Importance of İttihad-I Islam in Ensuring World Peace

1. Tek Kutuplu Dünya Gerçeği

Sovyetler Birliği’nin dağılmasına kadar dünya çift kutuplu bir dünya
idi. Küçük devletlerden birçoğu sırtını bu iki kutuptan birine dayamıştı. İki kutuptan
birine yaslanmayı korunmanın bir yolu olarak görüyorlardı.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte dünya tek kutupla hale
gelmeye başladı. Bunun neticesinde bazı devletler kendi rızalarıyla ABD tarafına
geçerken, bazıları direnme ve karşı durma yolunu tercih ettiler. Şu anda karşı durma
yolunu seçen ülkelerden Afganistan ve Irak ABD’nin işgali altındadır. Aynı yolu
tercih eden İran ve Sudan gibi ülkeler de ABD’nin tehditleri altında varlıklarını
devam ettirmektedirler. Eğer ABD’nin işgal gücü yeterli olsaydı, şüphesiz kendisine
karşı gelen ülkelerin hepsini işgal ederdi.

Şu anda işgal edilen ve yüksek tehdit altında bulunan devletler
İslâm ülkeleridir. Her ne kadar bazı Orta Amerika ve Kuzey Kore gibi ülkelerden
ABD’ye göre bazı çatlak sesler çıksa da bunlara karşı gösterilen tehdit hiçbir zaman
İslâm ülkelerine karşı gösterilen tehdit kadar yüksek boyutlu değildir. Şu anda
dünyanın tek kutuplu hale gelmesi, daha çok Müslüman ülkeleri tehdit eden bir durum
olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu işgal ve tehditler bir taraftan Müslüman ülkeleri
zayıflatırken, diğer taraftan Müslümanlar arasında yardımlaşma ve birleşme temayüllerini
arttırmaktadır. Kader-i ilâhî açısından bakıldığında bu işgal ve tehdidin getirdiği
acı ve zulümlerin, İslâm Birliği gibi hayırlı bir işe vesile olacağını düşünmekteyiz.

2. İşgalin Gerçek Sebebi: Batı’nın Medeniyet Algısı

ABD’nin Irak’ı işgalinin gerçek sebebinin Irak petrollerini kontrol
altına almak, Afganistan’ı işgalinin gerçek sebebinin ise Afganistan doğal kaynaklarının
kontrolü yanında Rusya, Çin, Pakistan ve İran gibi ülkeleri de kontrol etmek olduğu
herkes tarafından bilinmektedir. Bu sebepler görünen sebeplerdir. Ancak sebeplerin
arkasında daha köklü bir zihinsel sebep bulunmaktadır. Bu da menhus bir medeniyet
algısıdır.

Günümüzde Batı dünyasına yön veren düşünce daha çok pozitivizm,
materyalizm, natüralizm, pragmatizm, liberalizm, kapitalizm gibi felsefî ve ekonomik
düşüncelerdir. Bediüzzaman’a göre bu tür düşüncelerin sosyal hayattaki dayanak noktası
kuvvet; gayesi menfaat; hayat kanunu mücadele; toplulukları birbirine bağlayan rabıtası
ırkçılık ve menfî milliyetçilik fikri; meyvesi ve neticesi ise nefsî arzuların tatmini
ve ihtiyaçların giderek arttırılmasıdır. Hâlbuki kuvvetin semeresi tecavüz; menfaat
peşinde koşmanın sonucu her arzuya yetecek menfaat bulunmadığından üzerinde boğuşmak;
mücadelenin sonu çarpışmak; ırkçılığın sonucu ise başkasını yutmakla beslenme olduğundan
başkasına tecavüzdür. Dünyada huzurun ortadan kalkmasının ve büyük devletlerin işgal
ve tehditlerinin arkasında yatan temel düşünce budur.

