Movement Army

31 Mart Olayı ve Hareket Ordusu’nun Ortaya Çıkış Sebepleri

Abdülhamid’in otuz üç sene süren iktidarının sonlarına doğru
Jöntürkler’in kurduğu Osmanlı Hürriyet Cemiyeti Selânik ve çevresinde
teşkilatlanmış ve bu yapının içinde birçok subay da yer almıştı. Daha sonra,
Paris’te faaliyetini sürdüren ve liderliğini Ahmed Rıza’nın yürüttüğü gurupla
bahsi geçen cemiyet, İttihat ve Terakki adı altında, Dr. Nazım’ın öncülüğü ve
çalışmaları sonucu birleştirilmiştir (1907). Cemiyet bu tarihten sonra
faaliyetlerini yoğunlaştırmış ve Abdülhamid Meşrutiyet’i yeniden ilân etmek
zorunda kalmıştır. Cemiyet, böyle bir başarı sağlamasına rağmen yeterince
donanımlı ve tecrübeli adamları bulunmadığından, iktidarı devralmadan ve bir
noktada sorumluluk altına girmeden siyaseti denetlemek suretiyle faaliyetini
sürdürmeye çalışmıştır. Bu konumlarını pekiştirmek ve Meşrutiyet’i korumak
isteyen İttihatçılar, “Nigehban-ı Hürriyet” (Meşrutiyet’in/özgürlüğün bekçileri)
unvanı verdikleri Avcı Taburları’nı Cemiyet adına Rumeli’den İstanbul’a
getirmişler ve Taşkışla’da yerleştirmişlerdir. Bahsi geçen kuvvetler daha önce
çetelere karşı çarpışarak tecrübe kazanmıştı. Ayrıca bunların İttihatçılara
sadakatle bağlı ve “istibdada” da muhalif oldukları düşünülmekteydi. Ancak
beklenenin aksine esas problem de bu taburlardan çıkmıştı. Nitekim 13 Nisan
1909’da tarihe “31 Mart Vakası” olarak geçen olayda (31 Mart 1325) Avcı
Taburları isyan edince İstanbul’da Cemiyet’in varlığından söz etmenin mümkün
olmadığı anlaşılacaktı.

31 Mart Olayı kısaca şu şekilde gelişmiştir: Sabah erkenden
Ayasofya çevresinden silah seslerinin işitilmesiyle dikkatler bu yönde
yoğunlaşmış ve bunu duyan halk o tarafa doğru akın etmiştir. Daha sonra nümayişe
dönüşen bu toplu hareketin içinde Avcı Taburları’na dâhil efradın önemli rolü
olduğu ilk andan itibaren göze çarpmaktadır. Nitekim, Ayasofya ve Bayezid
meydanları askerler tarafından işgal altında bulundurulmakta, burada sivil
insanlar da yer almaktaydı. Olaya katılanlar adalet taleplerini “Şeriat isteriz”
sloganıyla ifade etmekteydiler. Hamdi Çavuş ve onun rütbesinde bazı askerler
tarafından idare edilen nümayişlere hoca kisveli bazı şahıslar da destek
vermekte, bunların halkı tahrik ettikleri görülmekteydi. Olaylar çığırından
çıkmadan evvel Mahmud Muhtar Paşa isyanı önlemek ve kalabalığı dağıtmak
istemesine rağmen Harbiye Nazırı Rıza ve Sadrazam Hüseyin Hilmi paşaların emir
verme yönündeki kararsızlık ve tereddütleri buna mani oldu. Bu cesaretsizlik
olayları tırmandırmış ve Meclis’e gelmek isteyen ve isyancılar tarafından
kendilerinden nefret edildiği anlaşılan Adliye Nazırı Nazım Paşa, Ahmed Rıza ve
Lazkiye Mebusu Aslan Bey de Hüseyin Cahid’e benzetilerek öldürülmüşlerdir.
Ayrıca, isyancılarda mektepli subaylara karşı oluşan soğukluk ve rekabet
bazılarının hayatına mal olmuştur. Olayların bir şekilde önlenmesi ve
sorumluların cezalandırılması gerekmekte idi. Fakat merkezde bulunan
yetkililerle Abdülhamid’in olayları önleme yönündeki dirayetsizliği sebebiyle
meydana gelen belirsizlik ve boşluğu giderecek askeri bir kuvvetin başka bir
yerde, İttihat ve Terakki’nin güçlü olduğu bir bölgede teşekkül edeceği açıktı.

İşlerin bu noktaya varmasının sebepleri konuya ilgi duyan
yazarlar tarafından farklı şekilde yorumlanmaktadır. Bununla beraber olayın
meydana gelmesinde başlıca sebepler şu şekilde ortaya konulabilir: Rumeli’den
getirilen üç bin kişilik bu kuvvete mümtaz bir yer verilmesi kırk elli bin
kişiyi bulan Hassa Ordusu’na –ki, meşrutiyete bağlı olduğu bilinir– mensup
olanları gücendirmekteydi. Bunun yanında, Avcı Taburları baskı mekanizması
olarak kullanılmakta ve İstanbul’daki birçok kurum bundan nasibini almaktaydı.
Hukukun sınırları zorlanarak istimal edilen bu taburlardan yine hukukun
sınırlarını ortadan kaldıracak bir hareketin çıkacağı tahmin edilebilirdi. Belki
de “31 Mart” tarzında bir hareket beklenilmediği için bu tür bir yapılanma
önemsenmiyordu.

Ayrıca, görev dağılımında Harbiyeli subaylara öncülük tanınması
olayların meydana gelmesinde önemli bir sebep teşkil etmekteydi. Nitekim alaylı
subayların rolleri azaltılmış ve önemli oranda kadro dışı bırakılanlar olmuştu.
Bu durum orduda kalmak isteyen erbaşların üzerinde olumsuz etki meydana
getirmişti. Ancak meselenin kaynağı daha eskiye dayanıyordu. Meşrutiyet’ten önce
devlet kadroları çeşitli gerekçelerle şişirildiğinden ve “haksız” yere terfiler
dağıtıldığından bunların tasfiyesi ve liyakat esasına göre terfiler verilmesi ve
görevlendirmeler yapılması gerekiyordu. Bunun için de “mektepliler” ön plana
geçirilmeliydi. Bundan zarar görenler veya görecek olanlar, “her fesat mektepten
çıkar” şeklinde askerler arasında propaganda yapıyorlardı. Böylece alaylı
subayların kadro dışı edilmesi çok ciddi güven bunalımı meydana getirmiştir.

