Nationalism as Unity and Separation Framework or States of “Being Nation”

1. Giriş

On dokuzuncu yüzyılda dünya kamuoyu, giderek tüm dünyada salgın
bir hale gelen bir “mikrop”tan bahsetmektedir. Bu mikrop, on sekizinci yüzyılın
sonunda önce Avrupa’da ortaya çıkmış, daha sonraki yüzyıl boyunca ise diğer kıtalara
ve milletlere sıçramıştır. Bu mikrop, ünlü Türk sosyolog Ziya Gökalp’a göre “milliyet
fikri”nden başkası değildir. “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” adlı kitapçığının
son bölümünde (“Milliyet ve İslamlık”) bu konu hakkında şunları söylemektedir: “İslam
dünyasının son ümidi olan Osmanlı Devletini yüzyıldan beri parçalayan manevî bir
mikrop var. Bu mikrop şimdiye kadar Osmanlılığın düşmanı idi ve İslamiyet’e büyük
zararlar verdi. Ancak bugün artık Müslümanlığın lehine dönerek, yaptığı yıkıcılıkları
gidermeye çalışıyor. Bu mikrop 'milliyet fikri'dir.” (1992:76).

Osmanlı aydınları, 19. yüzyılın “milliyetler yüzyılı” olduğunun
farkındadırlar ve milliyetçiliği, milletlerin ruhuna işleyen bir mikrop olarak görmektedirler.
Fakat bu mikrobun faydalı bir mikrop mu yoksa zararlı bir mikrop mu olduğu konusunda
farklı düşünmektedirler. Ben bu çalışmada, genelde 19. yüzyıl Osmanlı aydınlarının
Batı’dan kaynaklanan ve Osmanlı’yı etkisine alan milliyetçiliği nasıl algıladıklarına
ve özelde bu aydınlar kümesi içinde yer alan Said Nursi’nin milliyet meselesinde
ne kadar özgün düşüncelere sahip olduğunu ele alacağım ve bugünkü konumuzla bağlantılı
olarak, bu düşüncelerin Kürt sorununa yaklaşımda bir çözüm olup ya da olamayacağını
tartışmaya çalışacağım. Fakat bundan önce Osmanlı aydınlarının hangi etkilere maruz
kaldıklarını anlamak açısından Avrupa’da geçerli olan farklı millet ve milliyetçilik
anlayışlarına kısaca değinmek istiyorum.

2. Milliyetçilik Fikri: “Millet”in Üç Hali

Milliyetçilik, modern milliyet fikrine bağlı olarak ortaya çıkan
milli devletin bir ideolojisidir. Bu ideolojinin dayandığı temel fikir, “millet”
kavramı ile “devlet” kavramı arasında bir özdeşlik olduğu ya da olması gerektiğidir.
Bir başka deyişle modern devletin sınırları, millet kavramının sınırlarıyla belirlenmiştir.
O zaman millet tarafından belirlenen bir devlet ideolojisinde en kritik mesele,
“millet”in ne olduğu fikri etrafında düğümlenmektedir.

Milleti tanımlamada bazı düşünürler objektif kriterlerin esas alınması
gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Bunlara göre millet, ortak tarih ve ırk, dil, kültür
ve din gibi ortak değerlere dayanan özgül bir topluluktur. Bu millet anlayışı, daha
çok Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde geçerlilik kazanmıştır. Bu tanımdan anlaşılacağı
üzere millet, gelişigüzel oluşmuş bir fenomen değildir. Her şeyden önce o, tarihsel
ve kültürel bir olgudur. Bu sebeple bu milliyetçilik biçimi “kültürel milliyetçilik”,
kültürel milliyetçiliğin tanımladığı millet ise “kültür milleti” (Kulturnation)
olarak adlandırılmıştır. Bu fikri, klasik şekliyle ve Romantizmin etkisiyle ifade
eden kişi, Alman kültür filozofu Joh. G. Herder olmuştur.

Objektif olarak belirlenebilen ortak değerlere ve kriterlere atıfta
bulunan kültürel milliyetçilik, bu ortak değerlere sahip olmayan kişi ve grupları
milletin dışında görür ve hatta onları dışlamaktan kaçınmaz. Çünkü millete ait olmayan
unsurlar yabancı, azınlık vs. olarak karşılanır ve bunlara eşit haklar tanınmaz.
Azınlıklar için çözüm ya eşitsiz konuma razı olmak ya da zamanla millet içinde asimile
olarak geniş topluluğun bir parçası haline gelmektir.

Kimi düşünürler, milleti tanımlamada objektif veriler yerine sübjektif
verileri öne çıkarmışlardır. Bunlara göre bir milleti millet yapan şey, farklı etnik
ve ırksal kökenlere sahip olsalar bile tarihsel olarak geliştirilmiş bir aidiyet
duygusu ve müşterek bir kader birliği fikrine sahip olmaktır. Klasik biçiminin Fransız
bilim adamı Ernest Renan tarafından formüle edildiği bu fikir, Fransa’da etkili
olmuş ve hatta “Fransız tarzı milliyetçilik” olarak adlandırılmıştır. Bu milliyetçilik
türü, ilkinin tersine liberal bir devlet tipini öngörmekte ve vatandaşlık bağıyla
devlete bağlı olan herkesi millete dâhil etmekte ve eşit haklar vermektedir. Bu
milliyetçilik türüne “siyasal milliyetçilik”, bunun öngördüğü millete de siyasal
topluluk anlamında “devlete bağlı millet” (Staatnation) denilmektedir.

Bu iki millet ve milliyetçilik fikrinde de, ortak değerlerin neler
olduğu ve bunlara yapılan vurgu farklılıklarına rağmen esas olan ulusun birliğidir
ve farklılıklar ya reddedilmekte ya da göz ardı edilmektedir. İlkinde tarihsel ve
kültürel kimliğe dayalı aidiyet, ikincisinde ise tarihsel ve siyasal bağlılığa dayalı
aidiyet duygusu, millet olmanın çekirdeğini oluşturmaktadır. Bu iki millet ve milliyetçilik
biçimini ideal tipik kurgular olarak görmekte fayda var. Tarihsel ve toplumsal pratikte
her iki millet fikrinden ögeleri içinde barındıran pek çok kombinasyona rastlamak
mümkündür. Hatta zamanla, milliyeti oluşturan objektif ve sübjektif kriterler arasında
kaymalar gözlenmektedir. O halde milliyet ve milliyetçilik statik değil, dinamik
bir fenomen olarak görülmelidir.

