The Shura According to Some Tafasir and its Comporasion with Democracy

Giriş

Kur’an ferdin, ailenin ve toplumun dünyevî ve uhrevî mutluluğu
için prensipler vaz’etmektedir. İman esasları, ibadet, ahlak ve toplumun idaresi
ile ilgili prensipler bunlar arasında zikredilebilir. Kur’an-ı Kerim’in ilk
muhatabı müşrik olan, ahiret inancına sahip olmayan, ahlakî kuralların içini
boşaltmış bir toplumdu. Böyle bir toplumu önce dünyevî mutluluğa eriştirme amacı
güden Kur’an, işe sağlam bir temel atmakla başladı. Bu temel Allah’a,
peygamberlere, kitaplara, ahiret gününe ve meleklere iman gibi iman esaslarından
oluşuyordu. Ahlak, ibadet ve yönetim ile ilgili konular da ancak bu inanç
unsurlarının yerleştirilmesinden sonra zikredilmiştir. İşte bu yüzden Kur’an,
Mekke döneminde özellikle Allah’ın birliğine ve ahirete iman gibi toplumda
ruhsal ve kalbî inkılaplar meydana getirecek hususlar üzerinde durdu ve bu inanç
esaslarıyla alakalı olan bazı ahlaki kuralları da yerleştirmeye çalıştı. Medine
döneminde ise hem aile hukuku hem de devlet hukuku ile alakalı hükümlere vazetme
yolunu tercih etti. İşte şûrâ da bu prensiplerin içinde yer almaktadır.

Şûrâ konusunda tefsirlerimizde geniş açıklamalar bulunmaktadır.
Son bir asırda da İslam konusunda araştırma yapan uzmanların, bilim adamlarının
bu konuya eğildikleri görülmektedir. Ancak bu yorumlarda birbirlerine tam zıt
olan görüşler yer alabilmektedir. Bu farklılık da bize göre Kur’an’ın bu
konudaki ayetlerinin mukayyed değil, mutlak olmasından kaynaklanmaktadır. Yani
ayetler ve Peygamberimiz’in (s.a.v.) bu konudaki hadisleri belli bir şûrâ
uygulamasını önermemişlerdir. Hülafâ-i Raşidîn dönemindeki farklı tatbikatlar da
bu mutlaklığı göstermektedir. Özellikle son yüzyılda yapılan çalışmaların şura,
meşrutiyet ya da demokrasi ilişkisini ele aldığı görülmektedir. İşte biz bu
çalışmamızda Kur’an’da zikredilen şûrâ kavramının bazı tefsircilerimiz
tarafından nasıl yorumlandığını ve bu yorumların demokrasi ile ilişkisini ele
alacağız.

A. Kavramsal Çerçeve

Şûra ve meşveret kelimelerinin sülasi (üç harfli) fiil hali ve
masdar halleri
dır. Bunun
anlamı da Lisanü’l-Arab’ta
şeklinde
verilmektedir. Bu da “oyuktan, çukurdan balı çıkardı aldı” manasına gelmektedir.
Kelimenin rübai (dört harfli) ve hümasi (beş harfli) şekilleri olan
fiilleri
manasında
kullanılmaktadır.
harfinin
dammesiyle 
veya
kelimeleri
de cemal ve hüsün anlamlarına gelmektedir. Bu kelime arz etmek, ortaya çıkarmak
demektir.
Arapların bayramlarıydı. Bu bayramda kadınlar güzel elbiselerini giyerlerdi.
bir şeyin
görüntüsü
demektir.
bir kişinin bütün vücudunun güzel olması ,
ise bir
kişinin elbisesinin güzel olması anlamındadır.
güzel
kaside,
süslü şey anlamındadır.
kelimeleri
süs anlamına gelmektedir.
da süsledim
demektir. Araplar yüzü güzelleşen kimseye
, kişi bir iş
hususunda birisiyle konuşup aydınlandığında
,develer yağ
bağlayıp güzelleştiğinde
derlerdi.
hayvanı
satılığa çıkardım ve gücünü anlamak için onu koşturdum manalarına gelmektedir.
utandı,
kaş göz ile
ima etti anlamına gelmektedir.
cümlesi,
“filan kişi danışmaya uygundur bu yüzden onunla istişare ettim” demektir. Ayrıca
“ondan görüş
talep etti, öğüt istedi” anlamına gelmektedir.
kelimesi de
mastarından
müştaktır, öğüt, görüş alışverişi demektir.1 Araplar
demekle,
“bir şeyi yaptım, ortaya çıkardım” anlamını kastetmektedirler. Teşâvür, müşâvere
ve meşveret ise insanların birbirleriyle görüşerek ortaya görüş çıkarmaları
anlamına gelmektedir. Şûrâ ise belli bir konuda istişâre yapılmasıdır.2
Dört harfli olan
fiili ise,
işaret etmek, tavsiye etmek ve danışmak” anlamına geliyor.3 Ayrıca
müşavere, insanların birbirlerinin fikirlerinden istifade etmek için yaptıkları
toplantı” ve “şura” da en doğrusuna ulaşmak için çeşitli fikirleri tartışmak
olarak tarif edilebilir.4 Bütün bu manalara göre şûra, güzel
fikirlerin ortaya çıkması için uygun bir zemin, istişâre de, başkalarında var
olan ve istifadeye daha çok layık fikirleri ortaya çıkarmak için başkalarına
danışmak anlamındadır.

B. İslam Öncesi Dönemde Şûra

Şûrâ kavramının ve pratiğinin izlerine İslam öncesi dönemde
rastlanmaktadır. Bu terimin Mekke’nin lideri Kusayy ibn. Kilâb’ın evinde
“cansultation”(taşavur:danışma) anlamında kullanıldığı bilinmektedir. O dönemde
“Darü’n-Nedve”, Mekke’nin ileri gelenlerinin toplandıkları yerin ismi idi. Bu
kavram Mekke’nin ileri gelenlerinin Mekke konsülü, divanı ya da meclisi formunda
görüş alışverişinde bulundukları ve Mekkelilerin adına toplumsal konularda karar
verdikleri bir uygulamayı ifade etmektedir. Darü’n-Nedve’nin fonksiyonu,
yasamadan çok yürütmeyle ilgiliydi. Onların verdikleri kararlar, bir kanun
olmuyordu, sadece hüküm olarak kalıyordu. Ancak bu hüküm, modern çağların
kanunları kadar etkili oluyordu. Onlar teorik olarak
(örf) adı
verilen, atalarının geleneklerine bağlı kimselerdi. Yani onların karar verme
süreçlerinde bu örf çok önemli bir rol oynuyordu. Bu kurumun bütün özgür erkek
üyeleri yaşları kırkın üzerinde olan farklı kılanlardan ve onların
müttefiklerinden oluşuyordu. Bu yaş sınırının daha sonra gevşetildiği Ebu
Cehil’in 30 yaşında, Hakîm b. Hizam’ın da onbeş-yirmi yaşlarında bu kuruma dahil
olmasından anlaşılmaktadır. Bu kurumun üyeleri, en azından teorik olarak eşit
bir statüye sahipti. Görevlendirilenlerin veya izin verilenlerin dışında hiç
kimse başkası üzerinde otoritesini gösteremezdi. Güç dağılımına rağmen, Haşim,
Muttalip ve Abdulmuttalib oğullarının sosyal statüleri, kapasite ve yetenekleri,
onlara bariz şekilde üstün bir pozisyon vermişti. Bunlar diğerlerini kendi
görüşleri istikametinde yönlendirebiliyorlardı. Kusayy’dan sonra Mekke’de halkla
ilgili konularda kendi kendine karar veren tek bir idareci (ruler), kral, ya da
reis olmamıştır. Toplumsal işlere Mekke’nin ileri gelenlerinin oluşturdukları
bir konsey tarafından karar veriliyordu. Mekke’nin ileri gelenleri Antik
Yunan’daki kongre üyeleri gibiydi. Darü’n-Nedve de modern bir parlamento gibi
değildi. Mekke’nin ileri gelenleri, hakkında karar verilmesi gerekecek kadar
önemli bir konu olduğunda bir araya gelirdi. Bağlayıcı bir karara (a binding
decision) ancak bütün üyelerin konsensüsü ile ulaşılabilirdi. Bir konuda
herhangi bir anlaşmazlık baş gösterir, görüş ayrılığı meydana gelirse, üyeler
oybirliğine ulaşmak için kendi aralarında müzakereler yaparlardı. Bununla
Mekke’nin güvenliğini tehlikeye sokacak bir davranıştan kaçınmış olurlardı. Bu
kişiler kendi görüşlerini açıklama, diğerleriyle uyuşup uyuşmama özgürlüğüne
sahipti. Darü’n-Nedve, ailevi meseleleri çözmekle uğraşmazdı. Daha çok barış,
savaş ve bütün olarak Mekkelilerin güvenliği gibi meselelerle ilgilenirlerdi.5

