From Islam, the Religion of Peace to World Peace

İslâm kelimesi, Arapçada ‘barış’ anlamına gelen ‘selâm’ kelimesinden
gelir. Bu anlamıyla selâm, bir çok yerde geçer ve bütün Müslüman dillerinde, günlük
hayatın birçok alanında kullanılır. Ayrıca ebedî olarak kalınacak Cennet’e “Daru’s-Selâm-Kurtuluş
yurdu” denilmiştir. Haddizatında bütün semâvî dinlerin insanlar arasındaki düşmanlık
ve çatışmaları sona erdirmek, emniyet ve sulhü temin etmek için geldiklerini1
düşünecek olursak, son ve en mükemmel din olan İslâm’ın barışa verdiği önemi anlayabiliriz.

Günümüz Arap dilinde barış ifadesi için ‘selâm’ın hâkimiyetinden
bahsedebiliriz. Klasik eserlerde savaşın karşıtı olarak ‘barış’ anlamında sadece
‘sulh’ kullanılırken, modern Arapçada bu kelime, giderek ‘savaştan barışa geçiş’
olarak sınırlandırılmıştır. Önceleri siyâsî anlam taşımayan ‘selâm’ kelimesi ise
‘sulh’ün yerini alarak, başta da belirttiğimiz gibi, ‘savaş halinin zıddı olan barış
hali’ anlamında kullanılmaya başlanmıştır.2 Yine modern Arapçada devletlerarasındaki
barışı ifade için kullanılan ve selâmla aynı kökten gelen “silm” kelimesini burada
zikredebiliriz.

İslâm fıkhında gerek fertler arasındaki, gerekse devletler arasındaki
barış esası üzerine kurulu ilişkiler çerçevesinde kullanılan diğer önemli kavramlar
arasında musalaha, mürâveze, mütâreke, muâhede, muvâdaa ve mühâdeneyi3
sayabiliriz.

İslâm’ın ırkı, dini, dili, ülkesi ne olursa olsun, insanlar arası
münasebetlerde barış ve sulh prensibini ön plana çıkarmasını temelsiz bir iddiadan
veya zorlama bir yorumdan ibaret olduğunu düşünmek son derece yanlıştır. Çünkü gerek
pek çok Kur’an ayetinde4, gerekse Sünnet-i Seniyyede hiç yoruma ihtiyaç
bırakmayacak netlikte hükümler ve örnekler vardır.

Barış Asıldır; Savaş ise Ârızî Bir Durumdur

Fertler ve toplumlar arası münasebetlerin temelinde barışın mı,
yoksa savaşın mı bulunduğu tartışma konusu olmuştur. İlk insandan bu yana, savaşların,
çatışmaların daima ön planda yer aldığını görürüz. Milatan önce üçüncü yüzyılda
yaşayan Latin şairlerinden Plotüs’ün şu sözü insanların içinde gizli bütün olumsuz
özellikleri aksettirir; “Homo homini lupus..”5 Yani, insan insan için
bir kurttur.

İslâm, insanın bu belirgin özelliğini inkâr etmez. Ancak insan olmanın
temel özelliklerini göstermeyi de ihmal etmez. Bu durum, Allah’ın “Yeryüzünde emirlerimi
yerine getirip varlıklar üzerinde tasarrufta bulunacak bir halife yaratacağım” buyurduğunda
meleklerin “Yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökecek birisini mi yaratacaksın?” sualine
karşılık Hz. Adem’e (a.s.) bütün isimlerin öğretildiğini bildirmesinde6
açıkça görülür.

Bu durumda ister istemez akla şu soru takılmaktadır; Gerek fertler,
gerekse toplumlar arasındaki ilişkilerde insanların halifelik yönü mü, yoksa hayvanî
yönü mü esas olmalıdır?

Bu sorunun cevabını zaten yukarıdaki ayet mealinde vermiş olduk.
İnsan İslâm’a göre bir takım şartları taşıması halinde gerçek anlamda insan olabilir.
Her fırsatta kan dökmek, didişmek insanlığın belirgin vasfı değildir. Bütün insanlığın
sulh ve sükûn içinde bulunması gerekir. Bunun için en güvenilir ve kısa yol barıştan
geçmektedir. Huzur ve barış şaşmaz bir kaide; savaş ise, fesad çıkarmak, düzensizlik
meydana getirmek, zulüm yapmak suretiyle bir bedeni andıran insanlık âlemindeki
birliği ve bütünlüğü sarsmaya yönelik bir istisnadır.