Diğer bir husus, genellikle ayaklanan askerlerin arasına karışan
bazı hoca kisveli şahısların olayları tahrik ettiğidir. Bunun yanında dinî
değerlerin bu olaya alet edilmesinden bahsedilir ki, bütün bunların doğru olduğu
anlaşılmaktadır. Yani, İttihatçıları etkisiz hale getirmek için bazı çevreler
tarafından dinî kavramlar ve değerler kullanılmıştır. Nitekim his ve heyecanın
kabardığı, baskı ve terörün hüküm ferma olduğu –gazetecilere baskı yapılması ve
hatta öldürülmesi gibi– bir ortamda insan kitleleri kendini güvende
hissedebilmek, yapılan işleri meşrulaştırmak için sarılacak bir değer ararlar.
Olaylar tırmandıkça kitle psikolojisinin ve tarafgirliğin etkisiyle birçok gayrı
hukukî ve gayrı meşru olay kendini gösterir. Ayrıca böyle bir ortamda, kültür ve
eğitim düzeyi de düşük olan insanlardan mantıklı davranışlar beklemek zordur. 31
Mart olaylarında bütünüyle bu süreç yaşanmıştır.

Bununla beraber, 31 Mart’ın bir irtica hareketi (vakıa-i
irticaiye, hadise-i irticaiye) olduğuna dair düşünceler ileriye sürülmüş ve bu
konuda yaygın bir inanç/anlayış husule gelmiştir. Ancak, önceleri Tanin ve
Rumeli gazetelerinin yaydığı ve kabul ettirdiği, hatta resmîleştirdiği bu görüş,
daha sonra adeta kesinleşmiştir. Hatta birçok belgede bahsi geçen olay hakkında
irtica tabiri kullanıldığı görülmektedir (ZB, 414/66, Mayıs 1325, 12, 13. varak;
MV, 128/25, 4 Haziran 1325/1909). Hâlbuki irtica hareketi, o dönemde mutlakıyet
yönetimini geri getirmek amacı gütmeliydi ve “mürteciler” yalnız dört beş kişiye
değil, hiç ayrım yapmadan bütün mebuslara karşı olmalıydılar. Taleplerini de
Meclis’ten değil padişahtan istemeleri gerekirdi. Diğer taraftan, isyan içinde
olan askerler Meclis’i talan etmiyor ve Yıldız’dan da bir beklenti içine
girmiyorlardı. Ayaklanan askerlerin istediği; kabinenin düşmesi, bazı kişilerin
mebusluktan istifa etmeleri ve nihayet kendilerinin affedilmeleri ve çıkarılan
alaylı subayların yerlerine tayiniydi.

Olayların gidişatından 31 Mart Vak’ası’nın bir irtica
ayaklanmasından ziyade amacına ulaşamayan bir askeri darbe teşebbüsü olduğu
anlaşılmaktadır. Nitekim 1909 tarihli bazı belgelerde “ihtilal-i askeriye”ye
iştirak edenlerden bahsedilmesi Emniyet-i Umumiye Müdüriyeti tarafından işin
aslının anlaşıldığını göstermektedir (DH. EUM. THR, 92/28,
Teşrinievvel-Teşrinisani 1325, 2, 4 ve 5. varak; ZB, 413/70; İrade Askeri, no.
14).1 Yani alt rütbedeki askerler, tutumlarını beğenmedikleri üst rütbedeki
subayların ve onlarla ilişkisi olan hükümetin, özellikle hükümette ve
parlamentoda görevli bazı vekillerin tasfiyesi için kaba bir şekilde siyasete el
koymuşlar ve başkentte anarşi/terör havası estirmişlerdir. Ayrıca bu olaylara
halkın önemli bir kesiminin de destek verdiği bilinmektedir. Ve bu
teşebbüsleri/isyanları, yine ordunun içinden ve üst yönetimi temsil eden diğer
bir gurup (İttihatçı ağırlıklı) tarafından önlenmiştir/bastırılmıştır. İttihat
ve Terakki Cemiyeti ise bu vesile ile başta Abdülhamid olmak üzere muhaliflerini
tasfiye etme imkânına kavuşmuştur.

İttihatçıların hukuku zorlayarak siyaseti yönlendirmelerinin
böyle bir isyanın doğmasında etkili olduğu açıktır. Nihayet, Meşrutiyet
inkılâbına vücut veren “Cemiyet-i İttihadiyye”, –çoğunluk itibariyle– belli bir
düzeyin üzerine çıkmış siyasetçilerin ve fikir adamlarının hizmet ettiği bir
cemiyet değildi. Bu cemiyet, Bulgaristan sınırında küçük rütbeli subaylar ve
müfrezeler içinde örgütlenmişti. Dolayısıyla cemiyetin ilk yöneticileri küçük
rütbeli subaylardan müteşekkildi. Daha sonra gelenler, mürşitlik ve müritlik
mantığıyla, rütbesi ne olursa olsun bu ekibe tâbi olmak durumunda idi. Bu tür
örgütlenmeler ise askeri düzene aykırı düşmekteydi. Rütbelere bakılmaksızın
subaylar birbirleriyle senli-benli olmaktaydılar. Bu durum Meşrutiyet’in
ilânıyla kışlalara kadar yaygınlık kazandı. “Bu hal Mehmetlerin gözünden
kaçmadı.” Ordu içinde İttihat ve Terakki’ye sadakat yeminleri ettirildiğinden
kardeşlik ve eşitlik temaları işlenmekte idi. Mehmetçik, “binbaşı ne ise ben de
oyum” şeklinde bunu algılamaya başladı ki, bu da askerî düzene aykırıydı.
Askerlerin böyle bir ortamda isyana kalkışması, olayın süratle genişlemesine
sebep oldu. “Anlamsız bir hamiyet yayıcılığı gururu ile askerî görevlerini
unutan siyasî zabitlerimiz kendilerini maalesef birkaç haris serserinin
ayartmasına kaptırarak o ihtilâlin sebebi oldular” ifadeleri bu meseleye ışık
tutmaktadır.

Döneme tanıklık edenler askerin Meşrutiyet öncesinde, talimsiz
olduğunu belirtmektedirler. Dolayısıyla tembelliğe alışmış ve bu yöne meyilli
olan askerler böyle bir ortamda daha da tembelleşiyorlardı. Ancak bu vahim
durumun aşılması gerekiyordu. Zira, Osmanlı Devleti’nin siyasi sorunlarının yeni
savaşları gündeme getireceği ve “barışta ter dökmeyen ordunun savaşta kan
dökeceği” açıktı. Askerlik kurallarının gerektirdiği sıkı disiplin ve talimlerin
hemen uygulamaya konulması gerekiyordu. Neticede sıkı disiplin altında talimlere
hız verildi. Bunun sonucunda çeşitli bahanelerle talimden kaçmanın yolları
aranıyordu. Buna karşılık dinî ve ananevî zaruretler sebebiyle itiraz
edilemeyecek bahaneler kısa zamanda kendini gösterdi. Sabahları “hamamcı”
olduklarını ileri sürerek ve bu mazeretin arkasına sığınarak yoklamalara
katılmayanların sayısı artmaya başladı. Ayrıca talimlerden kaçmak için de ibadet
bahane edilmekteydi. Bunu önlemek ve talimi sevdirmek için bazı akılcı tedbirler
alınması yoluna gidilemedi. İnsan psikolojisi dikkate alınmadan en kolay yol
tutuldu ve mazeret kabul edilmeden herkes yoklamalara ve talimlere katılmaya
zorlandı. Fakat bunların içinde gerçekten mazereti olanlar için bu durum kabul
edilemezdi. Zira Türk ordusunu ayakta tutan en önemli unsur, maneviyatı idi ve
vatanını da bu çerçevede sevmekteydi. Nihayet ölümü ve yaralanmayı “ya şehit ya
gazi” anlayışıyla iştiyakla bu sayede karşılıyordu. Dolayısıyla bu hassasiyete
karşı geliştirilen tavırlar, hatta bir kısım subaylar tarafından askerlere
küfürlü konuşmalar güveni sarsmıştı. Hâsılı, dinî vecibelerini yerine getirmek
isteyenlerle bunu bahane ederek görevini aksatanların birbirine karıştırılması,
olaylara dinî bir renk verilmesinde etkili olmuştur.

