. Siyasal özgürlükler, 2. İktisadi
imkânlar, 3. Toplumsal fırsatlar, 4. Şeffaflık güvenceleri, 5. Koruyucu
güvenlik. Bu özgürlükler sadece bireylere değil, cemaatlere de yöneliktir. Bu
noktada, bir devletin en temel görevi bu özgürlükleri korumak ve güvence altına
almaktır. Sözleşmeci geleneğin temelinde de bu düşünce yatmaktadır. J. Locke’nin
(2002: 103) belirttiği gibi, insanlar arasında bir sözleşmeyle kurulacak olan
sivil hükümetin en büyük amacı bireylerin, daha doğrusu sözleşmeye katılanların,
özgürlük ve mülkiyetlerini korumaktır.

Ancak, her toplumda ve her dönemde bu özgürlüklerin korunmasını
ve gelişmesini engelleyen bazı nesnel koşullar ve yönetimlerden kaynaklanan
nedenler bulunmaktadır. “Temel özgürlüklerden yoksunluk bazen açlığı giderme,
yeterli besin maddesine erişme, iyileştirilebilir hastalıklara çare bulma,
yeterli giyinme ve barınma imkanı sağlama, temiz su veya sağlığa uygun
koşullardan yararlanma karşılığında insanların özgürlüğünü çalan iktisadi
yoksullukla doğrudan ilişkilidir. Özgürlük yoksunluğu, başka örneklerde, kamusal
imkânların ve sosyal hizmetlerin yetersizliğiyle, sözgelimi salgın hastalıkları
önleme programlarının, sağlık hizmetleri ve eğitim imkânları için örgütlü
düzenlemelerin ya da yerel barış ve düzenin sürdürülmesi için gerekli etkin
kurumların yokluğuyla yakından bağlantılıdır. Bazı örneklerde de, özgürlüğün
ihlali, doğrudan siyasal hakların ve insan haklarının otoriter rejimlerce
inkârından ve toplumsal, siyasal ve iktisadi hayata katılım özgürlüğüne
getirilen kısıtlamalardan kaynaklanır” (Sen, 2004: 18).

Türkiye gibi ulus devletlerde ise, özellikle sivil özgürlüklerin
önündeki en büyük engel, bizatihi devletin kendisidir. Çünkü devletin bekâsı ve
güvenliği, her zaman temel hak ve özgürlüklerin önünde yer almıştır. Haklar ve
özgürlükler ancak devletin bu alanlarına dokunmadığı takdirde hoşgörüyle
karşılanmıştır. Mesela, 301. madde gibi uygulamalar, Türkiye’de yıllarca düşünce
ve fikir özgürlüğünün önünde bir engel olarak kalmıştır. Bunun gibi eğitim,
sağlık, inanç vb. daha birçok alanda özgürlükler, adalet ve eşitlik prensipleri
gözetilmeksizin kısıtlanmış, özgürlüklere ulaşmada herkese eşit fırsatlar
tanınmamış ve özgürlüklerden yararlanma belirli sınıfların imtiyazı hâline
getirilmiştir.

Bugün Türkiye’de hem siyasal alanda hem de toplumsal ve ekonomik
alanlarda kendisini açığa vuran ve oldukça sert bir zemine kaymış olan
çatışmaların temelinde, sınıf üzerinden bir çıkar çatışması ve özgürlüklerden
eşit oranda yararlanma talebinden kaynaklanan gerilim vardır. Yıllarca hor
görülen Müslüman halk tabakasının eğitim gibi alanlardaki özgürlük talepleri ve
iktidara ortak olma istekleri, devlet ve devletin ideolojisi üzerinden çıkar
elde eden azınlık konumundaki elit grubu rahatsız etmiş ve onları hukuk dışı
yöntemlere başvurmaya zorlamıştır. Zaten hukuku da onlar yaptığı için, kendi
yaptıkları hukukun dışına çıkmak etik açısından onlar için pek de önemli
değildir.