İslâm’a göre barış, tıpkı fertler arası ilişkilerde olduğu gibi
devletlerarası ilişkilerde de asıl, genel prensip ve kaide, harp ise arizi ve geçici
bir durum, ancak lüzumu halinde başvurulan bir yoldur.

Asrımız âlimlerinden Bediüzzaman Said Nursi, İslam medeniyetinin
en temel özelliklerinden birisi olarak barışa işaret ederken, savaş halinin ancak
dışarıdan gelecek saldırılara karşı bir savunma mahiyetinde olacağını şu ifadelerle
belirtir:

“(İslam medeniyetine göre) Nokta-i istinad (dayanak noktası), kuvvete
bedel haktır ki, şe’ni (neticesi) adalet ve tevazündür (dengeli ve eşit davranmaktır).
Hedef de, menfeat yerine fazilettir ki, şe’ni muhabbet ve tecâzübdür (karşılıklı
yakınlaşmadır). Cihetü’l-Vahdet (birlik yönü) de unsûriyet (ırkçılık) ve milleyet
yerine, rabıta-i dinî, vatanî ve sınıfîdir ki (dinî, vatanî ve sınıfî bağlar), şe’ni
samimî uhuvvet (kardeşlik) ve müsâlemet (barış içinde yaşamak) ve haricin tecavüzüne
(saldırısına) karşı yalnız tedâfü’dür (savunmadır), Hayatta düsturu (temel prensibi)
cidal (çatışma, mücadele) yerine düstur-u teavündür (yardımlaşma prensibidir) ki,
şe’ni ittihad ve tesanüttür (dayanışmadır).”7

İslâm’ın Savaşa Bakışı ve Cihad Kavramı

İnsanlığın birlik ve kardeşlik içerisinde ve mutlu bir şekilde yaşamasını
hedefleyen İslâm dini, sulh ve salâhı esaslı bir prensip olarak kabul eder. Savaş,
İslâm’ın hedefleri arasında yer almaz. Hatta buna şer nazarıyla baktığını da söylemek
mümkündür ve bu özellikle Müslümanlar arasında olursa en büyük şer, en büyük tehlike
olarak değerlendirilir. Ancak zaruret varsa bu yola başvurulabilir. Bu yüzdendir
ki İslâm hukukçuları cihad hakkında “cihâd lizatihi hasen bir vecibe değildir, belki
ligayrihî hasendir” tespitinde bulunmuşlardır.8

Hatta cihadın, kuru bir ifadeyle sadece “savaş” olarak değerlendirilmesi
yanlış görülmüştür. Cihâd, öncelikle barışçıl yol ve vasıtalarla İslâm’ın tebliğ
edilmesi ve bu konuda gayret göstermeyi ifade eder. Ne zaman ki İslâm’ın tebliği
güçleşir, din ve inanç hürriyetini teminat altına almak ve İslâm devletini savunmak
gerekirse bilinen manada savaşa başvurulur.9

İslâm’daki cihad anlayışını barış çerçevesi içinde şöyle değerlendirmek
mümkündür:

a) Kur’an ve sünnette yer alan ve Müslümanları cihada davet
eden nasslar ve hükümler, İslâm’ın kabul ettiği barış ilkesine ters düşmez.

İnsanlığı bir tek topluluk olarak değerlendiren İslâm, Müslümanlara
karşı düşmanca tavır takınmayan gayr-i müslim topluluklarla iyi ilişkiler kurulmasını
menetmez. Bilakis böyle durumlarda, onlara karşı iyilikte bulunmaları ve adaletli
davranmaları emredilmektedir.10

Kur’an’da savaşa izin veren ilk ayetlerden itibaren, bu konuda son
olarak indiği bildirilen ve milletlerarası ilişkilerin savaş esasına dayandığını
iddia edenlerce daha önceki barışa davet eden ayetleri neshettiği, yani hükmünü
ortadan kaldırdığı iddia edilen kılıç ayetine11 kadar birçok ayette cihadın
hangi şartlarda gerçekleştirileceğine dair bazı şartlar sunulmuştur:

Kur’an ayetlerinde zikredilen “zulme uğramış olmak, kendilerine
savaş açılmak, topyekûn saldırıya maruz kalmak, yeryüzünde fitnenin varoluşu”12
vb. sebepler savaşa bir gerekçe olarak sunulurken, bu şartların gerçekleşmemesi
halinde barış halinin sürekli olacağı rahatlıkla söylenebilir.