Hareket Ordusu’nun Teşekkülü ve Faaliyetleri

Olaylar başladıktan sonra İttihatçıların bir kısmı kendilerini
güvende hissedemediklerinden Selânik’e firar etmek zorunda kalmışlardır. Bunun
üzerine teşkilatın merkezinin de bulunduğu Selânik’te Üçüncü Ordu Kumandanı ve
Rumeli Umum Müfettişi Ferik Mahmud Şevket Paşa’nın yönetiminde yapılan bir
toplantıda oluşturulacak ve sevk edilecek bir ordu sayesinde isyanın
bastırılabileceği ve böylece düzenin sağlanabileceği düşünülmüştür. Bunun
yanında İstanbul’daki bir kısım askerlerin –muhtemelen isyana destek verdiği
mülahazasıyla– terhis ettirilmesini talep eden ve Siroz’da bulunan Mahmut Şevket
Paşa, bir telgrafla görüşlerini üst yönetime bildirmiştir (8 Nisan 1325). Bu
telgraf Harbiye Nazırı ve Hassa Kumandanı ile Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi
paşalar tarafından okunarak değerlendirilmiş ve duruma uygun bir karar
verilmiştir (9 Nisan). Bu kararda şu düşünceler yer almaktadır:

İstanbul askeri kıtalarından ihtiyat efradının terhis ve
sevkleri esasen kararlaştırılmış olup bu günden itibaren icraatına dahi
başlanmıştır. 1321 ve 1322 seneleri efradının tefrik edilerek ve silahları
alınarak terhisleri hali hazırda mümkün değildir. “İstanbul’da bulunan sunuf-ı
askeriyenin ihracından sonra ikinci ve üçüncü ordular kuvve-i mertebesinin
İstanbul’a idhali hakkında teklif-i atufileri bu gün için kabil-i icra
görülemiyor. (…) Buradaki askeri terhis ile bir gaileye ve her bar hükümete
müracaat etmekte bulunan sefaretlerle binlerce ecanibin emniyet-i can ve malını
muhataraya ilka eylemek gibi gayet vahim ve neticesi ağır karşılıklara sebeb ve
mahal verilmemek için taraf-ı atufilerinden dahi aynı hissiyat ve mesleğin
tatbik ve takibi zımnında icab edenlere evamir ve talimat-ı katiye itası
(emirler ve kesin talimatlar verilmesi)” kesinlikle gereklidir. Ayrıca
düşündüğünüz tedbirin uygulanabilmesi için “dünkü gün verilen karar ve işar-ı
vechile Hassa Kumandanı Nazım Paşa’nın bilmuhabere (haberleşerek) tayin olunacak
bir mahalde zat-ı atufileriyle mülakat ve icra-yı müzakerat eyleyüp ve
müttefikan verilecek karar dairesinde hareket olunması ve aksi halde mahzurat ve
mazarrat-ı azime tevlidi melhuz olduğundan (sakıncalar ve büyük zararlar
doğacağı düşünüldüğünden) bunun mesuliyeti heyetçe deruhde ve kabul olunamaması
tabii idüğü meclisin karar-ı müzakeratı iktizasındandır” (MV, 127/7, 9 Nisan
1325).

Diğer taraftan tedbir yönünde yapılan çalışmalarda İttihat ve
Terakki Cemiyeti de aktif bir şekilde rol oynamış ve 14 Nisan 1909’da Selânik
Hürriyet Meydanı’nda bir miting düzenleyerek halkı harekete geçirmiştir. Bölgede
yaşayan hemen bütün unsurlardan (Türk, Rum, Sırp, Arnavut, Bulgar, Ulah,
Makedon, Ermeni ve Yahudiler) 20–30 bin kişi bu mitinge iştirak etmiştir. Bu
arada, Cemiyet vasıtasıyla Edirne’deki II. Ordu Kumandanı Salih Paşa ile
irtibata geçilmiş ve onların da İstanbul’a gönderilecek orduya katılmaları temin
edilmiştir. Burada tertip edilen ordunun kumandanı Mirliva Şevket Turgut Paşa,
kurmay başkanı Kolağası Kazım Karabekir olarak düşünülmüştür. Selânik’ten yola
çıkacak asker ve gönüllülerin kumandanlığını ise Ferik Hüseyin Paşa, kurmay
başkanlığını Kolağası Mustafa Kemal yürütecektir. Nihayet İstanbul yakınlarında
buluşacak bu birliklerin en üst düzeydeki kumandanlığını Mahmud Şevket Paşa ele
alacaktır. Bu orduya “Hareket Ordusu” denmesi genel kabul görmüş ve çeşitli
yerlerde bu ismin fikir babasının Mustafa Kemal Bey olduğu dile getirilmiştir.

Hareket Ordusu’nu oluşturan bu düzenli orduların yanında gönüllü
kuvvetler de yer almaktaydı. Bunların içinde Balkanlarda devleti meşgul eden
“Sandaniski, Paniça, Çircis, Kaptan Keta, Karayko” gibi çete reisleri
bulunmakta; hatta 700 kişilik bir “Musevî Taburu”ndan da bahsedilmektedir.
Meşrutiyet’in ilan edilmesinde önemli katkılar sağlamış olan asker kökenli
sembol kişilerin (Resneli Niyazi ve Eyüp Sabri gibi) katkılarının da hareketi
güçlendirdiği söylenebilir. Diğer taraftan, gayrimüslim unsurların ve çete
reislerinin böyle bir hareketin içinde İttihatçılar ve askeri erkân tarafından
kabul edilmeleri güç toplama ihtiyacından ziyade politik sebeplere
dayanmaktadır. Zira ordunun İstanbul’a yürümesiyle Selânik’teki askerî gücün
zayıflayacağı düşünülmüş olmalıdır. Bu sebeple Balkanlar’da hassas olan
dengelerin bozulmaması için böyle bir tedbire başvurulmuştur.

