Bediüzzaman Said Nursi, Meşrutiyet, Cumhuriyet ve Demokrasi İçerisinde İfade Edilen Hürriyet Mücadelesinin ve Demokratikleşme Sürecinin Öncüsüdür
Konu başlığımızın içinde yer alan kelimelerden bir tanesi
“meşrutiyet”. Tabi meşrutiyetin neye tekabül ettiği konusunda çok fazla bilgi
verilmiyor bizim mekteplerimizde ve kültürümüzde. Ve böyle geçiştirilen ve
hakkında bilgi sahibi olunmayan o dönemle ilgili bilgiler; daha çok Osmanlı’yı
kötüleme bağlamında anlatıldığı kuru bilgiler olarak anlatılıyor. Yani
okullarımızda İnkılap Tarihi dersleri vardır ve zorunlu olarak okutulur; ama
Demokrasi Tarihi dersi yoktur mesela. Yani bu dahi başlı başına eğitim
sistemimizin ne kadar demokrasiden uzak bir yapıya oturtulduğunu gösteren en
çarpıcı örneklerden birisi olsa gerek. Aslında Meşrutiyet 100 sene öncesinin
kavramı değil. Cengiz Bey söyledi, 1. Meşrutiyet aşaması var. Ondan önce Sened-i
İttifak var, onun hazırlayıcı aşaması olarak ve aslında bugün de işi bilenler
tarafından konuşulan ve canlı bir gündem olarak sözü edilen bir kavram. Hatta
geçen sene 22 Temmuz seçimlerinden sonra bazı siyaset bilimciler, sosyal
bilimciler bu seçim sonucuyla beraber Türkiye’de 3. Meşrutiyet döneminin
başladığını ifade ettiler. Böyle bir yorum yaptılar. Tabi onların kastı
meşrutiyet kelimesini kullanarak- Meşrutiyet’te padişahlık vardı- şimdi de; yani
seçimlere rağmen, demokratik sisteme geçilmiş olmasına rağmen bu seçimleri
kullanarak, arkalarına aldığı halk desteğini kullanarak bazı insanlar yeniden
padişahlık sistemini ihya edecekler gibi bir önyargıya, peşin hükme dayanıyordu
bu değerlendirmeler. Ancak Bediüzzaman’ın 2. Meşrutiyet döneminde yapmış olduğu
yorumlara, çeşitli kesimlere- ulemaya, medrese talebelerine, Şark’taki
aşiretlere, mebuslara, milletvekillerine- anlattığı prensiplere ve
değerlendirmelere baktığımız zaman böyle bir şey mümkün değil; yani isteyenler
olsa dahi mümkün değil. Çünkü istibdat, geçmiş çağların bir yapılanmasıydı,
kurumuydu, yönetim biçimiydi. Yeni girilen çağda bu mümkün değildir. Bunu 100
sene evvel söylüyor Bediüzzaman. Divan-ı Harbi Örfi isimli eserinde ve Münazarat
isimli eserinde bunun çok çarpıcı ifadelerini bulmak mümkün. Eski çağda
hükümferma olan istibdadın tek görüş hakimiyetine, tek adam hakimiyetine
dayandığını ve o dönemlerdeki belirleyici özelliklerden birinin de kuvveti hakim
kılan hakimiyeti kuvvete istinat ettiren bir anlayış olduğunu söylüyordu ve
kimin kalbi katı, kılıcı keskinse o hükümferma idi. Ama yeni çağ farklı. Yeni
çağda kuvvetin yerini hak, akıl, marifet, bilgi ve kamuoyu almıştır, diyordu ve
yeni dönemde devleti idare etmek için eski dönemden farklı olarak “kalb-i
millet” hükmünde olan bir meclis-i mebusan’ın, fikr-i ümmet makamında olan
meşveret-i şer’iye’nin ve medeniyetin kılıcı ve kuvveti mesabesinde bulunan
fikir hürriyetinin, hürriyet-i efkarın artık geçerli olduğunu söylüyordu. 100
yıl sonra geldiğimiz aşamada bu hakikatler, bu gerçekler, değerlendirmeler çok
daha fazla geçerlidir. Bir başka şey, Meşrutiyet’e, sonraki aşamalarda,
Cumhuriyet ve demokrasi olarak daha ileri bir tekamül süreci içerisinde gelişen