Diğer yandan, Müslümanları savaşa doğrudan teşvik eden ayetlerde
durum bundan pek farklı değildir. Örneğin; “Ey iman edenler! Kâfirlerden size yakın
olanlarla savaşın.”13 ayetini hiç bir meşrû sebep olmaksızın, ele geçen
ilk fırsatta onlara saldırıp, onlarla savaşmak şeklinde yorumlayamayız.

Geçmişte olduğu gibi, düşmanlık duyguları fiilî bir tecavüz şekline
dönüşmedikçe, Müslümanların sıcak savaşa girişmemeleri en doğru yoldur. Bunun yerine,
tıpkı muasır İslâm düşünürü Bediüzzaman’ın şu tespitlerinde olduğu gibi, milletlerarası
diyalog metotlarının kullanılması, görüşme yollarının açık tutulması gerekir;

“Cihâd-ı haricîyi, Şeriat-ı Garrâ’nın berâhin-i kâtıasının elmas
kılıçlarına havale edeceğiz. Zira medenilere galebe çalmak ikna iledir. Söz anlamayan
vahşiler gibi icbar ile değildir.”14

b) İslâm, her fırsatta insanları sulha, barışa ve hoşgörüye
davet eder.

İslâmiyet, başlangıçtan itibaren yeryüzünde insanî bağları kuvvetlendirmek,
toplumları insanî gayelerle birbirlerine yaklaştırmak, karşılıklı ilişkileri hayırlı
işlerde yardımlaşma, işbirliği ve barış esaslarına dayandırmak prensiplerini koymuş
ve uygulamıştır. Ayrıca, toplumlar arasında normal ve daimi durumun sulh olduğunu,
bu sulh halini bozan ve düşmanlığı körükleyen asıl sebebin, başkalarının haklarına
tecavüzde bulunma olduğunu kabul eder. Bilfiil savaş yapma zorunluluğu ortaya çıktığında
ise, yine Müslümanlara barış yollarını arama, bunun için gayret sarf etmeyi öngörür.

Diğer yandan Müslümanlar arası barışı sağlama yönünden de aynı hassasiyetin
varlığını görmekteyiz. “Muhabbete muhabbet, husumete husumet”15 yani,
insanlardaki muhabbet duygusuna muhabbet besleyip, geliştirmek, husumet duygusuna
düşman olup, onu yok etme düsturuyla Müslümanlar arası barış çok kolaylıkla ikame
edilecektir.

Şu ayet, Müslümanlar arası ilişkilerde yine temel prensibin barış
olduğunu göstererek, ârizî olarak çıkan çatışmaların izalesini bütün Müslümanların
üzerine bir görev olarak yüklemektedir. Hatta bu görev yerine getirilmesine rağmen,
taraflardan birisi savaşta ısrar etmesi halinde, asıl olan barışın sağlanması için
inatçı tarafla savaşılması gerekliliği üzerinde durulmaktadır.

“Mü’minlerden iki topluluk birbirleriyle çarpışacak olurlarsa aralarını
düzeltin. Onlardan biri diğerine karşı tecavüzünde ısrar ederse, saldıran tarafla,
onlar Allah’ın hükmüne dönünceye kadar savaşın. Eğer dönerlerse siz de aralarını
adaletle düzeltin ve doğruluktan ayrılmayın. Şüphesiz ki Allah adaleti ve doğruluğu
muhafaza edenleri sever. Mü’minler kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını
düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete erişesiniz.”16

