Bediüzzaman Said Nursi and “Kurdih Issue”

Bediüzzaman, 19. yüzyılın son çeyreğinde ve 20. yüzyılın ilk üççeyreğinde
yaşamış, insanî sorunlara Kur’anî çözümler önermiş bir mütefekkirdir. O, 82 yıllık
hayatında Risale-i Nur Külliyatı adını verdiği eserlerinde, Kur’an’dan aldığı ilhamla
varlığı ve varlığı algılayış biçimini, zamanın formları çerçevesinde sunmayı başarmıştır.

Bediüzzaman Said Nursi, bu genel bakış açısı çerçevesinde İslam
âleminin temel sorunları hakkında fikir üretmiş, bu sorunlara dair neler yapılması
gerektiğini zamanın yöneticilerine ve toplumuna bir şekilde anlatmıştır. Onun insanlığın
sorunlarına olan ilgisinin yaşadığı toprakların sorunlarına; hatta doğduğu toprakların
sorunlarına olmadığını söylemek mümkün değildir. Bundan dolayı, Bediüzzaman en geniş
daireden en dar daireye kadar insanlığın sorunlarıyla ilgilenmiştir. İnsanlığın,
İslam âleminin, Türkiye’nin ve Türkiye’nin doğu bölgelerinin sorunlarını kendisine
kaygı edinmiştir.

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Risale-i Nur’da sorunlar, insan
temelinde ele alınmıştır. Bediüzzaman, dünyanın herhangi bir köşesinde hak ve hürriyetleri
ihlal edilen bir kişinin hakkını savunmayı kendisine vazife bilmiştir. Doğduğu toprakların
sorunlarını da bu çerçevede ele almıştır. Yani baskı, göç, şiddet, hukuksuz hareket
ve ayrımcılık gibi dünyanın neresinde olursa olsun kabul edilemeyecek pratiklere
şiddetle karşı çıkmıştır. Yani 19. yüzyılın Batılı oryantalistleri gibi, meseleleri;
Lübnan Sorunu, Arnavutluk Sorunu ya da Bulgar Sorunu gibi yarı siyasi yarı insani
bir sorun olarak ele almamıştır. İnsanı eksen kabul ederek, temel hak ve hürriyetler
noktasında görülen eksikliklere dikkat çekmiştir. Bediüzzaman, belli bir bölgede
yaşayan insanın sorununa değil; evrensel anlamda insanların sorununa dikkat çekmiştir.

Bu açıdan bakıldığı zaman Türkiye’nin Doğu ve Güney Doğusunda yaşanan
sorunları isimlendirmek için kullanılan Kürt Meselesi kavramının sorunlu bir kavram
olduğu dikkat çekmektedir. Bu sorunu iki temel kriterle özetlemek mümkündür:

Bunlardan birincisi Bediüzzaman’ın etnik çağrışım yapan kelime ve
kavramlara karşı mesafeli duruşudur. Onun bu tavrını Eski Said Dönemi eserleri ile
Yeni Said Dönemi eserleri arasındaki farkta görmek mümkündür. Eski Said Dönemi eserlerinde
etnik kavramları rahatça kullanırken Yeni Said Döneminde bu tür kelimelere daha
az yer vermiştir. Bunun önemli nedenlerinden birisi Eski Said Döneminde bu kavramların
etnik anlamlarından çok coğrafi anlamlar içermesi, Yeni Said Döneminde ise bu kavramların
etnik anlamlar içermeye başlamasıdır.

İkincisi ise, Bediüzzaman’ın mesajının bütün insanlığa hitap ediyor
olmasıyla ilgilidir. Hâlbuki Kürt Meselesi kavramı, Türkiye’deki belli etnik gruplardan
birisine atıfta bulunmaktadır. Türkiye’de yaşayan Türklerin, Arapların, Çerkezlerin
ya da gayrimüslim vatandaşların sorunları yok mudur? Temel hak ve hürriyetler konusunda
Kürt kökenli kardeşlerimiz dışında kalan diğer insanlar kâmil manada demokratik
haklarını kullanabiliyorlar mı? İşte bütün bu soruları dikkate alma zorunluluğu
bizim bütüncül bakmamızı zaruri kılmaktadır. Bu açıdan konuyu Türkiye’nin demokratikleşme
süreci olarak ele almak daha doğru olacaktır. Bu zaviyeden bakıldığında, aslında
Türkiye’de Güneydoğu Sorunu, Türkiye’nin bir demokratikleşme sorunu olduğunu göstermektedir.

