Said Nursi’nin “Hukuk’un Gücü” demesinin Yüz Yıldır Anlamlı Olmasına Şaşırmamak Lazım

Ben de orijinal bir şeyler söyleyeceğimi zannediyordum; ama
yaşadığımız dönemin 3. Meşrutiyet olduğuna ilişkin daha önceki değerli konuşmacı
bir atıfta bulundu. Tabi benim söyleyeceğimin en azından ilk birkaç cümlesinin
orijinalliği uçtu gitti. Ama bakın, bir üst otoritenin; yani vasî konumunda olan
bir otoritenin gözetiminde yürütülen anayasal yönetimi biz “Meşrutiyet” olarak
tanımlıyorsak, biz hâlâ bir Meşrutiyet yönetimi tarzıyla idare ediliyoruz
demektir. Ama bizim aslında özlediğimiz ve aradığımız demokratik bir cumhuriyet.
100 yıldır – işte 1908 – 2008- bunu arıyoruz. Demek ki, o aşamaya daha
varamadık. Çünkü, bir vasî otorite var ve onun vesayeti altında yaşıyoruz. Onun
istediği biçimde düşünmek, giyinmek, davranmak zorunda hissediyorsak kendimizi,
bu bir demokrasi değil, belki hala bir meşrutiyettir. Şimdi niye böyle? Yani
bizim bilim adamlarının yapması gereken olanı sadece tespit değil, niye böyle
olduğunu bulmak, bulgularını paylaşmak. Yüz yıldır, hâlâ niye
demokratikleşemediğimizin dört tane nedeni var; ama birinci nedeni sizinle
paylaşmadan önce temel bazı kavramların; çıktıkları Batı’dan farklı bir değer
kazandıkları topraklarda yaşadığımıza dikkatinizi çekmek istiyorum. Bakın
hürriyet diyoruz. Hürriyet, Arapça bir kavram. Serbestî olarak da söyleniyor,
bildiğim kadarıyla serbestî Farsça. Özgürlük, Türkçe karşılığıdır bunların.
Belki o da 1970’lerden sonra bizim günlük dilimize girdi ve öz Türkçe’de
sanmıyorum ki karşılığı olsun. Hürriyet bizim dünyamızda bireysel bir kavram
değil, Batı’da bireysel bir kavram. Biri için kullanılan bir şey. Kolektif bir
kavram, yani bir milletin serbest olmasına atıf yapan bir kavram. Yani, bir
anlamda istiklal. Halbuki istiklali olan bir toplumda birey siyasi, kültürel ve
sosyal otoritelerin esiri olabilir, hür olmayabilir. Biz bu ayrıma hiç dikkat
etmiyoruz. Öyle ki mağdur olduğunu söyleyerek iktidar olanlar bile, kendilerini
mağdur eden kanunları değiştirmekte, iktidar olduktan ve onları kullanabilir
araçlar olarak ellerine aldıktan sonra rejimi özgürleştirmekten imtina
ediyorlar. Bu anlam kaymasına dikkat ettikten sonra nedenlere geleyim. Niye bir
türlü demokratikleşemiyoruz? Birincisi, yavaş ve geç gelişiyor bu toplum. İşte,
sanayileşmesinin geldiği düzeyi görüyorsunuz. Şu anda 15 ile 24 yaş grubu
arasında tam 12 milyon genç var. Bunun yüzde 40’ı yani 5 milyonu ne okula
gidiyor ne de iş sahibi. 5 milyon insan ne demek biliyor musunuz? İşsiz,
eğitimsiz, umutsuz, yani yarını olmayan, sadece bugün bedenini bir yük olarak
taşıyan ve neticede toplumun karşısında bir tür onu mağdur eden sisteme karşı
bir düşman… O yüzden onlarla dağlarda savaşıyoruz, kent yer altılarında mafya
biçiminde, kapkaççı biçiminde savaşıyoruz ya da onların cehaletinin türlü
tezahürleriyle ne yapacağımızı bilmeden duruyoruz. Ve bu 5 milyonun 2.2 milyonu
da kadınlar. Ve bakın ana dili diyoruz filan, her şeyi anamızdan öğreniyoruz.