Batı dünyası toplumsal yapılarını kendi ırklarını korumaya yönelik
olarak biçimlendirdikleri için (ulus-devlet yapısı), bu ırkın ihtiyaçlarını karşılamak
için kimin elinde kendi ihtiyaçlarını karşılayacak bir menfaat varsa onları hangi
yolla olursa olsun onun elinden almayı bir fazilet ve başarı olarak görmektedir.
Onlar açısından değerli olan sadece kendi insanıdır. Devletin görevi de ne pahasına
olursa olsun kendi insanının menfaatlerini korumak ve kollamaktadır. Eğer üç-beş
vatandaşının doyması veya keyfinin yerine gelmesi için karşı taraftan yüzlerce insanın
ölmesi gerekiyorsa, bu da mubahtır. Saldırganlık sadece kuvvetli olmaktan kaynaklanmamakta,
nerede bir menfaat varsa öncelikle bunun kendi hakları olduğu düşüncesinden neşet
etmektedir. Bu kavga derece derece sürüp gitmektedir.

Esasen bunlar kendi aralarında da belli oranda mücadele halindedir.
Ancak genel menfaatleri birlikte hareket etmekte olduğu için, bu durum onların birbirlerini
fazlaca hırpalamalarına müsaade etmemektedir. Kaldı ki başkasını yemekle şu anda
yeteri kadar beslenebilmektedirler. İhtiyaçlarını gidermek için henüz birbirlerini
yemeye sıra gelmemiştir. Esasen bu işi aynı yüzyıl içinde iki tane dünya savaşı
çıkarmak suretiyle gerçekleştirmişlerdi. Biri diğerini tamamen yiyemediği için menfaatleri
öyle gerektirdiğinden şimdilik birlikte hareket etmekte fayda mülahaza etmektedirler.
Ayrıca ırk itibariyle birbirlerinden farklı olsalar da manevî değerler itibariyle
aynı kültür gurubunda yer almaktadırlar. Bu da şimdilik birbirlerini yemeye engel
teşkil eden bir durumdur.

Şüphesiz bütün Batı dünyası aynı düşüncede değildir. Bediüzzaman’ın
ifade ettiği gibi, Avrupa ikidir:

Birincisi, Hıristiyanlığın bozulmamış ve sağlam kalmış olan kısmından
aldığı feyiz ile insanlara faydalı olan sanatları icad eden; adalet ve hakkaniyete
hizmet için çeşitli bilimleri geliştiren Avrupa’dır.

İkincisi, tabiat felsefesinin karanlığıyla, medeniyetin kötülüklerini
iyilik zannederek beşeriyeti sefalete ve dalâlete sevk eden, İsevî dininden uzaklaşmış,
bozuk Avrupa’dır. Bu habis ruhun özellikle İslâm dünyası üzerinde iki türlü hâkimiyeti
mevcuttur: Birincisi maddî hâkimiyettir ki, bunun neticesi sömürüdür. İkincisi manevî
hâkimiyettir ki bunun neticesi kültürel hegemonyadır. Bunlar Müslümanların sadece
malını alıp götürmüyorlar, ruhunu da soyup çıkarıyorlar. Ruhu çıkarılmış bir toplum
artık sömürülmeye hazır demektir. Değer yargılarından uzaklaştırılmış bir topluluk
başkasının emrine girmeye hazır hale gelmiş olur. Bu da bir milletin kendini inkârı
anlamına gelir.

3. İslâm Ülkelerinin Durumu

Çift kutuplu dünyada İslâm ülkeleri genellikle iki kutuptan birine
yaslanmıştı. Sovyet bloğunun çöküşünden sonra özellikle Amerika bazı İslâm ülkeleri
üzerindeki baskısını arttırdı, bazı bahanelerle, Somali, Irak ve Afganistan gibi
ülkeleri işgal etti, İran, Sudan ve Yemen gibi ülkeleri ise yüksek düzeyde tehdit
etmektedir. Türkiye dâhil hemen bütün İslâm ülkelerinde az veya çok terör benzeri
faaliyetler devam etmektedir. Eskiden Sovyetler Birliği’ne dâhil olan altı ülke
ile Bosna-Hersek ve Kosava’nın da istiklallerini elde etmiş olmaları Müslümanlar
açısından sevindiricidir. Türkiye’nin bölgede gittikçe güç kazanması ümit verici
bir durumdur. Türk Cumhuriyetlerinin zaman zaman bir araya gelmeleri, her şeye rağmen
Arap Birliği’nin toplanıp kendi aralarında bazı meseleleri konuşabilmeleri ve daha
geniş bir çerçevede bütün İslâm devletlerinin İslâm Konferansı Teşkilatı çatısı
altında buluşabilmeleri geleceğe ümitle bakmamızı sağlayan hususlardandır.