İslam öncesi Mekke’nin bu şekilde yönetilmesinden dolayı
Mekke’de o zamanlar “cumhuriyet eğilimleri” olduğu ileri sürülmektedir. Bu
görüşü savunanlara göre Mekke, Medine, Taif ve çevresindeki yerleşim yerlerini
taç giymiş bir kral yönetmemiştir. Mekke ve çevresindeki kabileler bile o
zamanlar o kabilenin en yaşlısı olan ve adına “şeyh” denilen kimseler tarafından
yönetilirdi. Fakat bu şeyhler, kabilenin ileri gelenlerinin oluşturduğu bir
divanda karar vermek zorunda idi. Bu divan, ya da meclis seçilmiş olmamasına
rağmen, kabilenin iradesini yansıtır ve şeyhin gücünü kontrol ederdi. Bu kabile
meclisinin bir ferdi öldüğü zaman bu boşluğu doldurması muhtemel yaşından,
kabileye etkisinden ya da kabileye hizmet etmesinden dolayı saygı gösterilen
birisi onun yerine seçilirdi. Bu seçimin formal bir metodu yoktu.6

İslam, İslam öncesi dönemde var olan şûrayı kabul etti, ama
iştirakçilerin sosyal statüsü ve hısım akraba bağlantılarından çok dini bağlantı
temellerini ve prensiplerini getirdi. İslam geldiğinde, kabile sistemini, bütün
ümmetin konsensusunu yansıtacak bir şûra kurumu haline dönüştürdü. 7

C. Bazı Tefsircilerin Şûrâ ile İlgili Görüşleri

Şûrâ, İslam öncesi dönemde o kadar büyük bir öneme sahipti ki,
Kur’anda Hz. Muhammed s.a.v.in yönetim ve devlet işleriyle alakalı konularda
Müslümanlara danışması emredildi.8 Kur’an’ın ilk muhataplarının sahip
oldukları bu prensibi değiştirmediği görülmektedir. Tam aksine şûrâ, insanların
bir arada görüş alış-verişinde bulunduğu ve insanların mutluluklarına katkı
sağlayan bir kurum olduğundan dolayı onu korumayı tercih etmiştir. Çünkü şûrada
seçilen insanların ve onları seçen kişilerin görüşlerine önem verilmekte ve
saygı gösterilmekte, bu da onların mutlu olmalarına, birbirlerini daha çok
sevmelerine sebep olmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’de iki ayet-i kerimede müminlerin sosyal
hayatlarında Şura’ya uymaları, meşveret etmeleri emredilmektedir. Bu şuranın
nasıl ve kimlerle yapılacağına dair Kur’anda net bir açıklama yoktur. Bunun
tafsilatını Hz. Muhammed (s.av.)’in ve ashabın tatbikatlarından öğreniyoruz.

Kur’an’da Şura ile ilgili ilk ayet Al-i İmran suresinde
zikrediliyor. Bu ayette Hz. Muhammed (s.a.v)’e hitap edilerek “O vakit Allah’tan
bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın,
hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet;
bağışlanmaları için dua et; umuma ait işlerde onlarla istişare et.(onlara danış)
Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a tevekkül et. Çünkü Allah kendisine
tevekkül edenleri sever.” buyrulmaktadır.9 Diğer ayet ise Şûrâ
suresinde geçmekte ve “onların işleri aralarında şûrâ iledir” ifadesi
kullanılmaktadır.10

Bu ayetlerde şûrâ ile ilgili dört önemli hususa temas
edilmektedir. Bunlardan birincisi şûrâda alınan karara uyulmaması durumunda bile
insanlara sert değil; yumuşak davranmak, ikincisi istişâre sonucunda alınan
kararlardan olumsuz bir sonuç çıksa bile yine de istişareden vazgeçmemek,
üçüncüsü şûrânın sonucunda alınan karara uyma noktasında Allah’a tevekkül etmek,
dördüncüsü de iş hususunda onlarla istişâre etmektir. Hz. Peygamber (s.a.v.)
Uhud hadisesi için ashabıyla müşâvere etmiş, onlar Medine’den çıkma tarafına
işaret etmişlerdi. Hz. Peygamber Medine’den çıkma taraftarı olmadığı halde
yaptığı şûrâ sonucu onların görüşlerini benimsemişti. Uhud’daki mağlubiyetten
sonra inen Al-i İmran suresindeki ayetlerde peygamberimiz (s.a.v.) mağlubiyete
rağmen meşveret etmeye davet ediliyor. Her ne kadar okçular tepesindeki
sahabilerin kendilerine verilen emri tutmaması gibi bir durum söz konusu olsa
dahi, sonuçta şûrâya uyularak yapılan bir savaştan mağlub çıkılmıştır. Kur’an,
bu mağlubiyetin şûrâyı engellememesini istiyor. Çünkü önemli olan ortak karar
alınarak bir savaş yapılmasıdır. Sonucun olumsuz olması şûrâ yı ortadan
kaldırıcı bir sebep değildir. Kaldı ki sonucu olumsuz kılan şey şûrâda alınan
karar değil, bir grup müslümanın savaş gereği uyulması gereken emirlere
uymamasıdır.

Bu konuyla ilgili tefsirlerimizde birbirine benzer görüşler ve
nakiller bulunmaktadır. Bu çalışmada yer alan tefsirlerimize bakılırken belli
bir sistematik sıra takip edilmemiştir. Hem bazı ahkam tefsirlerine, hem Taberi
gibi rivayet tefsirlerine, hem de Razi gibi dirayet tefsirlerine müracaat
edilmiştir. Bu arada çağdaş tefsirlerden bazıları da incelenmiştir. Bunu bu
şekilde yapmamızın sebebi, şûrâ konusunda yapılan çeşitli yorumları
harmanlayabilmektir.