Bilimsel literatürde milliyetçilik ideolojisinin bir sonuç mu yoksa
bir sebep mi olduğu hep tartışılagelmiştir. Geçmişte, artan milliyet bilincinin
milliyetçiliği ve milli devleti doğurduğu ve dolayısıyla bu olguların bir sonuç
olduğu savunulurken, günümüzde milletlerin milli devletler tarafından inşa edilen
bir kurgu oldukları fikri daha öne çıkmış durumdadır. Bu tartışmaların sonucunda
bu iki kavram arasında bir nedensellik ilişkisi görmek yerine, etkileşim olduğu
fikri savunulmaya başlanmıştır. Buna göre milli devlet, milliyetçiliği; milliyetçilik
ise milli devleti ilerletmektedir. Ya da tersinden liberal ve küreselleşen devlet,
milliyetçiliği sorun olarak görmekte ve kendi halkına daha evrensel değerler ve
evrensel bir bakış açısı empoze etmektedir. Böylece milliyetçilik siyasal ve toplumsal
alanın merkezinden kıyısına itilmektedir. Bu tür ülkelerde milliyetçilik ve milliyetçi
kesimler marjinal gruplar olarak lanse edilmektedir.

Milliyetçiliğin ne olduğunu bilmek kadar neye ihtiyaç olarak doğduğunu
da bilmek gerekir. Milliyetçilik, Avrupa’da bir bütünleşme çerçevesi olarak gerileyen
din ve kilise kurumuna bir alternatif olarak doğmuştur. Bir yandan Avrupa’da Protestanlık
etkisiyle beliren dinî yaşamdaki çeşitlilik, diğer yandan da ilerleyen bilim ve
akılcılık dinin toplumsal etkisini azaltmaya ve dolayısıyla hem siyasal hem de toplumsal
anlamda sekülerleşmeye yol açmıştır. Fransız Devrimi, siyasal anlamda milliyet fikrinin
devrimci bir ifadesi olarak sivrilmiş ve dine dayalı olmayan bir devlet ve rejim
tipinin olasılığını ortaya koymuştur. Dolayısıyla gerileyen din ve din temelindeki
bütünleşmenin yerini millet ve milleti kendisine dayanak olarak alan milliyetçilik
ve milli devlet olgusu almıştır. O halde milliyet-millet-milliyetçilik ve milli
devlet gibi kavramlar, dinden boşalan toplumsal ve siyasal boşluğu dolduran kavramlardır.

3. Osmanlı Aydınlarının Milliyetçilik Algılamaları

Hollandalı siyaset bilimci Couwenberg (1994:39), milliyetçiliğin
global olarak üç döneme ayrılabileceğini öne sürmektedir. Ona göre milliyetçiliğin
ilk dönemi, 18. yüzyılın sonundan itibaren başlayıp 20. yüzyılın başlarına kadar
sürmektedir. 19. yüzyıl boyunca esen milliyetçilik rüzgârlarının etkisiyle ulus
devletin oluşumunda üç önemli eğilim ortaya çıkmıştır. İlk olarak Osmanlı Devlet’inden
kopan milletler kendi milli devletlerini kurmuşlardır. Bu anlamda milliyetçilik,
bir yandan Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasına sebep olurken, diğer taraftan
da Yunanlılar başta olmak üzere Sırplar, Romanyalılar ve Karadağlılar gibi ulusların
kendi ulus devletlerini kurmalarını ifade etmektedir. İkinci olarak İtalya ve Almanya’da
birlik yanlısı milliyetçilik bu ülkelerin parçalanmışlığını ortadan kaldırmayı ve
bütünleşmelerini ifade etmektedir. Parçalanmış topraklar aynı devletin altında bir
araya getirilmiştir. Üçüncü olarak “irredantizm” (Kurtarımcılık) olarak adlandırılan
hareketlerin ortaya çıkmasıdır. İrredantizm, İtalyanca kökenli bir sözcük olup dil,
din, soy ve kültür birlikteliği olduğu halde herhangi bir devletin sınırları dışında
yer alan halk ile söz konusu devletin birleşmesi fikridir. Osmanlı aydınları milliyetçilikle
tanıştıklarında, bu fikrin Osmanlı açısından ne anlama geldiği ya da geleceğini
çok iyi biliyorlardı. Bu nedenle ayrılıkçı milliyetçilik hareketlerine karşı ilk
tepkileri Osmanlıcılık biçiminde olmuştur. Osmanlı devletinde yaşayan tüm unsurlara
ayrım yapmaksızın eşit yurttaş olarak davranma ve onları Osmanlılık aidiyetinde
buluşturma anlamına gelen Osmanlıcılık, daha sonra “Üç Tarz-ı Siyaset”e bölünecek
olan Osmanlı aydınlarının ortak düşüncesini oluşturuyordu. Fakat bu siyasetin etkili
olmaması, aydınların milliyetçilik karşısındaki düşüncelerini daha açık bir şekilde
ifade etmelerine ve dolayısıyla farklılaşmalarına yol açmıştır.

Çoğu yazarın ifade ettiği üzere milliyetçilik önce gayri Müslim
unsurlar arasında, sonra Arnavut ve Araplarda, en sonra da Türklerde ortaya çıkmıştır.
Türklerin en sona kalması Osmanlı devletinin kurucusu ve asıl sahipleri olması dolayısıyladır.
Türklerin erken bir dönemde milliyetçilik yapması, bu devlete vücut veren unsurları
ayrılıkçılığa sevk etmek ve dolayısıyla bir an önce Osmanlı’nın parçalanması anlamına
geleceği için son ana kadar Osmanlıcılık konusunda ısrarlı olmuşlardır. Yusuf Akçura,
“Üç Tarz-ı Siyaset”i yazdığı yıllarda (1904 Mısır, 1912 İstanbul) Türkler arasında
Türkçü ve milliyetçi fikirlerin yepyeni bir fikir olduğunu ve sadece Rusya’da meskûn
Türklerde belirgin bir hale geldiğini bildirmektedir. Müslümanlar arasında milliyetçilik
ve ırkçılık davasının 15-20 senelik bir hadise olduğunu söyleyen Babanzade Ahmed
Naim ise, 23 Nisan 1914 yılında yazdığı “İslam’da Da’va-yı Kavmiyet” adlı makalesinde
Arnavutların basına gelen musibetin bize bir ibret dersi olması gerektiğini vurgularken,
Kürt kardeşlerimizin henüz bu hastalığa yakalanmadığını ifade etmekte ve bundan
sonra da yakalanmamalarını Cenab-ı Hak’tan niyaz etmektedir.