Aynı telkinler Hz. Peygamber’in (s.a.v.) söz ve fiillerinde de kendini
gösterir. Resulüllah (s.a.v.), İslâm’ın ilk zuhur ettiği sırada, Arabistan yarımadasında
yaşayıp dahilî ve haricî çatışmalar sebebiyle bir türlü barış ve huzur havası teneffüs
edemeyen insanlara her fırsatta müsâmahayla ve barış teklifiyle gitmiştir. Medine’ye
hicret ettikten sonra, farklı din, ırk ve milletlerden oluşan şehir halkını barış
esasları çerçevesinde gerçekleştirilen bir anayasayla birleştirmesi17,
özellikle Müslüman oldukları halde nesiller boyunca birbirlerinin kanını akıtıp,
düşmanlık yapan Evs ve Hazrec kabilelerini kardeş yapması18,
sulh talebinde bulunan, anlaşma yapmak isteyen herkesle sulha yanaşması, kendini
ve diğer Müslümanları öz yurtlarından çıkaran kişilere karşı hiç bir zaman kin gütmeksizin,
daima onların kurtuluşu için çalışması19 ve daha birçok uygulamayla barışın
önemi üzerinde durmuştur. Çeşitli örnekler vererek konuya açıklık getirmeye çalışalım:

“..Benden sonra birbirinin boğazına sarılan kafirler haline gelmeyin..”20

“Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Fakat düşmana
kavuşunca da sabredin..”21

“Yazık Kureyş’e ki, savaş kendilerini yiyip bitirdi. Benimle diğer
Araplar arasına girmeselerdi ne olur sanki?”22

c) İslâm tarihi boyunca Müslüman olmayanlara yönelik uygulanan
cizye, emân verme vb. yollar yine barışın temel prensip olarak kabul edildiğini
gösterir.

Gerek Hz. Peygamber (s.a.v.), gerek Hulefâ-i Râşidîn ve gerekse
takip eden dönemlere bakıldığında, İslâm ordusu gayr-i müslim bir grup veya orduyla
karşılaştığında onlarla doğrudan savaşa başlamadıkları, bir takım seçenekler sundukları
görülecektir.

d) İslâm’a davet ve tebliğ prensibi olarak niteleyebileceğimiz
“el-Emru bi’l-Ma’rûf ve’n-Nehyü ani’l-Münker prensibi”nin temelinde yine kalıcı
ve daimi barış anlayışı yatmaktadır.

İslâmiyet diğer dinlerle karşılaştırılacak olursa, çok daha hızlı,
fakat çok daha barışçı bir yolla yayılmıştır. Her ne kadar Müslümanların yaptıkları
fetihleri toplu Müslüman olmalar izlemişse de, bu kılıç zoruyla değil gayretli,
ihlâslı Müslümanların örnek davranışlarıyla gerçekleşmiştir.23

e) İslâm fıtrî bir dindir. Her alanda olduğu gibi insan fıtratına
en uygun olan yolu emreder, aksini de yasaklar. Başta da belirttiğimiz gibi, barış
ve esenlik anlamındaki “selâm” kelimesiyle aynı kökten türeyen İslâm’ın, yine aynı
manada kullanılan Müslümanlar arası selâmlaşmayı, bütünüyle barış dolu bir gece
olan Kadir gecesinde inen bir İlahi kitabı, barış yurdu olarak nitelendirdiği Cennet’i,
en temel vasfı barış olan bir daveti bir kenara bırakarak, barışı fıtri bir özellik
olarak kabul etmemesi düşünülemez.

İslâm geniş anlamda dünya barışının sağlanması için yine en fıtrî
olan yolu takip eder. Barışı önce insan vicdanına yerleştirmekle işe başlar. Çünkü
devletlerarası barış, barış zincirinin son halkasını, son merhalesini teşkil eder.

Sonuç

İslâmiyet, başlangıçtan itibaren yeryüzünde insanî bağları kuvvetlendirmek,
toplumları insanî gayelerle birbirlerine yaklaştırmak, karşılıklı ilişkileri hayırlı
işlerde yardımlaşma, işbirliği ve barış esaslarına dayandırmak prensiplerini koymuş
ve uygulamıştır. Ayrıca, toplumlar arasında normal ve daimi durumun sulh olduğunu,
bu sulh halini bozan ve düşmanlığı körükleyen asıl sebebin, başkalarının haklarına
tecavüzde bulunma olduğunu kabul eder. Bilfiil savaş yapma zorunluluğu ortaya çıktığında
ise, yine Müslümanlara barış yollarını arama, bunun için gayret sarf etmeyi öngörür.

Bu bilgilerden hareketle Müslüman bir devletle hasmâne-düşmanca
ilişkiler içine giren ülkelerle, anlaşmazlıkların kaldırılması konusunda gerek savaş
öncesi ve gerekse savaş esnasında sulh yollarına başvurmakta titizlik gösterilmelidir.
Bu yüzden barış ve barış ortamını hazırlayan musalaha (barış antlaşmaları yapmak)
her fırsatta teşvik edilmiş, hatta -düşman tarafın barışa meyletmesi gibi bazı durumlarda-
emredilmiştir.

