Republic is Consisting on Justice, Constitutionalism and Power of Laws.

Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdat tevzi olunmuş olur…
İttifak hüdâdadır, hevâda ve heveste değil. İnsanlar hür oldular, ama yine
abdullahtırlar. Her şey hür oldu. Şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesâil-i
Şeriátı rüşvet verméyeceğiz. Başkasının kusuru, insanın kusuruna senet ve özür
olamaz. Yeis mâni-i her kemâldir. “Neme lâzım, başkası düşünsün” istibdadın
yadigârıdır.

Hutbe-i Şamiye, s. 93.

…Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mes’ele ise; hakikî
adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir. Hüsn-ü telakki ediniz. Muhafazasına
çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz meşrutiyettedir. Ve istibdattan herkesten
ziyade biz zarar dideyiz…

Beyanat ve Tenvirler, s. 59.

İşte, meşrûtiyet (Ve işlerde onlarla istişare et. (Al-i İmran
Suresi:159) Onların aralarındaki işleri istişare iledir. (Şura Suresi:38) )
âyet-i kerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-u nûrânînin
kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi mârifettir, lisânı muhabbettir, aklı
kânundur, şahıs değildir.

Münazarat, s. 23.

…zaman-ı meşrûtiyetin zenbereği, rûhu, kuvveti, hâkimi, ağası
haktır, akıldır, mârifettir, kânundur, efkâr-ı âmmedir; kimin aklı keskin, kalbi
parlak olursa, yalnız o yükselecektir. İlim yaşını aldıkça tezâyüd, kuvvet
ihtiyarlandıkça tenâkus ettiklerinden, kuvvete istinad eden kurûn-u vustâ
hükümetleri inkırâza mahkûm olup, asr-ı hâzır hükümetleri ilme istinad
ettiklerinden, Hızırvârî bir ömre mazhardırlar…

Münazarat, s. 33.

Meşrûtiyetin sırrı, kuvvet kanundadır, şahıs hiçtir. İstibdâdın
esâsı, kuvvet şahısta olur, kânunu kendi keyfine tâbî edebilir, hak kuvvetin
mağlûbu. Fakat bu iki ruh her zamanda birer şekle girer, birer libas giyer. Bu
zamanın modası böyle giydiriyor. Zannolunmasın, istibdat galebe ettiği zaman
tamamen hükmünü icrâ etmiş, meşrûtiyet mağlup olduğu vakit mahvolmuş. Kellâ!
Kâinatta gâlib-i mutlak hayır olduğundan, pekçok envâ ve şuubât-ı heyet-i
içtimâiyede meşrûtiyet hükümfermâ olmuştur. Cidâl berdevam, harb ise seccâldir.

Münazarat, s. 38.

Meşrutiyetin hayatı hak, kalbi marifet, aklı kanundur

Meşrûtiyet “ve işlerde onlarla istişare et. (Âl-i İmran Sûresi:
159.); “Onların aralarındaki işleri istişare iledir. (Şûra Sûresi: 38.)” ayet-i
kerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-u nûranînin kuvvete
bedel, hayatı haktır, kalbi marifettir, lisanı muhabbettir, aklı kanundur, şahıs
değildir.

Evet, meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz.
Umum akvamın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvak ve
hissiyât-ı âliyeyi uyandırır; uyku bes, siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan
kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin bahtını, Asya’nın taliini
açacaktır. Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebedîye mazhar eder. Milletin
bekasıyla ibka edecek; siz daha me’yus olmayınız. Bir ince tel gibi her tarafa
heva ve hevesin tehyîci ile çevrilmeye müstaid olan rey-i vahid-i istibdadı
layetezelzel bir demir direk gibi, lâyetefellel bir elmas kılınç gibi olan
efkâr-ı âmmeye tebdil eder; siz de, sefîne-i Nuh gibi emniyet ediniz.

Herkesi bir padişah hükmüne getiriyor; siz de
hürriyetperverlikle padişah olmaya gayret ediniz. Esas-ı insaniyet olan cüz’-ü
ihtiyarı temin eder, azad eder; siz de câmid olmaya razı olmayınız. Üç yüz
milyondan ziyade ehl-i İslâmı bir aşîret gibi birbirine rapteder; siz de o
rabıtayı muhafaza ediniz. Zîra meşveret perdeyi attı; milliyet göründü, harekete
geldi. Milliyet içinde İslâmiyet ışıklandı, ihtizaza geldi. Zîra milliyetimizin
rûhu İslâmiyettir; hakîki ve nisbî ve izafîden mürekkeptir. Başka millete
benzemiyoruz.

Beyanat ve Tenvirler, s. 47–48.

Hâkimiyet-i milliyeyi temin eden meşrûtiyet, beşer saadetinin
bir sebebidir.

Hem de Meşrutiyet-i meşrûa denilen dünyada beşer saadetinin bir
sebebi ve hâkimiyet-i milliyeyi temin ile makina-i hayatın buharı olan
hürriyetteki irade-i cüz’iyeyi, istibdat ve tahak-kümün belasından kurtaran
meşveret-i şer’iyenin mayesile mayalandıran, meşrutiyet-i meşrua (…)

Beyanat ve Tenvirler, s. 51.

Asya’nın ve âlem-i İslâmın istikbalde terakkîsinin birinci
kapısı meşrûtiyet-i meşrua ve Şeriat dairesindeki hürriyettir. Ve tali’ ve taht
ve baht-ı İslâmın anahtarı da meşrutiyetteki şûradır.

Beyanat ve Tenvirler, s. 53.

Meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir. Yani efkâr-ı ammenizin misal-i
mücessemi olan mebusan hâkimdir; hükümet, hadim ve hizmetkârdır.

Beyanat ve Tenvirler, s. 85.

Meşrutiyet, adalet ve Şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine
itaat etse ve yoluna gitse halîfedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa
Peygambere tabi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar.

Beyanat ve Tenvirler, s. 61.

Hülefa-i Raşidîn hem halife, hem de reis-i cumhur idiler

“Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?”

Ben de dedim: Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya
gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki Tarihçe-i Hayat’ım
ispat eder. Hulasası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hali bir türbe kubbesinde
inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum.
Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı
milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten, taneleri
karıncalara veriyorum. Sonra dediler: “Sen selef-i salihîne muhalefet
ediyorsun.”

Cevaben diyordum: Hulefa-i Raşidîn hem halife, hem reis-i cumhur
idiler. Sıdkîk-ı Ekber (r.a.) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette
reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı
adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri
idiler.

İşte ey müdde-i umumî ve mahkeme azaları! Elli seneden beri,
bende olan bir fikrin aksiyle, beni ittiham ediyorsunuz. Eğer laik cumhuriyet
soruyorsanız, ben biliyorum ki; laik manası, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i
vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve
takvacılara da ilişmez bir hükümet telakki ederim. Yirmi beş senedir hayat-ı
siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükümet-i cumhuriye ne hal kesbettiğini
bilmiyorum……………

Beyanat ve Tenvirler, s. 275–276.

Madem hürriyetin en geniş şekli cumhuriyettir ve madem hükümet
ise cumhuriyetin en serbest sûretini kabul etmiştir; elbette hakîki ve katî ve
reddedilmez kanaat-i ilmiyeyi ve efkâr-ı saibeyi, asayişe dokunmamak şartıyla,
cumhuriyetin hürriyeti, o hürriyet-i ilmiyeyi istibdat altına alamaz ve onu bir
suç tanımaz. Evet, dünyada hiçbir hükümet var mıdır ki, bütün birtek kanaat-i
siyasiyede bulunsun.

Tarihçe-i Hayat, s. 204.

…Mâdem cumhuriyet prensipleri hürriyet-i vicdan kanunuyla
dinsizlere ilişmiyor; elbette, mümkün olduğu kadar dünyaya karışmayan ve ehl-i
dünya ile mübâreze etmeyen ve âhiretine ve îmânına ve vatanına dahi nâfi’ bir
tarzda çalışan dindarlara ilişmemek gerektir ve elzemdir. (…)

Tarihçe-i Hayat, s. 482.

Cumhuriyet ve demokrat mânâsındaki meşrutiyet ve kanun-u esasî
denilen adalet ve meşveret ve kanunda cem-i kuvvet, (…)

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 69.

