Müslümanlık En Büyük Zararı Siyasi Otoriteye Eklenmekten ve Siyasi Otoriteyi Kullanmaktan Görür
Yeni Asya camiasını böyle anlamlı ve güzel bir panel organize
ettiği için tebrik ediyorum. Beni davet ettikleri için de ayrıca teşekkür
ediyorum. Demokrasi hakkında konuşabilmek ve Türkiye’nin demokrasi serüvenini
değerlendirebilmek için hiç şüphesiz önce demokrasi ile ilgili temel bilgileri
hatırlamamız gerekiyor. Bu bakımdan bu camianın çok sıkıntılı olduğunu
zannetmiyorum; ama ben yine de demokrasinin temel unsurlarıyla ilgili bir özet
yapmaya çalışacağım. Daha sonra da bu özet çerçevesinden yahut da bu özetlenmiş
teori çerçevesinden Türkiye’deki demokrasiyi değerlendireceğim. Âdetten olduğu
üzere bir kavramı, bir sistemi incelemek, öğrenmek istiyorsak onun hem teorisini
hem pratiğine bakmamız gerekir. Bazen teori, bazen pratik üzerinde
yoğunlaşabiliriz ama çoğu zaman takip edilen yol hem teorisinden hem de
pratiğinden yararlanmaktır. Bunu yapmak için de kendilerine başvurabileceğimiz
önemli yazarlar var. Sartori ve Dahl gibi önemli demokrasi teorisyenleri. David
Held gibi, Barry Holden gibi demokrasiye uzun zaman ayırmış, demokrasi üzerinde
çok çalışmış akademisyenler var. Bunlardan Robert Dahl’i esas alırsak,
“Poliarşi” adlı meşhur kitabında sekiz tane unsuru demokrasinin garantisi olarak
yahut da demokrasinin gerekleri olarak sayıyor. Bunlar şunlar: Birincisi,
teşkilat kurma ve teşkilata katılma hakkı. Özellikle siyasi partilerin bir
teşkilat olduğunu hatırlarsak bunun çok temel bir şart olduğunu görürüz.
İkincisi ifade özgürlüğü, vaktim olursa bunun üzerinde biraz daha fazla durmak
istiyorum. Üçüncüsü, seçme hakkı. Dördüncüsü, seçilme hakkı. Beşincisi, siyasi
liderlerin ve elitlerin halk desteği ve seçmenlerin oyları için yarışma hakkı.
Altıncısı, alternatif enformasyon kaynakları. Yedincisi, hür ve adil seçimler.
Ve sekizincisi, hükümetin kararlarının seçmenlerin oylarına ve diğer tercih
biçimlerine dayanmasını sağlayacak kurumsal düzenlemeler. Mamafih bütün
yazarların bu kriterlerle tatmin olduğunu söyleyemeyiz. Alfred Stepan, Juan Linz
adlı iki önemli yazar da bunlara başka şartların da eklenmesi gereklidir
diyorlar ve iki üç tane şart sayıyorlar. Bunların en başında şu geliyor. Bir
ülkenin demokrasi olabilmesi için orada anayasal yönetim geleneğine uygun, insan
haklarına saygılı ve temel özgürlükleri ciddi bir şekilde koruma altına alan,
gerekirse azınlık haklarına ekstra bir koruma sağlayan, hatta azınlıklar için
pozitif ayrımcılık yapan demokratik bir anayasa. Bu bize şunu söylüyor.
