The Principle of Council and its Relevancy to Democracy
Giriş
Şûra, toplumsal sorunlarla ilgili olarak kamuoyuna başvurma ve
toplumun genel görüşü yönünde karar almanın önemli bir yoludur. O, insanların
geleceğini belirleme hakkını kullanmanın; siyasal katılımın temel yöntemlerinden
biridir. İslam’a bakıldığında da onun toplumsal hayatın her yönünü kapsayan bir
ilke olduğu görülür.
Şûra başkalarının görüşlerini dikkate almayı ifade ederken,
"bede"e’ kökünden gelen "istibdat", kelime anlamıyla kişinin tek kalması,
görüşün ferdî olmasını ifade eder. Toplumu ilgilendiren konularda bir kişinin
tek başına söz hakkına sahip olması, bireysel görüşünü uygulamaya geçirebilmesi
otoriteryenliğe ve despotizme yol açar. İslam ise “Onların üzerinde bir zorba
değilsin.”1 ve “…Sen onlara karşı zor kullanacak değilsin…”2
ayetlerinden anlaşılacağı gibi despotizmi dışlar. Çünkü bu ayetler, peygamber de
dahil hiç kimsenin toplumun vasisi, bireylerin bekçisi olamayacağını ve kendinde
despotluk etme hakkını göremeyeceğini ortaya koymaktadır.3 Bu da
dolaylı olarak yöneticiye yönetimi tek başına istibdat yoluyla elinde
bulundurmak hakkını veren bir yapılanmayı tasvip etmez. Devlet yöneticisi,
insanlar üzerinde vesayet sahibi olmadığına göre, kendi başına onlar adına en
doğru kararı verme hakkına sahip görülemez.
Şûranın Gerekliliği
Âlimlerin çoğunluğuna göre, şûra, devlet adamlarınca yerine
getirilmesi zorunlu bir vecibe olup, onu terk eden, Allah indinde günahkar,
insanlar önünde ise sorumludur. Şûra’nın zorunlu bir uygulama olduğuna
“…(Yapacağın) işlerde onlara da danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah’a
dayan…”4 ve “…Onların işleri de kendi aralarında şûra iledir…”5
ayetleri delil gösterilir. İlk ayette meşveret emredilirken ikinci ayette şûra,
Müslümanların özellikleri (görevleri) arasında sayılmaktadır. Buna göre,
Müslümanların sorunları despotlukla değil, uzlaşmayla çözmeleri, kendi
geleceklerini belirlemede söz sahibi olmaları gerekir. Ayrıca İslam
Peygamberi’nin teşvik ve uygulamaları da şûrayı emreden ayetler doğrultusunda
olmuştur. O, Müslüman toplulukların ileri gelenleri ve sözüne itibar edilenlerle
ve ilgili oldukları konularda diğer Müslümanlarla daima istişare etmiştir.
İslam’ın emrettiği sosyal bir ilke olarak şûra ve meşvereti
siyasi alanda kaçınılmaz bir gerekliliğe dönüştüren nedenlerin başında insanın
bilgi, tecrübe ve düşüncelerinin sınırlı oluşu gelmektedir. Çok yönlü sorunlar
karşısında tek bir bakış açısı doğru bir görüşe ulaştırmaz. Kusursuz, mutlak
doğru ve sınırsız bilgi ancak Allah’ındır. Bu konuyla ilgili “Her ilim sahibinin
üstünde de daha iyi bilen biri vardır.”6 ayeti beşerî bilginin izafî
olduğunu vurgulamakta ve "tek doğru" anlayışının dışlayıcılığından kaçınmaya
yöneltmektedir. Tek doğru anlayışından kaçınmanın yolu da meşveret ve şûradır.
Özellikle çağımızda bir insanın sosyal meselelerle ilgili
sorunlarının her yönünü bilmeleri, alternatif çözüm yollarının tümünü tecrübe
etmeleri imkansız gibidir. İvan İllich çağımız için “kabiliyetsizleştirici
uzmanlıklar çağı” tanımlamasını yapmaktadır. Çünkü Bediüzzaman’ın ifadesiyle,
“Bir şahıs, çok fenlerde ihtisas sahibi olamaz.”7 Ancak uzman
insanların şûra çalışması sonucunda, o şûranın katılımcıları, konunun her
yönünde ihtisas sahibi gibi olurlar. Bu nedenle yine onun dile getirdiği üzere,
ancak şûra ve meşveret esasıyla oluşan kurumlar toplumu temsil ederek
yönetebilir: “Zaman-ı sabıkta revâbıt-ı içtimâ ve levazım-ı taayyüş ve fevaid-i
medeniyet o kadar tekessür ve teşaub etmediğinden, bazı kalil adamların fikri,
devletin idaresine yarı kâfi gibi idi. Amma bu zamanda revabıt-ı içtima o kadar
tekessür etmiş ve levazım-ı taayyüş o derece taaddüt etmiş ve semerat-ı
medeniyet o kadar tefennün etmiş ki, ancak yalnız kalb-i millet hükmünde olan
meclis-i meb’usan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i şer’î ve seyf ve
kuvvet-i medeniyet menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr o devleti taşıyabilir ve
idare ve terbiye edebilir. Bu hakikate misal, eski hükûmet-i müstebide, yeni
hükûmet-i meşrutadır.”8
Hz. Peygamber, kendisinin ilahî vahiyle kılavuzluk edilme gibi
ayırt edici bir özelliğine karşın yine de karar almadan önce daima Ashabı ve
taraftarlarının kabile temsilcileriyle istişarede bulunmuştur.
Şûra, bilgi ve tecrübesi eksik insanların doğru bilgiye
ulaşmalarını ve doğru çözümü bulmalarını sağlayan bir yöntemdir. İslam
Peygamberi (s.a.v.) istişarede bulunan bir topluluğun isabetli bir görüşte
birleşeceklerini söylemiştir.9 Çünkü çok boyutlu siyasi meselelerde
getirilen çözüm önerilerini iyi değerlendirmenin yolu, ehil insanların
görüşlerinin mukayesesini yapmak, onların tartışmalarından yararlanmaktır.
Akıllı insan aklını kullanır, ama daha akıllı olan kimse başkalarının da aklını
kullanır. Şûra ilkesi, gereğince uygulandığında, bireyin başkalarının da akıl,
bilgi, tecrübelerinden yararlanmasını, ilmin iradeye değil, iradenin ilme tabi
olmasını sağlamaktadır.