AVRUPA BİRLİĞİ

AB dinamikleri

…siz kendinize “lâdinî” ismi vermekle ne dine, ne dinsizliğe
ilişmemeyi ilan ettiğiniz halde, dinsizliği mutaassıbane kendine bir din ittihaz
etmek tarzında, dine ve ehl-i dine böyle tecavüz, elbette saklı kalmayacak,
sizden sorulacak. Ne cevap vereceksiniz? Yirmi hükümetin en küçüğünün itirazına
karşı dayanamadığınız halde, nasıl yirmi hükümetin birden itirazını hiçe sayar
gibi hürriyet-i vicdaniyeyi cebri bir surette bozmaya çalışıyorsunuz?

Mektubat, s. 417

Hürriyetin birinci senesinde İstanbul’da Câmiü’l-Ezher’in Reis-i
Uleması olan Şeyh Bahid Hazretleri (r.a.) İstanbul’da Eski Said’e sordu:

Said cevaben demiş: Yani, “Osmanlı hükümetindeki hürriyete ne
diyorsun ve Avrupa hakkında fikrin nedir?”

O vakit Eski Said demiş: “Osmanlı hükümeti Avrupa ile hâmiledir;
Avrupa gibi bir hükümeti doğuracak. Avrupa da İslâmiyete hâmiledir; o da bir
İslam devleti doğuracak” Şeyh Bahid’e söylemiş.

O allâme zat demiş: “Ben de tasdik ediyorum.” Beraberinde gelen
hocalara dedi: “Ben bununla münazara edip galebe edemem.”

Birinci tevellüdü gözümüzle gördük. Bir çeyrek asır Avrupa’dan
daha dinden uzak…

İkinci tevellüd de inşaallah yirmi otuz sene sonra çıkacak. Çok
emarelerle, hem şarkta, hem garpta Avrupa içinde bir İslam devleti çıkacak.

Emirdağ Lahikası, s. 345

Medeniyet umumun malıdır

Medeniyette vardır mehâsin-i kesîre. Lâkin onlar değildir ne
Nasrâniyet malı, ne Avrupa icâdı,

Ne şu asrın san’atı. Belki umum malıdır. Telâhuk-u efkârdan,
semâvî şerayi’den, hem hâcât-ı fıtrîden, hususi şer’-i Ahmedî,

İslâmî inkılâbdan neş’et eden bir maldır. Kimse temellük etmez.

Avrupa’dan medeniyetin iyi taraflarını almalıyız

Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lazımdır ki; onlar
Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin maye-i bekası olan
âdât-ı milliyelerini muhafaza ettiler. Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyette neşv
ü nema bulduğu için, iki cihetle sarılmak zaruridir.

Beyanat ve Tenvirler, s. 31

Eğer denilse: “Şimdiye kadar Avrupa’yı galip ettiren sebep,
bundan sonra neden etmesin?”

Cevap: Bu kitabın mukaddemesini mütalâa et. Sonra buna da dikkat
et: Sebeb-i terakkîsi, herşeyi geç almak ve geç de bırakmak ve metanet etmek
şe’ninde olan burudet-i memleket ve mekân ve meskenin darlığı; ve sakinlerin
kesretinden neş’et eden fikr-i mârifet ve arzu-yu san’at; ve deniz ve maden ve
sair vesaitin müsaadesiyle hâsıl olan teâvün ve telâhuk idi. Fakat şimdi
tekemmül-ü vesait-i nakliye ile, âlem bir şehr-i vahid hükmüne geçtiği gibi,
matbuat ve telgraf gibi vesait-i muhabere ve müdavele ile, ehl-i dünya, bir
meclisin ehli hükmündedir. Velhasıl, onların yükleri ağır, bizimki hafif
olduğundan, yetişip geçeceğiz-eğer tevfik refik olsa.

Muhakemat, s. 38

Su-i talih cihetiyle ve su-i intihap tarikiyle müşkilü’t-tahsil
olan Avrupa mehasinini terk ederek, çocuk gibi hevâ ve hevese muvafık zünub ve
mesâvî-i medeniyeti tuti gibi taklittendir ki, bu netice-i seyyie
(noksaniyetimiz, tedenniyatımız ve su-i ahvalimiz) zuhur ediyor. Memurîn
hakkıyla vazifesini ifa etse, memur olmayan ilcaat-ı zamana muvafık sa’y etse,
sefahete vakit bulamayacaktır. Bu iki kısmın herhangisinde bir fert, sefahete
inhimak gösterdiyse, bu, heyet-i içtimaiye içinde muzır bir mikrop suretine
giriyor.

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 85

İki Avrupa

… Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i
hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve
adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa’ya
hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını
mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci
Avrupa’ya hitap ediyorum…

Lem’alar, s. 119

ADALET

Adalet-i Kur’aniye masumların haklarını muhafaza eder.

Adalet-i mahzâ-yı Kur’âniye, bir mâsumun hayatını ve kanını,
hattâ umum beşer için de olsa heder etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu
gibi, nazar-ı adalette de birdir. Hodgâmlıkla, öyle insan olur ki, ihtirasına
mâni herşeyi, hattâ elinden gelirse dünyayı harap ve nev-i beşeri mahvetmek
ister.

Mektubat, s. 459.

Siyaset, efkârın âleminde bir şeytandır; istiâze edilmeli
Siyaset-i medenî, ekserin rahatına fedâ eder ekalli. Belki ekall-i zâlim,
kendine kurban eder ekserîn-i avâmı.

Adâlet-i Kur’ânî, tek mâsumun hayatı, kanı heder göremez, onu
fedâ edemez, değil ekseriyete, hattâ nevin umumu.

Ayet-i “Kim bir cana kıymamış birisini öldürürse… (Mâide
Suresi: 32.)” iki sırr-ı azîmi vaz’ ediyor nazara. Biri mahz-ı adâlet. Bu
düstur-u azîmi

Ki ferd ile cemaat, şahıs ile nev-i beşer, kudret nasıl bir
görür; adâlet-i İlâhî, ikisine bir bakar. Bir sünnet-i dâimî.

Şahs-ı vâhid hakkını kendi fedâ ediyor; lâkin fedâ edilmez,
hattâ umum insana. Onun iptal-i hakkı, hem irâka-i demi,

Hem zevâl-i ismeti; iptal-i hakk-ı nevin, hem ismet-i beşerin
mislidir, hem nazîri. İkinci sırrı budur: Hodgâmî bir âdemî,

Hırs ve heves yolunda bir mâsumu öldürse, eğer elinden gelse,
hevesine mâni ise harab eder dünyayı, imhâ eder benî Âdem’i

Sözler, s. 657-658.

“Risale-i Nur’daki şefkat, hakikat, hak, bizi siyasetten men
etmiş. Çünkü mâsumlar belâya düşerler; onlara zulmetmiş oluruz.” Bazı zâtlar
bunun izahını istediler. Ben de dedim:

Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş’et eden
hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harpten gelen istibdadat-ı askeriye ve
dalâletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i
istibdadat meydan almış ki, ehl-i hak, hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa
etse, ya eşedd-i zulüm ile tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak; o
hâlette o da ezlem olacak ve mağlûp kalacak. Çünkü mezkûr hissiyatla hareket ve
taarruz eden insanlar, bir iki adamın hatasıyla yirmi otuz adamı, âdi
bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız
vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlûp vaziyetinde
kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zâlimânesiyle, o ehl-i hak dahi bir
ikinin hatasıyla yirmi otuz biçareleri ezseler, o vakit, hak namına dehşetli bir
haksızlık ederler.

İşte, Kur’ân’ın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyasetten
ve idareye karışmaktan kaçındığımızın hakikî hikmeti ve sebebi budur. Yoksa
bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa
edebilirdik.

Şualar, s. 260.

Bir hanede veya bir gemide birtek mâsum, on câni bulunsa,
adalet-i Kur’âniye o mâsumun hakkına zarar vermemek için, o haneyi yakmasını ve
o gemiyi batırmasını men ettiği halde, dokuz mâsumu birtek câni yüzünden
mahvetmek suretinde o haneyi yakmak ve o gemiyi batırmak, en azîm bir zulüm, bir
hıyanet, bir gadir olduğundan, dahilî âsâyişi ihlâl suretinde, yüzde on cani
yüzünden doksan masumu tehlike ve zararlara sokmak, adalet-i İlâhiye ve
hakikat-i Kur’âniye ile şiddetle men edildiği için, biz bütün kuvvetimizle, o
ders-i Kur’ânî itibarıyla, âsâyişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz.