Taberî’de nakledilen görüşlere göre, şûrâ düşmanla
karşılaşıldığında, savaş hileleri hususunda olmalıdır. Şûrâ, insanların
gönüllerini hoşnut etmek, Hz. Peygamber’in onları dinlediğini, onlardan yardım
aldığını göstermek için Kur’an’da yer almaktadır.11 Taberî’ye göre,
Hz. Peygamber vahyin yönlendirmesi altında olmasına rağmen, kendisinden sonra
gelen insanlara örnek olması için şûrâ ile emredilmiştir.12 Kurtubî
yöneticilerin din ve dünya konusunda bilmedikleri hususlarda din ve ilim
adamlarıyla istişare etmeleri gerektiğini, istişare edenin pişman olmayacağını,
kendi görüşünü beğenenin de dalalete düşeceğini dile getirmektedir.13
Kurtubî’nin bu sözlerinden, istişarenin toplumun her kesiminde yapılması
gerektiği anlaşılmaktadır. Kurtubî meşveretin müminlerin gönüllerini hoş etmek,
onların değerini yüceltmek, dinlerine bağlılıklarını artırmak için olduğunu
bildirmektedir. Ona göre meşveretle görüşüne başvurulan kişilere “şefkatli bir
yaklaşım” vardır. Meşveret, meşveret edilen kişilerin içlerinde eğer kin varsa
onu ortadan kaldırmakta, gönüllerini hoşnut etmektedir. Hz. Muhammed’e (s.a.v.)
verilen meşveret emri müşaverenin faziletini onlara öğretmek maksadını
gütmektedir.14 Kurtubî’ye göre kendisiyle din hususunda istişare
edilecek dindar bir alim, dünya işlerinde istişare edilecek kişinin de tecrübeli
akıllı bir alim olması gerekir.15 Kurtubî’ye göre şûrâda farklı
görüşler ortaya çıkabilir. İstişâre eden kişi bu farklı görüşlere bakar, Kur’an
ve sünnete en uygun olanını alır. Sonra da Allah’a tevekkül ederek uygular.16
Burada Kurtubî bir insanın fert olarak da kendi işi için her hangi bir konuda
görüşlerine güvendiği kişilerle istişare etmesinden bahsediyor.

İbn-i Arabi ise Ahkâmu’l-Kur’an isimli tefsirinde müşaverenin
bir iş hususunda bir kimseyle istişare etmek ve onda var olanı çıkarmak olduğunu
beyan ettikten sonra, Asr-ı Saadette görülen meşveret örneklerinden bazılarını
zikretmektedir. Hakkında kesin hüküm bulunan hususlarda istişare edilemeyeceğini
bildiren İbn-i Arabi, Peygamberimizin (s.a.v.) Bedir’de ashabıyla istişare
ettiği, Hubab b.Münzir’in teklifi üzerine Bedir Kuyuları’nın başında konaklamayı
kabul ettiğini, diğer taraftan Bedir’deki esirler konusunda da yine ashabıyla
meşveret ettiğini bildirmektedir. Ashabın da ahkam konusunda istişare
etmediklerini dile getiren İbn-i Arabi’ye göre, ashabın ilk istişare ettiği
husus hilafet konusu olmuş, Hz. Ebu Bekir, irtidad edenlerle ilgili istişare
etmiş ve bunun sonucunda onlarla savaşmaya karar vermiştir. Dedenin miras hakkı,
içki içenlere verilen had cezası gibi konular da ashabın istişare yaptığı
konulardır. İbn-i Arabi meşveret konusunda şu görüşü de nakletmektedir: “İş
hususunda kavmimle istişare ettiğimde, asla hata etmedim. Onların uygun
gördüklerini yaptım. Eğer doğru yaptıysam, onlar da doğru yapmışlardır. Yanlış
yapmışsam, onlar da yanlış yapmışlardır.”17

İbn-i Kesîr’e göre Hz. Muhammed (s.a.v.) bir durum ortaya
çıktığında kalblerini hoşnut etmek ve yaptıkları iş kendilerine güzel gelsin
diye ashabıyla istişâre ederdi. Bedir Savaşı’nda onlarla istişâre ettiğinde,
ashabı ona, bunun vahiy olup olmadığını sorma ihtiyacı hissetmişlerdi. Aynı
şekilde Uhud Savaşı’nda da onlarla istişare etmişti. Ekseriyet düşmanı şehrin
dışında karşılamayı uygun görünce Medine’nin dışına çıkılmıştı. Onun Hendek
Savaşı’nda ve Hudeybiye Sulhu’nda da ashabıyla istişare ettiği görülmektedir.18

Zemahşerî, hakkında vahiy olmayan savaş gibi durumlarda, onların
görüşlerini ortaya çıkarmak, gönüllerini hoşnut etmek ve şereflerini yüceltmek
için istişare emrinin verildiğini bildirmektedir. Zemahşeri’nin naklettiği bir
görüşe göre, Allah Hz. Muhammed’in istişareye ihtiyacı olmadığını biliyordu,
ancak kendisinden sonrakilere tutulacak bir sünnet, bir yol olması için
istişâreyi emretti. Yine Zemahşeri’nin naklettiği bir başka görüşe göre ise,
Arapların ileri gelenleri bir konu hakkında istişâre etmedikleri zaman onun
gereğini yapmak onlara zor gelirdi. Bu yüzden Peygamberimiz (s.a.v.) emirlere
uymak zor gelmesin diye onlarla istişare etmiştir.19 Burada
Zemahşerî’nin şûrânın önemli bir hikmetine temas ettiği görülmektedir. Buna göre
insanlar karar verme sürecine katıldıkları bir hükmü, bir kuralı daha kolay
uygulayabilmektedirler. Bu da toplumun ahenkli işleyişini sağlayıcı bir
husustur.

Razi, bu ayetlerin tefsirinde meşveretin emredilmesindeki
faydalar üzerinde duruyor. Ona göre müşâvere, meşveret edilen kişilere değer
verildiğini gösterir, bu da sevgiye sebep olur. Hz. Peygamber (s.a.v.) ashabıyla
meşveret yapmamış olsaydı, bu onları küçümseme anlamına gelirdi. Ona göre Hz.
Muhammed (s.a.v.) insanların en mükemmeli ise de insanların bilgileri sonsuzdur.
Bilhassa dünyevi konularda Hz. Peygamber’in aklına gelmeyen bir hususun, başka
bir insanın aklına gelmesi uzak bir ihtimal değildir. Nitekim Hz. Muhammed
ashabına, “siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz” buyurmuştur. Razi,
ayrıca bu müşavere emrinin, diğer insanları bu yoldan gitmeye teşvik etme
amacını güttüğünü bildirir. Ona göre sadece savaş hususunda değil, kendisine
vahiy gelmediği hususlarda da içtihad etmek, bunu sağlamak için de istişare
etmekle mükellef kılınmıştır.20

Buraya kadar naklettiğimiz tefsircilerimizin görüşlerinde ortak
noktanın, şûrânın amacının kişilere değer vermek ve insanlar arasında sevgiyi
oluşturmak olduğu görülmektedir. Zaten değer vermekle sevgi oluşturmak arasında
da yakın bir ilişki vardır. İnsanlar genellikle sevdiği insanlara değer
verirler, değer verdikleri insanları da severler. Bir insanın önemli bir konuda
görüşüne başvurulması, herkesin farklı fikirlere sahip olabileceğini, herkesin
fikirlerinin değerli olduğunu kabul etmek demektir. Bu da kendisine fikri
sorulan kişilerde olumlu bir duygunun oluşmasına, kişilerin şahsiyet kazanmasına
katkıda bulunur. Bu yüzden şûrânın toplu halde yaşamaktan başka çaresi olmayan
insanların21 fıtratlarına uygun bir yönetim şekli olduğu
söylenebilir.