Anası cahil olan, dünyanın bir parçası olmayan gençlerin nasıl yetişeceklerini
de bir düşünün. Geç ve yavaş gelişme. O zaman iki Türkiye’yi yan yana ve iç içe
yaşatıyor. Dünün Türkiye’siyle bugünün Türkiye’sini. İki Türkiye. Yani eğitimi,
geliri, işi, yaşadığı yerler ve yaşam tarzı ile bir birinden tamamıyla farklı
iki Türkiye, aynı zamanda yaşıyor; ama aynı zamanı yaşamıyor. Müthiş bir fay
hattı, müthiş bir gerilim var bu ikisi arasında. Birbirini mağdur eden,
ötekisini de kendisi yaşam tarzı için bir tehlike olarak algılayan iki karşıt
kutup. İkinci neden. Yönetici elit sorunu. Bakın bu cumhuriyeti bürokratik bir
elit kurdu. Gücü; yani toplumu etkileme ve yönlendirme aracı devletti, gücünün
kaynağı devletti. Rakibi yoktu; yani karşısında ne bir burjuvazi vardı, yani
müteşebbis kesim, ne de o müteşebbis kesimin geliştirdiği bir ekonominin
ürettiği bir işçi sınıfı vardı. O yüzden kendi dünya, toplum ve siyaset
anlayışını istediği gibi toplumda bir deney unsuru gibi kullanabildi.
Modernleşmeyi kendi anladığı kadarıyla ve kendi istediği oranda gerçekleştirdi.
Ne zamana kadar? Kendi karşıtını yaratana kadar. İşte bu çok partili döneme rast
gelen bir şeydir. Çok partili dönemde bu bürokratik elitin yönetim tarzına
“artık yeter söz milletin” diye karşı çıkıldı. Yeni yeni oluşmaya başlayan
sosyal sınıflar da kendi elitiyle siyaset, ekonomi ve eğitim aracıyla gün yüzüne
çıkıp iktidarı paylaşmaya başladığı anda kurucu elit, artık kurucu niteliği
zaten bitmişti; ama yenileşmeci, modernleşmeci elit olmaktan çıktı, koruyucu,
tutucu bir elit haline geldi. Bu elit, kendisine modernleşme modeli olarak
Batı’yı almıştı. Zaten modernleşme Batı türü bir toplum modelini çağrıştırır.
Şimdi Batı türü bir toplum kurmak için bütün eskiyle ve gelenekle bağı koparmak
lazımdı. İşte bu modernleşme geleneksiz, hatta toplumsuz bir modernleşmedir.
Geleneğinden kopmuş olan bu anlayış bir türlü Avrupalılaşamadı. Çünkü Avrupa’nın
ne ekonomisine sahipti, ne de o ekonominin üretmiş olduğu kültürel üst yapıya;
yani demokrasi de dahil olan bir siyaset tarzına sahipti. Ne oldu sonunda? Kendi
gelenekleriyle değişen, modernleşen bir kesimle karşı karşıya geldi kurucu elit
ve yeni gelen onların içinden gelen yönetici elitle kapıştı. İşte bu cumhuriyet
mitinglerinde sürekli olarak "şeriat geliyor" korkusu bu ortamda doğdu. Bu
karşıtlık da ikinci büyük fay hattını oluşturuyor. Toplumun siyaseti içinde de
gerilimi oluşturuyor. Yönetimi paylaşan iki elit arasında; bir, koruyucu elit,
bir de aşağıdan gelen ve değişmeyi simgeleyen elit arasında iktidarı paylaşma
kavgası var. Bu paylaşma kavgası aslında bizim yaşam tarzımız elimizden çıkıyor,
rejim elden gidiyor biçiminde ifade edilen, aslında bunların ikisinin de
olmadığı; fakat gerçekten bir kan değişimi biçimi ile gerçekleştiren bir olgu.