Nihayet, Binbaşı Muhtar Bey’in kumandası altında yer alan ilk
öncü birlikler Selânik’ten hareket edip (15 Nisan 1909) bir gün sonra Çatalca’ya
ulaşmış ve bunu haber alan Babıali’nin önde gelen devlet adamları durumu
endişeyle izlemeye başlamıştı. Meclis’te yapılan görüşmeler neticesinde bu
birliklerin bulundukları yeri terk etmemesi için çeşitli çareler düşünülmüştür.
“Tophane-i Amire Nazırı Ferik Hurşid Paşa, Erkânıharp Mirlivası Memduh Paşa,
Halep Mebusu Nafi Paşa, Üsküp Mebusu Said Efendi, Rize Mebusu Ahmed Bey ve Ders
Vekili Halis Efendi” gibi şahsiyetlerden oluşan bir heyet Çatalca’da heyecan
içinde bekleyen askerlere nasihat etmek üzere gönderilmiştir. Meclis-i Vükela
(MV), 126/55’da kayıtlı bir belgede “nesayih ve vesaya-yı mukteziyi ifası
zımnında” bahsi geçen heyetten başka Meclis azalarından on kişilik diğer bir
heyet dahi gönderildiği ifade edilmektedir. Diğer taraftan Tophane Nazırı Hurşit
Paşa ve mebus Ahmed Bey döndükten sonra mecliste yaptıkları açıklamada,
Selanik’ten gelen askerlerin asla düşmanca niyetleri olmadığına dikkat
çekmişlerdir. Ayrıca, komutanlar başkent, Kanun-i Esasi ve Meşrutiyet’in
tehlikede olduğuna dair bilgi aldıklarını belirtmişlerdir. Bu bakımdan,
güvenliğin somut bir şekilde korunması ve temini maksadıyla gelmekte
olduklarını, kendilerinin geri çevrilmelerine imkân bulunmadığını da ilave
etmişlerdir. Yalnız Dersaadet de bulunan askerlerin Selanik’ten gelen
meslektaşlarını iyi karşılamasıyla –bu kuvvetten istifade ile–huzur ve güven
ortamının temin edilmesi gerekmektedir. Bunun için, merkezde bulunan askerlerin
Hareket Ordusu mensuplarına karşı olumlu bir tavır içinde olmaları ve ulema
vasıtasıyla gelen askerlerin kendilerine taarruz edilmeyeceği yönünde telkinde
bulunulmasının icap edeceği Hurşid Paşa tarafından mecliste ifade edilmiştir.
Ayrıca, durum gereği müzakere sonrası Selanik’ten gelen askerleri İstanbul
haricinde Rami Kışlası arkalarında ve uygun görülecek mahallerde “tevakkuf edib
buradan gönderilecek kıta-yı askeriye tarafından selamlanması ve gelecek
taburların behemehal Hassa Ordusu kumandanının emr ve kumandasına tabi olması ve
Hassa kumandanının kumandasına girdikten sonra” askerlerin iskân ve
barındırılmaları hususu askeriyece yerine getirileceğinden ona göre tedbir
alınması gerekecektir. (MV, 126/62, 5 Nisan 1325).

Bu gelişmeler yaşanırken yapılan propagandalar karşılıklı
düşmanlıkları körüklemekte ve derinleştirmekteydi. Bu psikoloji içinde büyük bir
çatışma ve kan dökülmesi ihtimali de kaçınılmaz hale gelmekteydi. İttihatçılar
ülke çapında örgütlü olduğu için değişik bölgelerden gönderdikleri telgraflarda
üst yönetimin değiştirilmesini ve özellikle Tevfik Paşa’nın Sadaret’ten
uzaklaştırılıp yerine Hilmi Paşa’nın getirilmesini talep etmekteydiler.
Rumeli’den hareket eden ve gittikçe büyüyen ordu birlikleri 19–20 Nisan’da
İstanbul’un batısındaki yakın bölgeleri denetim altına almışlar, Makriköy
(Bakırköy) civarına kadar hâkim olmuşlar ve Ayastefanos (Yeşilköy)’ta karargâh
kurmuşlardır. Bu zamana kadar ciddi hiçbir karşılık görülmemesi sebebiyle
rahatlıkla İspartakule-Halkalı hattı ele geçirilmiş ve bu gelişmelerden cesaret
alan azınlıklara mensup bazı mebus ve temsilciler orduya katılma talebinde
bulunmuşlardır. Ancak bu taleplere olumlu cevap alamamışlardır.

Diğer taraftan, bu çaptaki bir ordunun maddi finansmanı önemli
bir sorundu ve bunun Makedonya’daki zenginler tarafından karşılandığı
bilinmektedir. Ordunun büyüklüğü nazara alınırsa hayli masraf yapıldığı
anlaşılmaktadır. Zira Hareket Ordusu’nun, askerî birliklerden oluşan 50 bin
kişilik kısmının yanında, gönüllülerden oluşan 20–30 bin kişilik mevcuduyla
(toplam 70–80 bin kişi) bu harekât yürütülmekteydi.

Bu arada, İstanbul’daki olayları ve Selânik’teki gelişmeleri
haber alan İttihatçıların sembol isimlerinden Enver ve Cemal Beyler yurtdışında
bulundukları görevlerden ayrılarak Yeşilköy’e gelip orduya katıldılar.

Bu olaylar yaşanırken İstanbul’da isyanın öncülüğünü yapan
askerlerin ve bunlara tabi olan silahlı neferlerin Hareket Ordusu’yla bir
çarpışmaya girmemesi için gerekli tedbirlerin alındığı bilinmektedir. Bu
doğrultuda bazı yetkililerden (hükümetten) bu topluluk nezdinde, Hareket
Ordusu’na karşı konulmaması için talepte bulunuldu. Bunun üzerine hükümet,
Dâhiliye, Harbiye ve Meşihat’tan bir heyet oluşturup isyancı askerleri itaat
ettirmek üzere gönderdi (19 Nisan). Bu arada Hareket Ordusu adına Ferik Hüseyin
Paşa tarafından Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi İzzet Paşa’ya ve İstanbullulara
hitaben bir beyanname neşredildi. Burada, Meşrutiyet’e karşı isyan olarak
düşünülen olaylara sebebiyet verenlerin şiddetle cezalandırılacağı, anayasanın
hükümsüz kılınmasının önündeki engellerin kaldırılıp yeniden bu düzenin temin
edileceğinin altı çizildi. Ayrıca, halka dokunulmayacağı, ordunun vatanın
selametinden başka bir şey düşünmediği belirtildi.2