Özgürlükler noktasında Türkiye’de demokrasinin gelişememesinin
en temel sebeplerinden birisi de, devlet mekanizmasını elinde bulunduran seçkin
grupla büyük çoğunluğu Müslüman olan geniş halk tabakası arasındaki düşünce ve
anlayış farkıdır. Cumhuriyet dönemindeki inkılâplar için genellikle halka rağmen
tabiri kullanılmaktadır. Aslında, halkın ekserisi Müslüman olduğu için İslâm’a
rağmen tabirini kullanmak daha doğrudur. Çünkü inkılâpların hedefinde geleneği
(yani İslâm’ı, Osmanlı’ya ait değerleri, din temelli ahlâk ve kültürü vb.)
yıkmak ve onun yerine Batılı değerlere (akıl, pozitif bilim, bireycilik ve
ilerleme) göre yeni bir toplum inşa etmek yer alıyordu. Savaştan yeni çıkmış bir
toplumu, savaş dönemindeki değerlerden koparıp köksüz yeni değerlerle
dönüştürmek çok zor bir iş olduğundan, inkılâplar yukarıdan ve zor kullanılarak
topluma yerleştirilmeye çalışılmıştır. Halkın Müslümanlığı bilindiği için,
yapılan bütün inkılâplar din karşıtı bir özellik taşımıştır; hatta bazen
doğrudan dinin kendisini bile hedef almıştır. Dolayısıyla, inkılâplar bir
yönüyle, yani halkı modernleştirmek suretiyle dinle hesaplaşma yoluna gitmiştir.
Tek parti döneminin baskıcı uygulamaları ve halkın yoksulluğu ve cehaleti göz
önünde bulundurulduğunda, 1946 ve 1950’deki seçimlerde muhalefet partilerinin
yüksek oranda oy almaları daha da anlaşılır olmaktadır. Özgürlüğe aç bir
milletin elindeki tek seçenek seçim sandıkları olmuştur.

Ancak, demokrasiye giden yolda bu seçim sandıkları bile çoğu
zaman bir anlam ifade etmemiştir. Askerî müdahaleler, her on yılda bir
Türkiye’deki demokrasinin gelişimini kesintiye uğratmıştır. Bu yüzden,
özgürlükler noktasında demokratik bir yönetime olan ihtiyaç giderek artmış,
ekonomik sıkıntısı had safhada olan ve aynı zamanda özgürlüğüne düşkün olan
halk, demokrasiyi bir kurtuluş reçetesi olarak görmeye başlamıştır. Ne var ki,
seçim sandıklarında oy kullananlar iktidar olmak için mücadeleye
giriştiklerinde, Türkiye’deki siyasal alan demokrasiden oldukça uzak bir görüntü
sergilemeye başlamıştır. Çünkü iktidar söz konusu olunca, Türkiye’de demokrasi
ve demokratik değerlerde bir esneklik ortaya çıkmaktadır.

Sonuç: Demokrasi Yetmez

Demokrasi, doğuş yeri olan Batı’da bile ciddi eleştirilere maruz
kalmıştır. Mesela, Fransız tipi akılcı demokrasilerin doğuşunu devrimci bir
patlamaya bağlayan ve en önemli demokrasi teorisyenleri arasında yer alan G.
Sartori, demokrasinin sadece pratik olaylarla değil, aynı zamanda demokratik
ideallerle birlikte tanımlanması gerektiğini ifade etmektedir. Ona göre (1996:
9), “…Demokrasi, onun idealleriyle gerçeği arasındaki karşılıklı etkileşimden,
olanla olması gerekenin çekişmesinden doğar ve bunlar tarafından
şekillendirilir.” Diğer bir önemli teorisyen olan R. Dahl (1996: 113) ise,
demokratik idealler ile uygulamalar arasındaki çelişkilerden hareketle demokrasi
yerine poliarşi terimini kullanmıştır. Keza, demokrasiyi devlet erkinin
sınırlandırılması, temsilcilik ve yurttaşlık temelinde açıklayan ve özne
düşüncesi ve kültürel haklar bağlamında demokrasiye yaklaşan A. Touraine de
(2002: 22), özgürlükçü bir demokrasiye ihtiyaç duyduğumuzu belirtmektedir. Bu
eleştiriler, özellikle görece zengin olan Batı toplumlarında halkın demokratik
yönetime kayıtsız olmasından ve bu yüzden katılımın eksikliğinden
kaynaklanmaktadır. Karnı tok olan ve ciddi bir gelecek endişesi olmayan ve
hukuksal bir haksızlığa da uğramayan insanların ne derdi var ki, yönetime talip
olup diğer insanların sorunlarıyla uğraşsınlar?

