The Future of Democracy in Turkey

Bu başlığı tırnak içerisinde (yani olduğu gibi tek cümle olarak)
Google arama motorunda taratırsanız, yaklaşık 369 (367 de olabilirdi) sonuçla
karşılaşmanız aslında Türkiye ile demokrasi arasında temelden bazı problemler
olduğunun da bir göstergesi olarak anlaşılabilir. Demokratik bir ülke için aynı
arama yapılsa bu kadar çok sayıda sonucun çıkmayacağını herkes tahmin edebilir.
Google sonuçlarına yüzeysel bir bakış bile, Türkiye’de hemen hemen her kesimin
demokrasi ile bir şekilde problemi olduğunu da göstermektedir. Öyleyse eğer Türk
toplumu ile demokrasi arasında bir uyuşmazlıktan bahsedilebilir mi? Hatta
“demokrasinin Türk toplumu için bir lüks olduğu” sonucuna kolaylıkla ulaşılıp
toplumun farklı kesimlerinden gelen demokrasi taleplerini göz ardı etmek mümkün
müdür? Demokrasi ve Türk toplumu arasındaki bu çelişkili ve bazen paradoksal
ilişkiyi belki de Türk toplum yapısına daha yakından bakarak değerlendirmemiz
mümkün olabilir.

“Sosyal yapı” kavramı, sosyoloji ve daha özel olarak da sosyal
teoride sık sık kullanılmasına rağmen, kavramın üzerinde anlaşmaya varılmış bir
tarifi henüz yoktur. Ama genel olarak birbirleriyle sürekli ilişki içerisinde
olan sosyal kurumların bu ilişkileri, bireyler üzerinde oldukça etkilidir.
Sonuçta böylesi bir sosyal sistem içerisinde yaşamak durumunda olan bu
aktörlerin davranışlarını belirli ölçüde etkilemesi göz önüne alındığında,
sosyal yapının hem makro seviyede kurumlar arası ilişkiler ve mikro planda da
gruplar veya fertlerin birbirleriyle ilişkilerini belirleyen süreç için
kullanıldığı söylenebilir. Dolayısıyla, toplumlar işlevleri, amaçları ve rolleri
itibariyle birbirinden yapısal anlamda farklı; ama aynı zamanda bir ilişki
yumağı içerisinde bulunan çeşitli gruplardan oluşmaktadır. Sosyal aktörlerin
davranışlarının bu ilişkilerle belirlenmesi ise sosyal yapının ne kadar esnek
olabileceği ile yakından ilgilidir. Toplumların ekonomik, hukuki, kültürel ve
siyasi sistemleri ile aile yapıları ve toplumsal sınıf yapılarının detaylı
olarak incelenmesi neticesinde o toplumların sosyal yapıları belirlenmiş olur ve
birey davranışlarının sebepleri daha kolay anlaşılabilir. Bireyler bu yapının
içine doğarlar ve herkes için geçerli olan bu objektif yapıyı değiştiremezler.