Diğer taraftan Abdülhamid’in çevresinde yer alan üst düzey
bürokratlar gelişmelerin nereye varacağını kestirmiş olacaklar ki, “Çavuşların
İsyanı”na karşı meydana gelen fiili durumu bir hükümet darbesi olarak
okumuşlardır. Bundan dolayı, Hassa Ordusu Kumandanı Birinci Ferik Nazım Paşa ve
bazı kumandanlar, Selânik’ten gelen bu orduya karşı silahla karşı konulması için
Abdülhamid’i ikna etmeye çalıştılarsa da o, umum Müslümanların halifesi
olduğunu, bundan dolayı kardeşi kardeşe kırdıramayacağını belirtmiş ve teklifi
geri çevirmiştir. Aynı tutumunu isyanın bastırılmasında da gösteren padişahın,
olayların belli bir sürede durulacağına inandığı ve böylece mevcut durumdan daha
yaralayıcı bir olayın çıkmasını engelleyici bir yol izlediği tahmin
edilmektedir. Hatta Hareket Ordusu Ayestefanos’ta karargâh kurduğu günlerde
İngiltere kralı tarafından (Akdeniz’de bulunan donanmasıyla) yapılan yardım
teklifini, “Kral Hazretlerine teşekkürlerimi iblağa tavassutunuzu rica ederim.
Hiç fevkalade bir şey yok. O gelenler de benim evlatlarımdır” diyerek nezaketle
geri çevirmiştir. Her iki halde de şiddet kullanabilecek güce sahip olduğu
yolunda kanaatler mevcut olmasına rağmen Padişahın bundan kaçındığı
görülmektedir. Hareket Ordusu’nun gücünün gittikçe artması ve böylece
İstanbul’un üzerinde nüfuzunu pekiştirmesinin en önemli sebebi de hükümet ve
padişahın bu dengeli siyasetinden kaynaklanmıştır. Bu arada basın da mevcut
gelişmelerden etkilenerek kendisini isyancıların baskısından kurtarmış ve
güçlüden yana tavır değiştirmeye başlamıştır. Bununla beraber, Hareket
Ordusu’yla İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin birbirleriyle irtibatlı olduğu
hususunda basında yer alan haberler ordu yöneticilerini rahatsız etmiştir.
Bundan dolayı, tarafsızlıklarını ortaya koymak için bir açıklama gereği
duymuşlardır. Bu açıklamada, asayiş sorununu çözmekten başka bir amaçlarının
olmadığının altı çizilmiş ve askeri kuralların içinde hizmet göreceklerini,
siyasi işlerle ilgilenmeyeceklerini belirtmişlerdir. Nihayet İstanbul önlerinde
toplanan ordunun başına/komutanlığına Mahmud Şevket Paşa geçmiş ve Enver Bey’de
kurmay başkanlığına getirilmiştir (22 Nisan).

Hareket Ordusu’nun sağladığı “güven ortamı”ndan yararlanan
Mebusan ve Ayan meclisleri mensupları, ordunun karargâh merkezine yakın bir
yerde bulunan Yeşilköy Yat Kulübü’nde Meclis-i Umumî-i Millî adı altında
toplandı. Ancak buradaki toplantılarda bu Milli Meclis’in iradesinden ziyade
Hareket Ordusu yöneticilerinin iradesi geçerli hale gelmiş, engel olarak görülen
padişahın aleyhinde bir hava oluşmaya başlamıştı. Mahmud Şevket Paşa, İstanbul
halkına yaptığı duyurularda daha dikkatli bir üslup kullanmayı tercih ederek
padişaha bağlılığını ifade etmiş, ayrıca asayişin ve düzenin sağlanması için de
gerekli kanunların Meclis tarafından çıkarılması gerektiğinin altını çizmiştir.

Bu arada Hareket Ordusu’nun faaliyetleri İstanbul’un içine doğru
yayılmaya başlamış; daha doğrusu komutanlar zamanın geldiğini düşünerek
teşebbüse geçmişlerdir. Önce Davutpaşa Kışlası’na el konulmuş, daha sonra bütün
birlikler ve gönüllüler hedefe doğru planlı bir şekilde ilerlemişler ve nihayet
muhtelif kollardan (Sirkeci, Aksaray, Edirnekapı, Beyoğlu) şehrin içine girerek
asilerin yoğunlaştığı direnç noktalarına karşı planlı bir şekilde sıcak temasa
geçmişlerdir (22, 23, 24 Nisan). Bu arada bazı bölgelerde çıkan küçük çaplı
çatışmalar bastırılmış, kışlalar ve Harbiye Nezareti ele geçirilmiştir. Aynı
şekilde Yıldız Sarayı’na da girilmiş, ancak burada bir direnişle
karşılaşılmamıştır (24 Nisan). Bu gelişmeler yaşanırken Kadıköy yakasında da
(Kızıltoprak istasyonu civarı) Hareket Ordusu aleyhinde nümayişler yapılmıştır.
Daha sonra bu nümayişin tertipçisi olarak Divan-ı Harb tarafından suçlu bulunan
asker emeklisi Mustafa Bey sürgüne gönderilmiştir (ZB, 332/95). Böylece duruma
hâkim olan komutanlar, bir gün sonra (25 Nisan) İstanbul ve çevresinde
sıkıyönetim ilan etmek mecburiyetinde kalmışlardır.3 Bu faaliyetler esnasında
fazla bir direnç göstermeyen veya gösteremeyen isyancılarla girişilen
çatışmalarda Hareket Ordusu’ndan 49 kişi ölmüş, 82 kişi yaralanmıştır. İsyancı
birliklerin ise ölü sayısı 230, yaralı sayısı 475 kişiyi bulmuştur.

Hareket Ordusu Kumandanlığı tarafından, çatışmaların büyümemesi
ve olayda dahli olmayanların tarafgirlik veya başka saiklerle zarar görmemesi,
daha doğrusu keyfi uygulamaların önlenmesi için bir takım tedbirler alınmaya
çalışılmıştır. Her kim olursa olsun bir şahsın gözlem altına alınması veya
tutuklanması, Hareket Ordusu ile icra kuvvetinden başka bir kuvvet tarafından
yapılmaması bahsi geçen komutanlık tarafından açıkça beyan edilmiştir [ZB,
628/65; 628/66; 628/69, (14 Nisan 1325)].

Olaylar kontrol altına alındıktan sonra Avcı Taburları ile Hassa
Ordusu mensupları suçlu görülmüş ve angarya olarak yol inşaatında çalıştırılmak
üzere Rumeli’ye sevk edilmiştir. Bunun yanında Meclis’in bir toplantısında
cereyan eden müzakerelerin sonucunda, daha ziyade İttihatçılar ve Said Paşa’nın
etkisiyle (27 Nisan) Abdülhamid tahttan indirilmiş ve yerine Şehzade Mehmed
Reşad Efendi tahta çıkarılmıştır. Böylece harekât amacına ulaşmış olduğundan
bunun meydana getirdiği neticenin muhafazasının da tedbirleri alınmaya
başlanmıştır. Bu maksatla Mahmud Şevket Paşa Birinci, İkinci ve Üçüncü orduların
müfettişliğine tayin edilmiş (15 Mayıs 1909) ve Paşa’ya hükümetin ve Harbiye
Nezareti’nin tasarrufu dışında sınırsız yetkiler tanınmıştır.