Bir sorun var yalnız. Bu eski kurucu elit ve uzun zaman da yönetici konumunda
olan elit, 1950’den itibaren yenileşmeyi, modernleşmeyi temsil etmemesine
rağmen, modernleşmenin bir ürünü olarak yönetici konumuna gelmiş olan yenisinin
topluma kazandırması gereken o demokratik yeni yapı da gerçekleşmiyor. Çünkü
onların da özgürlük anlayışı mağduriyetlerinin bittiği anda kendileri için
istedikleri haklarla tahdit edilmiş konumda. Şimdi ne demek istiyorum. Bakın
hukuk herkes için, haklardan oluşur. Hukuk neyi nasıl elde edeceğimizi,
haklarımızın ve sorumluluklarımızın ne olacağına ilişkin genel geçer ilkelerdir.
Herkes için var olan, herkesi koruyan, herkese sorumluluk yükleyen ilkelerdir
bunlar. Ama hukuk değil de, kendisi için hak arayan gruplar, bilmezler ki, kendi
özgürlükleri ve kendi hakları başkalarının özgürlüklerinin ve haklarının
korunmasıyla mümkün olacaktır. Hukuk buradan doğar. Hukuk bu genel anlayıştan
doğar. Hukuk bir uzlaşmadır. Şimdi ne elitler arasında bir uzlaşma var. Hukukun
temel ilkeleri aynı; ama aynı zamanda bu toplumun bir arada nasıl yaşayacağı ve
farklılıkları nasıl bağdaştıracağı ve kendi kendini yöneteceği konusunda elitler
arasında bir konsensüs yok. Dolayısıyla toplumda da yok. Zaten toplumda dediğim
gibi dünün Türkiye’siyle bugünün Türkiye’si arasında iki farklı grubu yaşatan,
sanki iki ayrı toplumu yaşatan bir durumda. Bunları söyledikten sonra bir başka
fay hattını ve demokrasiyi geciktiren olgudan da söz edeyim. Bu da kurucu
ideoloji konusu. Bu toplumun kurucu ideolojisi “milliyetçilik”tir. Milliyetçilik
biz ve onlar ikiliği üzerine kurulur. Biz iyiyizdir, haklıyızdır; ötekiler o
kadar iyi değillerdir ve haklı da değillerdir. Biraz daha ileri gidersek onlar
bizi tehdit ediyorlardır. Hatta bizim düşmanımız bile olabilirler. Şimdi
milliyetçilik biz arasında- biz dediğimiz, ulus içinde- dayanışmayı sağlarken,
dışarıda bu olumsuzları yüklediğimiz veya yüklenen toplumun dışında ondan farklı
hatta ona karşı bir örgütlenmeyi ön görür ve bir milletin oluşumda hep dışarıda
düşman ya da rakip bir öteki vardır. Şimdi bu anlaşılır bir şeydir. Bütün
dünyada ulusçuluk ya da milliyetçilik böyle kurulmuştur. Ötekine karşı
kurulmuştur; ama bizim iyi vasıflarımızı geliştirerek, bizim çağdaş, modern,
demokrat olmamız da tabii sağlanmıştır. Ama sürekli olarak bizim tanımımız,
ötekinin kötülüğü, tehdidi, ona karşı korku üzerine kurulursa, biz kendi içinde
dayanışmacı, gelişmeci, dünyadaki değişime açılmış bir toplum olmaktan çıkarız;
paranoyak, dünyadan korkan, değişimden ödü kopan içine kapanık bir toplum
oluruz, bugün olduğu gibi. Bu bir, bu tabii kendine güvensizliğin müthiş bir
tezahürüdür. İkincisi, öteki kavramı veya onlar kavramı. Dışarıda değil de
içeride kurulursa, işte o çok vahim bir şey ve maalesef Türkiye’de böyle
olmuştur. Türk milliyetçiliği kendi düşmanını; yani ötekilerini içerde
kurmuştur. Yani resmi tanıma göre vatandaş ve millet ne olacaktır, diye dar bir
tanım yapmış ve içselleştirici bir ulusçuluktan çok -ki ulusçuluk bir siyasi
birliğin ifadesidir- belirli bir etnistiğe, belirli bir dine, onun içinde bir
mezhebe, onun içinde bir akideye ve laikliğe dayalı bir ulus kurmaya kalkmıştır.