Türkiye’nin toplumsal yapısının anlaşılabilmesi için öncelikle
Osmanlı Devleti’nin yapısına bakılması gerekir. Osmanlılarda toplumsal yapının
başlıca ögeleri; zamanının en büyük siyasi gücü olması dolayısıyla geliştirdiği
çok iyi bir iktisadi sistem ve vergi sistemi, seçkinler ve halktan oluşan iki
sınıflı bir toplum olması, dinin sosyal hayatta ve bireyler arası ilişkilerde
önemli bir yere sahip olması ve son olarak da o dönemde diğer imparatorluklarla
aynı şekilde geleneksel bir ideolojinin hâkim olmasıdır. Bu toplumsal özellikler
ve birikimin seksen yıldan fazladır varlığını sürdüren yeni devlette “aynen
devam ettirilmesi” veya “kırılmaya uğraması” ve yeni bir toplum yaratılması
tartışması günümüzde de devam etmektedir. Bu noktada Türk toplumu geleneklerini
ve geçmişlerini devam ettirmek isteyenler ve gelenekten tamamen vazgeçip
modernleşme yanlısı olanlar şeklinde ikiye ayrılmıştır. Fakat “tepeden inmeci”
bir elit projesi olan modernleşme, Batı’nın kendisine mahsus tarihi
tecrübelerini göz ardı eden bir yaklaşım olduğu için, Batı’nın eriştiği
sonuçların taklit edilerek modernleşebilineceği varsayımına dayanmaktadır. Yani,
yasayla fes giyilmesi yasaklanırken yine yasayla şapka giyilmesi mecbur edilerek
modernleşileceği sanılmıştır. Fakat halktan kopuk ve halkın görüşüne müracaat
edilmeden yapılan bu toplumsal değişim elbette diğer devrimlerde de görüldüğü
üzere toplumda derin izler bırakan bir travma yaratmıştır. Dolayısıyla ortaya
çıkan netice de ne modernleşmiş bir toplum ne de geleneklerini muhafaza eden bir
toplumdur. Bu travmanın diğer devrim geçirmiş toplumlarda (hatta "sosyoloji"
biliminin ortaya çıkmasının temel sebeplerinden birisi) olduğu gibi açıkça
gözlemlenemezliğinin altında Türk ulusunun karakterinde mevcut olan
“emir-kumanda” ve devlet büyüklerine kesin itaat etme alışkanlığı olabilir. Bu
sebeple de zaten entelektüel bir birikimden yoksun / yoksun bırakılmış olan halk
tabakasının yeni reformlara itiraz etmesi beklenemezdi. Önceleri bu itaat
kaygısı ile yüzeysel kalan, daha doğrusu aile içerisinde farklı aile dışında
genel toplum yaşamında farklı davranış biçimleri ortaya çıkarmış ve modernleşme
ancak “yeni toplumun görgü kuralları” olarak benimsenmesine rağmen devrimler
zamanla içselleştirilmiştir. Bu arada topluma cumhuriyet rejiminin demokrasi ile
eşdeğer olduğu, laiklik olmazsa demokrasinin de var olamayacağı dayatılmıştır.
Hâlbuki İngiltere ve Hollanda gibi demokrasinin en ileri seviyede olduğu ülkeler
halen Meşrutiyet rejimi ile idare edilirken demokrasinin mevcut olmadığı eski
Sovyet bloku ülkelerinin Doğu Almanya Cumhuriyeti gibi tamamının “Cumhuriyet”
olarak anılması ve günümüzdeki Çin Halk Cumhuriyeti gibi pek çok ülkenin adında
“Cumhuriyet” olması bu yanılgıyı açıkça göstermektedir.

Osmanlı Devleti ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki
benzerliklerin başında ekonomik yapı gelmektedir. Osmanlı’nın ilk ve yükselme
dönemlerinde kazanılan savaşlar sonucunda elde edilen ganimetler ve yeni
fethedilen bölgelerden alınan vergiler sayesinde gelişmiş bir ekonomiye sahipken
Batılı ülkelerin gerçekleştirdiği Sanayi Devrimi’ne ayak uyduramaması sonucunda
önce savaş ve askeri alanlarda kayıplar yaşanmış, daha sonra bu iktisadi
alandaki zayıflama devletin de çöküşünü hızlandırmıştır. Kapitülasyonlar olmasa
da dış borç ve ekonomide dışa bağımlılık Türkiye’nin Osmanlı’dan miras aldığı
bir hususiyettir. Sanayi Devrimi’nin ancak Turgut Özal’ın teşvikleri ile
Anadolu’da yavaş yavaş bir ivme kazanmasıyla Türk toplum yapısında da gözle
görülür değişimler yaşanmaya başlanmıştır. Ancak, ülkenin sahibi olduğuna
kendilerini inandıran seçkinci kesim bu gelişmeden de rahatsız olmuş ve “Anadolu
Sermayesi”ni dindar olmakla suçlayarak engel olmaya çalışmıştır. Bu tutum bir
bakıma, modernleşmiş ülkelerde sanayinin gelişmesi modernleşmenin temel
sebeplerinden birisi olarak görülürken Türkiye’de karşı konulması, aslında
seçkinci kesimin ülkenin modernleşmesini gerçekten isteyip istemediğinin de
sorgulanmasına yol açmaktadır. Ya da halkın üretimden uzak tutularak iktidar ve
güç elde etmesinin önüne geçmek için Anadolu’nun sanayileşmesi
istenilmemektedir. Teknolojinin giderek hayatımızda daha fazla yer almasıyla
bireyler arasındaki ilişkiler de değişmeye başlamıştır. Mesela, geleneksel
olarak Türk toplumunda çay içme bir ritüel iken, kompleks bir teknoloji
gerektirmeyen ve basit bir cihaz olan “kettle” veya su ısıtıcısının evlerimize
girmesiyle küçük bardaklarda herkesle paylaşılan çay artık yerini büyük
“mug”larla ve bireysel olarak tüketilen bir içecek haline gelmiştir. Bu yeni
cihaz, geleneksel olarak kolektif bir yaşam süren Türk halkının artık Batılı
tarzda bireyselci bir hayata doğru geçişini simgelemektedir.