Bütün bu bilgilerden sonra, Bediüzzaman’ın eserlerinde Türkiye’nin
Doğu ve Güneydoğusunda yaşanan olaylara nasıl yaklaşıldığına dair bakış açısını
en genişten en dara doğru şöyle özetlemek mümkündür: Öncelikle Bediüzzaman Kur’an’ın
evrensel mesajını bugünün insanlığının anlayacağı tarzda açıklaması, bütün insanlığın
temel sorunlarına çözümler ileri sürdüğünü ortaya koyar. Siyasal anlamda hürriyet
rejimlerini öncelemesi, sosyal alanda tabakalaşmayı önlemeye dönük Kur’anî öneriler
öne sürmesi, hukuk açısından adalet ve eşitliği dikkatlere sunması ve topluluklar
arasındaki ilişkilerde sulh-ı umumiyi ön plana alması, ferdi anlamda ise inançsızlığı
prensip edinmiş felsefi ekollere karşı her an yaratıcıyı hatırlatan bir iman ekolü
kurması onun mesajlarının öncelikle bütün insanlığa hitap ettiğini göstermektedir.
Bu temel ilkelerin herkesi kuşattığı bir vakıadır.

Ancak, Bediüzzaman İslam toplumunun içinde bulunduğu kültürel özelliklerden
dolayı daha özel analizler yapmaktan da geri durmamıştır. Bu gayreti İslam toplumu
içindeki farklı etnik ve dini özelliklere sahip grupları da hedef almıştır. Hutbe-i
Şamiye adlı eseriyle İslam toplumunun genel olarak içinde bulunduğu sıkıntıları
ve çözüm önerilerini dikkatlere sunarken, Münazarat adlı eserinde de bütün insanlığa
hitap eden analizler yapmakla beraber özellikle Kürtlerin içinde bulunduğu sorunların
çözümüne dair önerilerde bulunmuştur. Bediüzzaman’ın bu analiz yönetiminden dolayı
genele bakarken özeli ihmal etmemek, özele bakarken de genel ilkeleri unutmamak
gerektiği ortadadır.

Şimdi bu bakış açısının verdiği imkânlar çerçevesinde, Bediüzzaman
Said Nursi’nin Güneydoğu Meselesi’ne dair yaklaşımlarını inceleyelim.

Bir Ulus Devlet Eleştirisi

Bilindiği gibi Fransız İhtilali’nden sonraki süreç, ulus devletlerin
var olma ve gelişme sürecidir. Ulus devlet; tek dil, tek din, tek etnik köken, tek
ideoloji sahibi olmayı yeğliyordu. Şayet birden fazla dil, din, etnik köken söz
konusu ise, onu bire indirmek ulus devletin mantığıydı. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından
sonra, Türkiye’de bir ulus devlet inşa sürecine girildi. Yeni devlette yapılan yenilikler
bir ulus devlet mantığı içinde şekillendi. Devletin kurucusu olan asker-sivil bürokratik
elitler, belirledikleri ulus devlet ideolojisini fertlere kabul ettirmek için her
türlü baskı unsurlarını kullandılar. İşte Bediüzzaman böyle bir zamanda yaşadı.
Hayatı boyunca da ulus devlet mantığının ürettiği baskıcı pratiklere karşı mücadele
etti.