Batıdan esen milliyetçilik rüzgârlarının Osmanlı üzerindeki olumsuz
etkilerini fark eden Osmanlı aydınları ve seçkinleri, 19. yüzyıl boyunca Osmanlıcılık
olarak ifade edilen bir fikriyatı dillendirme ve politika olarak uygulamaya başlamışlardır.
Osmanlıcılık, etnik milliyetçiliğe karsı Osmanlı’nın bulduğu ve dolayısıyla ilk
etapta milliyetçilik karşıtı bir akım olarak görülebilir. Ama klasik Osmanlı millet
sisteminden farklı bir model olarak aynı zamanda yeni bir olgudur. Osmanlıcılık
da bir birlik ideolojisi olarak milliyetçiliğin farklı bir biçimi olarak yorumlanabilir.
Klasik millet sisteminde farklılıklar ve farklılıkların kurumsallaşması esas iken,
Osmanlıcılıkta devlet ve hukuk karsısında yurttaşların eşitliği ilke olarak benimsenmiştir.
Millet ve mezhep farkı gözetmeksizin herkesin temel hak ve özgürlüklerini güvence
altına alan Tanzimat Fermanı, Osmanlıcılık düşüncesinin ilk somut adımıdır.

Osmanlıcılık, yüzyılın ikinci yarısında farklı etnik ve dinî gruplardan
aydınların kümelendiği muhalif örgütlerin de ortak temeli olmuştur. Yeni Osmanlılar
kadar bu gruptan aydınların temelini attıkları Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti,
ilk döneminde Osmanlıcıdır. Çekirdeği 1889 yılında bir kısım Askeri Tıbbiye öğrencisinin
girişimiyle kurulan İttihad-ı Osmanî’nin (daha sonra adı Osmanlı İttihad ve Terakki
Cemiyeti olarak değişecektir) ayırıcı özellikleri söyle sıralanabilir (Aydın, 2001:118):

1) İçinde İmparatorluğu oluşturan her unsurdan üye olduğu
gibi, Cemiyet, Abdülhamit karsısında Ermeni örgütleriyle işbirliği yapmaktan geri
durmamıştır.

2) İçinde ağırlığı askerler oluşturmazlar. Devrimci niteliğine
karşın cemiyet sivil kuruluşlara özgü “demokratik tartışma” geleneğini benimsemiştir.

3) Cemiyet, çok açık bir biçimde Osmanlıcıdır.

4) Cemiyet’in fikri donanımı, büyük ölçüde Fransa kaynaklıdır.

1895’te hayli gelişmiş bulunan örgüt içinde bir “nizamname” ihtiyacı
ortaya çıkınca, hem yazılı bir nizamname kaleme alınmış hem de ismi değiştirilmiştir.
Nizamname’nin 2. maddesi, amacın genelin menfaatini korumak, hiçbir şekilde milliyet,
kavmiyet, cinsiyet, mezhep farkı gütmemek ve üyeler arasında tam bir eşitlik bulunduğunu
belirtmektedir. Bu fikrin arkasında “ortak vatan” ve Osmanlı devletine bağlılık
fikri yatmaktadır. Daha sonraki yıllarda farklı grupların oluşacağı ve Osmanlılık
idealinin suya düşmesinden sonra daha milliyetçi (Türkçü) bir çizgiye oturacak olan
bu örgüt, içinde farklı fikir adamlarını ve etnik kökenden insanları barındırıyor
olması dolayısıyla partiküler çıkarlara prim vermiyordu.

Osmanlı aydınları arasında milliyetçiliğe en sert ve olumsuz tepki
veren fikir adamları İslamcılar olmuştur. Babanzade Ahmed Naim, Mehmet Akif Ersoy,
Sait Halim Paşa gibi şahıslar başta olmak üzere İslamcılar milliyetçiliği, Osmanlı
Devletine ve Müslümanlara zarar veren bir Avrupa hastalığı (Frenk illeti) olarak
algılamışlar ve Müslümanları şiddetle bundan men etmeye çalışmışlardır. İslamcı
yazarların metinlerini okuduğumuz zaman neden onların milliyetçiliğe karsı olduklarını
üç nokta halinde özetleyebiliriz:

1) Milliyetçilik denen şey, aslında İslam nazarında kavmiyetçilik
ve ırkçılıktan ibarettir. İslam, ilke olarak sadece etnik ve kavmî bağları esas
alan birliktelikleri ve bunu propaganda eden anlayışları yasaklamıştır. İslamiyet,
insanlık tarihinde köklü bir devrim yaparak kabile ve kavmiyet bağlarının kuvvetli
olduğu dönemleri arkada bırakarak farklı etnik ve ırkî unsurlardan oluşan Müslümanları
kardeş kılmıştır. Bu kardeşlik bağını reddetmek ve eski topluluk temellerine dönmek,
Cahiliye çağına ve onun asabiyet ruhuna geri dönmektir.

2) Milliyetçilik ilke olarak İslam’ın kardeşlik ve ümmetçilik
değerleriyle bağdaşmadığı gibi farklı din ve etnisitelerden oluşmuş bulunan Osmanlı
İmparatorluğunu da parçalayacak tehlikeli bir fikirdir. Avrupa menşeli olan bu fikir,
aynı zaman da Avrupa’nın “böl-yönet” politikalarına hizmet etmektedir.

3) Türkçülerin uğrunda mücadele ettikleri Pantürkizm bir
ütopyadır. Osmanlı’nın parçalanma sürecine girdiği ve güç kaybettiği bir aşamada
bu ideali gerçekleştirmek ham bir hayaldir. İslam Birliği ideali, hilafetin hâlâ
yasadığı bir dünyada, Pantürkizm fikrinden daha gerçekçidir. Müslüman uluslar uyandırılarak
ve cihad ruhu diriltilerek Avrupa sömürgeciliğine karşı daha etkin bir mücadele
verilebilir.