Emirdağ Lahikası, s. 382.

Adâlet-i mahza-i Kur’âniye; bir mâsumun hayâtını ’ve kanını,
hattâ umum beşer için de olsa, heder etmez. Ikisi nazar-ı kudrette bir olduğu
gibi, nazar-ı adâlette de birdir…

Hutbe-i Şamiye, s. 129.

…Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle
beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye
çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta
işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o
gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz…

Mektubat, s. 254.

Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip
etmediğinden, zulmeder, adalet üzerine gitmez. Çünkü unsuriyetperver bir hâkim,
millettaşını tercih eder, adalet edemez.

“İslam, Cahiliyetten kalma ırkçılık ve kabileciliği ortadan
kaldırmıştır. Müslüman olduktan sonra, Habeşli bir köle ile Kureyşli bir efendi
arasında hiçbir fark yoktur.” ferman-ı katîsiyle, rabıta-i diniye yerine
rabıta-i milliye ikame edilmez. Edilse adalet edilmez, hakkaniyet gider.

Mektubat, s. 58.

İslâmiyetin bir kanun-u esasîsi olan bu âyet-i kerime,’dir.
Yani, “Birisinin günahıyla başkası muahaze ve mes’ul olmaz. (En’am Suresi:
164.)”

Hâlbuki ırkçılık damarıyla, bir adamın cinayetiyle mâsum bir
kardeşini, belki de akrabasını, belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini
haklı zanneder. O vakit hakikî adalet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de
yol bulur. Çünkü “Bir mâsumun hakkı, yüz câniye feda edilmez” diye İslâmiyetin
bir kanun-u esasîsidir.

Emirdağ Lahikası, s. 387.

…Hükümetin daireleri içinde en ziyade hürriyetini muhafaza
etmeye ve tesirat-ı hariciyeden en ziyade bîtarafane, hissiyatsız bakmakla
mükellef olan, elbette mahkemedir. Ben mahkemenin hürriyet-i tammesine
istinaden, hürriyetle, hukùk-u hürriyetimi bu sûretle müdafaa etmeye hakkım
vardır. Evet, her yerde, adliyede mal ve can meseleleri var. Eğer, hâkim şahsî
hiddet edip bir katili katletse, o hakim katil olur. Demek adliye memurları,
hissiyattan ve tesirat-ı hariciyeden bütün bütün azade ve serbest olmazsa,
sûreten adalet içinde müthiş günahlara girmek ihtimali var. Hem, canilerin,
kimsesizlerin ve muhaliflerin dahi bir hakkı var. Ve hakkını aramak için, gayet
bîtarafane bir mercî isterler…

Tarihçe-i Hayat, s. 201–202.

Adâlet-i Kur’ânî, tek mâsumun hayatı, kanı heder göremez, onu
fedâ edemez, değil ekseriyete, hattâ nevin umumu.

Ayet-i “Kim bir cana kıymamış birisini öldürürse… (Mâide
Suresi: 32.)” iki sırr-ı azîmi vaz’ ediyor nazara. Biri mahz-ı adâlet. Bu
düstur-u azîmi

Ki ferd ile cemaat, şahıs ile nev-i beşer, kudret nasıl bir
görür; adâlet-i İlâhî, ikisine bir bakar. Bir sünnet-i dâimî.

Sözler, s. 658

Adalet ve memurlar

İslâmiyetin ikinci bir kanun-u esasîsi: Şu hadîs-i şeriftir,
“Bir kavmin efendisi, ona hizmet edendir” hakikatiyle, memuriyet bir
hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil… Bu zamanda
terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zafiyetiyle benlik, enaniyet
kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebidâne
bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi,
adalet, adalet olmaz, esasiyle de bozulur. Ve hukuk-u ibad da zîrüzeber olur.
Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçmiyor ki hak olabilsin. Belki nefsanî
haksızlıklara vesile olur.

Emirdağ Lahikası, s. 394.

Müsavat-ı hukuk ve adalet-i tamme

…Evet, ben neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben
ve fikren “müsavat-ı hukuk” mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve
İslamiyetten gelen sırr-ı adalet ile burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat
ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için,
bütün kuvvetimle adalet-i tamme lehinde, zulüm ve tegallübün ve tahakküm ve
istibdadın aleyhindeyim…

Tarihçe-i Hayat, s. 164.

“Hazret-i Ömer, hilâfeti zamanında, âdi bir Hıristiyan ile
mahkemede birlikte muhâkeme olundular. Hâlbuki o Hıristiyan Islâm hükümetinin
mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlara muhâlif iken, mahkemede onun o hali
nazara alınmaması açıkça gösterir ki; adâlet müessesesi hiçbir cereyâna
kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana
umdesidir ki, komünist olmayan Şarkta, Garbda, bütün dünya adâlet
müesseselerinde cârî ve hâkimdir.

Tarihçe-i Hayat, s. 564.

…Adaletin tevziinde adalet olmazsa, zulüm görünür…

Beyanat ve Tenvirler, s. 108.

Müsâvatsız adâlet, adâlet değildir.

Hutbe-i Şamiye, s. 135.

Eşitlik ve adalet

Evet, herbir hükümetin bir kanunu, bir usulü var; o kanuna göre
ceza verilir. Hükümet-i cumhuriyenin kanunlarında, beni ve dostlarımı en ağır
bir cezaya müstehak edecek esbâb bulunmazsa elbette takdir ve mükâfat ve tarziye
ile beraber tam hürriyetimizi vermek lazım gelir. Çünkü, meydandaki gayet
ehemmiyetli hizmet-i Kur’âniyem eğer hükümetin aleyhinde olsa, böyle bir senelik
bana ceza ve birkaç dostuma altışar ay mahkûmiyetle olamaz. Belki yüz bir sene
ve idam gibi bana ceza ve en ağır cezaları da benimle ciddî hizmetime irtibat
edenlere vermek lâzım gelir. Eğer hizmetimiz hükümetin aleyhinde olmazsa, o
vakit değil ceza, hapis, itham, belki takdir ve mükâfatla karşılanmak lâzım
gelir.

Şualar, s. 392.

…bir hükümet ne şekilde olursa olsun, kanunu bir olur. Köyler ve
şahıslara göre ayrı ayrı kanun olmaz…

Mektubat, s. 347.

Devlet-hükümet kanunlar çerçevesinde iş görmeli, keyfi muamelede
bulunmamalı

Dünyada hükümet süren, hükmeden her kavmin, hattâ insan eti
yiyen yamyamların, hattâ vahşî, canavar bir çete reisinin bir usulü var, bir
düsturla hükmeder.

Mektubat, s. 416.

…Kanun tatbik edenler, evvelâ kendilerine tatbik ettikten sonra
başkasına tatbik edebilirler. Siz kendinize tatbik etmediğiniz bir düsturu
başkasına tatbik etmekle, herkesten evvel siz düsturunuzu, kanununuzu
kırıyorsunuz ve karşı geliyorsunuz…

Lem’alar, s. 176.

Bir kanunu reddetmek başkadır ve o kanunla amel etmemek bütün
bütün başkadır. Evvelkinin cezası idam ise; bunun cezası ya bir gün hapis ve bir
lira ceza-i nakdî veya bir tekdir veya bir ihtardır. Ben o kanunlarla amel
etmiyorum; hem, amel etmekle dahi mükellef olamıyorum. Çünkü münzevi yaşıyorum.
Bu kanunlar hususi menzillere girmez…

Tarihçe-i Hayat, s. 208.
Şualar, s. 339.

…Her bir hükümette muhalifler var. Asayişe ilişmemek şartıyla,
kanunen onlara ilişilmez…

Şualar, s. 342.

…Evet, hükümet-i cumhuriye, o gizli müfsidlerin vatana ve
millete muzır efkârlarını elbette terviç etmez ve taraftar olamaz; menetmek,
cumhuriyet kanunlarının muktezasıdır. Ve öyle müfsidler taraftarlık ile
cumhuriyetin esaslı prensiplerine zıddı zıddına gidemez. Hükümet-i cumhuriye,
bizim ile o müfsidler mabeyninde hakem hükmünü alsın; hangimiz zalim ise ve
tecavüz ediyorsa, o vakit, hakem hükmünü versin ve hâkimlik noktasında hükmünü
icra etsin…

Tarihçe-i Hayat, s. 212.