Demokratik bir anayasaya sahip olmayan hiçbir ülke demokrasi olamaz. Bir ülkede
anayasal verilen bir metnin bulunması da o ülkede anayasacılık geleneğine uygun
bir yönetimin olduğunu göstermez. Anayasalılık ile yani anayasaya sahip olmak
ile anayasal yönetim geleneği arasında ciddi bir fark vardır. İkincisi siyasi
iktidarın Anglosakson dünyasında aslında "government" diyorlar; "state"
demiyorlar, "devlet" demiyorlar. Bizde bu bakımdan da kafa karışıklıkları
çıkıyor. Siyasi iktidarın yani hükümetin, biz bunu devlet diye de okumalıyız,
bir anayasanın sınırları içinde yönetme işini yapması. Bu anayasada tabii ki
biraz önce de söylediğim gibi demokratik bir anayasa olacak. Üçüncü unsur,
hükümetin devlet kurumlarının kanunlarla ve hesap verirliliği kolaylaştıran
düzenlemelerle sınırlanmış olması. Böyle bir ortamda işliyor olması. Bir de
bütün bu şartları sağlayan sisteme de "demokrasi" adını verebiliriz. Burada
anayasalın yönetim geleneğine tekrar bir vurgulama yapmak istiyorum. Anayasal
yönetim geleneği her düşünce geleneği içerisinde ortaya çıkmış değildir. Bugün
bir meta değeri haline gelmiş olmakla beraber, belli bir siyasi felsefe içinde
ortaya çıkmış, gelişmiş ve kabullenilir olmuştur. Bir anayasadan temelde iki şey
beklenir. Eğer demokratik bir anayasaysa… İlk bekleyeceğimiz şey, mutlak surette
hak ve özgürlükleri korumasıdır. İnsan hak ve özgürlüklerini korumayı esas
almayan bir anayasanın anayasa altına alınması bile doğru değildir, buna hakkı
yoktur. Bunun yapılabilmesi için de hak ve özgürlüklerinin siyasi yönetimden,
yani devletten önce geldiğinin akılda tutulması gerekir. İnsanlık tarihini
speküle ederek bir özetlemeye kalkarsak, doğal olarak insanların ve insanların
doğuştan sahip oldukları hak ve özgürlüklerin bir siyasi organizasyon biçiminin
ortaya çıkmasından önce var olmuş olması gerekir. Mantıki olarak da sonradan
gelenin, önceden geleni geçersizleştirmesini kabul edemeyiz. Dolayısıyla ne neyi
sınırlamalıdır? dersek, cevabımız hak ve özgürlüklerin siyasi yönetimi
sınırlaması gerekir şeklinde olmalıdır. Bu bize bir şeyi daha gösterir. Siyasi
yönetimler kendi başına bir amaç değildir. Siyasi yönetimler toplumun birer
aracından ibarettir. Bir anayasa bu hususları düzenlemelidir. İkinci olarak bir
anayasa, devlet teşkilatının, devlet organlarının görev ve yetkilerini ve
karşılıklı ilişkilerini düzenlemelidir. Bunları yerine getiren bir anayasa,
anayasal yönetim geleneğine uygun bir anayasadır ve bu anayasanın bulunduğu bir
ülkede de demokratik bir sistem tesis edilebilir. Stepan- Linz yaklaşımına
benzer bir yaklaşım son zamanların popüler yazarı Fahret Zekeriya’dan
gelmektedir. Fahret Zekeriya Malezya asıllı bir Amerikalı yazardır. Son derece
popüler bir isim oldu son zamanlarda. Fahret Zekeriya, demokrasi adını kullanan
rejimleri liberal demokrasiler ve illiberal demokrasiler olarak ikiye ayırıyor
ve diyor ki: “İlliberal demokrasiler aslında demokrasi değildir, demokrasi adını
almayı hak etmemektedir. Çünkü, demokrasi dediğimiz şey, özü itibariyle liberal
demokrasidir.” Hakikaten öyledir. Bugün günlük lisanda biz kısaca demokrasi
deriz ama bunun felsefi temellerine indiğimizde, tarihi gelişimini
incelediğimizde, demokrasi dediğimiz şeyin liberal demokrasi olduğunu görürüz.
Burada da tabiatıyla da iki kavramın birleşmesi söz konusudur. Liberalizm
kavramı ve demokrasi kavramı. Liberalizm kavramının işaret ettiği şey,
özgürlüktür. Özgürlük, her şeyden önde gelmektedir ve dolayısıyla siyasi metin
özgürlüklerle sınırlandırılmalıdır. Bir taraftan özgürlükleri korumakla
görevlendirilmelidir. Bir taraftan da özgürlüklerle sınırlandırılmalıdır.
Demokrasinin işaret ettiği şey ise, siyasi katılım ve siyasi eşitliktir. Burada
da mantık şöyle işlemektedir. Demokratik bir toplumda halkın tercihleri siyasi
yönetimin belirlenmesinde ve işlemesinde etkili olmalıdır. Başka bir şekilde
söylersek, demokrasi “Kim yönetecek?” sorusunun cevabını arar. Bir monarkın
yahut da aristokrat bir grubun yönetmesindense, halkın oylarını almış, halk
tarafından tercih edilmiş birilerinin yönetmesi daha iyidir. Ama bu kendi başına
liberal demokrasiyi tesis etmez. Cevabını vermemiz gereken ikinci bir soru daha
vardır. O da şudur: Nasıl yönetileceğiz ve nereye kadar yönetileceğiz? Her
yönetim tarzını peşinen kabul etmek durumunda değiliz. Çünkü bir despotizm de
olabilir. Ayrıca aşırı yönetilmek de özgürlüklerimizi kaybetmek demektir. O
yüzden ikide bir devlet görevlilerini ululamayı, devleti yüceltmeyi unutmamız
gerekir. Devlet teşkilatı, sadece ve sadece biz insanların birer aracıdır.