Her ne kadar İslamcılar milliyetçiliğe Cahiliye düşüncesi ve hareketi
gibi bakmışlarsa da Türkçüleri homojen bir grup olarak değerlendirip onları tümden
dışlama yoluna gitmemişlerdir. Onları “halis Türkçü” ve “İslamcı Türkçü” olmak üzere
iki grup halinde ele alarak, ilk grubu yoldan çıkmış görürken, ikincileri hâlâ öğüt
almaya müsait ve dolayısıyla ikna edilmesi gereken bir grup olarak değerlendirmişlerdir.
Bu nedenle yazılarında ilk olarak milliyetçiliği normatif-İslamî değerler temelinde
yargılama yoluna başvurmuşlardır. Ama öte taraftan toplumsal, siyasal ve kültürel
yönden de bu düşüncenin getireceği olumsuzluklara değinmişlerdir. Bu karşı tepkiler
bir tarafa bırakılırsa Osmanlı’da milliyetçiliğe karsı iki farklı olumlu tepki verildiği
söylenebilir. İlki, İttihad ve Terakki Partisi’nin ikinci döneminde fikri çizgisini
ifade eden ve bu örgütün ideologu olarak sayılabilecek Ziya Gökalp’ın harsçı milliyetçiliği,
ikincisi de Yusuf Akçura’nın dillendirdiği ırka dayalı milliyetçilik fikridir.

20. yüzyılın basında Osmanlıcılık idealinin giderek işlevsiz hale
gelmesiyle birlikte, “Üç Tarz-ı Siyaset”ten biri ortadan kalkmış ve geriye, giderek
güçlenen Türkçü ve diğer milliyetçi hareketlerle ve bunun karşıtı olan İslamcılık
akımı kalmıştır. İkinci dönemde İttihad ve Terakki Partisi’nin ideolojik donanımı
Alman düşünce ve devlet anlayışının etkisi altında gelişmiştir. 1908 İhtilali ordu
tarafından ve de “Alman subayları” olarak bilinen, Almanya’da eğitim görmüş Türk
askeri tarafından yapılmıştır. Alman dostu olan bu subaylar ve fikir adamları, daha
sıkı Türkçü fikirlere sahiptiler ve kültür kavramı etrafında birleştirilmiş bir
“Türk” öznesinin devleti yapılandırmasını hedefliyorlardı. İkinci kuşak ittihatçıların
en yakın müttefikleri de Osmanlı Yahudileridir. Yahudiler, İttihad ve Terakki’ye
hem mali hem de fikri destek vermekten geri durmamışlardır.

Yusuf Akçura, “Üç Tarz-ı Siyaset” (1904, Mısır) adlı makalesinde
zamanın üç önemli fikri hareketi olan Osmanlılık, İslamcılık ve Türkçülük akımlarını,
imkânları, yaşama şansları ve çıkmazları itibariyle değerlendirmiş ve Türkçülük
konusundaki görüşlerini ortaya koymuştur. Ona göre “ırka dayalı bir siyasî Türk
milleti” teşkil etmek fikri pek yenidir. Bu fikir İstanbul’da ilmi bir mahfelde
dil konusundaki çalışmalarla başlamıştır. Bu mahfelin teşekkülünde Osmanlılarla
Almanlar arasında artan ilişkiler etkili olmuştur. Almanların tarih ve lisan ilimleri
hakkındaki araştırmaları Türk gençlerinin dikkatini çekmiştir. Türklerin birleşmeleri
fikri müphem bir şekilde de olsa Rusya’da meskûn olan Türkler arasında görülmektedir.

“Türk birliği siyaseti”, Osmanlı içinde Türk olmadığı halde bir
dereceye kadar Türkleşmiş sair Müslim unsurlar başta olmak üzere Türklüğü hiç benimsememiş
unsurları da Türkleştirerek, Doğu Avrupa’dan Asya’ya kadar yayılmış bulunan Türklerin
birleşmesini sağlayacaktır. Bu faydaya karşılık Akçura bu siyasetin mahzurlarının
da farkındadır: “Bu faydalara mukabil, Osmanlı ülkelerinde meskûn, Müslim olup da
Türk olmayan ve Türkleştirilmesi de mümkün bulunmayan kavimlerin Osmanlı devleti
elinden çıkması ve İslamiyet’in Türk ve Türk olmayan kısımlarına ayrılarak, artık
Osmanlı Devleti’nin Türk olmayan Müslümanlar ile ciddi bir münasebeti kalmaması
mahzurları vardır.” (Akçura, 2001:486).

Türklerin birleşmesinin, İslam siyasetinden daha zor olduğunu itiraf
eden Akçura, buna rağmen tercihini açıkça ortaya koymaktan çekinmez: “Lakin şu da
unutulmamalıdır ki, zamanımızda birleşmesi muhtemel Türklerin büyük bir kısmı Müslüman’dır.
Bu cihetle, İslam dini, büyük Türk milliyetinin teşekkülünde mühim bir unsur olabilir.

“Milliyeti tarif etmek isteyenlerden bazıları, dine bir amil gibi
bakmaktadırlar. İslam, Türklüğün birleşmesinde şu hizmeti yerine getirebilmek için,
son zamanlarda Hıristiyanlıkta da olduğu gibi, içinde milliyetlerin doğmasını kabul
edecek şekilde değişmelidir. Bu değişme ise hemen hemen mecburidir de: Zamanımız
tarihinde görülen umumi cereyan ırklardadır. Dinler, din olmak bakımından, gittikçe
siyasi ehemmiyetlerini, kuvvetlerini kaybediyorlar. İçtimai olmaktan ziyade şahsileşiyorlar.
Cemiyetlerde vicdan serbestliği, din birliğinin yerini alıyor. Dinler, cemiyetlerin
ek işleri olmaktan vazgeçerek, kalplerin hadi ve mürşitliğini deruhte ediyor, ancak
Halik ile mahlûk arasındaki vicdanî rabıta haline geçiyor. Dolayısıyla dinler ancak
ırklarla birleşerek, ırklara yardımcı ve hatta hizmet edici olarak, siyasi ve içtimai
ehemmiyetlerini muhafaza edebiliyorlar.” (Akçura, 2001:486-487). Bu alıntıdan anlaşılacağı
üzere Akçura, dünya konjonktürüne kendisini aşırı bir şekilde kaptırmıştır, zamanın
milliyet ve ırklar çağı olduğunu söyleyerek dinlerin de buna ayak uydurmasını talep
etmektedir. Ona göre İslam, vicdani bir inanç ve ırklara destek veren bir unsur
olarak daha asli bir işlev yüklenmelidir. Başka bir deyişle kendi siyasetini bırakıp
Türk birliği siyasetinde araçsal bir rol oynamalıdır.