Osmanlı’dan günümüze kadar gelen ikinci bir toplumsal yapı ise
bürokratik ve askeri seçkinler ile tüccar ve köylülerden oluşan “reaya”
sınıfları aynen Türkiye Cumhuriyeti’nde de korunmuştur. Osmanlı’nın çöküşüne
sebep olarak öncelikle kaybedilen savaşlar olduğu tespiti ile modernleşme ilk
önce askeriyede başlamış ve askeri teknolojinin yanı sıra tıp eğitimi de askeri
eğitim içerisinde verilmeye başlanmıştı. Nitekim Cumhuriyet’in ilk kurucu
elitlerinin hem asker ve hem de doktor olmaları, “hasta adam” olarak nitelenen
Osmanlı Devleti’nin kurtarılabilmesinde en çok ümit bağlananların bu kesimlerden
olması şaşırtıcı değildir. Bugün de ülkedeki en “pozitivist” ve modernleşmeci
kesimler bu iki meslek grubudur. Aslında modernleşme çabaları ile Osmanlı’da
elit ve halk tabakaları arasındaki uçurumun azaltılması hedeflenmişken Türkiye
Cumhuriyeti’nde aynen korunması bir paradoks oluşturmaktadır. Fakat liberal
ekonomiye geçiş sürecinde orta sınıfın yükselmesi beraberinde yeni talepler de
getirmiştir. Bu kesim artık eskisi gibi “merkez”den uzak kalmak yerine iktidar
olmak istemektedir. Fakat Türk seçkinleri, Şerif Mardin haricinde, bu talepleri
de anlamaktan aciz olduklarından problemin siyasi partilerde olduğunu sanmakta
ve partilerin kapatılmasıyla bu taleplerin önünün kesileceğine inanmaya devam
etmektedirler. Hâlbuki üreten ve hızla şehirleşen bir halkın demokratik
talepleri görmezden gelinemez. Ekonomik yapının liberalleşmesiyle nüfusun büyük
bir kesimi şehirlerde ikamet etmeye başlamış, bu hızlı göç olgusu ile mikro
seviyedeki bireysel davranışlar da değişmeye başlamıştır.