bir sürecin aşamalarından birisi olarak bakıyordu. Bediüzzaman, Meşrutiyet için
yapmış olduğu tariflerin, değerlendirmelerin- daha sonra 1950’li yıllarda o
tarifleri yaptığı eserlerini tekrar neşrederken- cumhuriyet ve demokrat
manasındaki meşrutiyet ifadesiyle, cumhuriyet ve demokrasi için de geçerli
olduğunu söylüyordu. Hatta “meşrutiyet ki, adalet, meşveret ve kanunda inhisarı
kuvvetten ibarettir” şeklinde yaptığı tarifi daha sonra “cumhuriyet ki, adalet
ve meşveret ve kanunda inhisarı kuvvettir” şeklinde güncellemişti. Bu itibarla
Bediüzzaman’ın bu konuya yaklaşım biçiminde bir çelişki de yok ve bir bütünlük
arz eden sürecin birbirini tamamlayan aşamalarından bahsetmek var. Burada tabi
bir parantez açarak 3. Meşrutiyet değerlendirmesini yapan ve demokratik
seçimlerden çıkan sonucun Türkiye’yi böyle bir döneme götüreceğini iddia eden
anlayışın ki, o anlayış; cumhuriyeti 1920’li, 30’lu, 40’lı yıllarda uygulanan
bir amansız tek parti diktası, bir tek parti zihniyetinin diktası olarak
algılayan bir anlayış, bu değerlendirmeyi yapıyor ve enteresandır, meşrutiyete
de soğuk bakıyor, padişahlık sistemi geri gelecek, gelebilir korkusuyla veya
vehmiyle, demokrasiye de son derece uzak duruyor. Çünkü demokrasiden hiçbir
zaman kendisine destek verecek, sandıktan kendisini destekleyecek bir sonucun
çıkamayacağını görmüş olmanın vermiş olduğu ümitsizlik içerisinde. Şimdi bu
zihniyet, 48. vefat yıldönümünde rahmetle bir kez daha andığımız ve bu konuyla
ilgili görüşlerinin bir kısmını anlatmaya çalıştığımız, konuşmaya çalıştığımız
Bediüzzaman Said Nursi için de böyle kalıplaşmış bir suçlama, klişeleşmiş bir
suçlamayı sürekli tekrarlar. Der ki: “Bediüzzaman Cumhuriyet karşıtıydı,
Cumhuriyet düşmanıydı.” Hiç alakası yok. Tam tersine Bediüzzaman, yine bu
ithamla yargılandığı Eskişehir Mahkemesi’nde 1935’te mahkeme heyetine dindar bir
cumhuriyetçi olduğunu gayet açık ve net ifadelerle ve Asr-ı Saadet’ten
örneklerle ifade edebilmiş bir insandı. Onun Meşrutiyet’in ilanından 1960’da son
nefesini verdiği ana kadar ortaya koymuş olduğu profil, bize şunu söyleme
imkanını veriyor. Bediüzzaman Said Nursi, Cumhuriyet karşıtı veya düşmanı olmak
şöyle dursun; meşrutiyet, cumhuriyet ve demokrasi içerisinde ifade edilen
hürriyet mücadelesinin ve demokratikleşme sürecinin öncüsüdür. Ve ortaya koymuş
olduğu fikirlerle bu sürecin sağlıklı bir zemine oturtulmasının,
geliştirilmesinin parametrelerini vermiştir. Rehberliğini yapmıştır. Şimdi Said
Nursi’nin tabi çok yönlü bir alim olarak anlatılması gereken veya anlaşılması
gereken evvela, bir çok boyutu var, bir çok vechesi var. Demin, Mehmet Altan
Bey’in söylediği üretim; yani üretim, hukuk, demokrasi ilişkisi bağlamında
söylediği şeye de ışık tutan 100 sene öncesine ait ifadeleri var. Bunun en çok
akıllarda kalan, en çok söylenen hatta vecize halinde tekrarlanan ifadelerinden
birisi “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı;
san’at, marifet, ittifak silahıyla cihat edeceğiz”dir. Bu bir çok şeyi özetliyor
veya her şeyi özetliyor belki. Bizim düşmanımız cehalet, zaruret (fakirlik) ve
ihtilaftır (ayrılık) ve bu üç düşmana karşı san’at (sanayi, kalkınma) marifet,