Akçura, Türk birliği siyasetinin içte engelleri olduğu gibi dışarıda
da engelleri olduğunu belirtmekte, ancak bu engellerin İslamiyet siyasetine kıyasla
daha az olduğunu ve sadece Rusların Türk tebaası bulundurmaktan dolayı karşı çıkacağını
söylemektedir. Ayrıca Rusya menfaatlerine zararlı olduğu için bazı Hıristiyan ülkelerin
de ona destek vereceğini belirtmektedir. Sonuç olarak İslam siyaseti ile Türk birliği
siyaseti, eşit denebilecek menfaat ve mahzurları ihtiva etmekte ve uygulama açısından
da kolaylık ve zorluk bakımından yine aynı derecededir. Yusuf Akçura ile Pantürkizm
ve Turancılık siyasetinde birleşseler de Ziya Gökalp kültürel bir milliyetçilikten
yanadır. “Türkçülüğün Esasları”na göre, millet ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafî, ne
siyasî, ne de iradî bir zümredir. “Millet, lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça
müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir.”
(1996:26) “Türk bir milletin adıdır. Millet kendisine mahsus bir harsa malik olan
bir zümre demektir. O halde Türkün yalnız bir lisanı, bir tek harsı olabilir.” (1996:29)
Bu tanımlardan anlaşılacağı üzere Gökalp milleti, aynı dili ve kültürü paylaşan
görece homojen bir topluluk olarak niteler, millet içinde kültürel farklılıkları
göz ardı eder ya da önemsemez. Farklı vesilelerle Gökalp, Türkçülük anlayışını açıklığa
kavuşturmaya ve kendisine yönelen sorulara cevap vermeye çalışmıştır. Yeni Gün gazetesinde
“Türk kimdir?” baslıklı yazısında kültürel milliyetçiliğin sınırları ve etnik bakımdan
Türk olmadığı halde Türklerle birlikte yasayan insanların konumu hakkında şunları
söylemektedir: “.. Türk olmak için, yalnız Türk kanı taşımak, Türk ırkından olmak
kâfi değildir. Türk olmak için her şeyden evvel Türk harsı ile terbiye görmek ve
Türk mefkûresi için çalışmak şarttır. Bu şartları haiz olmayanlara, kanca ve ırkça
Türk olsalar bile 'Türk' unvanını veremeyiz.” (1980:33). “Milliyet de, din gibi
'kalben tasdik ve lisanın ikrar' şartlarına bağlıdır. Lisanîyle 'Türküm' diyen ve
samimi olarak kalbinde bu kanaati taşıyan her fert Türk’tür. Bu vasıfları haiz olanların
Türklüklerinden asla şüphe etmemeliyiz. Aynı zamanda bu kimseler de başkalarını
şüpheye düşürecek hareketlerden içtinap etmelidirler.” (1980:37).

Ziya Gökalp’ın millet ve milliyetçilik anlayışı, Akçura’nın anlayışına
kıyasla daha geniş ve esnek bir anlayış ise de iki noktada sorunlu gözükmektedir.
İlk olarak kültür müphem bir kavramdır. Bu müphemliği dolayısıyla soyca Türk olan
bir kişi, bu kültüre katılmadığı zaman Türklük dairesinin dışına çıkmakta; soyca
Türk olmadığı halde “Türküm” diyen ve Türk kültürüne göre yasayan bir yabancıda
(?) Türk telakki edilmektedir. Her iki durumda da somut bir ölçüm söz konusu değildir.
İman gibi ikrar ve tasdik meselesidir. Bu çoğu zaman kişilerin samimiyetinin sorgulanmasına
yol açacaktır.

İkinci olarak Gökalp, Türk olmayan gruplar için kültürel asimilasyonu
zorunlu görmektedir. Nitekim o, asimilasyonu “temessül” (benzeme) olarak adlandırmakta
ve bu konuda şunları söylemektedir: “Bir millet, yalnız tenasül tarikiyle çoğalmaz,
kısmen de temessül tarikiyle çoğalır. Türklerin başka milletlere temessül etmesini
kabul edip de, başka milletlere mensup fertleri temessül etmesini kabul etmemek
doğru olabilir mi?” (1980:33). Bu sözlerden anlaşılacağı üzere Gökalp milletlerin
kendisinden olmayan fertleri ve grupları asimile etmesini, kendi kültürüne katmasını
meşru bir hak olarak görmektedir.

Bu durumda Akçura nasıl ırksal-etnik millet tanımı gereği, bu tanıma
uymayanları dışlamak ya da Türkleştirmek gerektiğine inanıyorsa, Gökalp de benzer
şekilde Türk olmayanları, ya samimi bir şekilde “Türküm” demeye çağırmakta ve temessül
etmekte ya da “millet”in dışında tutmaktadır. Millet tanımları ve milliyetçilik
anlayışları farklı olsa da her ikisi de asimilasyonist ve dışlayıcı bir politikaya
meşruiyet kazandırmaktadırlar. Eğer Türk milliyetçiliğini Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura
üzerinden yorumlayacak olursak, yurttaşlık bağını temel alan Fransa tarzı bir milliyetçilikten
daha fazla ırk ve kültürü temel alan Alman tarzı bir milliyetçiliği esas aldığını
söyleyebiliriz. Bunda, daha önce andığımız Almanya ile ilişkiler ve Alman yanlısı
hareketin İttihad ve Terakki içinde güç kazanmış olması etkili gözükmektedir. Buna
karşın Yeni Osmanlılar ve ilk dönem İttihad ve Terakki’nin milliyetçilik biçimi,
Fransız tarzıyla benzeşmektedir. Bunu doğal karşılamak gerekir, çünkü bu dönemde
söz konusu örgütler etrafında kümelenen aydınlar Fransa’dan etkileniyorlardı. Demek
ki Osmanlı aydınlarının kültürel yörüngesi değişince milliyetçilik anlayışları da
değişmiştir.

Cumhuriyet döneminde bir yandan Fransız tarzı milliyetçilik ile
Alman tarzı milliyetçilik, diğer yandan da “Misak-ı Milli” sınırlarına çekilmiş
Kemalist milliyetçilik ile Pantürkist milliyetçilik arasında bir rekabet söz konusudur.
Kemalist milliyetçilik, daha etnik ve seküler bir nitelik taşımaktadır. Zaman zaman
işbirliği yapsalar da çoğu zaman rakibini (Pantürkist-Turancı milliyetçilik) bastırmış
ve resmi bir görüş olarak modern Cumhuriyete damgasını vurmuştur.