İslâm ülkeleri arasında toprağıyla, nüfusuyla, sanayisiyle, iletişim
teknolojisiyle, bilgi birikimiyle, siyasi istikrarıyla kendisini büyük ve lider
olarak tavsif edebileceğimiz bir devlet yoktur. Ancak belli seviyedeki birliklerin
kurulması için mutlaka büyük ve lider bir ülkeye de ihtiyaç yoktur. Türkiye gibi
diğerlerine göre daha iyi konumda olan bazı devletler birlik kurma yolunda önemli
hizmetler yapabilirler. Nitekim günümüzde bunun bazı tezahürlerini görmekteyiz.

4. İttihâd-ı İslâm Neden Gereklidir?

a. İttihad-ı İslâm öncelikle bir medeniyet projesidir. Bir
şahs-ı manevî olan toplumların da bir ruhu vardır ve bu ruh o toplumun dâhil olduğu
medeniyetin ana düşüncesinden ibarettir. İslâm toplumlarında medeniyet düşüncesinin
temelini Kur’an’ın getirdiği inanç ve ahlak esasları oluştur. İslâm medeniyetinin
dayandığı esas nokta kuvvete bedel hak; gayesi menfaate bedel fazilet ve rızâ-yı
ilâhîyi elde etmek; hayat kanunu mücadeleye bedel yardımlaşma; toplulukları birbirine
bağlayan rabıtası ırkçılık ve menfî milliyetçilik fikri yerine din kardeşliği, akrabalık
ve vatandaşlık bağları; hedefi ve maksadı ise insanı nefsin arzularından kaynaklanan
kötü fiillerin işlemekten vazgeçirmek, ruhu derin ve yüksek düşüncelerle sarıp ulvî
hisleri tatmin etmek, kısacası insanı insan-ı kâmil haline getirmek, insanı insan
yapmaktır. Hakkın gereği ittifak; faziletin gereği dayanışma; dayanışmanın gereği
birbirinin yardımına koşmak; Müslüman olmanın gereği İslâm kardeşliği ve birbirini
mânen desteklemek; nefsi gemleyip helal dairede kalmanın ve ruhu ahlakî faziletlerle
donatmanın neticesi ise dünya ve ahirette huzur ve saadettir.

İki ayrı yerde iki ayrı medeniyet yaşayabilir, medeniyetler arasında
alış-veriş ve dayanışma olabilir; fakat aynı yerde iki ayrı medeniyet yaşayamaz.
Bir toplumun bir medeniyet grubuna dâhil olması, kendi medeniyet grubundan çıkması
demektir.

Müslümanlar şaşkın ve mütehayyirdir. Güçlü Batı medeniyeti karşısında
ne yapacaklarını tam olarak bilememektedirler. Müslümanların önünde iki yol vardır:
Ya kendi kökleri üzerinde yükselecekler ya da Batı medeniyeti karşısında teslim
olup İslâm medeniyetinden çıkacaklardır. Ancak görünen köy odur ki, Batı medeniyeti
maddî yapısı itibariyle ne kadar muhteşem ve şaşaalı görünse de manevî kökleri itibariyle
o derece cılız ve zayıftır; hattâ manevî yönü itibariyle insan postuna bürünmüş
bir canavardır ve her gün yüzlerce Müslüman’ın kanını emerek beslenmektedir. İslâm
medeniyeti ise kökleri itibariyle çok sağlam ve ulvî bir yapıya sahip olmakla birlikte,
içten ve dıştan gelen bazı engeller sebebiyle Müslümanların ruhu üzerinde etkili
olamadığı için, görüntüsü harabe haline gelmiş bir tarihi eseri andırmaktadır. Bu
harabenin başına gelip oturanlar tekrar aynı temeller üzerine muhteşem ve muazzam
bir medeniyetin yükselip yükselemeyeceği konusunda şüphe içindedirler. Kök ve temel
sağlam olmakla birlikte, bu sağlamlığı çoğu kimseler görememektedirler.