Liberalizm ile demokrasi arasındaki ilişki demokrasi teorisine kuvvetler
ayrılığı, hukukun hakimiyeti, anayasal yönetim, anayasal garanti altına alınmış
insan hakları, çoğulculuk, tolerans gibi değerler şeklinde nüfuz etmiştir. Bu
değerler liberalizmden kaynaklanmıştır; ama zaman içerisinde demokrasi
tarafından da benimsenmiştir ve iç içe geçmiştir. Bunları bugün bir birinden
ayırmak mümkün değildir. Büyük demokrasi teorisyeni Sartori’in dediği gibi “Eğer
demokrasiden liberalizmi uzaklaştırırsanız geriye sadece diktatörlük kalır.”
Fahret Zekeriya diyor ki, “İşte bu liberal değerler bir toplumda yaygın değilse,
bir toplumu yönetme iddiasında olan siyasi elitler bu değerlere sıkı bir
bağlılık geliştirmemişse, demokratik süreçleri işletsek bile ortaya demokrasi
adını kullanan; ama hiç de demokratik olmayan hak ve özgürlük gaspına yönelen
rejimler çıkabilir.” Hakikaten demokrasinin, bilhassa sosyalizmin çöküşünden
sonra son derece popüler hale geldiğini biliyorsunuz. Bundan otuz sene kadar
önce sadece yirmi civarında ülkenin demokrasi olduğunu söylenirdi. Bugün
demokrasi olduğunu iddia eden ülkelerin sayısı, yüzü rahatlıkla aşacak kadar
fazladır. Ve buralarda demokrasinin bazı araçları kullanılmaktadır. Mesela
periyodik seçimler yapılmaktadır. Birden çok parti vardır. Seçme hakkı ve
seçilme hakkı vardır. Ama çok iyi bir şekilde, ortaya sonuç olarak diktatörler
çıkmaktadır. Size bir iki tane tipik bir örnek verebilirim. Miloseviç’i
hatırlarsınız. Miloseviç bir komünist diktatördü. Sonra bir faşist diktatörü
oldu; ama seçimlerle geliyordu. Miloseviç’in partisi seçim kazanıyordu. Rusya’yı
da tipik örnek olarak verebiliriz. Rusya’da bugün demokrasi maskesiyle
maskelenmiş otoriteryen bir rejim vardır. Ama Rusya’da seçimler yapılmaktadır.
Rusya’da birden fazla parti vardır. Seçimlerin tam adil olduğunu, hür olduğunu
belki söylemek mümkün değil; ama seçimler birçok ülkede kullanılabilmektedir.
Tipik bir örnek de yeni bir sosyalist diktatörlük yaratma peşinde koşan
Chavez’in durumudur. Chavez de biliyorsunuz popüler destekle iktidara gelmiştir;
ama demokratik hak ve özgürlükleri adım adım budama yoluyla ilerlemektedir. Şu
anda anti-Amerikancı olması onun icraatlarının gerçek boyutlarının kavranmasını
zorlaştırmaktadır; ama mesela ifade özgürlüğünü geriletmesi, adım adım ekonomiyi
devletleştirmesi, sonunda özgürlükleri tamamen artırmayacak bir yoldur. Bir
yazarın hoş bir sözü var, diyor ki: “Liberal demokrasi partilerin seçim
kaybettiği bir sistemse, illiberal demokrasi iktidar partilerinin seçim
kaybetmediği sistemdir.” Hakikaten çok ilginç, iktidar partileri illiberal
demokrasilerde seçim kaybetmemektedir. İlliberal demokrasilerde siyasi iktidar
genellikle tek kişiye, büyük bir lidere, önemli bir lidere bağlanır ve bu
liderler seçim kaybettikleri için gitmezler, çoğu zaman anayasal süreleri
dolduğu için giderler. Bazı durumlarda da anayasal sürelerini uzatmak için
ayrıca anayasa değişiklikleri yapabilirler. Chavez’in ölene kadar devlet başkanı
olma niyetini biliyoruz. Putin de ilginç bir düzenleme yaptı biliyorsunuz, kendi
kuklasını devlet başkanı seçtirdi, kendisi başbakanlık koltuğuna oturacak. Yani