Ancak, Türkiye gibi ciddi siyasal ve sosyo-ekonomik sorunları
olan ve adalet ve hukuk sisteminin düzgün işlemediği bir toplumda, en azından bu
sorunların çözülmesi için demokrasi ve demokratik değerlere ihtiyaç vardır.
Türkiye’de seçimlere katılım oranının yüksek olmasının bir nedeni de budur.
Dolayısıyla demokrasi; Türkiye’de siyasetin hukuk kuralları içerisinde
yürümesine, hukuk devleti aracılığıyla adaletin sağlanmasına ve özgürlüklerin
meşru daireler içerisinde yaşanmasına, hak ihlâllerinin önlenmesine ve kültürel
taleplerin karşılık bulmasına katkı sağlayabilir. Zaten bir demokrasiden
beklenilen en temel şeyler de bunlardır. Fakat bunlar olsa bile, Türkiye’nin
toplumsal hayatında ciddi bir değişme meydana gelmez. Çünkü küreselcilik ve
kabilecilik kıskacındaki Türkiye’de temel değerlerde ve ahlâkî yapıda büyük bir
boşluk meydana gelmiştir. Popüler kültürün doldurmaya çalıştığı bu boşluk ise,
şiddet ve ahlâksızlık olarak geri tepmektedir.

Nasıl ki, Türkiye’nin siyasal alanda demokrasiye ihtiyacı
vardır; toplumsal alanda da değerlere ve ahlâka ihtiyaç vardır. Bu değerler ve
ahlâk ise, ancak toplumun içinden gelirse ve vicdanına hitap ederse toplumda bir
zemin bulabilir. Batı kaynaklı değerlerin bizim toplumda kök salamaması, 80
yıllık bir tecrübeyle sabittir. Dolayısıyla, bugün Türkiye’nin hemen hemen her
alanda İslam’a ve İslâmî değerlere ihtiyacı vardır. İslâmiyet, Türkiye’nin ruhu
hükmündedir. Türkiye bu ruhu bulduğu zaman, kendisiyle yüzleşebilir ve ciddi
sorunlarını çözüme kavuşturabilir. Sözgelimi diyelim ki, demokrasi siyasal ve
sivil özgürlükler noktasında topluma önemli kazanımlar getirdi ve hukuk devleti
anlayışı siyasete hâkim oldu. Fakat insanlar arasındaki ilişkilerde çok önemli
bir yeri olan sevgi, merhamet, yardımlaşma, kardeşlik ve doğruluk gibi değerleri
topluma nasıl yerleştirecek? Vicdanlara hükmetmeyen hukuk kurallarını hangi
vasıtalarla insanların kalplerine sokacak? Hukukun bekçilerinin olmadığı yerde
insanları hak yemekten ne alıkoyabilir? Bir insanı arkasında çekiştirmeyi bile
bir hak ihlâli olarak gören ve bunu o kişinin şahsiyetine yapılmış bir haksızlık
kabul eden dinsel bir değerin yerini hangi laik değer doldurabilir? İnsanın
kendisine karşı bile adaletli olmasını öngören ve kendisine zulüm yapmaktan men
eden bir dinden Türkiye gibi bir toplumun uzak durması ne kadar makuldür?