Çağdaş müfessirlerden Seyyid Kutub, Cenab-ı Allah’ın Hz.
Muhammed’e (s.a.v.) savaşın olumsuz neticesine rağmen Müslümanlarla meşveret
etmesini emrettiğine dikkat çekiyor. Ona göre şûrâ, temel bir prensiptir ve
İslam nizamı bu sistemin dışında kurulamaz. Ona göre Şûrâ’nın ayetlerde
belirlenmiş bir şekli yoktur ve ümmetin durumuna, şartlarına göre geliştirilmeye
müsaittir. Her şekil ve her vesile ile yapılan şûrâ, İslâm’a uygundur. Ona göre
Hz. Muhammed (s.a.v.) Uhud Savaşı’nda istişâreye uyarak düşmanı şehir dışında
karşıladıklarında uğrayacakları hezimeti bildiği halde, bu prensibin ümmete
öğretilmesi daha önemli olduğu için istişâreye uymuştur. Nitekim Kutub’a göre,
Müslümanlar Uhud Savaşı’nda yaptıkları hatayı anladılar ve Hendek Savaşı’nda
şehri içerden savunmaya karar verdiler. Böylece ümmet hatalarından ders almasını
öğrenmiş oldu.22

Abduh ise, şûrânın savaşta, barışta, korku ve güven ortamında ve
bunların dışında dünyevi maslahatlar hususunda ümmetin yönetim şekli olduğunu
ifade ediyor. Ona göre hezimete rağmen Allahu Tealâ , Hz. Muhammed’e şuraya
devam etmeyi emretmiştir. Çünkü bir tek kişinin vereceği hüküm doğru,
meşveretten çıkan sonuç hatalı bile olsa, ümmetin meşveret konusundaki eğitimi
daha hayırlıdır. Ona göre cumhur, çoğunlukla ferde göre hatadan daha uzaktır.
Gerçek tehlike ümmetin işini tek bir kişiye havale etmesidir. Abduh’a göre bir
kimsenin istişare etmesi kolay olmaz, kendisine danışılanların çok olması
durumunda tartışmalar da çok olur, farklı görüşler ortaya çıkar. Bu zorluktan
dolayı Allah Peygamberine bu ümmetin tuttuğu bir yol olması için meşveretin
pratiğini yapmasını emretmiştir. Bu yüzden Hz. Muhammed (s.a.v.) ashabıyla
lutufla istişâre eder, onların her görüşünü dinler, kendi görüşünden dönüp
onların görüşlerini kabul ederdi.23 Reşid Rıza’ya göre ise Cenab-ı
Hak, şûrâ’nın şeklini, prensiplerini belirlememiş, bunu ümmete bırakmıştır.24

Abdullah el Cerani de, şûrânın görüş ve idare diktatörlüğünü
kaldırdığını, kendi kendini idare etme hususunda topluma tabii hakkını
tanıdığını bildirmekte, şûrânın düzen ve nizamının ise serbest bırakıldığını
ifade etmektedir. Ona göre insanın durum ve ihtiyaçları değişmekte, hayat
unsurları geliştikçe insan da gelişmektedir.25

Fazlurrahman, demokrasinin değeri hususunda İslam dünyasında
hala eleştiriler yapıldığını söyleyerek, bunun da temelini Batı’daki
demokrasinin teşkil ettiğini bildirmektedir. Birçok Müslüman’ın iddiasına göre,
Batı demokrasisi halkın iradesine dayanır. Halkın oy verme davranışını
belirleyen düşünceler ise sığdır, bencil ve maddiyatçıdır. Ona göre Müslüman
itirazcılar, demokrasiyi reddetmekte hatalıdırlar. Batı demokratik formlarında,
Kur’an açısından zararlı ya da kötü bir şey yoktur; dahası bunlar övgüye
layıktır. Müslümanların yapmaları gereken şey, ümmetin ferdi ve toplumsal
hayatına ahlaki bir öz kazandırmaktır. Zira büyük dinler arasında sadece İslam
bilinçli olarak evrensel İslam temeline dayanan bir toplum inşa etmiştir.

Fazlur Rahman, İslam toplumu ve yönetim hususundaki eşitlikçi
görüşüyle Kur’ân’ın, Müslümanların işlerini ve meselelerini eşit bir mevkide,
karşılıklı istişâre ile halletmeleri gerektiğini vurgulayarak, bu istişarenin,
siyâsî, dinî, toplumsal ve ekonomik bütün alanlar için geçerli olduğunu
bildirmektedir. Ona göre Kur’ân’ın bu açık “şûra” emri, hiçbir zaman
kurumsallaşmamıştır. Fazlur Rahman, Kur’ân’ın “şûrâ”sının sünnî siyaset
kuramcıları tarafından tahrif edildiğini, bunu “yöneticinin bizzat kendisinin
danışmaya uygun gördüğü kişilere danışması”na dönüştürdüğünü iddia etmektedir.
Şiilikte de, şûrâ-demokrasi diye bir şeyin zaten olmadığına işaret etmektedir.26
Fazlur Rahman’ın bu eleştirisine ihtiyatlı yaklaşılması gerekmektedir. Çünkü
Kur’an-ı Kerim şûrâ prensibini vaz’ ederken, herhangi bir usul ve tarz
önermiyor. Bu yüzden bir idarecinin kendi seçtiği kişilere danışmasını Kur’ân’ın
şûrâ ayetini tahrif diye yorumlamak, Kur’an’ın mutlak bıraktığı bir konuyu kendi
zihnimizdeki doğrulara göre değerlendirmek demektir. Bu da Kur’an ifadesinin
anlam alanının daraltılması anlamına gelmektedir.

Süleyman Ateş, Kur’an’ın şûrâ emriyle cumhuriyet (çoğulculuk)
sistemini getirmiş olabileceğini, peygamberimizin vefatından sonra sahabelerin
dünyevi konularda olduğu gibi, dini konularda da istişare ederek kitap ve
sünnetten hüküm çıkardıklarını bildirerek, bunun “parlamenter anlamda yasa
yapmak anlamına geleceğini” dile getirmektedir.27