Şûra çalışmalarının insanların bilgi eksikliklerini gidermedeki
rolüne en çok günümüzde karşılaşılan kimi sorunların çözümüne yönelik içtihat ve
kanunlaştırma çalışmalarında ihtiyaç duyulmaktadır. Bu konuya ileride yeniden
temas edeceğiz. Ancak bu noktada şûra ile bir delil olarak icma kavramı
arasındaki ilişkiye değinmek yararlı olacaktır. Bu konuda Bediüzzaman şunları
söylemektedir:
“Müfessir-i azîm olan zamanın taht-ı riyasetinde, her biri bir
fende mütehassıs, muhakkikîn-i ulemadan müntehap bir meclis-i meb’usan-ı ilmiye
teşkiliyle, meşveretle bir tefsiri telif etmekle sair tefasirdeki münkasım olan
mehasin ve kemâlâtı mühezzebe ve müzehhebe olarak cem etmelidirler. Evet,
meşrutiyettir; her şeyde meşveret hükümfermâdır. Efkâr-ı umumiye dahi
didebandır. İcma-ı ümmetin hücciyeti buna hüccettir.”10 Bu
ifadelerden icmanın delil oluşu, başta kanunlaştırma faaliyetleri olmak üzere
yönetim alanında meşverete dayanmak gerektiğini ortaya koymaktadır. Oysa tarih
boyunca icma, dinî hükümlerin tespitinde bir delil olarak üzerinde birleşilmiş,
ancak siyaset alanında uygulamaya konulmamıştır. Oysa icma, siyaset alanında
meşveret ve şûranın esas olması, şûra kararının da bağlayıcı olması gerektiği
fikrine götürmektedir.
Şûra, insanlara ve onların bilgi, düşünce ve tecrübelerine değer
vermenin bir gereğidir. İki kişiyi ilgilendiren bir meselede taraflardan
birinin, diğerlerinin görüşlerini dikkate almadan tek başına karar vermesi
haksızlıktır. Bu haksızlığın nedeni ya kendi çıkarlarını ortak yararın üstünde
tutma ya da doğru çözüm üretme konusunda kendisini herkesten üstün görüp
diğerlerine güvenmeme olabilir.
Günümüzde insan haklarının kolektif olarak kullanılmaya
başlanması, medeni bir ihtiyaç olarak sivil toplum teşkilatlarının; sendikalar,
vakıflar ve derneklerin çoğalması, insanların siyasal haklarını partiler
aracılığıyla kullanmaları, insanların seslerini duyurabilmek için çok farklı
fikir ve tutumlara sahip insanların ortak bir amaç için bir araya gelmeleri,
şahs-ı vahit’in çağımızdaki durumunu gösteriyor. Artık bilgi ve enformasyon
ağının bir kimsenin altından kalkamayacak şekilde artmış olması, insanların
bireyselliklerinden vaz geçmemekle birlikte Bedizüzzaman’ın şahs-ı manevi dediği
çeşitli topluluklar içinde yer almalarını gerektirmektedir. Bunun bilgi, tecrübe
ve fikir paylaşımında önemli bir yeri vardır.
Burada belirtelim ki, toplumun iki konuda otoritesi vardır:
Birincisi, yöneticinin seçimi ve yönetimin denetimi, değiştirilmesi ve azli.
İkincisi, yönetimde uyulacak maksimler, üst ilkeler dışında insanların yararının
belirlenmesi. Bu şu anlama gelir; kimse toplumsal iradeye karşın toplumun yararı
için tasarrufta bulunamaz. Bu noktada şûranın önemli bir rolü de bir konuda
toplumun yararının ve bunu gerçekleştirecek çeşitli alternatiflerin belirlenmesi
ve en uygun uygulamanın karara bağlanmasıdır. Bu nedenle, bireylerin kendi
gelecekleri hakkında söz sahibi olmalarına imkân veren şûra, yönetim ile halk
arasında bir köprü durumundaki şûra uygulaması anlamı taşımaktadır. “Heyet-i
içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları
arasında boşluk kalmamasıdır.”11 Halkın yönetimden büsbütün tecrit
edilmesini önleyen şûra, yönetim ile yönetilenler arasında boşluğun kalkmasına
yardım eder. İstibdat, yönetimin halka yabancılaşmasına yol açarken, onu
dışlayan şûra, yasama ve yürütmedeki tekeli kaldırıp insanların katılım
haklarını kullanabilmelerini sağlama amacına yöneliktir. Esasında şûranın bir
gereklilik oluşu, her bireyin toplumda yaşanan sorunlara karşı duyarsız kalmama
konusunda dinî ve ahlakî açıdan bireysel sorumluluğunun da bir gereğidir.
Toplum, şûrada ve şûra yoluyla, devlet yönetimi, toplum düzeni
ve medeniyetin geliştirilmesinde iktidarın kaynağıdır ve ancak şûra yoluyla onun
destekçisi olur.12 Dolayısıyla şûra, insanların kendi geleceğini
belirleme onur ve hakkına sahip olmaları gereğini teyit eden ilahî bir metottur.
Şûranın Bağlayıcılığı
Şûranın Allah’ın emrettiği bir gereklilik olduğu açıklandıktan
sonra şûra sonucunda bir görüşte karar kılınırsa, bu görüşün uygulanması vacip
olur mu? sorusunun da cevaplanması gerekir.
Şûra, tarihsel uygulamalarda sultan ve valilerin danışmaya uygun
gördüğü kişilerle; halkın ileri gelenleri ve kendi atadıkları diğer
yöneticilerle görüşme geleneğine dönüştürülmüştür. Çağdaş ilim adamları haklı
olarak, bu geleneğin şûra ilkesinin amacını gerçekleştirmede yetersiz olduğunu
belirtirler. Onlara göre, şûra tüm toplumun aslî bir hakkıdır. Nitekim İslâm
Peygamberi, belli bir grupla değil, doğrudan toplumla; ilgili sosyal gruplarla
istişârede bulunuyordu.
Bu yaklaşım doğru olmakla birlikte, onu doğrudan ve açık biçimde
dinî nassla temellendirmek güçtür. Bu konuda çağın gerekleri ve insanlığın bilgi
birikiminin devreye girdiğini ve bu yaklaşımı doğruladığını belirtmeliyiz. Artık
bilgi ve görüş alma amaçlı danışma ile şûra birbirinden ayırt edilmesi gereken
iki ayrı kavramdır. Bu ayrım bizi şûranın bir kesin karar mekanizması olup
olmadığı sorusuna götürmektedir.