Biz İslâm medeniyetinin çocuklarıyız. Biz Batı medeniyetiyle iyi
komşuluk edebiliriz, ancak o medeniyetin bir ferdi olamayız. Çünkü ruhumuz o zulümatlı,
sefih ve cebbar medeniyetle imtizac edemez. Bizim farklı bir medeniyet mensubu olmamız,
o medeniyet etrafında birleşmemizi, yani ittihad-ı İslâm’ı gerektirir.

b. İçimizdeki problemlerin çözümünü “Avrupa kafirleri ve
Asya münafıkları”na bırakırsak, onların bu problemleri çözmek yerine daha da derinleştirdikleri,
ya da birini çözerken arkasından ondan daha büyük problemler bıraktıkları açıktır.
İçimizdeki problemlerin çözümünü de yüce Allah bize havale etmiştir:

“Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle vuruşursa, onların
aralarını bulun. Buna rağmen biri öbürüne saldırırsa, bu saldıran tarafla, Allah’ın
emrine dönünceye kadar siz de vuruşun. Döndüğü takdirde aralarını hakkaniyetle düzeltin
ve hep âdil olun. Çünkü Allah âdil davrananları sever.” (Hucurat, 49/9.) Dini açıdan
bu yükümlülük farz-ı kifaye hükmündedir.

Yabancıların içimizdeki problemleri çözemedikleri açık iken hâlâ
onları aramıza arabulucu olarak çağırmamız bizim medeniyet anlayışımızla bağdaşmaz.
Er geç kendi problemlerimizi kendimiz çözmemiz lazımdır. Batı da uzun zaman birbirleriyle
savaşarak bugünlere geldi. Hala aralarında içten içe devam eden topsuz tüfeksiz
bir mücadele var. En azından bizim de kendi kendimize ateş kesmemizi öğrenmemiz
lazım. Bugün birçok İslâm ülkesinde olduğu gibi Batı âlemi Müslüman’ı Müslüman’a
kırdırmaya çalışmaktadır. Artık bu hile ve tuzaklara düşmemenin zamanı gelmiş olmalıdır.

c. İslâm dünyası geçmişte ne Avrupa-Amerika ne de Sovyet
bloğunun hayrını görmüştür. Artık onların da kendi birliklerini kurma zamanı gelmiştir.
Birlik kuvvettir. İslâm ülkelerinin topluca kendilerine ait bir kuvvete ihtiyacı
vardır. Eğer Filistin problemini Amerika ve Avrupa’nın, Karabağ sorununu Rusya’nın
çözmesini beklersek, daha çok bekleriz. İslâm ülkelerinin etnik farklılık, mezhep
ayrılığı ve rejim farklılığı gibi hususları bir tarafa bırakıp kendilerini ilgilendiren
konularda yekvücut olmasını becermek durumundadırlar.

5. Nasıl Bir İttihâd-ı İslâm?

Kurulmasını öngördüğümüz İslâm Birliği aynı bayrak altında yaşayan
siyasî bir birlik değildir. Yapılması gereken ilk şey, kültürel ilişkileri sağlamlaştırmak
ve aradaki hoşnutsuzlukları gidermek olmalıdır. Önce birbirimizi anlamak ve sevmek
mecburiyetindeyiz. Birbirlerinden ne kadar uzak olsalar da bütün İslâm ülkelerinin
beslendiği ana kaynak birdir. Ayrıca yakın geçmişte birçokları aynı siyasî ve ekonomik
çatı altında bulunuyordu. Aynı siyasî ve ekonomik gelenekten gelmek, aynı tarihe
sahip olmak birbirimizi anlamayı daha da kolaylaştıracaktır. Bunun için karşılıklı
geliş-gidişlerin arttırılması, vizesiz giriş-çıkışların yaygınlaştırılması, turistik
faaliyetlere hız verilmesi, karşılıklı öğrenci kabulü, diplomaların denkleştirilmesi,
bilim adamlarına farklı ülkelerde hizmet vermesinin sağlanması gibi hususlara ağırlık
verilmelidir.