iktidar makamını yine kontrol altında tutacak. Bu yüzden illiberal
demokrasilere, bazen seçimsel otoriteryenizm veya da rekabetçi otoriteryenizm
adı da verilebilmektedir. Yani bu sistemler kısmi bir siyasi rekabete sahne olsa
da aslında demokrasi olmaktan uzaktır. İlliberal demokrasilerin birkaç özelliği
var. Vaktim yetmeyebileceği için sadece bir ikisini sayayım. İlliberal
demokrasilerde yargı son derece zayıftır. Yargı insan hak ve özgürlüklerini
korumakta yetersizdir. Esasen çoğu zaman da yargı böyle bir görevle kendisini
görevli görmez. Ve illiberal demokrasilerde hukuk, daha çok muhalifler için
kullanılır, muhaliflere karşı kullanılır. Brezilyalı diktatör Getulio Vargas’ın
çok hoş bir sözü var. Diyor ki, “Arkadaşlarım için her şey, düşmanlarım için
hukuk.” Bu çok ilginç bir sözdür. Bu teorik çerçeveyi Türkiye’ye uygularsak ne
söyleyebiliriz. Türkiye’de her şeyin kötü olduğunu söylemek tabii zor. Çünkü,
netice itibariyle bugün 1908 – 2008 yüz yıllık süreçten bahsediyoruz. Bazı
şeylerin kazanılmış olması, bazı şeylerin iyiye gitmiş olması doğal. Bununla
beraber çok ciddi problemlerimiz de var. Bir defa Türkiye’yi tipik bir liberal
demokrasi sayma imkanı yok. Türkiye’yi siyaset teorisinde takviye edilmiş
demokrasiler veya istikrarlı demokrasiler dediğimiz liberal demokrasiler
arasında sayamıyoruz ne yazık ki. Ama Türkiye’nin ne olduğu da belli değil. Çok
ilginç. Mesela tipik bir illiberal demokrasi de sayamıyorsunuz Türkiye’yi.
Çünkü, Türkiye’de mesela Putin’in yaptığının tersine ve Chavez’in yaptığının
tersine seçilmiş iktidarlar hak ve özgürlük gaspını yapıyor, demekten ziyade,
devlet iktidarı hak ve özgürlük gaspını sistematize ediyor ve kalıcılaştırıyor,
diye görmek gerekir. Bu bakımdan teoriden biraz sapmaktadır; ama yine de
illiberal bir demokrasi olduğunu söylemek ülkemize bir haksızlık olmayacaktır.
Bana sorarsanız Türkiye’nin rejimi karma bir rejimdir. Üçte bir, üçte bir, üçte
bir şeklinde gitmektedir. Üçte bir oranda Türkiye’nin rejimi totaliter bir
rejimdir. Totaliter bir rejim olmasını şuna bağlayabiliriz. Doğu Ergil’in altını
çizdiği milliyetçiliği, kurucu milliyetçi ideolojiyi ve bu milliyetçi
ideolojinin aldığı değişik isimler- Kemalist milliyetçilik de diyebiliriz buna-
resmi ideoloji olması, totaliter boyutlu resmi bir ideolojinin olması ve bunun
topluma devlet aygıtı aracılığıyla dayatılması anlamında totaliter bir ülkedir
Türkiye. Her Türk vatandaşı bu ideolojiye iman etmek mecburiyetindedir. Bu boyut
aynı zamanda anayasada ve siyasi partiler kanununda filan da yansıtılmıştır
biliyorsunuz. Bu anlamda Türkiye totaliter bir ülkedir. Ama şunun da altını
çizelim. Tabi ki mesela bir sosyalist totaliterizm ölçüsünde bir nasyonel
sosyalist totaliterizm ölçüsünde de bir totaliter ülke değildir. Bunun çeşitli
sebepleri varsa, en önemli sebeplerinden biri, ideolojinin mahiyetinden ve
ideolojinin ideolojilik derecesinden kaynaklanmaktadır. İkinci olarak Türkiye,
otoriter bir ülkedir. Çünkü Türkiye’de demokratik ülkelerde olduğu gibi her
otorite makamını denetleme imkanı yoktur, doğrudan veya dolaylı olarak.