Bediüzzaman, nerede ve ne zaman kurulursa kurulsun baskı devletine
karşı çıkmıştır. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinden itibaren siyasal anlamda
en çok mücadele ettiği şey istibdat olmuştur. Ayrıca en büyük düşman olarak da baskı
rejimlerini görmüştür. İstibdadı kötülüklerin, hürriyeti ise güzelliklerin kaynağı
olarak görerek devletten toplumun en küçük birimi olan bireye kadar, istibdadın
çeşit çeşit uzantılarının olduğunu belirtmiştir. Ancak bu istibdat türleri arasında
en tehlikeli olanının siyasi istibdat olduğunu belirtmiştir. Taklidin pederi ve
istibdâd-ı siyâsînin veledi olan istibdâd-ı ilmîdir ki, diyerek siyasal iktidarın
kuracağı baskı rejiminin insani değerleri nasıl öldürdüğünü belirtmiştir.

Bediüzzaman insanın olduğu her yerde hürriyetin olması gerektiğini
söylemiştir. Ona göre hürriyet insan olmanın kaçınılmaz gereklerinden biridir. İnsanın
doğarken getirdiği temel haklarından birisi hürriyettir. Bu çerçevede bütün yaşadığı
dönemlerde istibdat pratiklerine şiddetle karşı çıkmıştır. II Abdülhamid’e karşı
hürriyeti savunmuş ve padişahla bu nedenle arası açılmış, ancak bu fikirlerini yayma
azmini hiç kaybetmemiştir. Bediüzzaman bu dönemde Doğu aşiretleri arasında dolaşarak,
Kürtlerin kurtuluşunun hürriyette olduğunu anlatmıştır.

İttihad ve Terakki döneminde Meşrutiyetin bir baskı rejimine dönüşmesini
ismi meşrutiyet ve manası istibdat1 diyerek eleştirmiştir. İttihatçıların
meşrutiyet isteğiyle iktidara gelerek daha sonra bir baskı yönetimi kurmaları da
şiddetle eleştirmiştir.

Bediüzzaman, Cumhuriyet döneminde de aynı tavrını sürdürerek, çekinmeden
Cumhuriyet’in gerçek anlamına; yani hürriyetçi karakterine dönmesi gerektiğini söylemiştir.
Cumhuriyet dönemindeki baskıcı uygulamalara dört ana başlık altında eleştirel bir
yaklaşım getirmiştir. Bu dönemde cumhuriyetin ‘istibdat-ı mutlak’ şeklinde uygulandığını,
laikliğin ‘irtidad-ı mutlak’ tarzında anlaşıldığını, medeniyetin ‘sefahat-ı mutlak’
şeklinde algılandığını ve kanunların ise ‘cebr-i keyfi-i küfriye’ olarak uygulandığını
ifade etmiştir. Cumhuriyetin bu baskıcı pratiklerinin sonucunda, hem sizi iğfal,
hem hükümeti işgal, hem bizi perişan ederek, hakimiyet-i İslamiyeye ve millete ve
vatana ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar demiştir.2 Ayrıca Bediüzzaman
bu ilkelerin pratiklerine karşı da mücadele vermiştir. Bu cümleden olmak üzere,
ezanın Türkçe okunmasını, Ayasofya’nın ibadete kapatılmasını, dini bilgiler veren
Risale-i Nur eserlerinin yasaklanmasını şiddetle eleştirmiştir. Bu genel değerlendirmeler
yanında, ülkenin muhtelif yerlerinde zulüm derecesine varan uygulamaları da eleştirmiştir.

Devlet mi? İnsan mı?

Said Nursi, ulus devlet eleştiri yaparken dikkat çeken önemli noktalardan
birisi, devlet-insan ilişkisidir. Devlet mi insan içindir? İnsan mı devlet içindir?
Tarih Boyunca devleti kutsal sayan anlayışlar, insan devlet içindir fikrini uygulamışlardır.
Halbuki İslam inancına göre, her şeyin temelinde insan vardır. Kur’an-ı Kerim bile
insana inmiştir. Yani herhangi bir şey için insan feda edilemez. Bir gemide dokuz
cani, bir masum bulunsa o gemi batırılabilir mi? Kesinlikle hayır! İslam o tek masum
kişinin hukukunu korur. Hz. Peygamberin insanı önceleyen öğretileri Emeviler döneminde
önemli bir kırılmaya maruz kalmıştır. Artık Emeviler de kutsal devlet anlayışını
hayata geçirmişlerdir. Bu tarihten itibaren devletin kutsallığı gibi, yanlış bir
algılama İslam toplumu içinde hayat bulmaya başlamıştır. Bu fikir, modern ulus devlet
sürecinde temel bir ulus devlet pratiği olarak ele alınınca, varlığını kuvvetlendirmiştir.