HUKUK

…Elbette zemin yüzünde bu dehşetli düelloda semavatı ağlatacak
zulümler ve tahribat oluyor. Çok masum ve mazlumların hukukları kayboluyor,
mahvoluyor. Mimsiz, gaddar medeniyetin zalimâne düsturu olan, “Cemaat için fert
feda edilir; milletin selameti için cüz’î hukuklara bakılmaz” diye, öyle
dehşetli bir zulüm meydanı açmış ki, kurûn-u ûlâ vahşetlerinde de emsali vuku
bulmamış. Kur’an-ı Mucizü’l-Beyânın adalet-i hakikiyesi, bir ferdin hakkını
cemaate feda etmez; “Hak haktır; küçüğe, büyüğe, aza, çoğa bakılmaz” diye
kanun-u semavi ve hakikî adalet noktasında…

Kastamonu Lahikası, s. 112.

Hukuk önünde herkes eşittir

Sual: “Gayr-i müslimlerle nasıl müsavi olacağız?”

Cevap: Müsavat ise, fazîlet ve şerefte değildir, hukuktadır.
Hukukta ise, şah ve geda birdir. Acaba bir şeriat, “Karıncaya bilerek ayak
basmayınız” dese, tazibinden menetse, nasıl benîademin hukùkunu ihmal eder?
Kella! Biz imtisal etmedik. Evet, İmam-ı Ali’nin (r.a.) adi bir Yahudî ile
muhakemesi ve medar-ı fahriniz olan Salahaddin-i Eyyûbî’nin miskin bir
Hıristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim.

Tarihçe-i Hayat, s. 73.

…ben neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve
fikren “müsavat-ı hukuk” mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve
İslamiyetten gelen sırr-ı adalet ile burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat
ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için,
bütün kuvvetimle adalet-i tamme lehinde, zulüm ve tegallübün ve tahakküm ve
istibdadın aleyhindeyim.

Tarihçe-i Hayat, s. 164.

Hukuk ve özgürlükler

…Belki hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve tedipten başka, hiç
kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı
meşruasında şâhâne serbest olsun…

Beyanat ve Tenvirler, s. 93.

VİCDAN HÜRRİYETİ

Laiklik, din-vicdan ve ifade özgürlükleri

Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır ve amel
etmemek bütün bütün ayrıdır. Ehl-i hükümet ele bakar, kalbe bakmaz. İdare ve
âsâyişe ilişmeyen şiddetli muhalifler, her hükümette bulunur. Hattâ Hazret-i
Ömer’in (r.a.) taht-ı hâkimiyetindeki Hıristiyanlara kanun-u şeriatı ve Kur’ân’ı
inkâr ettikleri halde ilişilmiyordu. Hürriyet-i fikir ve serbestiyet-i vicdan
düsturu ile Risale-i Nur’un bir kısım şakirtleri, idareye dokunmamak şartıyla
rejim ve usulünüzü ilmen kabul etmezse ve muhalif amel etse, hattâ rejimin
sahibine adâvet etse, onlara kanunen ilişilmez.

Şualar, s. 307–308.

Malûmdur ki, her hükümette muhâlifler bulunur. Âsâyişe, emniyete
dokunmamak şartıyla, hiç kimse vicdânıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden,
bir metoddan dolayı mes’ul olmaz. Bu hukukî bir müteârifedir.

“…adâlet müessesesi hiçbir cereyâna kapılmaz, hiçbir
tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir…

“Ben de, din ve vicdan hürriyetinin bu ana umdesine güvenerek,
yüzlerce âyât-ı Kur’âniyeye istinâden, medeniyetin bozuk kısmına, hürriyet
perdesi altında yürüyen mutlak bir istibdâda, lâiklik maskesi altında dîne ve
dindarlara karşı tatbik edilen en ağır bir baskıya muhâlefet etmiş isem,
kanunlar haricine mi çıkmış oldum? Yoksa Anayasanın hakîki ve samîmi müdâfaasını
mı yapmış bulundum? Haksızlığa karşı, zulme karşı, kanunsuzluğa karşı muhâlefet,
hiçbir hükümette suç sayılmaz; bilâkis, muhâlefet meşrû ve samîmi bir muvâzene-i
adâlet unsurudur.

Tarihçe-i Hayat, s. 564.

Nasıl ki, hükümet-i cumhuriye “dini dünyadan tefrik edip
bîtarafane kalmak” prensibini kabul etmiş; dinsizlere, dinsizlikleri için
ilişmediği gibi, dindarlara da, dindarlıkları için ilişmemesi o prensibin
icabatındandır. Öyle de; ben dahi bîtaraf ve hürriyetperver olması lazım gelen
Hükümet-i Cumhuriyeyi, dinsizliğe taraftar ve entrikaları çeviren ve hükümetin
memurlarını iğfal eden gizli menfî komitelerden tefrik edip, hükümetin onlardan
uzak olmasını istiyorum; o entrikacılarla mübareze ediyorum.

Tarihçe-i Hayat, s. 212.

Madem, hükümet-i cumhuriye, cumhuriyetteki hürriyet-i vicdan
düsturuyla, dinsizlere ve sefahatçilere ilişmiyor. Elbette, dindarlara ve
takvacılara da ilişmemek gerektir.

Şualar, s. 312.

…Madem cumhuriyet prensipleri hürriyet-i vicdan kanunu ile
dinsizlere ilişmiyor; elbette mümkün olduğu kadar dünyaya karışmayan ve ehl-i
dünya ile mübareze etmeyen ve âhiretine ve imanına ve vatanına dahi nâfi bir
tarzda çalışan dindarlara da ilişmemek gerektir ve elzemdir.

Şualar, s. 311.

…Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik
mânâsı, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve
sefahetçilere ilişmediği gibi dindarlara ve takvâcılara da ilişmez bir hükümet
telâkki ederim.

Şualar, s. 318.

…İslâmiyetin bir kanun-u esasîsi olan hadîs-i şerîfte, yani
memuriyet, emirlik ise, reislik değil, millete bir hizmetkârlıktır. Demokratlık,
hürriyet-i vicdan, İslâmiyetin bu kanun-u esasîsine dayanabilir. Çünkü kuvvet
kanunda olmazsa, şahsa geçer. İstibdad, mutlak keyfî olur…

Beyanat ve Tenvirler, s. 232.

Asya’nın bahtını açacak, meşrûtiyet ve hürriyettir

Asya’nın bahtını, İslâmiyetin taliini açacak yalnız meşrûtiyet
ve hürriyettir. Fakat Şeriat-ı Garranın terbiyesinde kalmak şartıyla.

Beyanat ve Tenvirler, s. 55.

Suâl: “Şimdi fenalığı da görüyoruz, iyiliği de görüyoruz.
Meşrûtiyetin âsârı hangisi, ötekisinin âsârı hangisidir?”

Cevap: Ne kadar iyilik var, meşrûtiyetin ziyâsındandır; ne kadar
fenalık var, ya eski istibdâdın zulmetinden yahut meşrûtiyet nâmıyla yeni bir
istibdâdın zulmündendir. Geri kaldı; tâ tâziyeden sonra vedâ edip, pederini
takip etsin. Fakat emîn olunuz, ziyâ galebe çalacaktır.

Suâl: “Meşrûtiyeti pekçok i’zâm ediyorsun. Eskide rey-i vâhid
idi, milletten suâl yok idi; şimdi meşverettir, milletten suâl edilir. Millet,
’Ne için?’ der; ona, ’Ne istersin?’ denilir, işte bu kadar. Daha nedir, o kadar
ilâveyi takıyorsun?”

Cevap: Zâten şu nokta bütün cevaplarımı tazammun etmiş. Zîrâ
meşrûtiyet hükümete düştüğü vakit, fikr-i hürriyet meşrûtiyeti her vecihle
uyandırır. Her nevide, her tâifede onun sanatına âit bir nevi meşrûtiyeti tevlid
eder. Hattâ ulemada, medâriste, talebede bir nevi meşrûtiyeti intâc eder. Evet,
her tâifeye ona mahsus bir meşrûtiyet, bir teceddüt ilhâm olunuyor. İşte, şu
arkasında şems-i saadeti telvih eden ve temâyül ve incizap ve imtizâca yüz tutan
lemeât-ı meşverettir ki, bana meşrûtiyet hükümetini bu kadar sevdirmiştir.