Size tanımlayayım: “Türk, Sünni, Müslüman, Hanefi, laik, modern görünümlü ve
Batılı.” Ulusun tanımı budur. Ha bunun bir kısmı yazılıdır, bir kısmı bir
anlayış biçimindedir. O Müslüman Sünni, kısmı yazılı filan değildir; ama bu
böyledir. İşte Diyanet İşleri Başkanlığı’nın niteliğini görüyorsunuz. Sonunda ne
olmuştur. Türk Kürt’le düşman olmuştur, Sünni Alevi’yle düşman olmuştur.
Müslüman, bütün gayr-i Müslimlerle kavga etmektedir. Düşünün, bu ülkenin düşmanı
olan azınlıkların kendi alın terleriyle ve emekleriyle ve miras hukuklarına
uygun olarak devrettikleri vakıflarına el konulmuştur. Niye? Gayr-i Müslim
oldukları için. Ve birileri kendilerini modern zanneden, kurucu elitin devamı
olduğunu iddia eden birileri, “Biz bu vakıfları geriye verirsek, Türklüğümüz,
Müslümanlığımız, vatanımız elden gidecek” demektedirler. Ne oldu, hani
vatandaşlık hukuku? Nerde, hani ulus kavramı? Nerde millet anlayışı? Ve sonunda
ne oluyor biliyor musunuz? Bir karakter yaratacağız diye, işte Türk, Müslüman,
Sünni bilmem ne diye bir karakter yaratacağız diye, karikatür yaratıyoruz. Bakın
spordan sorumlu bakan demiş ki, milli takım’da Türk olmayan birisi Mehmet adını
almasın. Sadece Türkler alabilir. Bugün İngiliz vatandaşı olan Mehmet adlı bir
bakan yok mu? Ve başka bir karikatür. Kürt adı nerden geliyor. Biliyorsunuz,
karda yürürken kart kurt sesinden. Peki niye kurt sesinden geliyor da kart
sesinden gelmiyor, bana bunu birisi izah edebilir mi? Onlara Kürt değil, kart
demeliydik belki. Yani böyle komik durumlara düşürebiliyoruz kendimizi. O halde
kurucu ideolojinin; yani milliyetçiliğin fevkalade dar billurlaşması veya
kurulması sadece toplumun bir kesimini millet olarak algılamak ve diğerlerini,
aynı Yargıtay’ın söylediği gibi, gayr-i Müslim’ler için diyor ki: “Yerli
yabancılar,” Nasıl vatandaşımız için bunu söyleyebiliriz? Böyle bir hukuk
anlayışı olabilir mi? Kendisi için hukuk. O halde hâlâ bir hukuk devleti değil,
bir kanun devleti olduğumuzu ve kanunu da iktidarı ele geçirenlerin yaptığını
gördükten sonra, Said-i Nursi’nin “Hukuk’un gücü; kanunun gücü değil” demesinin
100 yıldır anlamlı olmasına şaşırmamak lazım.