İkinci olarak ekonomik ilişkiler güçlendirilmelidir. İslâm ülkeleri
arasında öncelikli ticaret ve yatırım anlaşmaları imzalanmalı, işçi giriş-çıkışları
çoğaltılmalı, herhangi bir tüccar ve sanayiciye aynı anda farklı ülkelerde yatırım
yapma imkânı sağlanmalı, bankalar arası finans aktarımlarının hızlandırılması ve
kolaylaştırılması gibi hususlar İslâm Birliğine giden yolu sağlamlaştıracak ve güçlendirecektir.

Üçüncü olarak bütün Müslümanları ilgilendiren konularda aynı tepkiyi
koymak ve aynı faaliyeti yapmak konusunda birlik sağlanmaya çalışılmalıdır. Bu kısımda,
Batı’da medya yoluyla İslâm’a karşı yürütülen hakaret projelerine karşı durma, depremlerde
yardımlaşma, dünyada bazı devletlerin kendi Müslüman vatandaşlarına karşı yaptıkları
zulümleri protesto etme gibi faaliyetler sayılabilir.

Dördüncü olarak siyasî desteğe muhtaç olan bazı İslam ülkelerine
bu destek verilmelidir. Özellikle refah düzeyi iyi olan bazı İslâm ülkeleri etliye
sütlüye karışmadan varlıklarını devam ettirmeye çalışmaktadırlar. Hâlbuki bu tür
devletler desteğe muhtaç ülkelere destek verseler, onların kısa vadede olmasa bile
uzun vadede çözülebilir.

Beşinci olarak bir şekilde kurulmuş olan ekonomik ve siyasi birlikler
muhafaza edilmeli ve bunlara işlerlik kazandırılmalıdır. Bu tür birliklerde bazı
hata ve yanlışlıklar yapılmış olabilir. Böylesi durumlarda niçin hata ve yanlışlık
yapıldığının tespiti dahi önemli bir tecrübedir. Bu tür birlikler daha büyük birlikler
için önemli bir tecrübe niteliğindedir. Ayrıca hiçbir büyük birlik daha baştan büyük
olarak kurulmamıştır. Genellikle birlikler küçük ölçekli olarak kurulur daha sonra
sınırları ve muhtevası genişletilir. Birdenbire herkesin dâhil olduğu etkin bir
İslâm birliğinin kurulmasını düşünmek ham hayalden başka bir şey değildir.

Netice itibariyle İttihad-ı İslâm aynı ruhtan kaynaklanan, yardımlaşma
esasına dayalı bir birlik olmalıdır. Bu yapı zamanla güçlendirilebilir. İslâm ülkelerinin
farklı coğrafî dağılımları, farklı ekonomik ve siyasî yapıları şimdilik sıkı bir
İslâm birliğinin kurulmasına müsait değildir.

6. İttihad-ı İslâm Düşüncesi Başkalarını Endişelendirmez mi?