Münazarat, s. 31.

Meşrûtiyetin sırrı, kuvvet kanundadır, şahıs hiçtir. İstibdâdın
esâsı, kuvvet şahısta olur, kânunu kendi keyfine tâbî edebilir, hak kuvvetin
mağlûbu. Fakat bu iki ruh her zamanda birer şekle girer, birer libas giyer. Bu
zamanın modası böyle giydiriyor. Zannolunmasın, istibdat galebe ettiği zaman
tamamen hükmünü icrâ etmiş, meşrûtiyet mağlup olduğu vakit mahvolmuş. Kellâ!
Kâinatta gâlib-i mutlak hayır olduğundan, pekçok envâ ve şuubât-ı heyet-i
içtimâiyede meşrûtiyet hükümfermâ olmuştur. Cidâl berdevam, harb ise seccâldir.

Suâl: “Bâzı adam, ’Şeriata muhâliftir’ diyor?”

Cevap: Rûh-u meşrûtiyet, şeriattandır; hayatı da ondandır. Fakat
ilcâ-i zarûretle teferruat olabilir, muvakkaten muhâlif düşsün. Hem de, her ne
hâl ki, meşrûtiyet zamanında vücuda gelir! Meşrûtiyetten neş’et etmesi lâzım
gelmez. Hemde, hangi şey vardır ki, her cihetle şeriata muvâfık olsun; hangi
adam var ki, bütün ahvâli şeriata mutâbık olsun? Öyle ise şahs-ı mânevî olan
hükümet dahi mâsum olamaz; ancak Eflâtûn-i İlâhînin medîne-i fâzıla-i
hayaliyesinde mâsum olabilir. Lâkin meşrûtiyet ile sû-i istimâlâtın ekser
yolları münsed olur; istibdatta ise açıktır.

Münazarat, s. 38–39.

…sizin dîvâneliğinizden korkmuş, gelememiş. Zulüm, meşrûtiyetin
hatâsı değil, belki kafanızdaki cehâletin zulmetindendir. Siz dîvânelikle kısa
yolu uzun yapıyorsunuz. Küdân ve Mâmehurân aşîretleri, daha asker gelmeden,
alâküllihâl vermeye mecbur olan emvâl-i emîriyeyi hazır etse idiler, şu kadar
zulüm olmayacaktı. Evet, bir millet cehâletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti
dahi müstebit eder…

Münazarat, s. 28.

Suâl: “Tarif ettiğin meşrûtiyetin ne miktarı bize gelmiş ve
niçin bütün gelmiyor?”

Cevap: Ancak on kısımdan bir kısmı size gelebilmiş. Zîrâ sizin
şu vahşetengiz, cehâletperver husumetefzâ olan sarp dağ ve derelerinizdeki
vahşet ayılarından, cehâlet ejderhasından, husûmet kurtlarından bîçare
meşrûtiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesâret edemez. Eğer siz tenbel kalıp da
onun yolunu yapmazsanız, tenbellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini
göreceksiniz. Zîrâ sizinle İstanbul arasındaki mesâfe bir aylıktır; fakat
sizinle ehl-i meşrûtiyet arasındaki mesâfe bin aydan fazladır. Zîrâ eski zamanın
adamlarına benzersiniz. O nâzik meşrûtiyet, İstanbul havâlisindeki yılanlardan
kurtulsa, şu uzun mesâfeden geçmekle, cehâlet gibi müthiş bataklığı, fakr gibi
mütevahhiş kıraçları, husûmet gibi gâyet keyşer dağları katetmekle beraber,
eşkiyaya rast geçecektir.

Ezcümle, bâzı cezâ-i sezâsını hazmetmeyen, bir kısım da
başkasının etini yemekten dişi çıkarılan ve bâzı bir meşhur bektâşi gibi mânâ
verenler, yol üzerine çıkıp, gasp ve gâret ediyorlar. Daha onların öte tarafında
da bir kısım gevezeler vardır; bâzı bahane ile parça parça etmek istiyorlar.
Öyle ise, ona bir yol veyahut bir balon yapınız.

Münazarat, s. 29.

…Bâzı memurların ef’ali, adem-i ülfetten dolayı size yanlış ders
gösterdiği ve şiddetten neş’et eden müşevveşiyetle hâl-i hazırdan fehmettiğiniz
meşrûtiyeti tefsir etmeyeceğim. Belki hükümetin hedef-i maksadı olan
meşrûtiyet-i meşrûâyı beyân edeceğim.

İşte, meşrûtiyet “ve işlerde onlarla istişare et. (Al-i İmran
Suresi:159); Onların aralarındaki işleri istişare iledir. (Şura Suresi: 38)”
âyet-i kerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-u nûrânînin
kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi mârifettir, lisânı muhabbettir, aklı
kânundur, şahıs değildir.

Evet, meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz.
Umum akvâmın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvâk ve
hissiyât-ı âliyeyi uyandırır; uyku bes, siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan
kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin bahtını, Asya’nın tâliini
açacaktır. Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebedîye mazhar eder. Milletin
bekâsıyla ibkâ edecek; siz daha me’yus olmayınız…

Münazarat, s. 23.

Hürriyet ve meşrutiyeti takdir etmeyen kimlerdir?

Sual: Efkârı teşviş eden, hürriyet ve meşrutiyeti takdir etmeyen
kimlerdir?

Cevap: Cehalet ağanın, inad efendinin, garaz beyin, intikam
paşanın, taklit hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde insan
milletinden menba-ı saadetimiz olan meşvereti inciten bir cemiyettir. Benî
beşerde ona intisap eden, bir dirhem zararını bin lira milletin menfaatine fedâ
etmeyen, hem de menfaatini ızrar-ı nâsta gören, hem de muvazenesiz, muhakemesiz
mânâ veren, hem de meyl-i intikam ve garaz-ı şahsîsini feda etmediği halde
mağrurane millete ruhunu feda etmek dâvâsında bulunan, hem de beylik veya
tavâif-i mülûk mukaddemesi olan muhtariyet veya istibdad-ı mutlak mânâsıyla bir
cumhuriyet gibi gayr-ı mâkul fikirlerde bulunan, hem de zulüm görmüş, kin
bağlamış, hürriyet ve meşrutiyetin birinci ihsanı olan af ve istirahat-i
umumiyeyi fikr-i intikamına yediremediğinden, herkesin âsabına dokundurmakla, tâ
heyecana gelip terbiye görmekle teşeffi isteyenlerdir.

Münazarat, s. 47–48.

…Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise, hakikî
adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir; hüsn-ü telâkki ediniz. Muhafazasına
çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz meşrutiyettedir. Ve istibdattan herkesten
ziyade biz zarardîdeyiz…

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 21.

…Asıl, Şeriatın meslek-i hakîkisi, hakikat-ı Meşrutiyet-i
meşruadır. Demek Meşrutiyeti, delâil-i şer’iye ile kabul ettim. Başka
medeniyetçiler gibi taklîdî ve hilâf-ı Şeriat telâkki etmedim. Ve Şeriatı rüşvet
vermedim. (…)

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 22.

HÜRRİYET

…Hürriyeti, âdâb-ı Şeriatla takyid ediniz. Zira câhil efrat ve
avâm-ı nas; kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur.
Adâlet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Tâ ki, namaz sahih ola. Zira
hakaik-ı Meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı
mümkün olduğunu dâva ettim…

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 25

Sual: Şimdi hürriyet bahsini sual edeceğiz. Nedir şu hürriyet
ki, o kadar tevilât onda birbiriyle çekişiyorlar? Ve hakkında acip, garip
rüyalar görülür?

Cevap: Yirmi seneden beri onu, hattâ rüyalarda takip eden ve o
sevda ile herşeyi terk eden birisi, size güzel cevap verebilir.

Sual: Hürriyeti bize çok fena tefsir etmişler. Hattâ âdetâ
hürriyette insan her ne sefahet ve rezalet işlerse, başkasına zarar vermemek
şartıyla birşey denilmez, diye bize anlatmışlar. Acaba böyle midir?