***

Demokrasi ikinci sınıf yaratmaz. İkinci sınıf yurttaş yaratmaz
demokrasi. Eğer bir rejim ikinci sınıf yurttaşlar yaratıyorsa, bilin ki o
demokrasi değildir ve demokrasi kimi grupları, iktidarın tanımladığı kalıba
uymuyorlar diye dışlarsa o da demokrasi değildir. Bakın Türkiye’de belirli
kesimleri temsilen birçok parti kurulmuştur. Bu partiler hakkında 50 tane dava
açılmıştır. 24’ü kapatma ile sonuçlanmıştır. Şu anda 2 tanesi hakkında da dava
var ve işte temsil ettikleri geniş bir kesimi siyasetin dışında bırakmaya
çalışıyoruz. Ne demek siyasetin dışında bırakmak? Birlikte yaşadığımız şu
alanın, bunu isterseniz vatan deyin; yani fiziksel olarak tanımlayın. Ya da ulus
deyin; yani bir siyasal birlik olarak tanımlayın. Onun dışında bırakmak
istiyoruz. Sen buraya ait değilsin diye. Bu bölücülüktür arkadaşlar.
Bölücülükten şikayet ediyoruz. Bu bölücülüktür. Var olan yasalara uymak gibi bir
zorunluluğu yok mu bütün kişilerin ve grupların? Var tabi. Ne zaman var? O
kanunların bir zamanda bir grubun tercihlerine göre, şekillenmiş yasalar
olmaktan çıkıp herkesin üzerinde uzlaşacağı birlikte yaşamayı mümkün kılan
kurallar bütünü. Yani, hukuk olmasından sonra. En önce biz bir hukuk toplumu
olalım. Ondan sonra herkese, o hukukun ilkelerine uymama konusunda ihtarı
verelim ve cezayı verelim. Burada yalnız sevgili dostlar, siyaset bilimiyle
ilgili olmayan bir kültür olgusundan söz etmek istiyorum. Şimdi hukuk ne zaman
oluşur. Hukuk herkes için gerekli olan herkesin uyması gereken, herkesin
selameti için, özgürlüğü için ve tabi ki güvenliği için gerekli olan kurallara
uyma sorumluluğu ile oluşur. Bakın, eğer bir toplum en basit kurallara riayet
etmiyorsa; orada yönetimleri, işte diktatörleri, iktidarları, oligarşileri falan
suçlamanın anlamı falan da yoktur. Yani kısaca iyi toplum – kötü yönetim veya
kötü toplum – iyi yönetim diye bir şey yoktur. Bir ikili durum söz konusu
değildir. Çok basit bir şey söyleyeyim. Hepimiz herhalde ortaokulda okuduk değil
mi? “Şartlı refleks” diye bir şey psikolojide. Yani 1890’larda 19. yy. sonunda
bir Rus, İvan Pavlov diye biri, köpeklere şartlı refleks testi uyguladı. Ceza
veriliyor, bir şey yapmıyorlar; ödüllendiriliyorlar, bir şey yapıyorlar. Bu
kadar basit bir şey. Köpeklerin bile öğrendiği ve bilim yazınına “şartlı
refleks” diye giren. Sevgili arkadaşlar, kırmızı da durmak ve yeşilde geçmek
diye çok basit bir kural var değil mi? Bu hepimizin selametini ilgilendiren ve
hiç siyasal olmayan bir konu. Şimdi elinizi vicdanınıza koyun. Araba kullananlar
ve yaya olarak trafik ışıklarını geçenler. Kaç kere kırmızıda geçtiniz. Bakın
ben sosyolog olarak söylüyorum. Sosyologluk gerçekten acı verici bir meslektir,
sosyologluk röntgencilik gibi bir şeydir. Böyle görmemen gereken şeyleri
görürsün. Kırmızıda duruyorum ve bakıyorum. Yıllardır yapıyorum bunu, bakın son