Bu arada Tophane Nazırı Hurşid Paşa Divan-ı Harb-i Örfi reisi
seçilmiş ve sıkıyönetim mahkemeleri kurularak olayda suçlu görülenler
yargılanmaya başlanmıştır. Buna bağlı olarak kurulan üç tahkik heyeti isyana
karışanları araştırıp gerekli raporları hazırlamış ve anlaşıldığına göre
olaylara karışan askerlerin bu harekete ne maksatla katıldıklarını dahi
bilmedikleri ortaya çıkmıştır. Neticede, Abdülhamid’e bağlı paşalar sürgüne
gönderilmiştir. Bu gelişmeleri değerlendiren İttihatçıların kendilerine rakip
olabilecek bütün siyasi grupları etkisiz hale getirmeyi başardıkları
söylenebilir. İsyanı bastıran Hareket Ordusu mensupları; subayları ve neferleri
taltif edilmiş, ölenlerin ailelerine maaş bağlanması kararlaştırılmıştır.

Hareket Ordusu Kumandanlığı, daha önce İttihatçılara taraftar
olan hükümetlerin düşünüp de gerçekleştiremediği Tasfiye-i Rüteb Kanunu’nu
tanzim ettirerek uygulamaya koydurmuştur. Ayrıca, Yıldız Sarayı Evrak-ı Tedkik
Komisyonu kurulmuş ve bu komisyonda Meclis-i Ayan’dan Galib, Meclis-i
Mebusan’dan Halil, Trablusgarb Mebusu Ferhad, Kaymakam Sadık, Binbaşı İhsan
Beyler gibi şahsiyetler görev almışlardır. Yıldız Sarayı’nda yapılan aramalar
sonucu elde edilen bütün dokümanlar incelenmiş, 330 sandık jurnal Mahmud Şevket
Paşa’nın emriyle Harbiye Nezareti avlusunda –az bir kısmı hariç– yakılmıştır.
Ayrıca, Abdülhamid’in mallarına el konularak Selânik’e sürgün edilmiş ve Alatini
Köşkü’nde ikamet ettirilmiştir.4 Nihayet Mayıs ayından itibaren Hareket
Ordusu’na katılan birlikler Rumeli’ye gönderilmeye başlanmış ve en son Eylül’de
sevk edilenlerle görev tamamlanmıştır. Aynı yıl içinde –yaklaşık üç ay sonra–
asayiş ve emniyet konusunda endişeler ortadan kalktığı için Meşrutiyet’in
yıldönümü (10 Temmuz 1325) münasebetiyle halka karşı daha yumuşak ve adil
davranılması gerektiğinin altı çizilmiş, yaraların sarılması yönünde bir
politika geliştirmenin toplumun huzuru için gerekli olduğu anlaşılmıştır.5

İsyanın bastırılmasında görev alanlar hükümet tarafından takdir
edilmiştir. “Muhatara-i azimeye düşen vatan-ı mukaddesemizi bir izmihlal-i
muhakkaktan kurtarmaya muvaffak olan” Hareket Ordu mensuplarının –hizmetlerine
“bir nişan-ı takdir ve şükran” olmak üzere– bütün efrada gümüş, zabitana “11
Nisan 1325” tarihli birer madalya verilmesi, şehid olanların ailelerine maaş
tahsisi kararlaştırılmıştır. Ayrıca, III. Ordu ve Harekat Ordusu Kumandanı
Mahmud Şevket Paşa için diğerlerinden farklı özel bir madalya imal ettirilmesi
talep edilmiştir (MV., 127/44, 128/75, 30 Nisan-3 Temmuz 1325).

Olaylarla İlgili Değerlendirme ve Sonuç

31 Mart olayları esnasında hükümet dağılmış, bazı mebuslar ve
askerler öldürülmüştü. Adeta “bütün silahlı kuvvetler” Hamdi Çavuş adındaki bir
askerin emir ve kumandası altına girmişti. Bu arada Prens Sabahaddin olayları
yatıştırıcı faaliyetler içine girmiş ve Meşrutiyet’in tehlikeye düşmemesi için,
kendi anlayışına göre askerler arasında çeşitli temaslarda bulunmuştu. (Bu
temaslarda, Meşrutiyet tehlikeye girecek olursa Yıldız Sarayı’nın dahi topa
tutulabileceğinden bahsedilmektedir) Bunun yanında Cemiyet-i İlmiye-yi İslâmiyye
de beyannameler neşretmişti. Din ulemasının bu “cüretkârane” davranışı da
takdire şayan bulunmuştur.

Nitekim 31 Mart patlak verdikten sonra birçok din bilgininin
olayları yatıştırmanın çarelerini aradıkları bilinmektedir. Hatta Divan-ı Harbi
Örfi’de yargılanan ve beraat eden Bediüzzaman’ın isyanı önlemek için hamal
hemşerileri ve avcı taburları üzerinde yapmış olduğu telkinlerin kısmen etkili
olmasına rağmen umumi olarak olayların sükunete kavuşturulması mümkün
olmamıştır. Nedense olayın bu yönü belli araştırmacılar tarafından görmezden
gelinmiştir. Hatta Volkan gazetesinde dahi bu minval üzere birçok yazı
yayınlanmıştır. Fakat bunlar yok farz edilmiş, maksadını aşan bazı ifadeler
tahrik vesilesi sayılmıştır.

Ayrıca İttihatçılara muhalif olarak bilinen Mîzancı Murad,
Serbestî gazetesi sahibi Mevlanzade Rıfat, Sabah gazetesinden Ali Kemal Beylerle
Volkancı Vahdetî gibi şahsiyetler Beyoğlu’nda, Kroker otelinde toplanarak,
asilere karşı hareket tarzı ve Meşrutiyet’in korunması için ne tür tedbirlerin
alınması gerektiği konusunda fikir alışverişinde bulunmuşlardır. Neticede,
birçok cemiyetin mümessilleri tarafından şu kararlar alınmıştır: Meşrutiyet’i
savunmak, gazete yayınlarını buna göre tertip etmek, Meclis’in tehdit altına
alınmasına meydan vermemek ve bunun gerçekleşmesi için bir encümen teşkil etmek.

Daha sonra, Hareket Ordusu olaylara el koyduğunda İttihat ve
Terakki Merkez-i Umumîsi bütün fırkaları lağvetmiş ve bazı muhalifler tevkif
edilmiştir. Ayrıca, İttihatçılara muhalif olarak tanınan etkili şahıslar olayla
ilişkili gösterilip tevkif edilmiştir. Bir kısım muhalifler kendilerine bu
kargaşada bir zarar geleceğinden korktukları için yurdu terk etmek zorunda
kalmıştır. Neticede, “Hilafet ve padişahlık hakları tamamen Merkez-i Umumî’de
temerküz etmiştir.”