(bilgi, eğitim) ve ittifak silahıyla cihat edeceğiz. Yani düşmanı dışarıda
aramaya gerek yok. Esas düşman bunlar ve bunlarla cihat kavramına böyle bir
tarif getiriyor ayrıca. Buna da dikkat etmek lazım. Cihat denilince, böyle eline
silah almak, bomba atmak, intihar saldırılarında bulunmak gibi anlaşılır veya o
şekilde kasıtlı olarak anlatılır bir dünyada yaşıyoruz. Bediüzzaman’ın yapmış
olduğu cihat tarifinin önemli boyutlarından birisi bu ifadelerinde kendisini
gösteriyor ve bir başka şey daha söylüyor Bediüzzaman. Bir başka önemli kavramı
daha getiriyor Müslümanların gündemine: Manevi cihat. Onun için 11 Eylül
saldırıları sonrasında daha da yoğunlaşan bir şekilde şiddetlendirilerek bu
cihat kavramı etrafında yürütülmek istenen gerçeği, saptırıcı bir takım
propagandalara karşı verilecek en doğru cevap, Müslümanların vermesi gereken
doğru cevap işte bu ifadelerdedir. Şimdi Bediüzzaman’ın 2. Meşrutiyet döneminde
fikirlerini ifade ederken İslam’la demokrasiyi, şeriatla meşrutiyeti
bağdaştıran; meşrutiyetin, yani cumhuriyetin, yani demokrasinin temellerini
İslami referanslarla izah etme çabalarını sürdürürken son derece aktif dinamik
bir gayret faaliyet içerisinde olduğunu da görüyoruz. Toplumun değişik
kesimlerine bu gerçekleri anlatmak için çok çalıştığını görüyoruz. Demin
pogramdan önce Cengiz Bey’le sohbet ederken dedi ki: “Avrupa Birliği reformları
ile ilgili olarak geçmiş dönemin başbakanlarından biriyle konuşuyorduk, ona
dedim ki: Bu Avrupa Birliği meselesinin camilerde, hutbelerde, anlatılması
gerekmez mi?” Şimdi maalesef bizim hutbelerimiz, özellikle 28 şubat sürecinden
sonra çok farklı bir yere geldi. Merkezi hutbeler, hazır hutbeler ve toplumun
belki önemli problemlerine temas eden hutbeler de veriliyor; ama esas ihtiyaç
olan, esas bilinmesi gereken kafaların karışık olduğu ve insanların sorularına
cevap istedikleri konularda cevap veren, onları rahatlatan izahların camilerde,
hutbelerde, vaazlarda anlatıldığını söylemek mümkün değil. Tam tersine o kadar
garip şeyler oluyor ki, bırakın demokrasiyi, hürriyetleri anlatmak, meşrutiyeti
anlatmak; resmi ideolojinin figürlerine yer veriliyor. Ama Said Nursi,
Meşrutiyet döneminde camilerde, bakın yerinden okuyorum. İstanbul’un büyük
camileri, Ayasoyfa (o zaman cami), Beyazıt’ta, Fatih’te ve Süleymaniye’de umum
ulema ve talebeye hitaben müteaddit nutuklar ile şeriatın ve müsemmayı
meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşhir etmiştir: “ ‘Milletin
efendisi, onlara hizmet edendir’ hadisinin sırrıyla şeriat aleme gelmiş ta ki,
istibdadı ve zalimane tahakkümü mahvetsin.” Yine Ayasoyfa’da mebusana hitabeleri
var onu anlatıyor: “Avrupa, bizdeki cehâlet ve taassup müsaâdesiyle, Şeriatı
hâşâ ve kellâ-istibdata müsait zannettiklerinden, nihâyet derecede kalben
üzülmüştüm. Onların zannını tekzip etmek için, Meşrutiyeti herkesten ziyade
Şeriat nâmına alkışladım. Lâkin yine korktum ki, başka bir istibdat tekrar o
zannı tasdik eder, diye ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Camiinde meb’usana
hitaben feryat ettim. Ve söyledim ki: Meşrûtiyeti, meşrûiyet ünvanı ile telâkki