Eski âlimler genel olarak, şûranın gereklilik olmakla birlikte,
bilgilendirici mahiyette olduğunu ve bağlayıcı olmadığını söylemişlerdir. Buna
göre son karar, meselenin çeşitli yönleri anlaşıldıktan sonra, şûraya katılan
kimselerin çoğunluğunun, hatta tümünün görüşüne aykırı olsa da, sadece
idarecinin hakkıdır. Çünkü yönetimde tam yetkisi ve uygulamalarından tam bir
sorumluluğu bulunduğu için halifenin ikna olmadığı bir şûra kararına bağlı
olması caiz değildir. Şûranın bağlayıcı olmadığını savunanlar, Hz. Peygamber’in,
Hudeybiye Antlaşması’nı yaparken; Hz. Ebu Bekir’in, Usame komutasındaki orduyu
Suriye’ye gönderirken, Ridde olayında savaşa başvururken; Hz. Ömer’in de
fethedilen Güney Irak topraklarını ganimet olarak dağıtmazken çoğunluğun
görüşüne uymamasını delil gösterirler.13 Hudeybiye barışı,
yöneticinin toplumun görüşünün aksine uygulamalar yapabileceği şeklinde hukuki
bir kural çıkarılmayacak şekilde Resulullah’ın konumundan kaynaklanan istisnai
bir durumdur. Ayrıca tarihin kritik anlarında liderin halkın görüşünün aksine
bir kararı uyguladığı ve bu kararın haklılığının ortaya çıkıp saygı gördüğü
görülebilir. Ancak bu, bir yöneticinin böyle yapmaya hukuken hakkı olduğu
sonucunu vermez.
Yukarda geçen diğer olaylarda ise, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer
toplumu ikna etmiştir veya toplumun genel kanaati üst bir ilkeye aykırıdır. Ebu
Bekir, Usame komutasındaki orduyu savaşa gönderirken, Rasulullah’ın uygulamaya
azmettiği bir kararı uygulamıştır. Ridde olayında, yani zekât vermeyenlerle
savaşta da çoğunluğu haklı olduğuna ikna etmek suretiyle savaşa çıkmıştır.14
Abdulkadir Udeh, Mevdudi, Hamidullah gibi çağdaş ilim
adamlarının çoğunluğu, şûrayı, sadece bir fikir sorma işlemi değil, bağlayıcı
bir karar mekanizması olarak kabul etmişlerdir.15 Buna göre
yöneticinin halkı dışlayıp gerek tek başına kendi görüşü gerekse çevresindeki
özel bir grubun görüşüyle karara varması ve onu uygulaması yanlıştır. İslam,
yürütme yetkisine, devletin önemli bir işini Müslümanlara müracaat etmedikçe
kesinleştirmemesini vacip kılmış ve bu otoriteyi, Müslümanların önünde kamu
görevleri çerçevesindeki icraatlarından da sorumlu yapmıştır.
Bazı çağdaş düşünürler, Şûra 38. ayete göre şûranın bağlayıcı
olduğunu söylerler. Bu görüşe göre, “(Yapacağın) işlerde onlara da danış, bir
kere de azmettin mi, artık Allah’a dayan.”16 ayetinde, "azm", niyette
kararlılık anlamına geldiği için, ondan dönülemez. Ancak burada “azm”in “şûra
kararı” olduğu açıkça ifade edilmediği gibi şûra’nın bağlayıcılığını net bir
şekilde bildiren bir nass da söz konusu değildir. Bununla birlikte mantıken
“azm”in ayetin baş tarafında geçen şûranın ürünü olması gerekir, yoksa şûranın
ürününden soyutlanması onu anlamsız yapacaktır. Ayetin değindiği olayda da
Allah’ın Elçisi (a.s.m.), Sahabenin çoğunluğunun görüşünü uygulamaya azmetmişti.
Bu bakımdan şûranın bağlayıcılığına dair delil bulunmadığı görüşü, bunu
açıklayan bir nassın bulunmayışı bakımından doğru, ancak ilgili nassların
maksadı açısından yanlıştır. Dolayısıyla, şûranın bağlayıcılığı metne
dayanmamakla birlikte, bugünün siyasal kültürü ve gelişen şartlar karşısında
şûra kararının yöneticiler için bağlayıcılığını kanunlaştırmak, İslam’a aykırı
değildir. Ayrıca, Kur’an’da açıkça belirtilen bir vacip olduğundan, şûranın
sonucu itibariyle de bağlayıcı bir mekanizmaya dönüşmesi, İslâm’a daha yakın bir
uygulama olacaktır.
Bu görüşün ikinci dayanağı ise Resulullah’ın daima insanların
üzerinde birleştiği veya çoğunluğun benimsediği görüşte karar kılması ve onu
uygulamaya koymasıdır.
Şûranın bağlayıcılığı görüşünün bir dayanağının da toplumun
maslahatı ve siyasî gereklilik olduğunu söyleyebiliriz. Bağlayıcı olmayan şûra,
yöneticinin otoritesini sınırlandırmaz. Şûra ilkesinin şûra ehline vermiş olduğu
bu yetkinin asıl sahibi toplumdur. Toplum olmaksızın otorite var olamayacağı
için toplum, otoritenin kaynağıdır.17 O hâlde kimsenin toplumu
yakından ilgilendiren bir konuda toplumun düşüncesi ve iradesinin aksine hareket
etme yetki ve hakkı olamaz.
Bazı ilim adamları, hukukla bağdaşmayan bir kararın çıkmaması
için şûranın faaliyet alanının sınırlanması ve belli esaslara bağlanması
gerektiğine dikkat çekerler. Örneğin Yazır’a göre, hukukî konularla ilgili
müşavere, hakkında kesinlik ifade eden bir nass bilinmeyip az çok içtihada
elverişli olan veya tatbikat açısından değerlendirilip açıklanması ve
düzenlenmesi gereken hususlardadır.18 Şûranın şer’î istidlal yolları
ve içtihatla hükmedilecek konularda olmadığı görüşü, hangi usule göre
oluşturulmuş içtihadın alınacağı problemini açıkta bırakmaktadır. Bunun yanında
içtihadî konularda, ilim adamlarının ve konunun uzmanlarının görüşlerine
dayanılması da bir gerekliliktir.