31 Mart Vak’ası’nın bastırılmasından sonra İttihatçıların önünde
büyük ölçüde engel kalmamış ve Bâb-ı Âli bürokrasisi de partinin hakimiyetine
girmiştir. Artık İttihat ve Terakki mensupları kendilerini vatanı kurtaran bir
partinin mümessilleri olarak görebiliyorlar ve bu partiye karşı çıkanları daha
rahat bir şekilde “hain” olarak vasıflandırabiliyorlardı. Böyle bir anlayışın
hakimiyeti altında 31 Mart olayları değerlendirildiğinde, meselenin gerçek
yüzünü anlamak hayli zor olsa gerek. Ancak, İttihatçı liderlerin uyguladıkları
siyaset, toplumda bir aksülamel meydana getirmiş ve doğal olarak ordu içinden
buna karşı bir tepki oluşmuştu. Askerler arasında meydana gelen isyan
teşebbüsüne halkın da temayül göstermesinin bir sebebi, Hasan Fehmi Bey’in
katledilmesi ve failin bulunamamasıydı.

Olayları bastıran gücün padişahı sorumlu tuttuğu bilinmektedir.
Bu konuda, en azından olayları önlemediği yolunda suçlama yapılmaktadır. Ancak,
Abdülhamid’le yakın temasta bulunan yerli ve yabancı diplomat ve siyasetçilerin
onun son derece etkileyici bir kişiliğe sahip olduğunu belirtmektedirler. Güçlü
bir hafızaya sahip olması, olayları uzun zaman geçse de ayrıntılı bir şekilde
hatırlamasını sağlamakta idi. Ancak, şüpheci tutumu en küçük bir ihbarı bile
tahkik etmeye kendini sevk etmekte idi. İnsanlara karşı müşfik olmanın yanında,
belki de günlük siyasetin gereği olarak ayak oyunlarına da girebilmekte idi.
Bununla beraber, şu da bir gerçektir ki, dâhilde şiddet kullanmaktan her zaman
çekinmiş, bunu ülke bütünlüğü açısından mahzurlu görmüştür. 31 Mart isyanında,
zecrî tedbirler alamamasının sebebi böyle bir yönetim anlayışına sahip olmasına
bağlanabilir. Ancak, olaylarda dahli olmadığı bilinmesine rağmen tahttan
indirilmiştir. Hâlbuki Meşrutiyet’e sadık kalacağına dair ettiği yeminden
caymadığı konusunda da kuvvetli bir kanaat mevcuttur.

31 Mart’la pekişen “tekelci” politikalar sonucunda muhalefet
fiilî olarak ortadan kaldırıldı. Bundan sonra iktidarı eleştirmek 31 Martçı
damgasını yemekle yüz yüze gelmek demekti. Dr. İbrahim Temo ve Dr. Abdullah
Cevdet gibi İttihat ve Terakki’nin isim babaları bile bundan “nasibini”
alacaklardır. Diğer taraftan Mart 1911’e kadar devam eden sıkıyönetim sayesinde
Mahmud Şevket Paşa’nın etkisi yoğun bir şekilde devam etmiştir.

Kaynakça

Başbakanlık Osmanlı Arşivi

Dahiliye Nezareti Emniyet-i Umumiye Tahrirat (DH. EUM. THR).

Meclis-i Vükela (MV).

Zabtiye (ZB).

Yıldız Esas Evrakı (Y.EE).

Kitap ve makaleler

Ahmed Rıza Bey’in Anıları, İstanbul: Arba Yayınları, 1988,
s. 36.

Ahmed İzzet Paşa. Feryadım, c. I, İstanbul: Nehir Yayınları,
1992, s. 75.

AKŞİN, Sina. 31 Mart Olayı, Ankara Üniversitesi Siyasî
Bilgiler Fakültesi yayınları, 1970, s. 26.

AKŞİN, Sina. Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, İstanbul:
Remzi Kitabevi, 1987, s. 178.

Ali Cevat Bey, İkinci Meşrutiyetin İlanı ve Otuzbir Mart
Hâdisesi/Ali Cevat Bey’in Fezlekesi, Yayına Hazırlayan: Faik Reşit Unat, TTK.,
1991, s. 52.

BADILLI, Abdülkadir. “Bediüzzaman Said Nursi Mufassal
Tarihçe-i Hayatı,” İstanbul, 1998, s. 287-305

BALİ, Rıfat N. “31 Mart Vakası ve Hareket Ordusu’ndaki
Yahudi Taburu”, Musa’nın Evlatları Cumhuriyet’in Yurttaşları, İstanbul: İletişim
Yayınları, 2005, s. 53–81.

BAYAR, Celal. Ben De Yazdım Milî Mücadeleye Gidiş, c. I,
İstanbul: Baha Matbaası, 1967, s. 143, 155, 165, 180.

DANİŞMEND, İsmail Hakkı. 31 Mart Vak’ası, İstanbul Kitabevi,
1961.

Şerif Paşa. Bir Muhalifin Hatıraları İttihat ve Terakkiye
Muhalefet, İstanbul: Nehir Yayınları, 1990, s. 44–49.

Derviş Vahdeti. “Halife-i İslam Abdülhamid Han Hazretlerine
Açık Mektup”, Volkan, 1/14 Nisan 1325/1909, no. 104.

EROĞLU, Nazmi. “31 Mart Vak’ası’nın oluşumunda
İttihatçıların Etkisi ve Bazı Yanılgılar”, 1908’den Günümüze Milli İradenin
Kuşatılması, İstanbul: Bir Harf Yayınları, 2004, s. 19–56.

HANİOĞLU, Şükrü. “İttihat ve Terakki Cemiyeti”, Diyanet
İslâm Ansiklopedisi (DİA), c. XXIII, s. 483.

Hasan Amca. Doğmayan Hürriyet Bir Devrin İçyüzü 1908–1918,
İstanbul: Arba Yayınları, 1989, s. 81–93.

KARABEKİR, Kazım. İttihat ve Terakki Cemiyeti 1896–1909,
İstanbul: Emre Yayınları, 1993, s. 444–463.

KOCAHANOĞLU, Osman Selim. Derviş Vahdeti ve Çavuşların
İsyanı 31 Mart Vak’ası ve İslâmcılık, İstanbul: Temel Yayınları, 2001.

KOLOĞLU, Orhan. İttihatçılar ve Masonlar, İstanbul: Gür
Yayınları, 1991, s. 199–202.

KURAN, Ahmet Bedevi. İnkılap Tarihimiz ve Jön Türkler,
İstanbul: Tan Matbaası, 1945, s. 276–277, 279.

KURAN, Ahmet Bedevi. İnkılap Tarihimiz ve İttihat ve
Terakki, İstanbul: Tan Matbaası, 1948, s. 253–256.

KUTAY, Cemal. Şehit Sadrazam Talat Paşa’nın Gurbet
Hatıraları, c. II, İstanbul: Kültür Matbaası, 1983, s. 521–522, 543–544.

Mizancı Murad. II. Meşrutiyet Dönemi Anıları, Latin
Harflerine Çeviren: Celile Eren Argıt, İstanbul: Marifet Yayınları, 1977, s.
183–185.

PAKALIN, Mehmet Zeki. Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri
Sözlüğü, c. I, İstanbul: Milli Eğitim, 1983, s. 740-742.

TÜRKMEN, Zekeriya. “Hareket Ordusu”, Diyanet İslam
Ansiklopedisi (DİA), c. XXVI, 1997, s. 125–127.