ve telkin ediniz. Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareği
ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı Şeriatla takyid
ediniz.” Gerçekten İslam’ı bilmeyen, İslam ülkelerinin, İslam toplumlarının
vermiş olduğu görüntüye bakan Avrupalının bu kanaate varması normal. Bugün için
dahi normal. Çünkü İslam ülkelerinin büyük bir ekseriyeti maalesef istibdat
rejimleriyle yönetiliyor, baskı rejimleriyle yönetiliyor, askeri rejimlerle
yönetiliyor ve bunu İslam’a mâl etme, bundan İslam’ı sorumlu tutma gibi bir
netice çıkarılmak isteniyor. Gerçi yavaş yavaş artık bu aşılmaya başlandı her
şeye rağmen. Ama böyle bir vakıa var. Buna karşı işte Bediüzzaman, bu zannı
tekzip etmek için çırpınıyor adeta ve yine Ayasofya Camii’nde milletvekillerine
konuşmalar yapıyor, bunun böyle olmadığını anlatmak için. Yani camiler bu
meselelerin anlatılacağı en uygun yerlerdir, en doğru yerlerdir aslında. Eğer
biz aradan geçen 100 sene zarfında demokrasi kültürü açısından fazla bir gelişme
kaydedememişsek, isimler değişmekle beraber, düşünmek gerekir. Bediüzzaman’ın
ilginç bir ifadesi daha var: “İstibdat hangi libası giyerse giysin, istibdat
meşrutiyet libasıyla da karşıma çıksa, rast gelsem sille vuracağım” diyor
mesela. Onun için meşrutiyet inkılabı yapılırken iddia şuydu: “Padişahın
istibdadından milleti kurtarmak.” Ama yerine ne geldi. Bir komite istibdadı
geldi ve Osmanlıyı çökertti bu komite istibdadı. Daha sonra yeni bir devlet
kuruldu, Cumhuriyet kuruldu. Cumhuriyet’in manasıyla hiç bağdaşmayan bir tek
parti diktası kuruldu. Yani adı Cumhuriyet; ama manasının, müsemmasının,
içeriğinin Cumhuriyet’le hiç alakası yok. Ondan sonra çok partili demokrasiye
geçtik. O da dört kez kesintiye uğradı. Yine Cengiz Bey’in söylediği yere
geliyorum. Tepeden inme bir takım reformların halka yansıması, hayata yansıması
çok kolay olmuyor, çok mümkün olmuyor, talebin tabandan gelmesi lazım. İşte bunu
gören Bediüzzaman’ın bu noktada da büyük hizmetleri var. Bu manaları zamanında
devlet ricaline anlatmaya çalışmış. Padişaha kadar gitmiş. Ama hadiseler, devrin
şartları çok fazla netice almasına imkan vermemiş. Özellikle cumhuriyet adı
altında, bir tek parti diktasının kurulmasından sonra bu sefer tamamen millete
dönmüş. Millet irşat ve tenvir edilmelidir, diye yepyeni bir hizmet başlatmış ve
iman hizmeti başlatmış ve bu iman hizmetinin paralelinde, onunla beraber gelişen
bir hürriyet hareketinin öncüsü olmuş. Bu itibarla Avrupa Birliği meselesine
tekrar gelecek olursak, tabi Bediüzzaman Said Nursi hayatta iken Avrupa Birliği
belki ortak pazar olarak altı ülkenin bir araya gelmesiyle başlangıç aşamaları
kurulmuştu; ama henüz bugün ki anlamda bir Avrupa Birliği yoktu. Olsaydı ne
yapardı? Yani, sanırım anlatırdı. Meşrutiyeti anlattığı gibi Avrupa Birliği’ni
de anlatırdı. Avrupa Birliği’nin değerleri olan, Avrupa Birliği’nin Kopenhag
Kriterleri olarak, demokratikleşme kriterleri olarak, kalkınma kriterleri
olarak, ekonomi kriterleri olarak ifade ettiği hususların kaynağının semavi
dinlerdeki prensiplere dayandığını ve akılla inkişaf ettirildiğini söylerdi. Ama
o hayatta değil, bunu talebeleri yaptı ve yapmaya devam ediyorlar.