2 yıldır yaptığım gözlemlerde, arabaların yarısı, yayaların yüzde 70’i ya da 10
yayadan 7’si kırmızıda geçiyor. Niye geçiyorsun? deyince de “hölü hölü” diye de
cevap veriyor. Ters yönden gelene niye ters yönden geliyorsun? deyince “sana ne”
diyor. Sanki böyle bir kural yok. Bu kendi malını ve canını tehlikeye atmıyor,
sizinkini de atmıyor. Kırmızıda geçmek de bir tür intiharcıl davranış. Kırmızı
da durmayı ve yeşilde geçmeyi öğrenemeyen bir toplum, hukuk üretemez. Kimseden
de, yöneticilerinden de kurallara uymasını bekleyemez. O yüzden biraz da
kendimizi ne olur bir süzgeçten geçirerek, bakın eleştirerek bile demiyorum,
olayları değerlendirelim. Şimdi demokrasi, eşitlik üzerine kuruludur. Eşitlik
doğada yoktur. Benim bahsettiğim eşitlik, hukuki eşitliktir. Yani yasaların
önündeki eşitliktir. Herkes toplumsal yarışa eşit olarak başlar. Bu bir yarış
çizgisi gibi bir şey. Ama onun ardında iyi mi beslenmişsin? Vücut kasların iyi
mi gelişmiş? İyi bir antrenörün var mı? Antrenman yapıyor musun? Bunların hepsi
o çizginin ardındaki olan olaylardır. Yani yasaların ardında eşitlik yoktur; ama
yasaların önünde eşitliğin sağlanması lazım. Demokrasi bunu sağlar, sağlaması
gerekir en azından. Doğada olmayan bir şey, toplumda olmayan bir şeyin siyaseten
sağlanması gerekir. O yüzden kimsenin dışlanmaması lazım. Şu şöyle giyiniyor
diye, bu dindardır diye, şu görüşten veya şu soy kümeden geliyor diye
dışladığınız zaman ne hukuk oturur, ne hukuku oluşturabilirsiniz ne de
demokrasiyi. Bir de siyasal kültür meselesi var. Yani neyi, nasıl yapıyoruz?
Babayiğidin yoğurt yiyişi gibi bir şey. Bize ne öğretilir vatandaş olarak;
“Vatanın için öl” denir. Değil mi? Ölürüz gerekirse, ama şunu da söylenmesini
beklersiniz. Öğren, sorgula, üret, yarat, bul, keşfet, yaz, araştır. Yaratmak
Allah’a mahsus değil mi? Allah akıl diye bir şey vermiş. Sadece bize vermiş.
Allah’ın bu büyük nimetini kullanarak herhalde bir şey meydana getireceksiniz.
Allah otomobili yaratmamış; ama bize bunu yapma kabiliyetini vermiş. O yüzden,
bütün bunların da öğretildiği ve bunların yetmediği ve bizi tehdit edenlerin
karşısında gerekirse ölmeyi de öğreten bir kültürü benimsediğimiz zaman tarihin
gübresi olmaktan kurtuluruz. Tarihi yapan oluruz. Bir örnekle ve onunla
bitiriyorum. Yeni büyük bir zafer kutladık son günlerde. 1915 Çanakkale Zaferi.
Ne kadar şanlı bir müdafaadır o değil mi? Gerçekten iftihar edilecek bir
zaferdir. Yani böyle bir ulusun ferdi olmaktan hepimizin gurur duyacağı şanlı
bir müdafaadır o. Peki sonra ne olmuştur arkadaşlar. Üç sene sonra, o kadar can
ve kan verilen yerden bir tek kurşun atmadan düşman donanması gelmiş,
Dersaadet’in kıyılarına demir atmıştır. Şimdi bu zaferden sonra, niye hangi
zafiyet nedeniyle yenildiğimizi de bir daha yenilmemek ve aşağılılık duygusu
duymamak için, Sevr paranoyalığıyla kavrum kavrum kavrulmamak için oturalım,
biraz düşünelim, derim.