Bu noktada bile, eğer adaletli olmak gerekirse, Türkiye’nin
kendi tarihsel mirası ve kültürel zenginliğini göz önünde bulundurması gerekir.
Aksi takdirde, kendi kendisini inkar etmiş olur. Vicdan mahkemelerinde
yargılanmamak için, Türkiye, adaleti gözetmek ve adaletten taviz vermemek
zorundadır. Artık, dönem ve koşulları gerekçe gösterip İstiklal Mahkemeleri gibi
mahkemeleri kurma yoluna gidilemez. Bu 21. yüzyılda, dünyada ve Türkiye’de
evrensel ölçekte işleyen- konumu ve statüsü ne olursa olsun- hiçbir insan, kurum
ve devlet arasında ayırım yapmayan bir adalete ve adalet mahkemelerine ihtiyaç
vardır. Adalet için var olan devlet, eğer gerekirse adalet için kendisini de
yargılayabilmelidir.

Öz

Türkiye’de demokrasinin gelişimi çok sancılı olmuştur. II.
Meşrutiyet’i bir milat olarak kabul edersek, aradan yüz yıl geçmesine rağmen
Türkiye’de demokrasi hâlâ kurumsallaşamamıştır. Bunun en önemli nedenlerinden
birisi, Türkiye’de devletle halk arasındaki kopukluktur. Bunun da temelinde,
modernleşmenin devlet eliyle, tepeden inmeci bir zihniyetle gerçekleşmiş
olmasıdır. Demokrasi temelde siyasal alanla ilgili bir yönetim biçimi olduğu
için, devlet mekanizmasını elinde bulunduran azınlık konumundaki elit kesim,
demokrasiyi kendi zihinsel anlayışına bağlı olarak ulus devletin laiklik ve
milliyetçilik ideolojileri doğrultusunda yorumlamıştır. Bundan dolayı halkın
adalet ve özgürlük kaynaklı taleplerini pek dikkate almamıştır. Bugün gelinen
noktada, Türkiye’de hem siyasal alanda demokrasiyle ilgili krizler yaşanmakta,
hem de toplumsal ve ekonomik alanlarda ciddi boyutlara varan sorunlar ve
bunalımlar meydana gelmektedir. Bunların üstesinden gelmek için, Türkiye’nin
kendi tarihsel mirasını ve kültürel zenginliğini dikkate alması gerekmektedir.
Bunun için de her şeyden önce İslâm’la barışmak zorunda ve büyük çoğunluğu
Müslüman olan kendi halkının manevî değerlerini önemsemesi gerekmektedir.

Anahtar Kelimeler: Adalet, özgürlük, demokrasi, demokratik
değerler, ulus devlet

Abstract

The development of democracy took place very problematically in
Turkey. If we accept the Second Constitution as a starting point, we can discern
that democracy can not be institutionalized even after a century in this
country. One of the most important reasons for this is the hiatus between the
state and people in Turkey, which is based on the fact that the modernization
process took place by state with a coercive mentality. As democracy is a
government type on political arena, the elite minority who owns the state
apparatus interpreted democracy in the line of secularist and nationalist
ideologies of nation-state in coherence with their mental understanding. Thus,
they did not care the demands of people based on justice and liberty. Today,
both many crisis about democracy take place in the political arena, and many
serious issues and depressions ensue in the social and economic spheres. In
order to overcome all of these problems, Turkey should take its own historical
heritage and cultural richness into account. Thence, Turkey has to make a peace
with Islam, firstly, and heed the spiritual values of its own people.

Key words: Justice, liberty, democracy, democratic values,
nation state

Kaynaklar

AHMED, Akbar (2008): İslâma Yolculuk- Küreselleşme Krizi,
(Çev. İ. Kapaklıkaya), İstanbul: Ufuk Kitap.

AKTAN, Coşkun C. (1999): “21. Yüzyıl ve Anayasal Demokrasi”,
Yeni Türkiye, Eylül-Ekim, s. 600-606.

ARBLASTER, Anthony (1999): Demokrasi, (Çev. N. Yılmaz),
Ankara: Doruk Yayımcılık.

ARISTOTELES (1993): Politika, (Çev. M. Tunçay), İstanbul:
Remzi Kitabevi.