4. Said Nursi’nin Milliyetçilik Anlayışı

Temel görüş ve düşünceleri itibariyle Said Nursi, “Üç Tarz-ı Siyaset”
içinde İslamcılık akımına mensup biridir. Bununla birlikte, meşveretten/meşrutiyetten
yana olduğu için bir ara İttihad ve Terakki içinde de yer almış muhalif bir düşünce
adamıdır. Onu, İslamcılardan ayıran bir başka özelliği, milliyetçilik karsısındaki
tutumudur. O da İslamcılar gibi ilke olarak “dava-yı kavmiyye” olarak adlandırdığı
milliyetçiliğe karşıdır. Fakat o, diğer İslamcıların milliyetçiliğe karsı geliştirdikleri
ilkesel yaklaşımdan farklı ve ona ek olarak konjonktürel bir yaklaşım geliştirmiştir.
Bu yaklaşımı Said Nursi şu sözlerle dile getirmektedir: “Milliyet fikri bu zamanda
çok ileri gitmiştir. Hileci Avrupa aydınları (müsteşrikler) bunu Müslümanlar arasında
menfi bir şekilde uyandırıyorlar. Onları parçalayıp yutmak istiyorlar. Milliyet
fikrinde, nefis için gafilce bir zevk ve uğursuz bir kuvvet vardır. Onun için bu
zamanda cemiyetle meşgul olanlara "milliyet fikrini bırakınız!" denilmez.” (Nursi,
1978:245). Tekrar başlangıçta yaptığımız “mikrop” benzetmesine dönersek, Said Nursi
milliyet fikrine yeni bir yaklaşım getirerek onu zararlı bir mikrop olmaktan çıkarıp
yararlı bir mikrop yapmak için yeni bir açılım getirmiştir.

Milliyet fikrine getirilen bu yeni açılım nedir?

Said Nursi, milliyetçiliği tek tip bir fikir sistemi olarak değerlendirmek
ve ona göre ilkesel bir tavır almak yerine, tıpkı Ziya Gökalp gibi farklı milliyetçilik
tipleri olduğundan hareketle kendine göre bir kavramsallaştırmaya gitmiştir. Bu
kavramsallaştırma, daha önce Babanzade Ahmet Naim’de gördüğümüz kesimlere göre (halis
Türkçüler ve İslamcı-Türkçüler) somut bir sınıflandırmadan daha soyut ve hakiki
anlamda bir kavramsallaştırmadır. O, şahıslara ve gruplara göre değil, fikirlere
göre bir tanımlama çabasına girişmiştir.

Said Nursi’ye göre “Milliyet fikri menfi ve müspet olarak iki çeşittir.”
(Nursi, 1978:245). Yine “mikrop” benzetmesini kullanırsak menfi milliyeti “zararlı
mikrop”, müspet milliyeti ise “faydalı mikrop” olarak telakki etmek mümkündür. Menfi
milliyetin özellikleri, başkalarına düşmanlık, ırkçılık, bölücülük, sömürgecilik,
dine karşı kayıtsızlık ve hatta onun yerini almak, kibirlilik ve gençleri ayartmadır.
Milliyetin bu biçimi, özellikle Avrupa tarafından Asya’da ve Müslüman milletler
arasında uyandırılarak onların parçalanmasını ve sonra da sömürge edinilmesini amaçlamaktadır.
Yerli milliyetçilik yapanlar, farkında olarak ya da olmayarak Batı’nın bu emellerine
hizmet etmektedirler.

Menfi milliyet, İslamcıların ırkçılık ve dava-yı kavmiyye dedikleri
şeydir. Bu olgu karsısında Said Nursi de açıkça olumsuz bir tavır koymuştur. Bu
tür bir milliyetçilik yapan Türkçülere açıkça saldırmakta ve onları Türkçülük perdesi
altında yabancılara hizmet eden işbirlikçiler olarak görmektedir.

“Müspet milliyet” ya da “pozitif milliyetçilik”, Said Nursi’ye göre,
“cemiyetin dâhili ihtiyacından ileri gelir; yardımlaşmaya ve dayanışmaya sebep olur;
faydalı bir kuvvet temin eder; İslam kardeşliğini teyit edecek bir vasıta olur.
Bu fikir de İslamiyet’e kale ve zırh olmalı, onu korumalı; onun yerine geçmemelidir.
Çünkü İslamiyet kardeşliğinin içinde binlerce kardeşlik vardır. Ahirette de devam
eder. Milliyet kardeşliği onu korumaya hizmet etmeli. Yoksa bunu İslam kardeşliğinin
yerine geçirmeye kalkışmak, kalenin taşlarını hazineye koyup, hazinedeki mücevherleri
dışarı atmak gibi ahmakça bir cinayet olur.” (Nursi, 1978:247). Pozitif milliyetçiliğin
en önemli ilkesi, din kardeşliğini pekiştirmek ve asla onun yerine geçmemektir.
Çünkü din kardeşliğinin yerini tutması imkânsızdır. Din, etnisite ve milliyet üstü
bir değerdir; bu evrensel değer, farklı ırktan ve etnik gruptan insanları kardeş
kılabilir, ama milliyet fikri, asla böyle bir şeyi başaramaz.