***
Ben de konuşmamı iki noktaya temas ederek bitireyim. Bir tanesi
Doğu Bey’in kırmızı ışık örneği ile vermiş olduğu mesele ve Bediüzzaman’ın bu
tür konulardaki yaklaşımı. Meşrutiyet’in ilanından sonra Sultanahmet Meydanı’nda
İstanbul’da ve Selanik Meydanı’nda vermiş olduğu Hürriyet’e Hitap nutkunda,
bilmana söylüyorum, şöyle diyor: “Hürriyeti su-i tefsir etmeyiniz, yanlış
yorumlamayınız, ta elimizden kaçmasın ve kokuşmuş olan eski esareti başka kapta
bize içirmekle bizi boğmasın.” “Hürriyet kurallara uymak ve dinin edeplerini
yerine getirmek ve güzel ahlakla tahakkuk eder ve neşvünema bulur, gelişir.”
Yani kuralsız bir hürriyet olmaz. Ahlaktan arındırılmış bir hürriyet olmaz.
Devamında şöyle diyor: “Hürriyeti sefahet ve lezaiz-i nâmeşrua (meşru olmayan
lezzetler) ve israfat ve tecavüzat ve hevâ-i nefse ittibâda serbestiyet ile
tefsir ve amel etmek, bir padişahın esaretinden çıkmakla ve alçakların istibdadı
ve esaret-i rezilesinin altına girmekle beraber, milletin çocukluk istidadını ve
sefih olduğunu gösterdiğinden, paralanmış olan eski esarete lâyık ve hürriyete
adem-i liyakatini (layık olmadığını) gösterir…” Bunun için bu kurallar önemli.
Yani ölçüsüz, sınırsız bir hürriyet anlayışı söz konusu olamaz. Münazarat isimli
eserinde, böyle bir hürriyetin ancak dağlarda, vahşi hayvanlar arasında
olabileceğini de söylüyor. Diğer konu, Müslüman kimliğini dayatmak… Devletin din
olarak Müslümanlığı dayatmasından bahsetti Atilla Bey. Gerçekten çok önemli bir
konu. Ve Bediüzzaman da bu konu da diyor ki: “İslam’ın hakikatleri bütün
kainatın üzerindedir, yerdeki cereyanlara alet olmaz.” Dolayısıyla İslam’ın
siyasi bir ideoloji, bir devlet ideolojisi haline getirilmesi, o şekilde
dayatılması evvela Atilla Bey’in de söylediği gibi, İslam’a zarar verir ve
kimseye de bir hayır getirmez. Öbür taraftan Doğu Bey, bir Müslüman kimliğinin
dayatılmasından söz etti, kurucu iktidar, kurucu ideoloji tarafından. Onların
nasıl bir Müslüman kimliği dayattıklarını da görüyoruz; yani kurucu ideolojinin
kendisine göre eğip büktüğü, budadığı, orasından burasından kesip biçtiği ve
tamamen din olmaktan, orijinal halinden, orijinal İslam olmaktan çıkardığı bir
Müslüman kimliğidir bu. Mesela, bunun tipik örneğini başörtüsü meselesinde
görüyoruz. Biz, böyle tesettürü dışlayan, dinin kurallarını tahrif eden ve dini
kendisine göre ve kendi beklentilerine, kendi yaklaşımlarına göre eğip büken bir
Müslüman kimliğini reddediyoruz. Ve son olarak da kısaca, bütün bu konuştuğumuz
şeylerin çok önemli alt yapısı ile alakalı bir konudan bahsetmek istiyorum. O da
Bediüzzaman’ın hayatı boyunca peşinden koştuğu eğitim reformu. Şimdi Osmanlı’nın
son dönemine kadar Osmanlı’da eğitim iki kanaldan yürüyordu. Bir tanesi
tekkeler, bir tanesi medreseler. Son dönemde buna modern mektepler ekleniyor. Ve
modern mekteplerde modern fenler okutulmaya başlanıyor. Klasik medreselerde dini
ilimler ve tekkede de tasavvuf terbiyesi, tasavvuf eğitimi ve nefis terbiyesine,