D. Şûrâ ve Demokrasi ile İlgili Bazı Çağdaş Yazarların
Görüşleri

Demokrasinin doğum yeri eski Yunanistan, daha doğrusu,
Yunan-Site devletlerinin kültürel bakımdan en ileri olanı Atina’dır. “Demokrasi”
deyimi, eski Yunancada, “halk yönetimi” anlamına gelen Demokratia kelimesinden
gelmektedir. Ancak demokrasinin bütün tarihi gelişimleri içine alan bir
tarifinin yapılması mümkün değildir. Bazılarına göre bir hükümet şekli,
kimilerine göre de bir sosyal hayat tarzıdır. Tarih boyunca zaman ve mekana göre
demokrasinin de anlamı değişikliğe uğramıştır. Yöneten sınıfın üyelerine göre
demokrasi olan bir yönetim, yönetilen fakirlere göre savunulamaz bir
oligarşidir. Demokrasi hayatın her alanı ile ilgilidir. Her alan ile ilgili
problemler, demokrasinin evrensel bir tarifinin yapılmasını engellemektedir.
Yunan Site Devletleri küçük olduklarından, kurultaylarda toplanan halk
demokratik hükümeti doğrudan doğruya yönetebilmekteydi. Parlamentolar,
kabineler, ya da sürekli devlet memurları yoktu. Tartışmalara katılmanın ve kamu
işlerini yürütmenin her yurttaşın hakkı ve görevi olduğuna Atinalılar
inanmaktaydı. Ancak kadınlar ve köleler yurttaş sayılmazdı. Atina demokrasisinin
yetiştirdiği en büyük konuşmacı olan Perikles’e göre, demokrasi, yönetimin
azınlığın değil çoğunluğun elinde olmasıdır. Demokraside kanun önünde eşitlik
ilkesi vardır. Herkes özgürdür. Yasalara bağlılık vardır.28 Atina’da
tatbik edilen bu doğrudan demokrasi uygulaması, devletler büyüdükçe imkansız
hale gelmiş ve temsîlî demokrasiye geçilmiştir. Örneğin İngiltere’nin temsîlî
demokrasiye geçmesi, 17’inci yüzyılda gerçekleşmiştir. Modern demokrasinin
kökleri bu ilk demokrasi uygulamalarına dayanmaktadır. Modern demokrasi anayasa,
seçim, oy verme hakkı, fikir açıklama hürriyeti, kanun önünde eşitlik, çoğunluk
yönetimi, azınlık hakları gibi unsurları içinde barındırmaktadır.29

Burada şöyle bir sorunun cevabı aranmalıdır: Demokrasi ile şûrâ
aynı mıdır? Aralarında ne gibi farklar vardır? Bu konu özellikle son bir asırdır
tartışılan bir konudur. Çeşitli zamanlarda yazılan makaleler bu konuyu ele
almışlar. Biz bu bölümde bu farklı görüşleri yansıtan yazarların görüşlerini
nakledip değerlendireceğiz.

Dr. Abdülhasi Ebu Talip, “ed-Demokratiyye ve ve’ş- Şûrâ” isimli
çalışmasında, demokrasi ile şûrânın farklı ve benzer yönlerini ele almaktadır.
Ona göre her ikisi de, yöneticilerin istibdadına ve yönetimin diktatörlüğüne
karşıdır. Kurulu sisteme karşı ihtilal yapmayı, fitne çıkarmayı kabul etmezler.
İdare edenlerle edilenler her ikisinde de idare etmenin sorumluğunu paylaşırlar.
Şurada idareciler ülkeyi yönetmede ve hükümleri uygulamada raiyetle meşvereti
gerekli kılmaktadır. Demokrasilerde de halk ile yöneticiler arasındaki ilişki,
hürriyet esasına ve hakları korumaya dayanıyor. Bunun için de halkın bir şekilde
yönetime ortak olması sağlanıyor.30
Yazar, demokrasi ve şûrânın farklılarını da şu şekilde dile getiriyor:

Şûrâ bütün insanlık için ilahi bir düzenlemedir. Temelini
vahiyden alır. Hedefini de insanı özgürleştirmek, toplumun maslahatlarını
korumak, güven içinde ve mutlu bir şekilde yaşamaları için işlerini düzenlemek
olarak belirlemektedir. Şura aynı zamanda İslami bir terbiyedir. Demokrasi eğimi
ise laik bir eğitimdir. Diğer taraftan şurada idare eden ile edilen arasında
sürekli bir ahlaki ilişki vardır. Demokrasilerde ise yönetici ile yönetilenler
arasında geçici bir uygunluk ilişkisi vardır. Hatta idarecilerin, ferdin siyasi
iradesini ve özgürlüğünü baskı altına alan özel yetkileri de vardır. İslam ise
Müslüman’ı İslami kültürle doldurmaktadır. Yöneticilerin yönetimi Allah’ın
belirlediği sınırlarla mukayyettir. Raiyyetin hukuku da bellidir. Bütün
Müslümanlar böyle bir terbiyede eşittirler. Şura fert ve toplumun gizli ve açık
bir şekilde uyduğu İslami değerlerle belirlenmiş dini ve dünyevi sorumlulukları
belirleyen İslami tavrın bir bölümüdür. Şura da Cenab-ı Hakk’ın diğer emirleri
gibi bir emirdir, şuraya uymak ibadettir. Toplumun iyi işlemesi için halkın ve
idarecilerin yardımlaşmasıdır. Bu sistemde din ile dünya birbirinden ayrı
değildir. Batı’da demokrasi, kilisenin baskısından kurtulmak için din ile
devleti, toplumsal hayat ile bireysel ahlaki hayatı birbirinden ayırmıştır.
Şurada ise bunların hepsi, toplumun ve ailenin sorumluluğu ne olursa olsun
uyması gereken mükellefiyetlerdir. Çünkü her insan, dünyada Allah’ın
halifesidir. Bu halifenin emanetini yerine getirebilmesi için maddi ve manevi
kalkınmayı, gelişmeyi gerçekleştirmesi gerekir. Ayrıca İslam’da yönetim bir
ayrıcalık değildir, bir mesuliyettir. İdareci çobandır ve idare edilenlerden
farklı bir konumda değildir.

Demokrasi ise beşeri bir sistemdir, bir medeniyet deneyimidir.
Demokrasinin toplumdan topluma, çağdan çağa değişen felsefi temelleri vardır.
Zamanla değişikliğe uğramaktadır. Şura ise sabittir, ilkeleri ve temelleri
değişmez. Ayrıntıları toplumun değişim kanununa uymaktadır.31

Ebu Talib’e göre, iki sistemin de halkın yönetime katılımında
farklılık vardır. Liberal demokrasilerde halk görüşlerini seçtiği temsilciler
vasıtasıyla dile getirmektedir. Ancak gelecek seçimlere kadar onları kontrol
edemiyor. Bu sistemde bir parti başkanının diktatörlüğüne kılıf geçirilebiliyor.
İslam’da da farklı partiler olabilir. Fakat Kur’an ve İslam’a bağlılık şarttır.
Temel konularda ihtilaf olmamalıdır.32

Ebu Talib’e göre demokraside bireysel hürriyeti kanun belirler.
O hürriyet de başkasının hürriyetine dokunmamaktır. Yani fert, başkasının
hürriyetine dokunmadığı sürece istediği gibi davranır, istediğini yapar.
İslam’da ise hürriyet, ilkeler ve değerlerle sınırlıdır. İslam’ın esasları
artırılıp eksiltilemez. Sapık gruplara uyamaz. İslam’ın temellerinden birisini
inkar edemez. Sefahet ve ahlaksızlığa davet edemez. Toplumu sapıklar kulübü
haline getiremez. İslam’da hürriyet, “dinde zorlama yoktur” hükmüyle belirlenir.
Ama inanç hürriyeti irtidadı, mürafıklığı ve fasıklığı gerektirmez. Hiçbir insan
bir işte çalışmaya zorlanamaz. Devlet fert için eşitlik ve adaleti garanti eder.
Toplum hesabına ferde zulmedilmez. Suç sabit olmadan ceza verilmez. Sadece şüphe
ile had uygulanmaz. Delil olmadan kimse kimseyi suçlayamaz.33

İslam’da insan hürriyeti daha geniştir. Batı demokrasilerinde
hürriyetin inançla bir ilgisi yoktur. İslam’da hürriyet sadece Allah’ın emir ve
yasakları ile sınırlıdır.34