Aslında Bediüzzaman’ın bu konuda durduğu yer geleneğin ve modernitenin
dışında bir yerlerdir. Çünkü gelenek ataerkil toplum yapısının verdiği imkânlar
çerçevesinde, kutsal devlet anlayışını önceleyebilmektedir. Modern ulus devletler
ise, elitist modernleştiricilerin ideolojilerini egemen kılmak için, devleti yeniden
baskı aracına dönüştürmüşlerdir. Bediüzzaman, vahşet ve bedeviliğin bir kanun-ı
esasisi dediği, devlet için fertleri feda eden anlayışı şöyle özetler:

I. Cemaatin selâmeti için fert feda edilir.

II. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku nazara alınmaz.

III. Devletin siyasetinin selâmeti için cüz’î zulümler nazara alınmaz3.

Bu ilkeler uğruna milyonlarca masum idam sehpalarında kalmıştır.
Milyonlarca insan katledilmiştir. Cumhuriyet döneminde de bu devlet için vatan için
denilerek binlerce insan katledilmiştir. Said Nursi, Cumhuriyetin ilk yıllarında
çıkan asayiş olaylarında işlenen zulümlerden dolayı, idarecilerin yukarıdaki ilkeleri
esas alarak pek çok kişiye zulmettiklerini belirtmektedir. Memleketin selâmetine
çalışan ehl-i siyasetin mezkûr hakikati nazara alması ve bu konudaki zulümleri durdurması
gerektiğini belirtir.

Bediüzzaman sosyal içerikleri mektuplarında otuza yakın yerde suçun
şahsiliğini ihlal eden pratikleri eleştirmiştir. Bu asrın zalimane bir düsturu dediği
birisinin hatasından dolayı başkasını yani akrabasını, yakınını, köylüsünü cezalandırma
prensibine şiddetle karşı çıkmıştır. Birisinin hatası ile başkası mesul olmaz ayet
mealinin anlamı üzerinde de yoğunca durarak bu ayetin bu zamanda çok suiistimal
edileceğinden bahsetmiştir.

Cumhuriyet döneminde meydana gelen çeşitli olaylardan sonra, çok
sert tedbirler alınması, Şeyh Said Olayı ve Dersim Vakası başta olmak üzere pek
çok olaya karıştıkları tahmin edilen kişilerin, evlerinin, köylerinin ve aşiretlerinin
üzerine gidilirken masumlara da zarar verilmesi şiddetle eleştirilir. Bir tek câninin
yüzünden bin adamın kılıçtan geçmesini caiz görür. Bir adamın yaralanmasıyla binler
mâsumu sıkıntıya verdirir. Ve iki yüz adamı kurşuna dizilmesini o bahaneyle nazara
almaz. Birinci Harb-i Umumîde üç bin adamın câniyâne siyaset hatâlarıyla otuz milyon
biçare nev-i beşer aynı harpte mahvedildiği gibi, binler misaller var.4

Bediüzzaman bütün bu öğretileri ile Kur’an’daki insanı yeniden tanımlayan
ve onun hak ve hukukunu yeniden hatırlatan bir misyonu üstlenmiştir.

Hak ve Hürriyetler Tartışılabilir mi?