İslâm’da, iradesi hukukun yegâne kaynağı sayılan bir egemenliğin
reddedilmesi ve hukukun yapılır değil keşfedilir oluşu sebebiyle, şûra, hukukî
sınırları aşamaz ve insanların haklarının özüne dokunamaz. Bu nedenle,
kanaatimizce, şûra kararları da üçüncü güç (yargı) tarafından denetlenmelidir.
Şûranın gerek işlevi gerekse gayesi açısından yakından ilgili
olduğu bir kavram da yukarıda belirtildiği gibi icmâdır. Öncelikle şûranın
gerekliliği konusunda ileri sürülen “Ümmetim hata üzerinde birleşmez.”19
hadisini şûranın gerekliliği ve şûra kararının bağlayıcı olması gerektiğini
temellendirmek için de kullanabiliriz. Günümüz şartlarının meşruti, hatta
demokratik bir sistemi gerektirdiğini vurgulayan Bediüzzaman’a göre, fıkıh’taki
“Rey-i cumhur budur, fetvâ bunun üzerinedir.” yaklaşımı, millet meclisindeki oy
çoğunluğunun benzeridir.20 “Asl-ı şeriatın hakikî yolu, gerçek meşru
meşrutiyettir.” diyen Bediüzzaman’a göre, meşrutiyetin açılımı cumhuriyet ve
demokrasidir. Bu da adalet, meşveret ve kuvvetin kanunda toplanması ilkelerini
içermektedir.21 Elmalılı’ya göre de şûra müzakereleri (görüşmeleri)
icmâ meselelerinin aslını teşkil eder.”22
“Vahyin açıkça belirlediği hususlarda şûra ve içtihat söz konusu
olmayacağına göre, icmâ da değişkendir. İcmâ ile bugün saptanan bir husus, yarın
başka bir şûranın bir başka icmâı ile değiştirilebilir. Çünkü nass ile
belirlenmemiş konularda, ahkamın değişmesi esastır. Aksi takdirde hayatta
çekişmeler başlar ve şûra emri etkisiz kalır.”23 Bu değerlendirme de
icmanın, ilgili konunun dinî hükmünü belirleyen bir kaynak olarak kabul edildiği
anlaşılmaktadır. Bu anlayışın sonucu, aynı konuda, insanların (değişken)
değerlendirmelerine bağlı olarak çok farklı görüşlerin doğru olduğunu kabul
etmektir. Oysa icmanın nassın bulunmadığı konularda dinî hüküm koyucu bir kaynak
olduğu görüşü, kanaatimizce temelsizdir. Çünkü icma’, bir nassın yorumu ve
içtihat ile ilgili olup, tek başına hüküm kaynağı veya yasama yolu olamaz.
Dolayısıyla belli bir nassla ilintili olmayan bir kural, üzerinde mutabakat olsa
bile dinî bir hüküm sayılamaz. Hukukun egemenliği ilkesinin fonksiyonu da tam bu
noktada devreye girer ve toplumun fikir birliğinin, hukukî ilkeler ve temel
hakların önüne geçmesini engeller. Yani bir konuda sınırlandırma (emir veya
yasak) getiren bir nass kesin olarak mevcut değilse, o konudaki görüş birliği,
dinî bir hüküm olarak ibâhayı kaldıramaz; sınırlama getiremez. Nassın
bulunmadığı bir konudaki icma da belli bir zaman diliminde toplumun maslahatının
ne olduğunu veya neyin daha adil olduğunu belirler.
İcma’nın bağlayıcı dinî bir norm şeklinde anlaşılması, özellikle
nassın dışında ayrı bir delil olarak alındığı durumlarda, makuliyet açısından
oldukça sorundur. Kanaatimizce, icmâ’ belli bir tarih diliminde bir toplumun
kendi sosyal-kültürel ve siyasal koşulları içerisinde alimlerin genel itibariyle
vardıkları bir konsensüstür. Bu konsensüsün önem ve işlevi, söz konusu toplumsal
ortamda, alimlerce dinî ilkellerin ve nassların nasıl anlaşıldığı veya nasıl
anlaşılması gerektiğini göstermesidir. İcmanın nassın nasıl anlaşılması
gerektiğini göstermesi, bir nass hakkında görüş birliğine varılan tefsirin
doğruluğu temel varsayımından hareket edileceği anlamına gelir. Bu demektir ki,
kesin bir delille yanlışlanmadıkça icma geçerli görüş olarak kalacaktır.
Dolaysıyla icmâ, bir toplumda nassın nasıl somutlaşacağını, sistemin yapı ve
işleyişine nasıl yansıyacağını göstermesidir. Devletin faaliyeti dışında oluşan
icmâ, devletin kanunlaştırma faaliyetine yön verecek ve bu alanda geçerli bir
yöntem olacaktır.
Önemli bir nokta da icmânın özerk değil de nassa aykırılık
taşımaması gereken bir norm şeklinde görülmesi, hukukun üstünlüğünün gereğidir.
Buradan şûranın da hukukî ilkelerle kayıtlı olması gerektiği, sübûtu ve delâleti
kat’î hukukî normlara aykırı olamayacağı sonucuna ulaşabiliriz. Şûra meclisinden
de istibdada yol açan kararlar çıkması da imkânsız değildir. Bu durumda,
Bediüzzaman’ın istibdatın bir kişiden bir gruba yayılması olarak açıkladığı bir
durum ortaya çıkar.24 Hukukun üstünlüğü ilkesi, bu durumu önlemeye
yöneliktir.
Ayrıca hilafet nazariyesi ile günümüz demokrasilerinin esaslı
farklılıklarına işaret edilmelidir. Günümüz anayasal demokrasilerinin önemli bir
özelliği, “kuvvetler ayrılığı”dır; devlet başkanı yürütme alanında tasarruflarda
bulunur, periyodik seçimlerle de uygulamaları halk tarafından değerlendirilir.
Hilafet teorisinde ise halife, kuvvetleri elinde toplamaktadır. Oysa İslâm’da da
teorik olarak kuvvetler ayrılığı olduğu -özellikle de hukukçuların ve
yargıçların siyasi iradeden bağımsız davranmaları gerektiği-, konuya İslam’ın
ilkeleri ve hedefleri açısından bakan pek çok araştırma tarafından
doğrulanmaktadır.25 Ancak kuvvetler ayrılığı prensibi, Müslüman
siyaset geleneğinde kurumlaşmamıştır.