Öz

İslâmiyet, başlangıçtan itibaren yeryüzünde insanî bağları kuvvetlendirmek,
toplumları insanî gayelerle birbirlerine yaklaştırmak, karşılıklı ilişkileri hayırlı
işlerde yardımlaşma, işbirliği ve barış esaslarına dayandırmak prensiplerini koymuş
ve uygulamıştır. Ayrıca, toplumlar arasında normal ve daimi durumun sulh olduğunu,
bu sulh halini bozan ve düşmanlığı körükleyen asıl sebebin, başkalarının haklarına
tecavüzde bulunma olduğunu kabul eder. Bilfiil savaş yapma zorunluluğu ortaya çıktığında
ise, yine Müslümanlara barış yollarını arama, bunun için gayret sarf etmeyi öngörür.
Bu yazıda İslam’ın barışa verdiği önemden yola çıkılarak dünya barışına bulunabileceği
katkı gözler önüne serilmektedir.

Anahtar Kelimeler: Barış, dünya barışı, savaş, cihad

Abstract

Since its emergence, Islam has accepted and implemented principles
of strengthening humane bounds on the earth, approaching societies with humane purposes,
basing mutual relations on solidarity, cooperation and peace for charity works.
Moreover, it accepts that normal and permanent situation among the societies is
peace, and that the real reason disrupting the peace and triggering hostility is
malicious trespass. And when obligation to battle emerges, it directs Muslims to
seek for the way for peace and give efforts. In this text, based on the importance
paid by Islam to peace, Islam’s possible contribution to world peace is revealed.

Keywords: Peace, world peace, battle, jehad

Dipnotlar:

1. Muhammed Ali Hasen, el-Alâkâtü’d-Devliyye fi’l-Kur’ani’l-Kerim
ve’s-Sünne, 1980, s. 268.

2. Bernard Lewis, İslâm’ın Siyasal Dili (Terc. Fatih Taşar),
İstanbul 1992, s. 124.

3. Bu kavramlar hakkında daha geniş bilgi için bkz. Dünya Barışı
ve İslâm, Dr. Veli Sırım, İstanbul 1998.

4. Bakara Suresi, 2/208; Nahl Suresi, 16/125; Mâide Suresi,
5/2

5. Ahmed Reşid Turnagil, İslamiyet ve Milletler Hukuku, İstanbul
1943, s. 52.

6. Bakara Suresi, 2/30

7. Bediüzzaman Said Nursi, Kaynaklı İndeksli Lügatli Risale-i
Nur Külliyatı, İstanbul 1996, C. 2, s. 2049.

8. Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiye ve Istılahat-ı Fıkhıyye
Kamusu, C. 3, s. 356.

9. M. Münib Ayıntâbî, Şerhu Siyeri’l-Kebîr, Âsitâne 124, s.
82.

10. Abdülkadir Udeh, el-İslâm ve Evdâuha’l-Kanûniyye, Kahire
1951, s. 77.

11. Tevbe Suresi, 9/36

12. Hacc Suresi, 22/32; Bakara Suresi, 2/190; Ankebût Suresi,
29/46; Bakara Suresi, 2/193

13. Tevbe Suresi, 9/123

14. Said Nursi, C. 2, s. 1930.

15. Said Nursî, C. 2, s. 1968.

16. Hucurât Suresi, 49/9-10

17. Abidin Sönmez, Resulüllah’ın Diplomatik Münâsebetleri, İstanbul
1985, s. 81-82.

18. Muhammed Hamîdullah, Terc. Salih Tuğ – Said Mutlu, İstanbul
1969, İslâm Peygamberi, C. 2, s. 273.

19. Yüksel Macit, İslâm Anayasa Hukûkuna Giriş, Tavas 1990,
s. 2.

20. El-Buhari, 9/42-43

21. Süleyman b. El-Eş’as Ebû Davud, Sünen, Humus 1388, Cihâd,
s. 89.

22. Ebu’l-Fida İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrut 1966,
C. 4, s. 165.

23. Ebû’l-Fazl İzzetî, İslâm’ın Yayılış Tarihine Giriş (Terc.
Cahid Koytak), İstanbul 1984, s. 236.