Cevap: Öyleleri hürriyeti değil, belki sefahet ve rezaletlerini
ilan ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zira nâzenin hürriyet,
âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa sefahet ve
rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın
istibdadıdır. Nefs-i emmâreye esir olmaktır.

Hürriyet-i umumî, efrâdın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır.
Hürriyetin şeni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın.

“Tam ve mükemmel hürriyet, kişinin firavunlaşmaması ve
başkasının hürriyeti ile alay etmemesidir. Şüphesiz gaye haktır; ama mücadele
usulüne uygun değildir.”

Münazarat, s. 55

Sual: “Haymenişinler tarafından, yani göçebe, siyah çadırlı
bedevilerin sualidir.” Demek biz eskiden beri hürriyetimize mâlik idik.
Hürriyetimiz tev’em olarak bizimle doğmuş. Öyleyse başkalar keyiflensin, bize
ne?

Cevap: Evet, zaten o sevdâ-yı hürriyettir ki, sizi tahammül-sûz
meşakkatlere mütehammil kılmış. Ve medeniyetin muşa’şâ bu kadar mehasininden,
sizin anka-i meşrebâneniz sizi müstağnî etmiştir. Fakat ey göçerler, sizde olanı
yarıhürriyettir. Diğer yarısı da başkasının hürriyetini bozmamaktır. Hem de
kut-u lâyemût ve vahşet ile âlûde olan hürriyet, sizin dağ komşularınız olan
hayvanlarda da bulunuyor. Vâkıa, şu biçare vahşî hayvanların bir lezzeti ve
tesellîsi varsa, o da hürriyetleridir. Lâkin güneş gibi parlak, her ruhun
mâşukası ve cevher-i insaniyetin küfvü o hürriyettir ki, saâdet-sarây-ı
medeniyette oturmuş ve marifet ve fazilet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve
hulleleriyle mütezeyyine olan hürriyettir.

……………………….

Sual: Nasıl hürriyet imânın hassasıdır?

Cevap: Zirâ rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan
adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı
altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi;
başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imaniyesi
bırakmaz. Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne
tezellül etmez. Bir biçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek
iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saâdet…

Münazarat, s. 57–58–59

Sual: Efkârı teşviş eden, hürriyet ve meşrutiyeti takdir etmeyen
kimlerdir?

Cevap: Cehalet ağanın, inad efendinin, garaz beyin, intikam
paşanın, taklit hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde insan
milletinden menba-ı saadetimiz olan meşvereti inciten bir cemiyettir.

Benî beşerde ona intisap eden, bir dirhem zararını bin lira
milletin menfaatine fedâ etmeyen, hem de menfaatini ızrar-ı nâsta gören, hem de
muvazenesiz, muhakemesiz mânâ veren, hem de meyl-i intikam ve garaz-ı şahsîsini
feda etmediği halde mağrurane millete ruhunu feda etmek dâvâsında bulunan, hem
de beylik veya tavâif-i mülûk mukaddemesi olan muhtariyet veya istibdad-ı mutlak
mânâsıyla bir cumhuriyet gibi gayr-ı mâkul fikirlerde bulunan, hem de zulüm
görmüş, kin bağlamış, hürriyet ve meşrutiyetin birinci ihsanı olan af ve
istirahat-i umumiyeyi fikr-i intikamına yediremediğinden, herkesin âsabına
dokundurmakla, tâ heyecana gelip terbiye görmekle teşeffi isteyenlerdir.

Sual: Neden bunların umumuna fena diyorsun? Hâlbuki hayırhâhımız
gibi görünüyorlar.

Cevap: Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan
görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz
mihenge vurmadan almayınız.

Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben
söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim.
Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe
girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın,
mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok
gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.

Münazarat, s. 47–48–49

DEVLET

…devlet bir şahs-ı manevidir. Çocuk gibi, teşekkülü, büyümesi
tedricidir. Ve keza, yeni teşekkül eden bir devletin, bir milletin ruhuna kadar
nüfuz eden eski bir devlete galebe etmesi, yine tedricidir, zamana
mütevakkıftır.

İşaratü’l-İ’caz, s. 164

“Devlet siyaseti”ni korumak!..

…İşte, Kur’ân’ın bu gibi kudsî kanun-u esasîsine irtica namını
veren bedbahtlar, vahşet ve bedevîliğin dehşetli bir kanun-u esasîsi olarak
kabul ettikleri şimdiki öylelerinin siyasetinin bir nokta-i istinadı şudur ki:
“Cemaatin selâmeti için fert feda edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku
nazara alınmaz. Devletin siyasetinin selâmeti için cüz’î zulümler nazara
alınmaz” diye, birtek câni yüzünden bir köyü mahvetmekle bin mâsumun hakkını
nazara almaz. Birtek câninin yüzünden bin adamın kılıçtan geçmesini caiz görür.
Bir adamın yaralanmasıyla binler mâsumu sıkıntıya verdirir. Ve iki yüz adamı
kurşuna dizilmesini o bahaneyle nazara almaz. Birinci Harb-i Umumîde üç bin
adamın câniyâne siyaset hatâlarıyla otuz milyon biçare nev-i beşer aynı harpte
mahvedildiği gibi, binler misaller var.

Emirdağ Lahikası, s. 320

Asker ve siyaset

Tarih-i âlem serâpâ şehadet ediyor ki, asker neferatının
siyasete müdahaleleri devletçe ve milletçe müthiş zararları intaç etmiştir.
Elbette hamiyet-i İslâmiyeniz böyle sizi uhdenizde olan hayat-ı İslâmiyeye zarar
verecek noktalardan men edecektir. Siyaset düşünenler, sizin kuvve-i
müfekkireniz hükmünde olan zabitleriniz ve ûlülemirlerinizdir.

Hutbe-i Şamiye, s. 113

DEMOKRASİ VE DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ

Eğer denilse, şimdiye kadar bu hükümet-i zaifeyi âdi adamlar
idare edebilirlerdi. Fakat bu kadar metin ve dehşetli, kaviyen emel ettiğimiz
yeni hükümeti omuzunda taşıyacak harika ve dâhi adamlar lâzımken, Asya ve Rumeli
tarlası acaba öyle mahsulât verecek mi?

Buna cevap: Eğer başka inkılâplar başa gelmezse, evet.

Ve üçüncü hakikate dikkat et. Şöyle ki:

Bu zaman-ı mazide insan istidad-ı gayr-ı mütenâhîye mâlik iken,
o kadar dar ve mahdut daire içinde hareket ediyordu ki, güya insan iken hayvan
gibi yaşadığından, efkâr ve ahlâkı o daire nispetinde tedennî etmiş ve mahsur
kalmıştı. Şimdi bu şer’î hürriyet-i âdilâne eğer yaşasa ve bozulmazsa, fikr-i
beşerin ağır zincirlerini paralamakla ve istidad-ı terakkiye karşı setleri
hercümerc ederek o küçük daireyi dünya kadar tevsi edebilir. Hattâ benim gibi
bir köylü adam, Süreyya kadar ulvî olan idare-i umumîyi nazara alacak, âmâl ve
müyûlâtın filizlerini orada bağlayacak. Ve her bir fiil ve tavrının orada bir
ihtizaz ile ziîmedhal bulunacağından, himmet Süreyya kadar teâlî ve ahlâkı o
derece tekemmül ve efkârı memalik-i Osmaniye kadar tevessü edeceğinden,
Eflâtun’ları, İbn-i Sina’ları ve Bismark’ları, Dekart’ları ve Taftazanî’leri
inşaallah geri bırakacak. Bu kuvvetli Asya ve Rumeli tarlası çok şübban-ı vatan
mahsulü vereceğinden kaviyen ümitvarız.

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 81–82–83

BÜROKRASİ VE DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ

Zaman-ı sabıkta revâbıt-ı içtimâ ve levazım-ı taayyüş ve
fevaid-i medeniyet o kadar tekessür ve teşaub etmediğinden, bazı kalil adamların
fikri, devletin idaresine yarı kâfi gibi idi. Amma bu zamanda revabıt-ı içtima o
kadar tekessür etmiş ve levazım-ı taayyüş o derece taaddüt etmiş ve semerat-ı
medeniyet o kadar tefennün etmiş ki, ancak yalnız kalb-i millet hükmünde olan
meclis-i meb’usan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i şer’î ve seyf ve
kuvvet-i medeniyet menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr o devleti taşıyabilir ve
idare ve terbiye edebilir. Bu hakikate misal, eski hükümet-i müstebide, yeni
hükümet-i meşrutadır.