Bazı ilim adamları, şûra sürecinde herkesin bilgi ve
düşüncelerini özgürce ifade edebilmeleri ve etmeleri gerekirken, sonuçta alınan
karara muhalefet etmenin, onu tartışma konusu yapmanın doğru olmadığını ileri
sürmüşlerdir. İslam siyasi kültürü, böyle bir yaklaşımı doğrulamaktadır. Çünkü
şûra ilkesi, gerçekte toplumda birleşme ve bütünleşmeyi sağlamaya yöneliktir.
Demokrasiler ise siyasal partilerle muhalefetin devamlılığını öngörür ve
değişime kapı açar. Şûra kararının tartışılmasını hoş karşılamayan yaklaşımın
aksine, günümüz demokrasilerinde ise, uygulamaya girmiş bir görüş, yargı
tarafından incelemeye alınabilir ve hatta yürütme durdurulabilir. Ancak şûra
kararlarının bağlayıcı olması ile yargı tarafından denetlenmesi birbiriyle
bağdaşmayan durumlar değildir. Çünkü yargı, kanunlaştırma faaliyetlerini yürüten
meclisin, yetki alanının dışına çıkıp çıkmadığı, yetki alanındaki faaliyetlerde
usule uygun davranıp davranmadığını denetler; yoksa alınan kararları “danışma
heyetinin sunduğu bilgi ve öneriler” olarak değerlendiremez.
Şûranın nasıl uygulanacağına ilişkin İslam siyasi kültüründe çok
farklı uygulamalar ve görüşlerle karşılaşırız. Bunlar, adil bir yapılanmanın
nasıl olacağına ilişkin görüşlerden ibarettir. İnsanlığın siyaset alanındaki
bilgi birikimi ve tecrübesinden yararlanarak adil bir yapılanmanın nasıl olması
gerektiği konusunda daha farklı görüşler de ileri sürülebilir. O hâlde şûranın
nasıl uygulanacağı konusunu çağdaş veriler ışığında yeniden düşünmek gerekir.
Çünkü “(İslam) esasları vaz’etmiş, fakat o esaslardan alınacak hükümleri veya
esasata bina edilecek füruatı akılların meşveretine havale etmiştir.”26
Bu noktada şûra kararlarının bağlayıcılığının açık bir dinî nassa dayanmadığını
yeniden belirtelim. Ancak adalet, şûra, emaneti ehline verme gibi ilkelere uymak
kaydıyla yönetimin nasıl olacağı insanlara bırakılmışsa, şûra kararının
bağlayıcı olup olmaması gerektiğini de siyaset biliminin verileri ışığında
tartışmak gerekir. Nasslarda şûra kararının bağlayıcı olduğunun açıkça
belirtilmemiş olması, onu bağlayıcı bir karar mekanizmasına dönüştürmeye engel
değildir. Burada “şûra kararlarının bağlayıcı olması İslam’a aykırı mıdır?”
sorusu sorulabilir. Eğer yetki ve sorumlulukların halifenin elinde toplanması
nassa dayanmıyorsa, bu durumda, onun şûra kararlarına uyması gerekmediği de
doğrulanamaz.
Burada şûra ile demokrasi arasında ilişkilendirme yaparken göz
ardı edilmemesi gereken hususlara da dikkat çekmek yerinde olacaktır.
Öncelikle şûra sosyal bir ilkedir. Bir uygulama olarak şûra
İslam öncesi toplumlarda da görülür, ancak onu İslam sosyal bir ilke olarak öne
çıkartmıştır. Oysa onun kimi araştırmacılar tarafından bir "idare sistemi"
olarak tanımlandığı görülür. İdare sistemi, iktidarın kaynağı, yetkileri,
sınırları ve kullanma tarzı, katılım… gibi konularda ayrıntılı ve sistemli
normlara sahiptir; çok genel ve hiçbir zaman değişiklik gerektirmeyecek boyutta
esnek olamaz. Şûra ise Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminden itibaren çeşitli idare
sistemleri içinde çok farklı uygulamaları görülen bir ilkedir.
İkinci olarak demokrasi kavramının oluşumu birçok referansa
bağlıdır. Dolayısıyla şûra ve demokrasi veya cumhuriyet kavramları arasındaki
ilgi ve benzerlikler şûranın demokrasiyle özdeş olduğu anlamına gelmez.
Şûra ilkesi, bir yönetim biçimi olarak demokrasinin alternatifi
olarak düşünülemez. Demokrasi, yetersizlikleri, -onu demokrasi yapan-
doğasındaki çelişkileri ve insanlığa yararları ile her zaman tartışılacak bir
yönetim biçimidir. Şûra ise en iyi nasıl uygulanabileceği üzerinde durulması
gereken bir ilkedir. Meşrutiyet, cumhuriyet ve demokrasi onun çeşitli uygulama
biçimlerini içerir. Bugün artık demokrasinin yetersizlikleri ve doğasındaki
çelişkileri ile insanlığın ulaşabildiği en iyi yönetim biçimi olduğu düşüncesi
baskın hâle gelmiştir. Demokrasi, çoğunluğun neyi irade ettiğinin tespit
edilmesinden ibaret değildir. O, kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü gibi
kavramları temel alan bir yönetim biçimidir. Kuvvetler ayrılığı ve hukukun
üstünlüğü, Müslüman siyaset geleneğinde izdüşümlerini gördüğümüz, İslam’ın
hedeflediği adaleti gerçekleştirmede daha başarılı olan ilkelerdir. Dolayısıyla
şûra, hukukun üstünlüğü, -yargının güdümsüz olmasını da gerektiren- yargının
tarafsızlığı gibi ilkeler, Müslüman zihniyetini demokrasiyi benimsemeye
yönlendirmektedir. Bu, demokrasinin mükemmel olmasından değil, insanlığın
ulaşabildiği en iyi yönetim biçimi olmasından dolayıdır.
Üçüncü olarak İslam’ın demokrasi ile ilişkisini doğru biçimde
açıklamak için de demokrasinin ilke ve kurallarını mutlaka dinî metinlerle
ilişkilendirme çabası yerinde değildir. Çünkü bir düzenlemenin nassla teyit
edilmemiş olması, onun İslam’a aykırı olduğu anlamına gelmez. Fıkıh’ta “meskûtun
anh” denen (hakkında hüküm gelmeyen) bir konuda yapılacak bir düzenleme için
esas olan, İslam’a aykırı olmamasıdır.