Başta söylediğimiz gibi, Bediüzzaman bütün insanlığın hak ve hürriyetlerini
rahatça kullanabildikleri bir dünya için çaba harcamıştır. Ulus devlet mantığı içerisinde
şekillenen Türkiye’de temel hak ve hürriyetlerin, vatan için, millet için sınırlandırılabilmesine
karşı çıkmıştır. Yazmış olduğu Risale-i Nur Külliyatı defalarca mahkemelere düşmüş
ve buralarda yargılanarak beraat etmiştir. Hiçbir suç işlemediği halde, hayatının
önemli bir kısmı tutukluluk halinde, hapishanelerde ve göz hapsinde geçmiştir. Kendisini
savunmak için çıktığı mahkemelerde, her defasında haklılığını kabul ettirdiği halde,
daha sonra tekrar yargılanmıştır.

Bediüzzaman kendisine reva görülen bu zulümlere karşı hakkını savunmakla
yetinmemiş, kendi haklarıyla birlikte insanlık onurunun hukuk mücadelesini de yapmıştır.
Eserlerinde doğuştan getirilen temel hak ve hürriyetlerin serbest bir şekilde yaşanması
gerektiğini savunarak, eyleme dönüşmediği halde görüşlerin serbestçe ifade edilebilmesi
önündeki engellerin kaldırılması gerektiğini söylemiştir.

Said Nursi, Cumhuriyeti ilk yıllarında, insanların doğuştan getirdiği
özelliklerinden anadillerinin yasaklanması uygulamasına karşı çıkmıştır. Bilindiği
gibi Cumhuriyet kurulunca ulus devlet mantığı ile Türkçe dışındaki dillerin kullanılması
yasaklanmıştı. 1925’te kabul edilen Şark Islahat Planı’na göre, Türkiye Cumhuriyetinin
resmi kurumlarında, okullarda, mahkemelerde, işyerlerinde, adliyede, çarşıda, sokakta,
diğerlerinin duyabileceği herhangi bir yerde Kürtçe konuşmak yasaklanmıştı. Benzer
bir yasakta 1982’de askeri idare tarafından çıkarılmıştı. Milli Güvenlik Konseyi’nin
2932 sayılı kararına göre, Türkçe dışında herhangi bir dil ile düşüncelerin açıklanması
yasaklanmıştı.

Bütün bu yasaklar, Türkiye’de yaşayan insanlar arasına nifak sokulmasına,
anadiliyle konuşamayan vatandaşın devlete küsmesine neden olmuştu. Halbuki Bediüzzaman,
insanın doğuştan getirdiği temel hak ve hürriyetlerinin tartışılmasının bile nafile
olduğunu düşünmektedir. Herkesin annesinden öğrendiği dili konuşması ve o dilde
eğitim alması kadar doğal bir şey yoktur. Ona göre, lisan-ı maderzâd [anadil] ise
tabi olduğundan, elfâzı davet etmeksizin zihne geliyor. Alış veriş yalnız mana ile
olduğundan, zihin çatallaşmaz dolayısıyla anlama daha kolay olur. Böyle bir lisana
giren bilgi nakş-ı ale’l hacer [taş üzerine yazılmış yazı] gibi baki kalır. O milli
lisana bürünen anlamlar insana daha sıcak gelir5. Bu nedenle eğitimde
ana dilin önemi inkâr edilemez.

Bediüzzaman eğitimin muhtevası ve teşkilatı hakkında da önemli önerilerde
bulunmuştur. Eğitim muhtevası olarak vurguladığı en önemli konu din ilimleri ile
fen ilimlerinin birlikte okutulmasıdır. Bu konuda Nursi, “Vicdanın ziyası ulum-ı
diniyedir. Aklın nuru fünun-ı medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli
eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinde
taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüt eder”6 demektedir.

Nursi, bu proje ile aynı zamanda geleneğin birikimi ile modern dönemlerin
kazanımlarını bir araya getirmektedir. Tasavvufî mistisizmi temsil eden tekkeler,
geleneksel okulları temsil eden medreseler ile modern okulları temsil eden mekteplerin
iyi tarafları bir araya getirilerek bir eğitim projesi hazırlanması gerektiğini
vurgulamaktadır. Eğitimin bu ruhu bütün eğitim kademelerine yansıtılmalıdır. İlkokuldan
üniversiteye kadar bu anlayış korunmalıdır. Ancak her kademeye göre, doğal olarak
ayrı ayrı yapılaşma sağlanmak zorundadır.