İlk zamanlarda böyle bir birlik düşüncesi diğer devletleri endişelendirebilir.
Ancak bu endişenin uzun zaman devam edeceği kanaatinde değiliz. Bunun birkaç sebebi
vardır:

a. İttihad-ı İslâm, daha çok devletlerin siyasî birliğini
değil, Müslümanların serbest dolaşımını gaye edinmiş olacaktır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle
“Şimdi istediğimiz nokta, müminlerin teveccühleri ve teyakkuzlarıdır. Teveccüh-ü
umûmînin tesiri inkâr edilmez. İttihadın hedefi ve maksadı, i’lâ-yı Kelimetullah
ve mesleği de nefsiyle cihad-ı ekber ve başkalarını da irşaddır. Bu mübarek heyetin
yüzde doksan dokuz himmeti siyaset değildir. Siyasetin gayrı olan hüsn-ü ahlak ve
istikamet ve saire gibi makâsıd-ı meşrûaya masruftur.” (Hutbe-i Şâmiye, s. 98-99.)

b. Başta Osmanlı devleti olmak üzere hiçbir İslâm devleti
vatandaşlarını asimile etme gayesi gütmemiştir. Müslümanlar bazı yerlere 1400 seneden
beri hâkim oldukları halde buralarda hâlâ o memleketin Hıristiyan yerlileri varlıklarını
kendi dinlerini yaşayarak devam ettirmektedirler. İttihad-ı İslâm bir asimilasyon
politikası üretmez, sadece Müslümanların kendi aralarında daha iyi iletişimini sağlar.

c. İttihad-ı İslâm hangi dinden olursa olsun bütün insanların
dinlerini serbestçe yaşayabilmelerinin garantisidir.

7. İslâm Konferansı Teşkilatının İttihad-ı İslâm Konusundaki
Önemi

Günümüzde kurulması düşünülen İslâm Birliği, Avrupa Topluluğu’nda
olduğu gibi bir siyasî birlik olamaz. Avrupa Topluluğu dahi siyasî bir birlik için
yola çıkmamıştı. Önce Demir-Çelik Birliği oluşturuldu; sonra bu birlik Avrupa Ekonomik
Topluluğu’na çevrildi; daha sonraki dönemlerde bu topluluğun üyeleri arttırıldı;
son aşamada ise Avrupa Birliği teşkil edildi.

İslâm Birliği daha çok kültürel ve ekonomik bir birlik olarak kurulmak
zorundadır. Siyasî olarak sadece dış olaylar karşısında İslâm ülkelerini ilgilendiren
konularda birliği sağlamak maksadıyla nasıl davranılacağına dair bazı kurallar konulmalıdır.

Kültürel ve ekonomik anlamda bile olsa bir İslâm Birliği, kolay
kolay hiçbir İslâm ülkesinin cesaret edemeyeceği bir teşebbüstür. Kanaatimce günümüzde
İslâm Birliği’ne giden yol, İslâm Konferansı Örgütü’nden geçer. Dolayısıyla İslâm
Konferansı Örgütü çok iyi korunmalı ve faaliyetleri günden güne daha etkin hale
getirilmelidir.

Türkiye ve İran’ın içinde yer almayacağı bir birlik noksan olur.
Kasr-ı Şirin anlaşmasından beri Türkiye ile İran problemsiz bir şekilde iki komşu
devlet olarak günümüze kadar dost kalabilmişlerdir. Her ne kadar bu süreç içinde
ilişkiler bir nevi askıya alınmışsa da, iki devlet arasında şu an için ileride problem
olacak meselelerin bulunmaması son derece önemlidir. Arapların İslâm dünyasını toparlamaları
bir yana, bir şekilde kurmayı başardıkları Arap Birliği Örgütü’nü dahi işletemedikleri
ortadadır. “Araplar ittifak etmemek üzere ittifak ettiler” sözü öteden beri meşhur
olmuştur. Koca Sünnî dünyanın İran’ın etrafında birleşmesi de mümkün değildir. Olsa
olsa bu birlik, Türkiye ve İran’ın ağırlıklarını koyması neticesinde gerçekleşebilir.
Dolayısıyla şu anda Türkiye ve İran’ın ilişkilerini canlı tutup, her birinin diğerinin
aleyhine olacak faaliyetlerden kaçınması lazımdır.