ARON, Raymond (1995): Özgürlük Üzerine Deneme, (Çev. T.
Ilgaz), İstanbul: Kesit Yayıncılık

BEDÎÜZZAMAN, S. Nursi. İşârâtü’l-İcâz,(Künyesiz Osmanlıca
Baskı).

BEDÎÜZZAMAN, S. Nursi. Lem’alar, (Künyesiz Osmanlıca Baskı).

BEDÎÜZZAMAN, S. Nursi. Mektûbat, (Künyesiz Osmanlıca Baskı).

BEDÎÜZZAMAN, S. Nursi. Zülfikâr, (Künyesiz Osmanlıca Baskı).

BARBER, Benjamin R. (2003): McWorld’e Karşı Cihad, (Çev. E.
Birey), İstanbul: Cep Kitapları.

ÇAHA, Ömer (2000): Aşkın Devletten Sivil Topluma, İstanbul:
Gendaş Kültür.

ÇAHA, Ömer (2008): Bitmeyen Beraberlik- Modern Dünyada Din
ve Devlet, İstanbul: Timaş Yayınları.

DAHL, Robert A. (1996): Demokrasi ve Eleştirileri, (Çev.
Levent Köker), Ankara: Yetkin Yayınları.

ELİAÇIK, R. İhsan (2003): Adalet Devleti- Ortak İyinin
İktidarı, 2. Baskı, İstanbul: Bakış Yayınları.

HOLTON, R. J. (1999): Kentler, Kapitalizm ve Uygarlık, (Çev.
R. Keleş), Ankara: İmge Kitabevi.

LINDBOM, Tage (1998): Demokrasi Miti, (Çev. Ö. Baldık),
İstanbul: İnsan Yayınları.

LOCKE, John (2002): Uygar yönetim Üzerine İkinci İnceleme-
Sivil Toplumda Devlet. (Çev. S. Taşçı, H. Akman), İstanbul: Metropol Yayınları.

MARDİN, Şerif (1999): Türk Modernleşmesi, İstanbul: İletişim
Yayınları.

PLATON (2000): Devlet, (Çev. S. Eyyuboğlu, M. A. Cimcaz),
İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

SARTORI, Giovanni (1999): Demokrasi Teorisine Geri Dönüş,
(Çev. T. Karamustafaoğlu Cilt 1; M. Turhan Cilt II), Ankara: Yetkin Yayınları.

SEN, Amartya (2004): Özgürlükle Kalkınma, (Ç. Y. Alogan),
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

TOURAINE, Alain (2002): Demokrasi Nedir?, (Çev. O. Kunal),
İstanbul: YKY:

TÜRKÖNE, Mümtaz’er (1994): Modernleşme, Laiklik ve
Demokrasi, Ankara: Ark Yayınevi.

 

Dipnotlar:

1. İki türlü adalet vardır: Adalet-i mahza ve adalet-i
izafi. Adalet-i mahza (tam adalet), her türlü ortam ve şartlarda insan haklarına
riayet edilmesi gerektiği anlamına gelmektedir. Adalet-i izafi (göreli adalet)
ise durum ve şartlara göre haklardan taviz verilmesini öngörmektedir. Mesela,
bir topluluğun selameti için bir şahsın hayatı feda edilebilir. Keza bir
devletin güvenliği için haklar askıya alınabilir. Burada mevzu bahis olan
adalet, hakikî adalet anlamına gelen adalet-i mahzadır. Bu adalet için şöyle bir
misal verilmiş: Nasıl ki, bir gemide dokuz masum ile bir cani bulunsa, sırf bir
cani için dokuz masumun hayat hakkını elinden almak büyük bir zulümdür; aynı
şekilde bir gemide dokuz cani ile birlikte bir tek masum bulunsa, o tek masumun
hayat hakkını hiçe sayarak o gemiyi batırmak yine o derece büyük bir zulümdür.
Tek şartla ki, o masum kendi rızasıyla kendi hakkından vazgeçmiş ola
(Bediüzzaman, Mektûbat: 90).