Bir cisim birden zerrattan tahallül ve yeni zerrattan teşekkül
eylemesi muhal olacağından, cism-i devletin birden memurîni ref ve yenilerini
ikame eylemesi, muhal olmasa da, müteazzirdir. Binaenaleyh, istidad-ı habis ve
kabil-i ıslah olmayan adamları zaten cism-i devlet def-i tabiî ile ifraz
edecektir. Amma kabil-i ıslah olanlar, zaten güneş garptan tulû etmediğinden,
tevbenin kapısı açıktır. Bunların tecrübelerinden istifade etmeli. Bunların
yerini dolduracak, kırk sene lâzım. Yoksa umumu aleyhinde itâle-i lisan ve
terzil etmek, bu şanlı olan ittihad-ı milleti-bozulmuş bazı efkâr ve ahlâklarına
binaen-bir hastalığa hedef edecektir.

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 86

Devlet, Adalet ve milliyetçilik

Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi Arap milliyeti üzerine istinad
ettirip, rabıta-i İslâmiyeti rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki
cihetle zarar verdiler.

Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.

Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip
etmediğinden, zulmeder, adalet üzerine gitmez. Çünkü unsuriyetperver bir hâkim,
millettaşını tercih eder, adalet edemez.

Mektubat, s. 58.

MUHALEFET VE DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ

…İslam hükümetlerde Hıristiyan ve Yahudi bulunması ve Hıristiyan
ve Mecusi hükümetlerde Müslümanlar bulunduğu gösteriyor ki, idare, asayişe
bilfiil ilişmeyen muhaliflere kanunca ilişilmez. Hem imkanat, medar-ı mes uliyet
olamaz. Yoksa herkes bir adamı öldürebilir; herkesi bu imkanatla mahkemeye
vermek lazım gelir…

Emirdağ Lahikası, s. 245.

Hükümet ele bakar ve zahire dikkat eder; kalbe bakmak, gizli ve
husûsi işlere bakmak hakkı yoktur. Ki, herkes, kalbinde ve hanesinde istediğini
yapabilir ve padişahları zemmeder, beğenmez…

Tarihçe-i Hayat, s. 196

…Madem hürriyetin en geniş şekli cumhuriyettir ve madem hükümet
ise cumhuriyetin en serbest sûretini kabul etmiştir; elbette hakîki ve katî ve
reddedilmez kanaat-i ilmiyeyi ve efkâr-ı saibeyi, asayişe dokunmamak şartıyla,
cumhuriyetin hürriyeti, o hürriyet-i ilmiyeyi istibdat altına alamaz ve onu bir
suç tanımaz. Evet, dünyada hiçbir hükümet var mıdır ki, bütün birtek kanaat-i
siyasiyede bulunsun…

Tarihçe-i Hayat, s. 204

…Herbir hükümette muhâlifler var. Âsâyişe ilişmemek şartıyla
kanunen onlara ilişilmez…

Tarihçe-i Hayat, s. 492.

Her hükümette muhalifler bulunur. Âsâyişe, emniyete ilişmemek
şartıyla herkes vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir metodu, bir fikri ile
mes’ul olamaz. Çünkü dininde en mutaassıp ve cebbar bir hükümet olan
İngilizlerin yüz sene hâkimiyeti altında bulunan yüz milyondan ziyade
Müslümanlar, İngilizlerin küfrî rejimlerini Kur’ân ile reddettikleri ve kabul
etmedikleri halde, İngiliz mahkemeleri şimdiye kadar onlara o cihette
ilişmemiştir. Hem bu millette ve bu hükümet-i İslâmiye içinde eskiden beri
bulunan Yahudiler ve Nasranîler, bu milletin dinine ve kudsî rejimlerine muhalif
ve zıt ve muteriz oldukları halde, hiçbir zaman mahkeme, kanunlarıyla onlara o
cihette ilişmemiştir. (…)

Emirdağ Lahikası, s. 381

Devlet, Rejim ve laiklik

…Nasıl ki hükümet-i cumhuriye “dîni dünyadan tefrik edip,
bîtarafane kalmak” prensibini kabul etmiş, dinsizlere dinsizlikleri için
ilişmediği gibi dindarlara da dindarlıkları için ilişmemesi o prensibinin
îcabatındandır; öyle de, ben dahi bîtaraf ve hürriyetperver olması lazım gelen
hükümet-i cumhuriyeyi, dinsizliğe taraftar ve entrikaları çeviren ve hükümetin
memurlarını iğfal eden gizli menfì komitelerden tefrik edilip, hükümetin
onlardan uzak olmasını istiyorum; o entrikacılarla mübareze ediyorum. O
komitelerden, tesadüfle hükümetin memuriyetine girenler, ciddi dindarlara takmak
için iki kulp elinde tutmuş, garaz ettikleri dindarlara takıyorlar ve hükümeti
iğfale çalışıyorlar…

Tarihçe-i Hayat, s. 212

KAMUOYU

Mecmuda bir kuvvet bulunur; hiçbir fert o kuvvete mâlik olamaz:
bir kalın şerit ile eczasından kalın bir telin kuvveti gibi… Veyahut efkâr-ı
umumiyeyi mutazammın yeni hükümetimiz ve eski hükümetimiz gibi. Ey millet, biz
şimdi kalın şeridiz.

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 81

(31 Mart hâdisesinde isyan eden sekiz taburu itaate getiren ve
musibeti yüzden bire indiren iki derstir ki dinî ceridelerde 1325’de
neşredilmiştir.-Milâdî 1909)

Kahraman askerlerimize

Ey şanlı asâkir-i muvahhidîn! Ve ey bu millet-i mazlumeyi ve
mukaddes İslâmiyeti iki defa büyük vartadan tahlis eden muhteşem kahramanlar!

Cemal ve kemaliniz, intizam ve inzibattır. Bunu da hakkıyla en
müşevveş bir zamanda gösterdiniz. Ve hayatınız ve kuvvetiniz itaattir. Bu
meziyet-i mukaddeseyi en ufak âmirinize karşı bile irae ediniz. Otuz milyon
Osmanlı ve üç yüz milyon İslâmın nâmusu artık sizin itaatinize bağlıdır. Sancak
ve tevhid-i İlâhî sizin yed-i şecaatinizdedir. Sizin o mübarek elinizin kuvveti
de itaattir. Sizin zabitleriniz, müşfik pederlerinizdir. Kur’ân ve hadis ve
hikmet ve tecrübe ile sabittir ki, haklı âmire itaat farzdır.

Malûmunuzdur ki, otuz üç milyon nüfus, yüz sene zarfında böyle
iki inkılâbı yapamadı. Sizin o itaatten neşet eden hakikî kuvvetiniz, umum
millet-i İslâmiyeyi medyun-u şükran etti. Bu şerefi hakkıyla teyid etmek,
zabitlerinize itaatledir. İslâmiyetin namusu da o itaattedir. Biliyorum ki,
müşfik pederleriniz olan zabitlerinizi mes’ul etmemek için işe karıştırmadınız.
Şimdi ise iş bitti. Zâbitlerinizin âğuş-u şefkatlerine atılınız. Şeriat-ı garrâ
böyle emrediyor. Zira zabitler ûlülemirdirler. Vatan ve millet menfaatinde,
hususan nizam-ı askerîde ûlülemre itaat farzdır. Şeriat-ı Muhammedînin
(aleyhissalâtü vesselâm) muhafazası da itaat iledir.

Said Nursî
Hutbe-i Şamiye, s. 110–111
Münazarat, s. 123–124

Siyaset

Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır.

Mektubat, s. 456

Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan, “Hükümetin selâmeti ve
âsâyişin devamı için eşhas feda edilir.”………..

Mektubat, s. 59

Ben çok hasta olduğum ve siyasetle alâkasız bulunduğum halde,
Adnan Meneres gibi bir Islâm kahramanı ile bir sohbet etmek isterdim. Hal ve
vaziyetim görüşmeye müsaade etmediği için, o sûrî konuşmak yerine bu mektup
benim bedelime konuşsun diye yazdım.