Osmanlı toplumu daha çok saray ve çevresindeki siyasi elitler,
din ve bilim adamları, büyük toprak sahipleri ve askeri elitlerin oluşturduğu
“havas” ile bunların dışında kalan köylülerin oluşturduğu “reaya” sınıflarından
oluşmuş bir toplumdu. Cumhuriyet’in ilan edilmesinden sonra bu yapı
değiştirilmeye çalışılarak saray ve çevresi ülkeden uzaklaştırılmış ve din
adamları nüfuzlarını kaybetmişlerdi. Büyük toprak sahipleri de zaman zaman
uygulanan toprak reformları sayesinde eski itibarlarını yitirmişlerdi. Ama
siyasi ve askeri elitler imtiyazlı durumlarını korumuşlardı. Tarım toplumundan
sanayi toplumuna geçişi hedefleyen Cumhuriyet devrimlerinin yeni sınıflar
yaratması beklenirken üretimi elinde bulunduran kesimler aynı zamanda siyasi bir
güç de elde etmişler ve onlar da siyasi elitlere katılmışlardı. Dış dünyaya
kapalı bir ülkede bürokratlar yardımıyla zenginleşmiş olan ve üretimin tekelini
elinde tutan bu kesimin iktidarlarını kaybetmemek için halkı fakir bırakma ve
üretim araçlarını kendi kontrolleri altında tutma eğilimleri çok açıktır.
Sanayileşmenin sınırlı seviyede kaldığı 1980’lere kadar işadamları dernekleri
siyasette oldukça etkin bir rol oynamışlar ve hatta hükümetleri
değiştirebilmişlerdi. Fakat işadamlarının siyaset üzerindeki etkisi giderek
azalmakta ve MÜSİAD gibi örgütler sayesinde hükümetler ile siyaset arasında bir
denge sağlanmaya çalışılmaktadır. Kırsal kesimde üretimin artmasıyla eskiden
merkez tarafından ezilen “reaya” artık güçlü bir orta sınıf haline gelmektedir.
Kırsal kesimde sadece üretimin artması değil aynı zamanda eğitime verilen önem
sayesinde de Türkiye’de özellikle yukarı doğru bir sosyal hareketlilik de söz
konusu olmuştur. Kırsal kesimin şehirlere göç etmesi ile karşılaştıkları
zorluklar, onları bu durumdan ancak eğitimin kurtaracağına inanmaları orta
sınıfın güçlenmesine yol açmıştır. “Sosyal yapı” kavramının içinde yer alan
farklı kurumlar ve bireysel gruplar arasındaki ilişkiler, en çok ekonomik refah
seviyesinin artması ile siyasi taleplerin artması arasındaki doğrudan ilişkide
görülebilir. Dolayısıyla, İstanbul dışında sanayi üretiminin artışı siyaseti
doğrudan etkileyecek ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki “ezen” ve “ezilen”
şeklindeki toplumsal sınıflar arasındaki uçurumu azaltacaktır. Türk toplumunun
bu ikili sınıf yapısında etken olan bir diğer husus da aileye verilen önemdir.
Batı ülkelerindeki akranlarından farklı olarak, eğitimini tamamlayan insanların
yapmaları beklenilen en önemli işlerden birisi evlenmek ve aile hayatı
kurmaktır. Zaten bireyler arasındaki ilişkilerin büyük bir kısmı aile ve
akrabalar arasında yapılan ziyaretler ve özellikle kuzenler arasında kurulan
sıkı dostluklar sayesinde toplum içerisinde yer edinme çabası nispeten
kolaylaştırılmaktadır. Ailenin önemini gösteren bir diğer husus da tüketim
alışkanlıklarında görülmektedir; eşya alınırken en çok dikkat edilen konulardan
birisi sadece tek bir bireyin statüsünün değişmesi yerine ailenin tüm
fertlerinin kullanımı ve ailenin bütün olarak saygınlık ve itibarının artması
hedeflenmektedir.