UZUNÇARŞILI, İ. Hakkı. “II. Sultan Abdülhamid’in Hal’i ve
Ölümüne dair Bazı Vesikalar”, Belleten, c. X, sayı: 40, TTK., 1946, s. 705-707,
716.

YALÇIN, Hüseyin Cahit. Siyasal Anılar, İstanbul: İş Bankası
Yayınları, 1976, s. 143-144.

Yunus Nadi. İhtilal ve İnkılâb-ı Osmanî 31 Mart–14 Nisan
1325/ Hadisat, İhtisasat, Hakaik, Dersaadet, 1325.

Öz

Abdülhamid’in otuz üç sene süren iktidarının sonlarına doğru
Jöntürkler’in kurduğu Osmanlı Hürriyet Cemiyeti Selânik ve çevresinde
teşkilatlanmış ve bu yapının içinde birçok subay da yer almıştır. Daha sonra,
Paris’te faaliyetini sürdüren ve liderliğini Ahmed Rıza’nın yürüttüğü gurupla
bahsi geçen cemiyet, İttihat ve Terakki adı altında, Dr. Nazım’ın öncülüğü ve
çalışmaları sonucu birleştirilmiş ve cemiyetin faaliyetlerini yoğunlaştırmasıyla
Abdülhamid Meşrutiyet’i yeniden ilân etmek zorunda kalmıştır. Bundan sonra
konumlarını pekiştirmek ve Meşrutiyet’i korumak isteyen İttihatçılar,
“Nigehban-ı Hürriyet” (Meşrutiyet’in/özgürlüğün bekçileri) unvanı verdikleri
Avcı Taburları’nı Cemiyet adına Rumeli’den İstanbul’a getirmişler ve Taşkışla’da
yerleştirmişlerdir. Bu çalışmada bahsi geçen kuvvetlerin başlattığı 31 Mart
Olayı ile bu ayaklanmayı bastıran Hareket Ordusu’nun ortaya çıkış sebepleri
incelenmektedir.

Anahtar kelimeler: 31 Mart Olayı, Hareket Ordusu, 2.
Meşrutiyet, İttihat ve Terakki Cemiyeti

Abstract

The Ottoman Freedom Society has been established by Jeune Turcs
around Thessaloniki and towards the end of the 33 years endured rule of
Abdülhamid. Many officers participated within this society. This society was
combined with the group leaded by Ahmed Rıza and active in Paris under the
rubric of Union and Progress. This combination process was leaded by Dr. Nazım.
Due to the rise in the activities of this new committee, Abdülhamid had to
declare the constitutional period again. After this, the Unionists desiring to
reinforce their statuses and to keep the Constitution, brought the Hunter
Battalions called as Nigehban-ı Hürriyet (the guardians of freedom) from Rumeli
to Istanbul and emplaced them in Taşkışla. This study investigates the affair of
31st March caused by these battalions and the reasons for the emergence of
Movement Army that quelled this uprising.

Key words: 31st March Affair, Movement army, 2nd
Constitution, Committee of Union and Progress

Dipnotlar

1. Bununla beraber başka belgelerde “ihtilal”, “hareket-i
ihtilaliye”, “harekât-ı iğtişaşiye” “vakıa-i ihtilaliye”, “hadise-i ihtilaliye”
tabirleri de kullanılmaktadır (ZB, 414/66, 3, 13, 20. varak; 604/56; 496/7;
442/66, Mayıs-Temmuz 1325; DH. EUM. THR, 2/28, 3. varak). Ayrıca olayların
yaşandığı esnada Meclis-i Vükela zabıt varakasında geçen “Dersaadet Hadisesi”
ifadesi, olaya daha tarafsız bir yaklaşımı ortaya koymaktadır (MV, 126/62, 5
Nisan 1325).

2. Hüseyin Hüsnü Paşa’nın beyanatının özünü teşkil
edebilecek şu ifadeler dikkat çekicidir: “Hareket ordusu’nun maksat ve vazifesi
hükümet-i meşrua-i meşrutamızı hiçbir kuvvetin sarsamayacağı surette tersin
etmek ve sırf kuvvet-i şeriat-ı garra ile müeyyet bulunan Kanun-ı Esasi’nin
fevkinde hiçbir kanun ve hiçbir kuvvet olmadığını ve olamayacağını isbat eylemek
ve meşrutiyet-i meşruamızın istikrarından memnun olmayan vatan ve millet
hainlerine son ve kat’i bir ders-i intibah vermektir.” (Pakalın, s. 741)

3. “Harbiye Nezareti Dairesi’nde bulunan Üçüncü Ordu Hareket
Ordusu Kumandanı atufetlü Mahmud Şevket Paşa Hazretleri tarafından İstanbul ve
Bilad-ı Selase ile Çatalca ve İzmid sancaklarında ve Adalarda ve Kartal ve
Gegbuze (Gebze) ve Beykoz ve Çekmece kazalarında idare-i örfiye ilan edilmesi
teklif olunmuş ve bu hususa Heyet-i Vükela zaten müttefik (…) bulunmuş olmakla
idare-i örfiyenin hemen ilanı lazım gelmiş (…)” (Y.EE, 3/2, Eski Tasnif
Numarası: 6–82/1754, 12 Nisan 1325).

4. “Abdülhamid’in Selanik’e sevki için harcanan bin lira ile
ikameti için kiralanan Alatini köşkünün kiracısı Robilan Paşa tarafından terk
edilen eşya ile iki aylık kira için talep edilen dokuz yüz liranın ve daha sonra
vuku bulacak masrafların ödenmesi (29 Nisan 1325). Askeriyece ödenen iki bin
liranın Hamid’in ele geçen paralarından ödenmesi ve kendisi, ailesinin her türlü
masraflarına kumandanlıkça nezaret olunmak ve yirmi yaşından aşağı evladının
tahsisatı için Mayıs ayının başından itibaren aylık bin liranın hazineden
verilmesi” (MV., 127/49).

5. Konuyla ilgili belgede şu hususlara yer verilmektedir:
Müessif ihtilal hadisesinde hükümetin şeklini değiştirmeye teşebbüs, bazı
vekilleri, memurları ve subayları katl, ayrıca yağmacılık edenler kısmen meydana
çıkarılarak cezaları verilmiştir. Bununla beraber, payitahtta ahalinin bir kısmı
cehalet sebebiyle isyancılara kanmış oldukları tetkikat ve muhakemeler
neticesinde anlaşılmasıyla 10 Temmuz mukaddes gününde vatanın her tarafında
icra-i sürûr ve şadumanî edilirken Dersaadet ahalisinden birçok aile efradının
meyus bir halde kalmaları adalete uygun düşmemektedir. Hadiseye iştirak
edenlerin kanun önünde gerekli işlemleri yapıldığından, artık 31 Mart
Va‘kası’ndan dolayı memleketin her tarafında hiç bir kimse hakkında takibat veya
sual vaki olmaması gerekmektedir (ZB, 604/56, 9 Temmuz 1325).