Gayet kısa birkaç esâsı, Islâmiyetin bir kahramanı olan Adnan
Menderes gibi dindarlara beyân ediyorum:

Birincisi: İslâmiyetin pekçok kanun-u esâsîsinden birisi, âyet-i
kerîmesinin hakîkatidir ki, “Birisinin cinayetiyle başkaları, akrabâ ve dostları
mes’ul olamaz. “ Hâlbuki şimdiki siyaset-i hâzırada particilik taraftarlığı ile
bir câninin yüzünden pekçok mâsumların zararına rızâ gösleriliyor. Bir câninin
cinayeti yüzünden, taraftarları veyahut akrabâları dahi şenî gıybetler ve
tezyifler edilip birtek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir
kin ve adâveti damarlara dokundurup, kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile
mecbur ediliyor. Bu ise, hayat-ı içtimâiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir
zehirdir ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin
hazırlamaktır. Iran ve Mısır’daki hissedilen hâdise ve buhranlar bu esastan
ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek
hafif, yüzde bir nisbetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa, pek dehşetli
olur.

Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne, uhuvvet-i Islâmiyeyi ve esas
Islâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, mâsumları himâye için,
cânilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.

Tarihçe-i Hayat, s. 534

…tarafgirlik damarı ihlâsı kırar, hakikati değiştirir. Hatta
benim otuz seneden beri siyaseti terk ettiğime sebep, bir mübarek âlimin takip
ettiği cereyanın tarafgirlik damarıyla, salih ve büyük bir âlimin onun fikrine
muhalif olmasından tefsik derecesinde tahkir edip ve cereyanına ve kendi fikrine
muvafık meşhur ve mütecaviz bir münafığı gayet medh ü sena etti. Ben de bütün
ruhumla ürktüm. Demek tarafgirlik hissine siyasetçilik de karışsa, böyle acip
hatalara sebebiyet veriyor diye dedim, o zamandan beri siyaseti terk ettim.

Emirdağ Lahikası, s. 237

Bir zaman, bu garazkârâne tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki,
mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhâlif bir âlim-i salihi, tekfir
derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârâne
medhetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, "Şeytandan ve
siyasetten Allah’a sığınırım." dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden
çekildim.

Mektubat, s. 258

Bize hücum eden ve mahkemelerde tazip edenler demişler: “Bu Nur
Talebelerinin dini siyasete alet etmek ihtimalleri var, belki de ediyorlar.” Biz
de o zalimlere karşı müdafaatlarımızdaki binler hüccet ile demişiz ve diyoruz
ki:

Biz, dini siyasete alet değil, belki rıza-yı İlahîden başka
hiçbir şeye, hatta dünyaya ve saltanata alet etmemek bizim esas mesleğimiz
olduğundan, düşmanlarımızca da tahakkuk etmiş ki; üç senedir üç çuvaldan ziyade
dosyalarımızı garazkarane tetkik ettikleri halde, bizi mahkûm edemiyorlar.
Verdikleri keyfî ve vicdanî hükümlerine de bir bahane bulamıyorlar ki, Temyiz o
hükmü bozdu. Evet, biz dini siyasete alet değil, belki vatan ve milletin
dehşetli zararına siyaseti mutaassıbane dinsizliğe alet edenlere karşı; bizim
siyasete bakmamıza mecburiyet-i kat’iye olduğu zaman, vazifemiz siyaseti dine
alet ve dost yapmaktır ki, üç yüz elli milyon kardeşlerin uhuvvetini bu
vatandaki kardeşlere kazandırmaya sebep olsun.

Emirdağ Lahikası-II, s. 264.

Din-siyaset

…Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete
aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü’l-emirlerimiz
düşünsünler…

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 28

PARTİLER

Partiler, asgari müştereklerde buluşmalıdır

Dediler:

“Fırkacılık lâzım-ı meşrutiyettir?”

Dedim:

“Bizdekilerde hutut-u efkâr telâki için mütemayilen imtidada
bedel, münharifen gittiiğinden nokta-I telaki vatanda, belki kürede görülmüyor.
Vücud-adem gibi, birinin vücudu ötekinin ademini ister.

“İnad bazan müfrit fırka mutaasıplarına, dalâl ve batılı iltizam
ettirir. Şeytan birisine yardım etse, melek der, rahmet okutur. Ötekinde melek
görse, libasını değiştirmiştir der, lanet eder. Su-I zan ve hüsn-ü zan nazarıyla
dürbinin iki tarafı gibi leh, aleyhtar… Vâhi emareyi bürhan, bürhanı vâhi emare
görür.

Sünuhat, s. 68

Partiler, zihniyetleri ve tahlilleri

Bu vatanda şimdilik dört parti var. Biri Halk Partisi, biri
Demokrat, biri Millet, diğeri İttihad-ı İslâmdır.

İttihad-ı İslam Partisi, yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin
olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini siyasete âlet etmemeye,
belki siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i
İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet
etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.

Halk Partisi ise: Hakikaten acip ve zevkli bir rüşvet-i umumîyi
kanunlar perdesinde bazı memurlara verdikleri için, yirmi sekiz senelik bütün
cinâyatıyla başkaların cinâyâtı ve İttihatçıların ve mason kısmının seyyiatları
da o partiye yükletildiği halde, Demokratlara bir cihette galip hükmündedirler.
Çünkü ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, nemrutçuluklar çoğalır.
Bu benlik zamanında, memuriyet hakikatta bir hizmetkârlık olduğu halde, bir
hâkimiyet, bir ağalık, bir nemrutçulukla nefse gayet zevkli bir hâkimiyet
mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için, bütün o acip
cinayetlerle ve kendinden olmayan ceridelerin neşriyatıyla beraber bana yapılan
muamelelerinden hissettim ki, bir cihette mânen Demokratlara galip geliyorlar.
Hâlbuki İslâmiyetin bir kanun-u esasîsi olan, hadis-i şerifte yani, “Memuriyet,
emirlik ise, reislik değil, millete bir hizmetkârlıktır.” Demokratlık,
hürriyet-i vicdan, İslâmiyetin bu kanun-u esasîsine dayanabilir. Çünkü kuvvet
kanunda olmazsa şahsa geçer. İstibdad, mutlak keyfî olur.

Millet Partisi ise: Eğer İttihad-ı İslâmdaki esas olan İslâmiyet
milliyeti ki, Türkçülük onun içinde mezc olmuş bir millet olsa, o Demokratın
mânâsındadır, dindar Demokratlara iltihak etmeye mecbur olur. Frenk illeti tâbir
ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâmı parçalamak için
içimize bu frenk illetini aşılamış. Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve
câzibedar bir hâlet-i ruhiye verdiği için, pek çok zararları ve tehlikeleriyle
beraber, zevk hatırı için her millet cüz’î-küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar.

Şimdiki terbiye-i İslâmiyenin za’fiyetiyle ve terbiye-i
medeniyenin galebesiyle ekseriyet kazanarak başına geçerse, ekseriyet teşkil
etmeyen ve ancak yüzde otuzu hakikî Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsurlardan
olanlar, hem hakikî Türklerin, hem hâkimiyet-i İslâmiyenin aleyhine cephe almaya
mecbur olacaklar. Çünkü İslâmiyetin bir kanun-u esasîsi olan bu âyet-i
kerimedir. Yani, “Birisinin günahıyla başkası muahaze ve mes’ul olmaz.”

Hâlbuki ırkçılık damarıyla, bir adamın cinayetiyle mâsum bir
kardeşini, belki de akrabasını, belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini
haklı zanneder. O vakit hakikî adalet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de
yol bulur. Çünkü “Bir mâsumun hakkı, yüz câniye feda edilmez” diye İslâmiyetin
bir kanun-u esasîsidir. Bu ise çok ehemmiyetli bir mesele-i vataniyedir. Ve
hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir tehlikedir.

Mâdem hakikat budur, ey dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar siz
bu iki partinin gayet kuvvetli ve zevkli ve câzibedar nokta-i istinadlarına
mukabil, daha ziyade maddî ve mânevî cazibedar nokta-i istinad olan hakaik-i
İslâmiyeyi nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz. Yoksa sizin yapmadığınız eskiden
beri cinayetleri nasıl eski partiye yüklüyorlarsa, size de yükleyip, Halkçılar
ırkçılığı elde edip tam sizi mağlûp etmeye bir ihtimal-i kavî ile hissettim. Ve
İslâmiyet namına telâş ediyorum.

Emirdağ Lahikası, s. 386–387