Bir örnek vermek gerekirse, günümüzde şûra meclisi üyelerinin
devlet başkanınca tayininin caiz olmadığını söyleyen âlimler de vardır. Onlar
bunu söylerken, siyaset alanında insanlığın bilgi ve tecrübe birikimine
dayanmaktadırlar. Yapılması gereken de budur; yani, İslam’ın ilkelerine ve
gerçekleştirmeyi amaçladığı maslahatlara aykırı olmadığı sürece, adaleti
sağlamaya en elverişli olanı tespit etmek için insanlığın bilgi birikiminden
yararlanmaktır. Meşrutiyet, demokrasi, sosyal hukuk devleti gibi kavramlar da bu
şekilde değerlendirilmelidir.
Demokrasi, haklı olarak, en çok tartışılan ve eleştirilen
yönetim biçimidir. Bu tartışmalar, eleştiriler ve özellikle günümüzde
Müslümanların dinî özgürlüklerini kullanmalarını istemeyen bir grubun “Benim
oyum ile çobanın oyu eşit olabilir mi?” demesi demokrasinin gücüne ve
haklılığına işaret etmektedir.27 Ancak demokrasi, sadece çoğunluğun
siyasal gücü belirlediği bir yönetim değil, kuvvetler ayrılığı ve hukukun
üstünlüğüne dayanan, insan haklarını anayasa ile güvence altına alan, anayasada
devlet organlarının yetki ve faaliyet alanlarının tespit edildiği bir yönetim
biçimidir. Demokrasinin İslam’a uygunluğunu, demokrasinin bu temel
özelliklerinin (1) İslam’a aykırı olup olmadığına, (2) alternatif yönetim
biçimlerine karşı demokrasinin daha iyi olup olmadığına bakarak tespit etmek
daha doğrudur. Burada el-Ahkâmu’s-Sultaniyye, es-Siyasetü’ş-Şer’iyye adını
taşıyan kitaplarda ayrıntılı olarak anlatılan yönetim biçiminin nassa değil ve
İslam’ın ilk dönemindeki uygulamalara ve sonraki dönemdeki kurumlaşmalara
dayandığına dikkat edilmelidir. Demokrasinin temel ilke ve özellikleri, İslam’ın
nasslarına; makasıd ve ilkelerine değil, kelam ve fıkıh kitaplarında ayrıntılı
olarak anlatılan bu yönetim biçimine aykırıdır. Bunu kısaca açıklamak yararlı
olacaktır.
1. Siyasi iktidarın halkoyuyla belirlenmesi. Siyasî iktidarın
Tanrı tarafından belirlendiği ve kralın ilahî bir hakka sahip olduğu görüşü
İslam’a aykırıdır. İslam’a aykırı bu görüş egemenlik ile siyasal iktidarı
özdeşleştirmekte, siyasî gücü sınırsız hâle getirmektedir. Bu durumda, siyasi
iktidarın (seçim, şûra ve güvenoyu gibi yollarla) halk tarafından belirlenmesi
gerekmektedir.28 Bu anlayış demokrasinin ilk şartıdır. Başka bir
deyişle, demokrasinin temel ilkesi, siyasal iktidarın kendinde bir egemenlik
hakkına sahip olmayışı, siyasal gücün bireylerin kendi geleceğini takdir
hakkıyla belirlenmesidir. Dolayısıyla, siyasal otorite ve kamu görevleri de
kişiye bağlı değil, topluma aittir. Şûra ilkesi de siyasal otorite ve kamu
görevlerinin belli bir kişiye değil topluma ait olduğu fikrini teyit edip,
bunları kullanacak kimselerin de toplum tarafından belirlenmesine imkân verir.
2. Hukukun üstünlüğü. Siyasi iktidarın halk tarafından
belirleneceğini söylemek, egemenlik ile siyasi iktidarı birbirinden ayırt etmek
demektir. Bu da siyasî gücün sınırlanması demektir. Siyasi iktidarın otoritesi
sınırlı olduğu gibi belli amaçlara yöneliktir de. Onun iradesi yasa değildir; o
yasalar çerçevesinde yürütme gücünü elinde bulundurur. Bediüzzaman’ın
ifadesiyle, “Kavmin seyyidi, hizmetkârıdır.”29 hadisini yöneticiliğin
hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil, millete bir hizmetkârlık anlamına
gelen bir ilke olarak vurgular. Öyle ki, demokrasi ve vicdan hürriyeti
İslâmiyet’in bu esasına dayanabilir. Çünkü kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer.
İstibdad, mutlak keyfî olur.30 Siyasî gücün hukukî ilkelerle
belirlenmesi ve hukukla kayıtlanması, hukukun üstünlüğüne dayalı bir yönetimi
öne çıkartır. Yasama ise, belli hukukî ilkeler ve yöntemlere bağlı kalarak ideal
olanı keşfetmeye yönelik içtihat ve kanunlaştırma faaliyetlerinden ibarettir. Bu
durum da yasamanın teorik olarak siyasal güçten ayrıldığını gösterir. Müslüman
geleneğine bakıldığında da içtihatların siyasal yetki alanının dışında ilim ve
kavrayıştaki yeterliliğe bağlı sivil bir faaliyet alanı oluşturduğu ve İslâm
Hukukunun (Fıkh), "hukukçular hukuku" örneği oluşturduğu görülecektir. Devletin
bu konudaki rolü içtihatlardan yola çıkarak kanunlaştırma çalışmalarıdır.
Müslüman ilim adamları da bu faaliyetin bir şûra heyeti tarafından yürütülmesi
gerektiğini söylerler. Onlara göre yasamaya ilişkin sınırların korunması için
yasama yetkisi, tek başına devlet başkanına değil, hukuk bilginleri ve yasama
yapılacak konunun uzmanlarından oluşan bir heyete31 veya toplumun
hakkını koruyacak "şurâ meclisi’ne ait olmalı, bununla birlikte "yasamayı
kontrol edecek bir kurul" da bulunmalıdır.32
Bu önerileri daha da çoğaltmak mümkündür. Bediüzzaman da bu konuda eski
devirlerle çağımızı karşılaştırarak şunları söylemektedir: “Eski zamanda
değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhit idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi
münferit bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve ta’dil ederdi. Şimdi ise,
zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassis, sağırca,
metin bir şahs-ı mânevîdir ki, şûralar o ruhu temsil eder.
Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şûra-yı
âliye-i ilmiyeden tevellüt eden bir şahs-ı mânevî olmak gerektir.”33
Bu şurâ ilkesinin de bir gereğidir.
3. Kuvvetler ayrılığı. Bu anlatılanlardan devletin üç erkinin
birbirinden ayrılmasının İslam’ın amaçladığı adil yönetimin gerçekleşmesine daha
elverişli olduğu sonucunu çıkartabiliriz. Ayrıca, anayasada bu üç kuvvetin
görevleri ve yetkilerinin belirtilip sınırlanması, insan haklarının sıralanıp
güvenceye alınması da bu konuda önemli katkılarının olacağını insanlığın
tecrübesi göstermiştir.
Sonuç
Toplumun kendine temsilci yapmadığı bir kişi veya grup kendi
başına toplum adına karar veremez. Şûra ilkesi de bir kişinin toplumdan almadığı
bir yetkiyi toplum adına kullanmasını önler.
Şûra demokrasinin gelişim sürecinde ortaya çıkan “halk
egemenliği” anlamına değil, bugün “yargının egemenliği”nden tamamen farklı olan
“hukukun üstünlüğü/hukukun egemenliği” kavramına yakın bir ilkedir.
İslâm, Müslümanları şûra ilkesine bağlamış, ancak şûra
meclisinin (ehl-i hal ve’l-akd) nasıl oluşacağı, bunların tavsiye ve önerilerini
nasıl sunacağı, şûra kararının devlet başkanı için ne şekilde bir bağlayıcılığı
olacağı, hükümetin hukuka aykırı bir kararına yürürlüğe girmeden önce müdahale
edip edemeyeceği veya yürürlüğe girdikten sonra onu ilga edip edemeyeceği gibi
konulara ilişkin ayrıntılı hükümler getirmemiştir. Bunun nedeni zamanın
gerekleri ve insanların yararının gözetildiği ayrıntılı bir siyasal sistem
oluşturmaya yer açmaktır. Nitekim, bu konudaki çeşitli görüşler de İslam
âlimlerinin içinde yaşadıkları koşullara göre en iyi ve en elverişli
düzenlemeleri belirlemeye yönelik içtihatlardır. Ancak ilk halifeler döneminde
şûra için daimî ve oturmuş bir düzenlemeye esas olabilecek uygulamalar
bulanmadığı gibi, fukaha da bu konuda iyi bir model oluşturamamışlardır. Bugün
söz konusu sorunların çözümünde, İslam’ın ilke ve kurallarıyla çatışmayacak
modern hukuktaki genel ilkeleri ve siyaset biliminin verilerini kullanmamız
kaçınılmazdır. Buna göre şûranın çeşitli alanlarda uygulanması, şûra meclisinin
seçimle belirlenmesi, şûranın yürütülmesinde de yer ve zamanın koşulları
gözetilmesi, şura kararlarının bağlayıcılığa sahip ve denetime açık olması
olmasını sağlayan düzenlemeler yapılabilir. Örneğin, çağımızda temsilciler
meclisinin yasamayı onaylama şartı yönetimin istibdat ve zorbalığını önleyecek
bir güvence addedildiğine göre,34 yönetimin çıkarmak istediği genel
karar ve kanun taslaklarını "şûra meclisi"ne sunmayı zorunlu hale getiren bir
düzenleme yapmak mümkündür.
Demokrasinin kuvvetler ayrılığı, özellikle yasamanın yönetimin
bir egemenlik yetkisi değil, ideal olanı keşfe yönelik içtihat ve kanunlaştırma
çalışmalarından ibaret olması, yürütmenin hukuka bağlı ve toplumun maslahatını
gerçekleştirmeye yönelik olması, egemenlik ile siyasi gücün ayrılması ve siyasi
gücün belli ve sınırlı bir otoriteye sahip olması, İslam’ın ilke ve kurallarına
diğer yönetim biçimlerinden çok daha yakındır.
İslam, başlangıcından itibaren bilgi ve hakikate değer vermiş,
hikmeti müminin yitiği olarak değerlendirmiştir. İnsanları anlayış ve yaşam
tarzı olarak geleneğin baskısından kurtarmayı, insan düşüncesinin önünü açmayı
hedeflemiştir. İnsanı hayatın her alanında yönlendirmiş, ona her zaman ve her
yerde sorumlulukları olduğunu öğretmiş, ancak siyasi ve içtimai konularda bu
sorumluluklarını yerine getirmeye en uygun yapılanmanın nasıl olacağını onun
aklına bırakmıştır. Bu konuda insanlar, meşveret ve uzlaşı yoluyla bilgi ve
tecrübe birikimlerini paylaşarak doğruya ulaşmalı, doğruyu uygulamaya
geçirmelidir.
Öz
Şûra toplumsal hayatın her yönünü kapsayan İslamî bir ilkedir.
Ancak bu kavramın nasıl uygulanacağı konusunda önemli tartışma noktaları vardır.
Çoğu İslam alimi onun yöneticilerin uyması gereken bir yükümlülük olduğunu
söyler.
Şûranın gerekliliği gibi, şûra kararının bağlayıcılığı da ilim
adamlarınca tartışılmaktadır. Eski âlimler genel olarak, şûranın gereklilik
olmakla birlikte, bilgilendirici mahiyette olduğunu ve bağlayıcı olmadığını
söylemişlerdir. Ancak, şûranın gerekliliği konusunda ileri sürülen “Ümmetim hata
üzerinde birleşmez.” hadisini şûra kararının bağlayıcı olması gerektiği fikrine
yönlendirmektedir.
İslam siyaset alanında şûra, emanet, hukukun üstünlüğü gibi
ilkeler koymuş, ancak ayrıntılı bir sitem oluşturmayı insanın akıl ve vicdanına
bırakmıştır. Günümüzde şûranın nasıl uygulanacağına ilişkin görüşler de adil bir
yapılanmanın nasıl olacağına ilişkin açıklamalardan ibarettir. Meşrutiyet,
demokrasi, hukuk devleti gibi kavramlar da bu şekilde değerlendirilmelidir.
Bunların İslam’la ilişkisini açıklamak için, bu kavramları destekleyen nasslar
aramak yerine, bunların İslam’ın nasslarına; makasıd ve ilkelerine aykırı
yönlerinin olup olmadığı incelenmelidir.