Osmanlı Devleti ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki üçüncü temel
farklardan birisi de din ve dinin toplumsal yapı içerisindeki yeridir. Osmanlı
Devleti’nin “din ü devlet” olarak açıklanmaya çalışılması, yukarıda da
bahsedildiği gibi, yeni kurulan yapıda, devlet ile din bu açıdan hep rakip
olarak görülmüştür. Osmanlı Devlet ve toplumsal yapısının hep dine dayalı olduğu
ve şer’i bir düzene sahip olduğu tezi, aslında Türkiye Cumhuriyeti ile
arasındaki kırılmaya ve kesintiye destek vermek için ileri sürülen bir iddiadan
öte gidemez. Nitekim Osmanlı devlet yapısının diğer İslam ülkeleri ile
kıyaslanması bile toplumdaki gelenek ve göreneklerin, bireysel davranışların ve
toplumsal kurumlar arasındaki ilişkilerin bütünüyle din tarafından
belirlenmediğini, dinin her ne kadar toplumsal yapı üzerinde bir baskı unsuru
gibi görülse de, aslında devlet, öncelikle kendisini koruma içgüdüsüyle
varlığını sürdürme eğilimindedir. Nitekim Şerif Mardin’in “Turkish
exceptionalism” ya da “Türk istisnacılığı” olarak adlandırdığı ve günümüzde de
geçerliliğini sürdüren “devletin en azından bir milimetre dinin önünde” yer
alması Osmanlı toplumunun da genel özelliklerinden birisiydi. Türkiye
Cumhuriyeti elitlerinin yeni devletin temel prensiplerinden birisinin de laiklik
olmasındaki ısrarları zaten seküler bir toplumda gereksizdi. Ama Osmanlı ile
aralarındaki kırılmanın daha keskin olabilmesi için bu elitler; o dönemde cari
olan Anglo-Sakson tipi “devletin dinlere eşit mesafede olması ve onlara özgürlük
tanıması” şeklinde anlaşılan sekülarizm yerine, Fransa III. Cumhuriyeti’nde
uygulanan ve dine özgürlük yerine onu kontrol altına almaya çalışan katı ve
militan laikliği tercih etmeleri de ancak böyle bir bakış açısıyla
anlaşılabilir.

Anadolu’nun düşman işgalinden kurtarılmasının ardından önce
“devleti kurtarma” ile kendilerini vazifelendirmiş bürokratik elit bu sefer yeni
bir “devlet kurma” işini üzerine almıştır. Bu modernist elit sınıfın kurduğu
Türkiye Cumhuriyeti, öncelikle Osmanlı Devleti’nin geleneksel sosyal, ekonomik,
dini ve siyasi yapısından radikal bir kırılmayı temsil etmektedir. Bu modernist
projenin üç temel unsuru ise ekonomik alanda kapitalizm, siyasi alanda
ulus-devlet ve parlamenter demokrasi ve kültürel alanda laikleşme olarak
belirlenmişti. Aslında ideolojik pozitivizmin etkisinde gerçekleştirilen bu
proje gecikmiş bir Aydınlanma hareketi olarak da adlandırılabilir. Cumhuriyet’in
kuruluşundan bugüne kadar bu projenin tam olarak başarıya ulaşamaması “Türk
Aydınlanması’nın başarısızlığı” olarak özellikle Şerif Mardin’in “öğretmen-imam
çatışması” kavramı ile açıklanmaya çalışılmaktadır. Yani, laik-modernist elitler
ile dindar gelenekselciler (anti-modernistler) arasında yaşanan bir iktidar
mücadelesi başlangıçtan itibaren sürekli olarak kendisini hissettirmektedir.
Hâlbuki Osmanlı Devleti’nde dini temsil eden ulema ve ilmiye sınıfı gücünü
iktidardan aldığı için Batı’daki gibi bir “din-devlet çatışması” asla
yaşanmamıştır. Fakat Batılılaşma yanlıları bu gerçeği görmezden gelerek sanki
böyle bir çatışma varmış gibi hareket ederek dine serbest bir alan
bırakmamışlardır. Osmanlı’nın zaten yoksun olduğu belediye, sendika ve
örgütleşme bu alanda da kendisini göstermiş ve yeni devlette sivil toplum
kuruluşlarına yer verilmeyerek dine de bu anlamda baskı yapılmıştır. Aslında
hiçbir zaman mevcut olmayan “devlet-cami” ayırımı Batı’yı körü körüne taklit
eden bu elit kesim tarafından kurgulanarak, yeni toplum yapılanmasında dine hiç
yer verilmediği gibi, dini kontrol altında tutmaya çalışmışlar ve zaman zaman da
militarizme başvurmaktan çekinmemişlerdir. Ancak toplum kendi kültürünün
temellerinden birisi olan dini dışlamamış, tam tersine onu kendi kimliğinin
ayrılmaz bir parçası olarak görmeye devam etmiştir. Nitekim siyaset alanında da
halk Cumhuriyetçi elitlerin tüm dayatmalarına karşın dine daha hoşgörülü
partilere oy vermeye devam etmiştir.