Pozitif milliyetçilik, negatif milliyetçilik gibi ayrılıkçı değil,
kuşatıcı ve bütünleştiricidir. Said Nursi, pozitif milliyetçiliğin temelleri konusunda
“Dil, din bir ise millet birdir” demeye mecbur kalan milliyet fikrinin ileri gelen
liderlerinden birinin sözünü bir uzlaşma noktası alarak “Şu halde ırka değil, dil,
din ve vatan birliğine bakmak lazımdır” (Nursi,1978:248-249) diyerek daha somut
bir fikir ortaya koymaktadır. Bu meyanda, özellikle milliyet ile İslamiyet’in arasının
açılmasının bir felaket olacağına inanmakta ve Türklere söyle seslenmektedir: “Şu
halde ey Türk kardeş, bilhassa sen dikkat et! Çünkü senin milliyetin İslamiyet’le
kaynaşmıştır, ondan ayrılması imkânsızdır. Ayırırsan mahvolursun! Senin mazindeki
bütün mefahirin İslamiyet defterine geçmiştir, bu mefahiri, dünyada hiçbir kuvvet
silemezken, sen şeytanların hilesine kanarak o mefahiri kalbinden silme!” (Nursi,
1978:248). Bu ifadelerden anlaşılacağı üzere Said Nursi salt ırka dayalı ve seküler
(menfi) milliyetçilik fikrine karşı çıkmaktadır. Bu anlamda o, Yusuf Akçura’nın
milliyetçilik anlayışını, Kürtler ve diğer Müslüman unsurlar açısından dışlayıcı
ve İslam-dışı bulmaktadır. Milletin tanımında dil ve dine yer veren Ziya Gökalp’e
daha yakın bir duruş sergilediği söylenebilir. Ancak hem Akçura hem de Gökalp de
dine daha araçsal bir yaklaşım söz konusudur. Milliyet fikrinin güçlendirilmesinde
ve meşrulaştırılmasında dinden bir destek almayı gerekli görmektedirler. Oysa Said
Nursi bu konuda kendi çizgisini ödünsüz bir şekilde ortaya koymuştur. Ona göre milliyet
fikri, dinî bağlılığı artıran bir unsur olmalıdır, asla onun yerini almamalıdır.
Bu anlamda, Türkçülerin aksine o, dine değil milliyet fikrine araçsal bir konum
biçmektedir. Millet tanımında kültüre (harsa) merkezi bir önem atfeden ve bu kültür
içinde yoğrulmamış unsurları Türk kabul etmeyen ve bunların millet içinde değerlendirilmesi
için “temessül”ü (benzeşme ya da asimilasyon) şart kosan Ziya Gökalp’in milliyet
fikri de Said Nursi’ye yabancıdır. O, tüm Müslüman unsurların kendi kültürel özelliklerini
İslam dairesi içinde kalarak ifade edebileceklerini düşünmektedir. Bir etnik grubun
dil ve kültürünün merkeze alınması ve bunun diğerlerine dikte edilmesi, söz konusu
unsurları rahatsız edecek ve onlarda da milliyet fikrini canlandıracaktır. Bu çerçevede
Said Nursi İstanbul’a giden ve Kürtçülük fikriyle dönüp gelen bir gençten bahsetmektedir.
Bu genci o Kürtçülükten kurtarmıştır.

Said Nursi Milli Mücadele’nin ilk yıllarında Ankara’ya gitmiş ve
Şark da bir İslam Üniversitesi açılması için faaliyet göstermiştir. Ancak birçok
mebustan, “Biz şimdi eski ve dinî bilimlerden daha çok Batılılaşmaya ve medeniyete
muhtacız” şeklinde cevaplar alınca, onlara karsı şu cevabı vermiştir: “Şarkın terakkiyatı
din ile kaimdir. Başka vilâyetlerde sırf fünun-u cedide okutturursanız da, Şarkta
herhalde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa Türk
olmayan Müslümanlar, Türk’e hakikî kardeşliği hissedemeyecek. Şimdi bu kadar düşmanlara
karşı teavün ve tesanüde mecburuz.” “Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç
olmasa da, ekser enbiyanın Asya’da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve filozofların
garpta gelmelerinin delâletiyle Asya’yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin
tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak Garplılaşmak
namıyla an’ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi, dört beş
büyük milletlerin merkezinde olan vilâyat-ı Şarkiyede millet, vatan selâmeti için
dine, İslâmiyetin hakaikine kat’iyen tarafdar olmak, size lâzım ve elzemdir.” (Nursi,
1978:267-268). Bu sözler, bugün gelinen aşamada değerlendirildiği zaman Said Nursi’nin
ne kadar büyük bir öngörüye sahip olduğu anlaşılmaktadır. Asya ve Şark toplumlarına
uymayan bir negatif milliyetçilik anlayışı, Kürtlerle Türkler arasındaki kardeşlik
duygularını ortadan kaldırmış, önyargı ve ayrılıkçılığa sebep olmuştur. Bu saptamalardan
sonra Said Nursi’nin neden negatif milliyetçiliğe karsı pozitif milliyetçiliği önerdiği
de açığa çıkmaktadır:

Negatif milliyetçilik Batı dünyasında birlik ve bütünleşmeyi sağlasa
da Doğu’da bu amaca hizmet etmeyecektir, tam tersine burada ayrımcı ve ayrılıkçı
olacaktır. Çünkü “her milletin kamet-i kıymeti başka bir elbise ister. Bir cins
kumaş bile olsa, tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına bir jandarma elbisesi
giydirilmez. Bir ihtiyar hocaya tango bir kadın libası giydirilmediği gibi, körü
körüne taklit dahi çok defa maskaralık olur. Çünkü evvelâ; Avrupa bir dükkân, bir
kışla ise, Asya bir mezra, bir cami hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi
gidemez. Kışla vaziyeti ile mescid vaziyeti bir olmaz.” (Nursi, 1978:239).

5. Sonuç ve Değerlendirme

Şimdi Said Nursi’nin milliyet fikri hakkında ne kadar özgün düşüncelere
sahip olduğuna değin görüşlerimizi sunduktan sonra bugüne ilişkin ne söylediği ya
da söyleyebileceği konusunda ipuçlarını yakalamak istiyoruz. İslamcılar açısından
baktığımızda Said Nursi’nin özgün görüşler ifade ettiğini söyleyebiliriz. Dönemin
İslamcıları milliyetçiliğe ilkesel temelde bir bakış yaparak bunu “dava-yı kavmiyet”
ve hatta “ırkçılık” olarak niteleyerek kökten karşı çıkmışlardır. Said Nursi de
ilke olarak onlarla aynı fikirde olmakla birlikte, milliyet fikrine konjonktürel
bir yaklaşım yapmayı da gerekli görmüştür. Bu bakımdan o, çağın gerekleriyle İslam’ın
ideallerini bağdaştırmaya çalışan gerçekçi bir düşünürdür. Bu gerçekçilik onu, İslam
açısından kabul edilebilir bir milliyetçilik arayışına zorlamış ve neticede “negatif
milliyet” karşısına “pozitif milliyet”i koymuştur.

Pozitif milliyetçilik fikrinin parametrelerini üç noktada özetlemek
mümkündür:

1) Pozitif milliyetçilik, din ile milliyet fikrini uzlaştırmaya
çalışır; seküler milliyetçiliğin zıddına milliyeti dinin yerine geçirmez, ona destek
olmasını ister.

2) Pozitif milliyetçilik, bir etnik grubun dil ve kültürünü
başkasına dayatmaz. Ama bu temeldeki bir grup dayanışmasını da yadsımaz. Dışlamayı
reddettiği gibi benzeşmeyi de zorunlu kılmaz.