tezkiyesine yönelik bir sistem var. Şimdi bu üç kanal son dönemde, özellikle
birbirinden çok farklı kuşaklar yetiştirmeye başlıyor. Farklı değer yargılarına
sahip, dünyaya farklı gözlüklerle bakan ve ortak bir anlayışa sahip olmadan
sahneye çıkan insanlar görüyoruz. Bu kuşaklar arasında bir uçurum meydana
getirme tehlikesini gündeme getiriyor. Buna karşı Bediüzzaman’ın geliştirdiği
formül var. Bediüzzaman diyor ki: “Vicdanın ziyası dini ilimlerdir. Aklın nuru
medeni, modern fenlerdir. İkisinin imtizacıyla, ikisinin kaynaşmasıyla hakikat
ortaya çıkar.” Ve Bediüzzaman aslında bugün sık sık telaffuz edilen ve
uygulandığı söylenen; ama yanlış uygulanan Tevhid-i Tedrisat’ın nasıl olması
gerektiğinin doğru formülünü o zaman ortaya koymuş. Ve bunu Medresetü’z-Zehra
adını verdiği bir proje ile bir üniversite projesi ile de dönemin padişahının
gündemine getirmiş, Cumhuriyet döneminde de takipçisi olmuş. Yani modern
fenlerle dini ilimleri birlikte okutacak, bunları kaynaştırarak okutacak ve
kuşakların aynı kavramları beraber aynı şekilde anlayıp yorumlayabilecekleri, o
tarzda yetişecekleri ve dünyaya aynı pencereden bakabilecekleri; ama hürriyet
zemini içerisinde bunu yapabilecekleri bir eğitim modelini önermiş ve bunun
projesini geliştirmiş. Ama sonraki dönemlerde Cumhuriyet’le beraber, Cumhuriyet
sonrasındaki uygulanan eğitim politikalarında “Tevhid-i Tedrisat yapıyoruz,”
denirken dini eğitim tamamen ortadan kaldırılmış. Din ilimlerinin okutulmasına
tamamen son verilmiş. Tekkeler kapatılmış ve tamamen laik zihniyetle -laikliğin
de ne şekilde yorumlandığı ne şekilde anlaşıldığı da malum- iş gören, eğitim
verilen okullarla yola devam edilmiş. Şu anda onun sancılarını yaşıyoruz
maalesef. O bakımdan bu ülkede kuşakların birçok noktada, temel noktalarda en
azından asgari noktalarda bir ve beraber olmalarını sağlayacak formül bu eğitim
modelidir, artık yüz sene gecikilmiştir. Daha fazla gecikilmeden hayata
geçirilmesine bağlıdır. Ve bu formül – özellikle Bediüzzaman’ın
Medresetü’z-Zehra adındaki üniversite projesi- uluslararası hizmet verecek,
uluslararası çapta eğitim verecek bir proje olarak bu kadar gecikmiştir ve
gecikmesinin bedeli çok ağır olmuştur. Bediüzzaman bu projeyi izah ederken,
ortaya koyarken, bunun sadece Şark vilayetlerine hizmet verecek bir üniversite
olarak düşünülmemesini, Orta Doğu’ya, Arap alemine, Kuzey Afrika’ya, Pakistan’a,
Hindistan’a, Orta Asya’ya, Kafkaslara, İran’a ve Balkanlara kadar uzanan bir
coğrafyada hizmet verecek bir proje olarak ele alınmasını, oralardan gelecek
öğrencilere de açık olması gerektiğini söylemiş ve böyle bir vizyonu da ortaya
koymuştur. Bu proje maalesef anlaşılamamıştır ve gereği yerine getirilememiştir.
Bunun acılarını hâlâ çekmeye devam ediyoruz. Temenni ederim ki, bundan sonra bu
gecikmeyi telafi edecek adımlar atılsın ve Bediüzzaman’ın bu son derece hayatî,
bu son derece önemli projesi de artık hayata geçirilsin.