Dr. Seyyid Salahuddin Ahmed, “The dynamics of İslam’s political
system” başlıklı makalesinde, İslam devletinin en önemli özelliklerinden
birisinin de şura olduğunu dile getirmektedir. Ona göre bunun anlamı, hükümet
işleriyle bütün halkın ilgilenmesidir. Bu sistemin en büyük avantajlarından
birisi, halk direkt ya da dolayı olarak bir konsensüs oluşturmuşsa, hükümetin
doğru çözüme ulaşabilmesidir. Bu yüzden sistem demokratik olmaktadır. Şura emri
yöneticiyi diktatör olmaktan korur. Demokratik ruhu korumak için şuranın bütün
korkulardan, hırslardan muhafaza edilmesi gerekir. Tehdit ve baskı altında
yapılan bir şura gerçek bir şura değildir.35

Fathi Osman ise, “Shura and Democracy” isimli Arabia’da
yayımlanan makalesinde, İslam dünyasında tartışmanın İslam’ın şura prensibi ile
demokrasi arasındaki ilişkisi hakkında olduğunu dile getirmektedir. Ona göre
İslamcı grubun demokrasiye mesafeli davranması, Batı’da demokrasinin sekülerizm
ile bağlantılı gözükmesinden kaynaklanıyor. Bu bakış açından dolayı onlara şura
ile demokrasi bir birine zıt gözüküyor. Karışıklık, şuranın İslam şeriatına,
demokrasinin halkın isteklerine dayanmasından kaynaklanmaktadır. Halbuki bu ne
şeriatta inanların görüşlerine yer olmadığı anlamına geliyor, ne de
demokrasilerde görüşlere bir sınırlama getirilmeyeceği anlamına geliyor.
Demokrasinin kendine özgü terimleri, boyutları olduğunu kimse tartışmıyor.
Ancak, demokrasinin kendine özgrü boyutları olması, demokratik hükümetin ateist
ya da seküler olmasını zaruri kılmıyor. Eğer bir ülkede insanların, halkın çoğu
Müslüman olursa, onların demokrasiyi uygulamaları, vahyedilen ilahi hükümleri
çiğnemeden içtihad ile olabilir. Ona göre burada demokratik bir hükümette
Müslümanlar ile gayri Müslimlerin eşit olması bir problem olarak düşünülebilir.
Fakat, bütün İslami prensipler nazara alındığında böyle bir problemin olmadığı
anlaşılacaktır. Çünkü insanlar hukuk önünde eşittirler. İslam devletinde zımni
askerlik yapmadığı için cizye öder. Askerlik yapan ve vatan savunmasına katılan
gayr-i Müslimlerden cizye de alınmaz. İslam ordusu ile savaşa katılan gayr-i
Müslimlerden cizye alınmamıştır.

Fathi Osman’a göre hem şura hem de demokrasinin gelişmeye uygun
prensipleri vardır. Batı demokrasisini, milliyetçilik ve sekülerizm gibi
fikirlerle ilişkisi var diyerek bütünüyle kabul edilebilir ya da reddedilebilir
olduğunu düşünmek yanlıştır. Diğer taraftan Halifelerin tarihe deneyimlerini
şuranın tek uygulaması olarak kabul etmek de aynı şekilde yanlış olur.36

Muhammad Şafiq de, Batı’nın parlamento kavramının aksine şura
meclisinin bir hükmetme organı olmadığını ileri sürmektedir. Ona göre şura
meclisi şeriatın ruhunu anlamak ve hükümete uygulamalarda yol göstermek için
kurulur. Onun, Kur’an ve sünnetin ruhuna aykırı kanun yapma ve kanunları
değiştirme yetkisi yoktur. Kanunlar, ancak açıkça ifade edilmemiş konularda
şeriatın ışığı altında ictihad yoluyla yapılabilir. Ona göre şurada özgürlük
vardır. Hiçbir kimse şura üyelerine kendi fikirlerini takip etmeleri hususunda
baskı yapamaz. Şurada herkese, kendi fikirlerini hiçbir baskı altında kalmadan
açıklama özgürlüğü tanınır. Hz.. Muhammed (s.a.v.) bu özgürlüğü istişare ettiği
kimselere tanımıştır. Uhud Savaşı hakkında Hz. Muhammed’in görüşü ashabının
görüşünden farklıydı. O şehri, içeriden müdafaa etmek istiyordu. Ancak ashabın
çoğunluğu gençti ve düşmanla dışarıda karşılaşmak istediler. Hz. Peygamber
onlara uydu. Yani ekseriyetin görüşüne tabi oldu.37 Shafiq Muhammad’e
göre şura üyeleri genel bir seçimle belirlenebilir, yönetici de bunlar arasından
seçilebilir. Yönetici de kendi bakanlarını oluşturabilir.38 Yazar,
çok partili sistemin tek partili sisteme göre daha iyi olduğunu savunarak, ancak
çok parti sisteminin de bozuk olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre İslam’da
hükümet sistemi partisiz bir sistemdir. (The islamic goverment be based on a
non-party system). Ancak yazar, İslam’da parti sisteminin kesinlikle yasak
olduğunu söylemenin de mümkün olmadığını ifade etmektedir.39 Yazara
göre İslam’da bir iktidar, bir de muhalefet partisi yoktur. Ona göre yönetici,
tek bir grubun ya da partinin temsilcisi değildir. Bütün şura organının
temsilcisidir. Mevdudi’nin görüşleri istikametinde genel seçim yapılabilir,
hükümet partisiz bir sisteme oturur.40

Dr. Mustafa Kemal Vasfi de, İslam’ın uygulanması için İslami bir
çevrenin var olması gerektiğini savunmaktadır. Ona göre, İslami bir çevre
olmadığı zaman, İslam nizamının uygulanması mümkün değildir. Yazar, modern
demokratik çevrenin İslam’a ve şuraya uygun olmadığını vurgulayarak, şuranın
demokrasiye ulaşmak için bir araç olmayacağına dikkat çekmektedir. Ona göre
demokratik sistemde yönetimin kaynağı halktır. Bu yüzden kanun yapmak da halkın
elindedir. Modern demokrasinin hakikatte değil, görünüşte bir demokrasi olduğunu
iddia eden yazar, ferdin bu sistemde gerçek anlamda yönetimde söz sahibi
olmadığını dile getirmektedir. Ona göre demokratik sistemde fert, sadece bir
komisyonda, bir heyette görev yapar. Karar verme aşamalarında birlikte olduğu
grupla beraber hareket etmek zorunda kalmaktadır. Bunun dışında bir fert olarak,
ancak oyunu vermek suretiyle fikrini açıklayabiliyor. Bu da halkın hakkının suri
olduğunu gösteriyor. Ne kadar kaçınırsak kaçınalım realite budur. Heyetler,
komisyonlar bağlı bulunulan şahsın ya da grubun nüfuzu altındadır. Onun dışında
hareket edemez. Demokratik ülkelerde siyasal partiler halkın görüşlerinin
uygulanması için tek araçtır. Ancak bu partiler de şahısların, bir elin
parmakları kadar insanların kontrolü altındadır. Bunlar da partinin koymuş
olduğu sınırların dışına çıkamaz. Bunun dışındaki mevzuları konuşamazlar. Bu
sebeple onların reyleri de parti idaresinin tasarrufuna göredir. Aynı şekilde
genel seçimlerde seçmenler taraftar oldukları bir siyasi partiye oylarını
veriyorlar, onların oyları oy verdikleri grubun mülkü oluyor.41

Şura ile demokrasi konusunda Ezher şeyhlerinden Mahmut Şeltut da
şunları söylemektedir:

K. Kerim fert ve toplum olarak bütün Müslümanlara
mükellefiyetler yüklemektedir. Ancak bir toplum doğrudan doğruya kendisini
yönetemez. Bu yüzden kendisine vekalet edecek kişileri seçme hakkı vardır. Ona
göre bu seçim rıza ile olmalı, umumi maslahata uygun olmalı ve seçilenler de
toplumun murakabesi altında olmalıdır. Çünkü seçilenler, seçenlerin vekilidir.
İşte bu şekilde seçilmeye de biat ismi verilmektedir. Elbette ki bütün bunların
kitap, sünnet ve müminlerin maslahatlarına uygun olmalıdır. Bu yüzden hem toplum
işlerini, hem de idarecileri murakabe etmesi halkın hakkıdır. İdareci, halkın
seçtiği kişilerle hakkında nas olmayan konularda istişare eder. Bunlar ehl-i
icmadır. Bir konu üzerinde ittifaklı hüccettir. Maslahat devam ettiği sürece
uyulması gerekir. Maslahat değişirse konu tekrar görüşülür, gerekirse
değiştirilir. İşte ümmetin seçtiği kişilerin görüşlerini bilmek ve onların
gösterdiği yoldan yürümek İslam devletinin temellerinden birisidir. Buna şura
denmektedir. Bugün insanlar bunu “demokratik” olarak bilmektedirler. Nitekim ilk
Müslümanlar şura ilkesini tatbik ettiler ve aralarında demokrasi hükümferma
oldu.42

Sonuç

Şûrâ ile demokrasi isim olarak birbirinden farklı olsalar bile
anlam olarak ortak yönleri olan iki kavramdır. Abdu’l-Hadi Ebu Talib’in ifade
ettiği gibi, her iki kavram da, diktatörlüğe karşı olmakta, sisteme karşı
ayaklanmayı kabul etmemekte, idare edenlerle edilenlerin yönetim sorumluğunu
paylaşmada, sistem için bir anayasa belirlemede ittifak etmektedirler.43
Kur’an-ı Kerim’in şûrâyı emretmesi, fakat sistemi net bir şekilde belirlememesi,
Hz. Peygamberin ve dört halifenin de değişik şûrâ tatbikatları, bunun tarzının
insanlığın terakkisi ile birlikte gelişebileceğini göstermektedir. Kur’an’ın
böyle bir üslup kullanması İslam’ın insan aklına verdiği değeri yansıtmaktadır.
O halde yaşanılan ülkenin yönetim biçimine göre şûrâyı yorumlamak yerine,
objektif kriterleri belirlemek gerekir. Kur’an’ın özünde özgürlük, inanç
hürriyeti, kanun önünde eşitlik, danışma vardır. Demokrasi de bunları
savunmaktadır. Demokrasinin bugün Batı’da kullanılan bir kavram olması,
milliyetçilik ya da sekülerizm ile bağlantılı görünmesi ona düşman olmayı
gerektirecek bir husus değildir. İslam dünyasının gelişmesi istibdattan kurtulup
özgür bir ortama kavuşmasıyla mümkün olacaktır. Adı ister şûrâ, ister demokrasi
olsun, önemli olan bunun danışmaya dayanması ve burada alınan kararlarda özgür
olmasıdır. Devletlerin imkanlarını ellerinde bulunduranların, demokrasi İslam’a
uygun değildir şeklinde yorumlar yaptırması, kendi saltanatlarını,
istibdatlarını devam ettirmek gayesine matuftur. Demokrasinin de bir danışma
sistemi getirdiğinden dolayı Kur’an’daki “şûrâ” prensibine aykırı olduğunu
söylemek mümkün değildir.

Öz

Kur’an’da iki ayet şûrâyı emretmektedir. Ancak Kur’an ve Hz.
Muhammed (s.a.v.)’in tatbikatları da şûrâya bir çerçeve çizmez. Kur’an’ın
şûrânın sınırlarını belirlemesi, Hz. Peygamber ve dört halife dönemindeki farklı
uygulamalar; şûrânın özü aynı kalmak şartıyla zamanla değişebileceğini
göstermektedir. Kur’an’da şûrânın şekli insanların akıllarına bırakılmıştır.
Kur’an, şûrâ prensibini emretmekle diktatörlüğü ortadan kaldırmaktadır.
Kur’an’ın özünde özgürlük, eşitlik ve danışma vardır. Demokrasi de bu değerleri
savunuyor. Demokrasinin Batı ülkelerinde yükselen bir değer olması ona farklı
bir nazarla bakmayı gerektirmez. Demokrasideki seçim sistemi ile şûrâdaki biat
sistemi arasında bir benzerlik vardır. Parlamenter sistemle şûrâ meclisinin
birbirinden farklı olduğunu söylemek objektif düşünmeyle bağdaşmaz. Demokrasi
de, şûrâ da yönetim için bir araçtır. İkisinin de diktatörlüğü reddetmesi önemli
bir ortak paydadır. İsimlerin değişmesi, gerçeği değiştirmez. Şûrâ ile
demokrasinin birbirine uymadığını iddia edenlerin görüşlerinin bilimsel
dayanaktan yoksun olduğu ve bu görüşlerin diktatörlükle idare edilen ülkelerde
ortaya çıktığı görülmektedir.

Anahtar kelimeler: Şûrâ, demokrasi, eşitlik, özgürlük,
parlamento, diktatörlük, seçim, oy verme hakkı, çoğunluk yönetimi, kanun, sevgi,
teo-demokrasi

Abstract

Two verses in the Qur’an commands to obey shura but, Qur’an as
well as Messenger Muhammad’s practises dont frame shura. Various shura practices
of four calips indicates that shura can change by changing time on condition
that it keeps essence.Form of shura has been leften minds in the Qur’an.Shura
and dictotorship are opposite. Both shura and democracy accepts freedom,
equality and consultation. Practices of democracy in the Western contries dosn’t
requires to evaluate democrasy as a oposite to shura and İslam.Alsa there is
smilarity betweer election system in democracy and acknnowledgind system in
İslam. Both democracy and shura are means of administration. Also both democracy
and shura rejects divctatorship. Changing names doesn’t change reality . The
opinions about claiming that democracy doesn’t appropriate for shura isnt
objective and hasn’t any any academic basis.

Key words: Shura, democracy, equality, freedom, parliament,
dictotorship, election, the right to vote, mojorty amninistration, law, love,
theo-democrac
y

Dipnotlar:

1. İbn-i Manzur, Ebu’l-Fazl Cemalü’d-Din Muhammed b. Mukrim,
Lisanü’l-Arab,Darü Beyrut, Beyrut, 1955,
maddesi,
IV,436-437. el Firuz Abâdî, el Kamusu’l-Muhit, Matbaatüssaâde, Mısır, 1913,
maddesi, III,
65.

2. Kurtubî, Ebu Muhammed b. Ahmed el-Ensarî, el Câmi
liahkâmi’l-Kur’an, İhyaü’t-Türasi’l-Arabî, Beyrut, Tarihsiz, II, 249; El-
Isfahanî, Ragıb, Mucemu Müfredati elfâzi’l-Kur’ân, Dârü’l-Fikr, Beyrut,
tarihsiz,
maddesi, s. 277. ; Ka Ka Khel, Muhammad Nazeer, “The coceptual and İnstitutional
Development of Shura in Early İslam”, İslamic Studies, Pakistan, 1980, XIX, 272.
Ayrıca meşveret kelimesi için bkz: el Hâirî, Muhamed Hüseyin el-A’lâ,
Dâiretü’l-Maârif,
maddesi,
XIIV, 150-152.