Özellikle Türkiye’de bürokratik makamları denetleme imkanı son derece
sınırlıdır. Buna bakarak da Türkiye’nin bürokratik otoriter bir rejim olduğunu
söylemek mümkün. Aynı zamanda Türkiye bir demokrasidir. Çünkü 1950’den beri
Türkiye çok partili seçimleri hayli adil ve hayli hür seçimleri yapabilmektedir.
İktidar partisi seçimle gelip, seçimle gidebilmektedir. Bu özelliklerine bakarak
da Türkiye’nin demokratik bir ülke olduğunu söylememiz mümkün. Anayasamıza
bakarsak Türkiye’deki anayasanın çok problemli olduğunu görürüz. Bizdeki anayasa
kelimenin gerçek anlamında bir anayasa sayılamaz ne yazık ki. Bu anayasayı tamir
ve ıslah etmenin mümkün olduğunu da zannetmiyorum. Doğrusu yeni bir anayasaya
ihtiyacımız var. Ama mesela bu hükümetin öncülük ettiği, henüz ortaya bir metin
çıkarmış olmamakla beraber öncülük ettiği, hem akademisyenler heyetinin
hazırladığı hem de hükümetin ortaya koymaya düşündüğü anayasanın liberal bir
anayasanın gereklerine tam olarak cevap vermesi imkanı olduğunu söyleyemem.
Benim için son derece tatmin edicilikten uzak bir anayasa çalışması. Hemen hemen
vaktim doldu. Bir iki cümle daha söyleyerek bitireyim. Türkiye’nin temel
problemlerinden birisi şu; demokrasi demek çoğunluk yönetimi demektir. Yani
karşımızdaki soru şudur: Kim yönetecek, çoğunluk mu yönetecek? Azınlık mı
yönetecek? Burada siyasi, tabii çoğunluklardan ve azınlıklardan bahsediyorum.
Doğal olarak çoğunluğun, daha doğrusu temsili demokraside çoğunluğun
yöneticilerinin, çoğunluğun temsilcilerinin yönetmesi lazım. Türkiye bu ilkeyi
benimseyemiyor ne yazık ki. Halk cahil, eğitimsiz, kötü niyetli, fukara olduğu
için yanlış tercihler yapıyor, dolayısıyla yanlış kişiler seçiliyor. Bundan
dolayı da çoğunluk yönetimini azınlık yönetimi lehine sınırlamamız gerekir, diye
bir anlayış var. Şimdi demokrasilerde tabi ki bir çokluk tahakkümü kavramıyla
karşı karşıyayız. Yani demokratik unsurlarla çoğunluğu sağlayan iktidarların
azınlığa demokrasi dışı baskılar yapması ihtimali vardır. Bundan dolayı da
çoğunluk iktidarı sınırlandırılmalıdır; ama bizdeki mekanizmanın işleyişi
ilginç. Normal olarak çoğunluk iktidarı en küçük azınlık olan birey hak ve
özgürlüklerinin lehine sınırlanması gereken bir iktidardır. Halbuki bizdeki
çoğunluk iktidarı kerameti kendinden menkul, kendi meşruiyetini kendi
varlığından, ideolojisinden bile değil, kendi varlığından alan bir azınlığın
lehine sınırlandırılmak istenmektedir. Bunun kabul edilmesi tabi ki mümkün
değildir. Kabul edildiği rejime de demokrasi adını vermek mümkün değildir. Başka
problemler de var ama arkadaşlarımızın bir kısmı zaten işaret ettiler. Belki
ikinci kısımda bir iki probleme daha temas edebilirim. Benim bu konudaki
görüşlerim özetle böyle. Çok teşekkür ediyorum.
***
Şüphe yok ki bir ülkedeki siyasi yapılanma bir boşluk içersinde
ortaya çıkmaz. Bir ülkedeki devlet yapılanması, bir siyasi felsefeye dayanır. Bu
siyasi felsefeden bugün burada eleştiri oklarına muhatap ettiğimiz kesimler
değil, hemen hemen toplumun her kesiminin etkilendiğini de görmemiz gerekir.