Bir üniversite modeli olarak önerilen Medresetüzzehra Projesi, ayrıca
üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olarak karşımızda durmaktadır. Bu projenin
sosyal fonksiyonlarından birisi bölgede yaşayan farklı etnik özelliklere sahip Müslümanların
kucaklaşmasına bir vesile olacaktır.

Sonuç

Bediüzzaman Said Nursi, insanlığın temel sorunlarına getirdiği Kur’anî
analizlerle hem insanlığın, hem Müslümanların, hem de Türkiye’de yaşayan insanların
sorunlarına çözümler önermiştir. Bunlarla birlikte hiç kuşkusuz kendi doğduğu topraklarda
yaşayan insanların sorunlarına dair de analizler yapmıştır.

Nursi, hayatı boyunca Türkiye’de pratize edilmeye çalışılan ulus
devlet projesinin baskı unsurlarına karşı direnmeye çalışmıştır. Ulus devlet politikalarının
toplumu tek tipleştirme çabalarına karşı direnen yegâne insan olmuştur. Bu çabasının
bedeli olarak da hayatının yaklaşık 30 yılını hapishanelerde ve gözetim merkezlerinde
geçirmiştir.

Said Nursi, Doğu ve Güneydoğuyla ilgili tekliflerinden en önemlilerinden
birisi de eğitime dair olanıdır. Anaokulundan üniversiteye kadar eğitimin bütün
kademeleriyle ilgili yaptığı önerilerle bölge insanının eğitime nasıl ısındırılabileceği
üzerinde durulmuştur. Bu çerçevede önerilen Medresetüzzehra Projesi, bölge insanının
kucaklaşması ve aralarındaki ihtilafları bırakarak ittifak yapmaları açısından önemli
özler taşımaktadır.

Kısacası Risale-i Nur’un Kur’anî önerileri bütün insanlığı huzura
davet ettiği gibi İslam âlemini de, Türkiye’yi de, Türkiye’nin sancılı bölgelerini
de huzura davet etmektedir. Huzura kavuşmak için bu sese kulak vermek gerekmektedir.

Öz

Bediüzzaman Said Nursi, insanlığın temel sorunlarına getirdiği Kur’anî
analizlerle hem insanlığın, hem Müslümanların, hem de Türkiye’de yaşayan insanların
sorunlarına çözümler önermiştir. Bunlarla birlikte hiç kuşkusuz kendi doğduğu topraklarda
yaşayan insanların sorunlarına dair de analizler yapmıştır. Bu analizlerin en önemlilerinden
biri Güneydoğu Meselesi ile ilgilidir. Bu çalışmada, Bediüzzaman’ın bugün Kürt Meselesi
olarak adlandırılan probleme dair yaklaşımları ve çözüm önerileri ele alınmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Kürt Meselesi, ulus devlet, demokratikleşme,
hak ve hürriyetler

Abstract

With his Korani analyses on basic problems of humanity, Bediüzzaman
Said Nursi offered solutions for the problems of both Muslim and people living in
Turkey. In addition to this, for sure, he conducted analyses on the problems of
people on the land he was living in. One of the most important analyses is concerned
with Southeastern Issue. In this study, approaches and solution offers of Bediüzzaman
to the problem called Kurdish Issue are taken into consideration.

Keywords: Kurdih Issue, nation state, democratization, rights
and freedoms

Dipnotlar:

1. Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfî, İstanbul, Yeni
Asya Neşriyat, 1991, s. 39.

2. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, İstanbul, Yeni Asya Neşriyat,
2001, s. 256.

3. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, İstanbul, Yeni Asya Neşriyat,
2001, s. 59.

4- Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, İstanbul, Yeni
Asya Neşriyat, 2001, s. 320.

5- Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Reçeteler-I, İstanbul, Tenvir
Neşriyat, 1990, s. 95.

6- Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, İstanbul, Yeni Asya Neşriyat,
s. 305-306.