3. Bosworth, C.E, “Shura”, The Encyclopaedia of Islam, IX,
Leıden, 1996, 504.

4. El Hamdanî, Halid İsmail Nayef, “Şura”,
ed-Dirasatü’l-İslamiyye, 2003, XXXVIII, 48-49.

5. Mardını, Souran, “Fundamental Religio-Political Concepts
in The Socurses of İslam, The Shura ın The İslamic Umma”, Hamdard İslamicus,
Karachi, 1986, IX, 25;Ka Ka Khel, Muhammed Nazeer, “The Conceptual and
Instıtutıonal Development of Shura ın Early Islam”, İslamic Studies, XIX,
s.271-272

6. Dacca, S.A.. Husaini, “The Shura”, Journal of the
Pakistan Society, Karaçhi, 1965, III, 151-152. Her kabilenin şeyhi, ya da reisi
vardı, buna Kabilenin seyyidi denirdi. Kabilenin fertleri arasında saygın bir
yeri olan kişiler seyyid olabilirdi.Kabile nizamında bir özgürlük olduğu da
ileri sürülmektedir. Kabilede seyyid ile birlikte “hükkam” ismi verilen, akıllı,
isabetli görüşleri olan kişiler de bulunmaktaydı. Bkz.el İskenderî, Ahmed vd, el
Mufassal fî Târihi’l-Edebi’l-Arabiyyi, Darü İhyai’l-Ulûm, Beyrut, 1994, s.16.

7. Ka Ka Khel, Muhammed Nazeer, “The Conceptual and
Instıtutıonal Development of Shura ın Early Islam”, İslamic Studies, XIX, s.272.

8. Ka Ka Khel, Muhammed Nazeer, “The Conceptual and
İnstitutional Development of Shura in Early İslam”, İslamic Studies, Pakistan,
1980, XXX.C., 273.

9. Al-i İmran, 3/ 159.

10. Şura, 42/ 38.

11. Taberî, Ebu Cafer Muhammed b. Cerîr, Camiu’l-Beyan
an-Te’vil-i Ayi’l-Kur’an, Dârü’l-Maarif, Mısır, Tarihsiz, VII, 344.

12. Taberî, a.g.e. VII, 345.

13. El- Kurtubî, Ebu Muhammed b. Ahmed el Ensarî, el-Câmi
Liahkâmi’l-Kur’ân, Kahire, Matbaatü Daru’l-Kütübi’l-Mısriyye, Mısır, 1950, II,
250.

14. Kurtubî, a.g.e., II, 250-251

15. Kurtubî, a.g.e., II, 251.

16. Kurtubî, a.g.e., II, 252.

17. İbn-i Arabi, Ebu Bekir Muhammed b. Abdullah,
Ahkâmu’l-Kur’an, Dâru’l-kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, Tarihsiz, I,390-391,IV, 91-92.

18. İbnu Kesîr, Ebu’l-Fida’ İsmail,
Tefsirü’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut, 1987, I, 513-514.

19. Ez- Zemahşeri, Ebu’l-Kasım Mahmud b. Ömer, Keşşaf,
Beyrut, Dâru İhyai’t-Türasi’l-Arabî, 1997 I, 459. Ayrıca bkz. Beydavî,
Nasiru’d-Din ebi Said Abdullah b. Ömer, Envârü’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl,
Beyrut, Müessetü’ş-Sa’ban, (tsz.), Haşiyetü Şeyh Zâde kenarında, II, 84; Vehbe
Zuhaylî, et-Tefsiru’l-Munîr, Dımaşk, Dâru’l-Fikr, 1998, IV, 140-141; es-Sâbûnî,
Muhammed Ali, Saffetü’t-Tefâsir, Beyrut, Tsz, I,,240.

20. Razî, Fahreddin, Tefsîrü’l-Kebîr, Akçağ Yayınları,
Ankara, 1990, VII, 161. Ayrıca bu konuda bkz: Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini
Kur’an Dili, Zehraveyn, Tarihsiz, II, 451; Zuhayli Vehbe, Et-Tefsîrü’l-Münir,
IV, 140-141. Şura emrinin sevgi ile ilgili yorumu için bkz: Yargıcı, Atilla,
Kur’an’ın Önerdiği İdeal İnsan Modelinin Oluşmasında Sevginin Rolü,
Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, s. 133-137.

21. Adler, Alfred, İnsanı Tanıma Sanatı, Çev: Kamuran Şipal,
Say Yayınları, İstanbul, 1981, s.45.

22. Kutub, Seyyid, Fî Zilâli’l-Kurân, Dârü’ş-Şurûk, Beyrut,
1992, I, 501-502.

23. Rıza, M. Reşid, Tefsiru’l-Menâr, Dârü’l-Menar, Tarihsiz,
Mısır, IV, 199-200.

24. Rıza, M. Reşid, a.g.e, IV, 201.

25. El-Ceranî, Abdullah,”İslam ve müşavere”, Diyanet
Dergisi, Ankara, çev. N. Boyacılar, 1974, XIII/1, s.31-34.,

26. Rahman, Fazlur, Allah’ın Elçisi ve Mesajı, s. 23-24.

27. Ateş, Süleyman, Kur’an Ansiklopedisi, “şûrâ” maddesi,
İstanbul, tarihsiz, C.10,s. 52.

28. Ebenstein, William, Komünizm ve Demokrasi, Yayın Yeri
Yok, Tarihsiz, s. 1-2; J. Laskı, Harold, “Democracy”, Encylopaedia OF the Social
Scienses, The Macmillan Company, New York, 1957, V, 76.

29. http://en wikipedia.org/ wiki/ democracy

30. Ebu Talib, Abdu’l-Hadi, e’d-Demokratiyye ve’ş-Şûrâ,
Amman, 1984, s. 31

31. Ebu Talib, Abdu’l-Hadi, e’d-Demokratiyye ve’ş-Şûrâ,
s.34.

32. Ebu Talib, Abdu’l-Hadi, e’d-Demokratiyye ve’ş-Şûrâ,
s.34.

33. Ebu Talib, Abdu’l-Hadi, e’d-Demokratiyye ve’ş-Şûrâ, s.
36.

34. Ebu Talib, Abdu’l-Hadi, e’d-Demokratiyye ve’ş-Şûrâ,. 36.

35. Ahmed, Seyyid Salahuddin, The MWL(Muslim World Leaque)
Jornal, June, 1982, Makkah,s.26.

36.Osman, Fathi, Shura and democracy, Arabia, May, 1984,
s.76-79.

37. Safiq, Muhammad, “The role of shura inİslamic polity”,
The Muslim World Leaque Journal, March, 1985, Makkah, s.20-211

38. Safiq, Muhammad, The Muslim World Leaque Journal, s.38.

39. Safiq, Muhammad, The Muslim World Leaque Journal, s.39.

40. Safiq, Muhammad, The Muslim World Leaque Journal, s.39.

41. Vasfi, Mustafa Kemal, eş-Şura fi’l-İslam,
Mecelletü’l-Ezher, c.43,sayı, 8, s. 766-768.

42. Şeltut, Mahmut, eş-Şura fii’l-İslam, Mecelletü’l-Ezher,
Kahire, 1960, sayı 2, s.134-135.Şeltut, ilk Müslümanların uyguladıkları şuranın
demokrasi olduğunu şu şekilde ifade etmektedir:

43. Ebu Talib, Abdu’l-Hadi, e’d-Demokratiyye ve’ş-Şûrâ,
Amman, 1984, s. 31