3) Bu ilkeler çerçevesinde pozitif milliyet fikri, devletin
farklı dinler, etnik gruplar ve kültürler karşısında taraf tutmasını kabul etmez.
Bu ilkeler çerçevesinde bir değerlendirme yaptığımızda Said Nursi’nin, ırk, etnisite,
dil ve kültür gibi kriterleri millet tanımında esas alan Türkçülük anlayışlarını
da benimsemediği açıktır. Tüm bu unsurlar, ona göre tek basına milleti tanımlamada
indirgemeci olup ötekilerini dışlamayı beraberinde getirir. O zaman şu denebilir:
Said Nursi’nin görüşleri Türkçülerden ziyade Osmanlıcıların görüşlerine daha yakındır,
hatta onu sürdürmeyi amaçlamaktadır. Bir farkla ki, Osmanlıcılık siyaseti giderek
kullanışsız bir hale geldiği için bunun yerine hiç olmazsa Müslüman unsurları dışlamayan
bir pozitif (yani kuşatıcı ve bütünleştirici) milliyet fikri koymaktadır.

Kürt çıkarları açısından baktığımızda Said Nursi’nin Türkler arasında
Kürtleri dışlamayan bir milliyet fikrine sahip olduğu söylenebilir. Ona göre bunun
önemli bir gerekçesi vardır: Kürtler, Doğu Vilayetinde mukim, muhafazakâr ve dindar
bir halk olduğu için ancak seküler olmayan bir milliyet fikri etrafında Türklerle
birlikte yaşayabilirler. Aksi bir durum, onların da milliyetçilik yapmasına, ayrılıkçılık
gütmesine ve dışlanmasına yol açacaktır. Kürtlerin ve Doğu’nun bu özel konumu, Türkler
ve Türk milliyetçileri tarafından idrak edilmelidir.

Cumhuriyet dönemi politikaları açısından bir değerlendirme yaptığımızda
bu hassasiyetin gösterilmediği, tam tersine Kürtleri asimile etme ve yok sayma gibi
politikalar izlediği söylenebilir. Bunun da neticesi, daha sonra görüleceği üzere
olumsuz olmuş ve Kürtler arasında etnik bir milliyetçilik bilincinin uyarılmasına
yol açmıştır. Bu bakımdan Said Nursi’nin öngördüğü ama asla katılmadığı ya da katılmayacağı
sonuçlar ortaya çıkmıştır. Eğer Said Nursi’nin Cumhuriyet’in ilk yıllarında önerdiği
görüşler dikkate alınsaydı, bugün bu tür sonuçlarla karşılaşmayacaktık.

Sonuç olarak topluma etnisite merkezli bir kimlik dikte etmeyen,
farklı etnik ve kültürel grupları tanıyan ve bunlar karşısında eşit mesafede duran
bir devlet ve milliyet anlayışı, Said Nursi’nin müspet milliyet fikrinin devamı
olarak bugünün Türkiyesi’ne yol gösterici olacaktır.

KAYNAKÇA:

Akçura, Yusuf, “Üç Tarz-ı Siyaset”, s. 484-487, In: Cumhuriyet’e
Devreden Düşünce Mirası, Tanzimat ve Meşrutiyetin Birikimi, İletişim, İstanbul 2001.

Aydın, Suavi, “İki İttihad Terakki: İki Ayrı Siyaset, İki Ayrı
Siyaset”, s. 117-128, In: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası, Tanzimat ve Meşrutiyetin
Birikimi, İletişim, İstanbul 2001.

Bora, Tanıl, Milliyetçilik, İletişim Yayınları, İstanbul 2003.

Couwenberg, S. W., Nationaliteit en Nationalisme, Bron van integratie
en desintegratie, SDU Uitgeverij, Den Haag 1994.

Düzdağ, Ertuğrul, Türkiye’de İslam ve Irkçılık Meselesi, MED,
İstanbul 1978.

Nursi, Said, “Müslüman’ın Milliyeti İslamiyet’tir”, s. 219-273,
In: Düzdağ, Ertuğrul, Türkiye’de İslam ve Irkçılık Meselesi, MED, İstanbul 1978.

Gökalp, Ziya, Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak, Toker Yayınları,
İstanbul 1992.

Gökalp, Ziya, Türkçülüğün Esasları, Kamer Yayınları, İstanbul
1996.

Gökalp, Ziya, Makaleler IX, Yeni Gün-Yeni Türkiye-Cumhuriyet
Gazetelerindeki Yazılar, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1980.

Yıldız, Ahmet, “Kemalist Milliyetçilik”, s. 210-234, In: İnsel,
Ahmet, Milliyetçilik, İletişim Yayınları, İstanbul 2002.

Öz

On dokuzuncu yüzyılda dünya kamuoyu, giderek tüm dünyada salgın
bir hale gelen bir “mikrop”tan bahsetmektedir. Bu mikrop, “milliyet fikri”nden başkası
değildir. Osmanlı aydınları, 19. yüzyılın “milliyetler yüzyılı” olduğunun farkındadırlar
ve milliyetçiliği, milletlerin ruhuna işleyen bir mikrop olarak görmektedirler.
Fakat bu mikrobun faydalı bir mikrop mu yoksa zararlı bir mikrop mu olduğu konusunda
farklı düşünmektedirler. Bu çalışmada, genelde 19. yüzyıl Osmanlı aydınlarının Batı’dan
kaynaklanan ve Osmanlı’yı etkisine alan milliyetçiliği nasıl algıladıkları ve özelde
bu aydınlar kümesi içinde yer alan Said Nursi’nin milliyet meselesinde ne kadar
özgün düşüncelere sahip olduğu ele alınmakta ve bugünkü konumuzla bağlantılı olarak,
bu düşüncelerin Kürt sorununa yaklaşımda bir çözüm olup ya da olamayacağı tartışılmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Türkçülük, İslamcılık, Osmanlıcılık, müspet
milliyet, menfi milliyet, millet, kültür, din, dil, ırk

Abstract

In the nineteenth century world public talks about a “germ” that
became epidemic all through the world. This germ is nothing but “nation idea”. Ottoman
intellectuals are aware of the fact that 19th century is the “century of nations”,
and show nationalism as a germ affecting the spirit of nations. However, they have
different opinions on whether this germ is useful or harmful. In this work, generally
19th century intellectuals’ perception of nationalism resulting from the West and
affecting Ottoman Empire and particularly original thoughts of Said Nursi as one
of these intellectuals are analyzed, and in connection with our current topic, it
is discussed whether these thought can be a solution to Kurdish issue.

Keywords: Turkism, Islamism, Ottomanism, affirmative nationality,
negative nationality, nation, culture, religion, language, race