Sonuç olarak, sosyolojide sık sık kullanılan “istenilmeyen
sonuçlar” gibi tepeden inmeci bir modernleştirme projesi pek çok alanda halk
tarafından içselleştirilmesine rağmen toplumun temellerine ve asıl kimliğine
yönelik alanlarda çok da başarıya ulaşamamıştır. Toplum kozmetik değişikliklerle
kısa yoldan ve Batı’nın yaşadığı tecrübeler görmezden gelinerek
modernleştirilmeye çalışılırken Batı’daki “demokrasi”, “insan hakları” ve
“hukukun üstünlüğü” gibi kavramları da doğal olarak benimsemiş ve bu yönde
taleplerini artırmıştır. Bu sefer de ülkede Batı karşıtlığının başlaması ve
kendilerini “ulusalcı” olarak nitelendiren bir kesimin Amerika Birleşik
Devletleri ve Avrupa Birliği’ne karşı çıkmaları, başlangıcından itibaren
Batılılaşmayı hedefleyen elitlerin asıl niyetlerinin Türkiye’yi ve Türk halkını
dış dünyaya kapatarak kendi istekleri doğrultusunda ezmeye devam etmek olduğunu
açıkça göstermektedir. Bu anlamda “tam bağımsız Türkiye” sloganları da halkı
ezmeye devam etmeye yönelik bir slogan olarak bizzat kendi bağımsızlıklarını
temsil etmektedir. “Niyet edilmemiş” sonuçlarıyla Türk Aydınlanması artık
mecrasını bulmuştur. Kendi toplumlarından uzak elitlerin hiç de arzu etmedikleri
halde toplum kendisini yeni şartlara adapte edebilmekte, bu anlamda sistemi de
değişmeye zorlamaktadır. Bu zorlamanın sonucunda aslında bizzat kendisi bile
kulağa tuhaf gelen “demokratik cumhuriyet” kavramı, toplum tarafından
içselleştirilecek ve Türk halkı da diğer medeni ülkelerdeki normal insanlar gibi
normal bir hayat sürebileceklerdir. Bunun önündeki tek engel ise, halka
danışmadan ve bir sosyal mutabakat aramadan adı cumhuriyet olan ama demokratik
olmayan bir sistemi zorla dayatan kurucu elitler olacaktır. Neticede eğer bu
kesim de halktan gelen talepler doğrultusunda demokrasiyi benimseyebilirse
Türkiye’de demokrasinin geleceğinden söz edilebilecektir. Aksi takdirde
Türkiye’de yaşayan farklı kesimler demokratik olmayan bir cumhuriyette yaşamaya
devam edeceklerdir.

Öz

 Türk toplumu ile demokrasi arasında bir uyuşmazlıktan
bahsedilebilir mi? Hatta “demokrasinin Türk toplumu için bir lüks olduğu”
sonucuna kolaylıkla ulaşılıp toplumun farklı kesimlerinden gelen demokrasi
taleplerini göz ardı etmek mümkün müdür? Demokrasi ve Türk toplumu arasındaki bu
çelişkili ve bazen paradoksal ilişkiyi belki de Türk toplum yapısına daha
yakından bakarak değerlendirmemiz mümkün olabilir. Bu çalışmada Türk toplum
yapısı, Osmanlı’yı da içine alan değişimlerle birlikte irdelenmekte ve
modernleşme hareketlerinin ifade ettiği anlamlar gözler önüne serilerek
Türkiye’de demokrasinin geleceği tartışılmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Sosyal yapı, modernleşme, din, demokrasi,
demokratik cumhuriyet

Abstract

Can we talk about the incoherence between the Turkish society
and democracy? Even can we ask about the possibility of an easy conclusion on
the fact that “democracy would be a luxury for the Turkish society” and
therefore the democratic demands by the different groups of society could be
neglected? We may evaluate this paradoxical and contradictory relationship
between the democracy and Turkish society by analyzing the Turkish social
structure thoroughly. This study seeks to discuss the future of the Turkish
democracy by displaying the meanings of the modernization movements and
investigating the Turkish society together with the changes on the Ottoman
times.

Key words: Social structure, modernization, religion,
democracy, democratic republic