Anahtar Kelimeler: İslam, şûra, gereklilik, bağlayıcılık,
hukuk devleti, demokrasi
Abstract
Council is an Islamic principle covering all the dimensions of
social life. But there are many important discussion points about the
application of this concept. Many Islamic scholars argue that this principle is
a responsibility for the rulers.
As the necessity of council, the binding feature of council
decision is being discussed by the Islamic scholars. The old scholars claimed
that even council is a necessity but it has been more on the instructive
character than being its statements ultimately binding. But the scholars who
argue for the binding character of the council decisions refer to the tradition
of the prophet as “my umma does not accord in the failure”, using this tradition
as a proof for the binding features of council decisions.
Islam put down the general principles as council, the primacy of
law, and custody but leaves the place for the human ration and conscience to
establish a detailed system. Nowadays, the views on the characteristics of the
council are more about the ways to set up a just structure. Thus, the concepts
as constitution, democracy and state of law should be considered from this
perspective. Instead of looking for the nass supporting those concepts, we have
to study whether these concepts have some aspects against the Islamic principles
in order to be able to explain the relevancy of these concepts to Islam.
Key words: Islam, council, the necessity, binding, state of
law, democracy
Dipnotlar
1. Gaşiye, 88/22.
2. Kâf, 50/45.
3. Bu ayetler, siyasi alanla değil sosyal alanla ilgilidir.
Ancak sosyal alanla ilgili her ilkenin siyasi alana yansıması vardır. Çünkü
siyaset topluma içkin bir olgudur. Ancak bir ayetin doğrudan siyasi bir
düzenleme getirdiğini söylemekle, ayetin sosyal bir ilkeyi öne çıkarttığını ve
bu ilkenin siyasi alanda da önemli ve yol gösterici nitelikte olduğunu söylemek,
farklı şeylerdir.
4. Al-i İmran, 3/159.
5. Şûra, 42/38.
6. Yusuf, 12/76. Ayrıca bk. Bakara, 2/216, 232, 255 vs.
7. Said Nursî, İşaratü’l-İ’caz, s. 167.
8. Said Nursî, Divan-ı Harbi Örfî, s. 85.
9. Zemahşerî, el-Keşşaf fî Hakâiki’t-Tenzîli ve
‘Uyûni’l-Ekâvîl, I-IV, Darü’l-Fikir, yer ve tarih yok, I, 474.
10. Said Nursî, Muhakemat, s. 20.
11. Said Nursî, İşarâtü’l-İ’caz, s. 49.
12. Ammara, Muhammed, el-İslâm ve Hukûku’l-İnsân -Darûrât…
Lâ Hukûk-, Kuveyt 1405/1985, 53.
13. el-Mütevellî, Abdülhamit, Mebadiu Nizami’l-Hukm
fi’l-İslâm, İskenderiyye 1978, 246; Musa, M. Yusuf, Nizâmu’l-Hukm fi’l-İslâm,
nşr. Huseyn Yusuf Musa, Daru’l-Fikri’l-Arabî, Kahire trz., 144.
14. İbn Kuteybe, Kitabu’l-imâme ve’s-Siyâse, I-II, nşr.
Muhammed Mahmud Rafî’î, Mısır 1322/1904, I, 29.
15. Hamidullah’ın devlet başkanını şûra kararını veto etme
yetkisine sahip olup olmadığını tartışmasından, onun şûra kararının bağlayıcı
olduğunu düşündüğü anlaşılmaktadır. Devlet başkanının şûra kararını veto hakkı
olup olmadığı konusunun Kur’an’da açıklanmadığını belirten Hamidullah’a göre,
muhtemelen devir veya şartlara göre değişmek üzere veto konusunda bir karara
varmak da halkın tercihine bırakılmıştır. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I-II,
çev. Prof. Dr. Salih Tuğ, Ank. 2002, II, 891, 894.
16. Al-i İmran 3/159.
17. Udeh, Abdulkadir, İslâm ve Siyâsî Durumumuz, trc. Beşir
Eryarsoy, İstanbul 1995, 191, 204.
18. Yazır, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, İst. Azim
Dağt., VII, 30.
19. İbn Mace, Fiten, 8.
20. Nursî, Münazarat, s. 120.
21. Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 65; Tarihçe-i Hayat, s.
52.
22. Yazır, a.g.e., VII, 30.
23. Öztürk, Yaşar Nuri, Kur’an’ın Temel Kavramları, 555.
24. Bu konuda Bediüzzaman’ın ifadeleri şu şekildedir: “Acaba
müstebid yalnız bir şahıs mı olur? Müteaddid şahıslar müstebid olmaz mı?”
sorularını yöneltir ve cevabını kısa ve net olarak verir: “Bence, kuvvet kanunda
olmalı, yoksa istibdad münkasım olmuş olur. Ve komitecilikle tam şiddetlenir.”
Divan-ı Harb-i Örfi, s. 47.
25. Burada Ebu Hanife’nin Abbasi halifesinin başkadılık
teklifini reddetmesinin önemli bir gerekçesinin, siyasi gücün yargıçları etkisi
altına alma çabası olduğuna dikkat çekmeliyiz.
26. Said Nursî, İşaratü’l-İ’caz, s. 167.
27. Demokrasi iktidar ve muhalefetiyle elitlerin elinde
tedavül ettiği, ama iktidarın elit olmayanların da eline geçebilmesine imkan
veren bir yönetim biçimidir. Birinci durum demokrasinin eleştiri noktası, ikinci
durum ise üstünlüğüdür.
28. Şia’nın aksine, Ehl-i Sünnet, Mutezile, Mürcie ve
Haricîlerin oluşturduğu çoğunluk, kesinlikle imametin kaynağının ve dayanağının
yalnızca ümmetin oyu, seçim ve ittifakı olduğu görüşünde birleşmiştir.
29. el-Mağribî, Câmiu’ş-Şeml, I, 450, Hadis no: 1668;
el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 463.
30. Nursî, Beyanat ve Tenvirler, s. 232.
31. el-Mubarek, Muhammed, Nizâmu’l-İslâm –el-Hukm
ve’d-Devle-, Kahire 1394/1974, 80.
32. Ğannûşî, Raşid, el-Hurriyyetü’l-Âmme
fi’d-Devleti’l-İslâmiyye, Beyrut 1993, 109, 115, 117.
33. Said Nursî, Sünuhat, s. 51.
34. el-Mütevellî, a.g.e., 248.