Daha derin bir tahlil yaptığımızda Türkiye niye bir türlü istikrarlı bir
demokrasi olamıyor, bir takım unsurlar tespit etmemiz mümkün. Olayın kültürel
boyutlarını, sosyolojik boyutlarını görmemiz mümkün. Türkiye’de ne yazık ki
bireysellik kültürü yaygınlaşmış değildir. Bireyler mutlaka kendilerini bir
kolektif aidiyetle tanımlamak peşinde koşmaktadırlar. Halbuki demokrasi, özü
itibariyle eninde sonunda bireyselliğe dayanmak mecburiyetindedir. Çünkü, işte
birey hak ve özgürlüklerinden bahsediyoruz ve seçme ve seçilme hakkı bireysel
olarak kullanılan haklardır. Bu kültür, bu siyasi kültür toplumda çok yaygın
değil. Bir diğer önemli problem, Türkiye’de devleti teleolojik bir araç olarak
görme, devleti bir hem kendi başına bir amaç hem de başka amaçlara ulaşmak için
ve başkalarına amaç empoze etmek için kullanılacak bir araç olarak görme
kültürüdür. İnsanların siyasi iktidara, devlet iktidarına karşı çıkması insan
hak ve özgürlükleri adına olmamaktadır. Kendi dünya görüşleri, kendi hak ve
özgürlükleri adına olmaktadır. Ve birçok kesim Türkiye’de devleti bir şekilde
ele geçirip, toplumu kendi istedikleri istikamette dönüştürmek istemektedir.
Buna tabi ki dindar, muhafazakar camia içersinde olan bazı kişi ve gruplar da
dahildir. Yani Müslümanlığı topluma devlet eliyle dayatmak veyahut da zaten
Müslüman olan bir toplumu devlet aracılığıyla Müslümanlaştırmak veya daha da
Müslümanca yaşar hale getirmek arzusunda olan hareketler de vardır Türkiye’de.
Zannediyorum bu Müslümanlara da çok büyük zarar verecek bir yaklaşımdır. Galiba
Müslümanlık en büyük zararı siyasi otoriteye eklenmekten ve siyasi otoriteyi
kullanmaktan görür. Bu ayrımı uluslararası literatürde, bir din olarak
Müslümanlıkla bir totaliter ideoloji olarak yorumlanmış İslam’ı ayırmak için,
İslamizm ve Müslümanlık veya İslamizm ve İslam ayrımı yapıyoruz. İslamizm
dediğimiz şey bir ideolojidir. Totaliter bir ideolojidir. Normal bir
Müslümanlıkla alakası yoktur. Bu ideolojinin temel hedefi bütün kamu otoritesini
toplumu Müslümanca yaşatmak için kullanmaktır. Buradaki Müslümanca tabiri de
tabi ki iktidarı ele geçirenlerin yorumlayacağı bir yorum tekeline tabi bir
yorumdur. Bundan da uzak durmak mecburiyetindeyiz. Bunu şunun için söylüyorum;
Türkiye’de İslam yabancı bir unsur değil toplumsal hayatın ve toplumsal kültürün
asli bir üyesidir, asli bir parçasıdır. Eğer biz İslam kültürü içinden hak ve
özgürlüklere saygı gösteren siyasi düzenlemeleri teşvik edecek yorumlar
geliştiremez isek bu demokratik bir sistemin bu toplumda kurulması ve kök
salması da son derece zor olacaktır. O yüzden benim en çok görmeyi istediğim
şey, toplumun her kesiminde olduğu gibi, dindar muhafazakar kesimde de
devletçiliğin gerilemesi, devletçiliğin azalması, devlete tapma kültürünün
yerini yavaş yavaş insan hak ve özgürlükleri yüceltme kültürüne bırakmasıdır.
Bunu burada rahat söyleyebileceğimi düşünüyorum. Çünkü bu camia, benim bildiğim
kadarıyla dindar muhafazakar camia içersinde bu çizgiye en yakın olan, buna en
çok uyan camiadır. Ben kendim dindar bir muhafazakar olmadığım için, içinden bir
mücadele verebilecek durumda değilim. Bu grubun içinden bir mücadele veremem.
Ben dışarıdan bir gözlemci olarak bakar ve dışardan yorumlar yaparım. Ama
zannediyorum sizin gibi insanlara çok görev düşüyor. Çünkü dinler öyle varlıklar
ki en büyük zulmün de, en büyük hoşgörünün de kaynağı olabilmektedir. Herhalde
Müslümanlara düşen de İslam’ı büyük bir hoşgörü kaynağı olarak yorumlamak ve
yaşamak ve örnek olmaktır. Eğer bunu yaparlarsa kendi problemlerinin çözümü
kolaylaşacağı gibi Türkiye’nin de problemlerinin çözümü kolaylaşır diye
düşünüyorum.