Birliği’nin oluşturulması için hem aşağıdan hem yukarıdan birleştirici
faaliyetlerde bulunmak gerekir. Aşağıdan yapılacak birlik faaliyetleri iki veya
daha fazla ülke arasındaki yapılan birlikteliklerdir. Bir zamanlar Türkiye-İran-Pakistan
arasında oluşturulan CENTO ile Türkiye-Irak-Pakistan arasında kurulan Bağdat Paktı
bunun en iyi örnekleridir. Arap devletleri arasında da zaman zaman bazı birleşmeler
olmuş, fakat bunların hiçbiri korunamamıştır. CENTO gibi birlikler bir sonuç doğurmuyor
diye ilga edilmiştir. Arap Birliği Örgütü de şimdiye kadar elle tutulur bir başarı
sağlayamamış olmakla birlikte, mevcudiyeti korunmalıdır. Bir birliğin belli süreçte
başarılı olmaması, sonraları da başarılı olmayacağı anlamına gelmez. İlga edilmek
yerine askıya alınmaları daha iyi olur. CENTO’nun ilga edilmesi tarihî hatalardan
biridir. Eğer aynı teşkilat bugünlerde ayakta kalmış olsaydı, muhtemelen çok güzel
şeyler yapılacaktı. Ancak bugün bir CENTO’yu kurmaktan bile çok uzağız.

Yukarıdan yapılan faaliyetler İslâm Konferansı Örgütü yoluyla yapılan
faaliyetlerdir. Şimdilik İslâm Konferansı Örgütü son derece zayıf bir birliktir.
Ancak Avrupa’nın Demir-Çelik Birliği, bir gün Avrupa Topluluğu’na dönüştüğü gibi
İslâm Konferansı Örgütü de bir İslâm Birliği’ne dönüşebilir.

8. İttihad-ı İslâm’ın Dünya Barışına Katkısı İttihad-ı İslâm
birçok açıdan dünya barışına katkı sağlayacaktır:

a. Öncelikle İttihad-ı İslâm, İslâm ülkelerinde meydana gelen
anarşi ve terör olaylarını kontrol altına alma ve önlemede büyük hizmet görecektir.
Şunu kesine yakın bir şekilde söylemek mümkündür: Eğer günümüzde bir İslâm Birliği
olsaydı, 11 Eylül saldırıları olmazdı.

b. Özellikle Ortadoğu’da huzursuzluğun temel kaynaklarından
birisi İsrail’dir. Günümüzde İsrail, ABD’yi dahi dinlemeyecek ölçüde şımarmıştır.
Bu şımarıklığın en önemli sebebi kendisinin düşman olarak kabul ettiği Filistinlilerin
oldukça zayıf durumda olmalarıdır. Eğer bir İslâm Birliği olsaydı İsrail’in bu kadar
şımarması mümkün olmazdı. Hemen hemen Ortadoğu’ya huzur ve barış getirmenin tek
yolu güçlü bir İslâm Birliği’dir. Böyle bir birlik oluşmadığı müddetçe İsrail şımarık
davranışlarına ve Filistinlilere yaptığı zulümlere devam edecektir. İttihad-ı İslâm
Ortadoğu’da barışın garantisidir.

c. İttihad-ı İslâm etnik grupların varlıklarının da bir garantisidir.
Geçmişte hiçbir etnik grup sırf bu sebeple ne baskı görmüş, ne de hakarete uğramıştır.
Bugün Osmanlı’nın külleri üzerinde kurulmuş olan Yunanistan, Bulgaristan, Romanya,
Macaristan, Makedonya, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Sırbistan, Karadağ, Ermenistan,
Gürcistan gibi birçok ülkenin varlık sebebi Osmanlı’dır. Eğer Osmanlı bu milletleri
etnik olarak korumamış olsaydı, Rusya, Almanya, Fransa gibi ülkeler çoktan bunların
önemli bir kısmına topraklarına katar ve onları asimile ederlerdi. Bu devletlerin
büyük çoğunluğu varlıklarını Osmanlı’ya borçludur. Günümüzde de bir İslâm Birliği’nin
kurulması halinde bu durum birçok etnik grubun korunması ve muhafazası anlamına
gelecektir.

Öz

İttihad-ı İslâm öncelikle bir medeniyet projesidir. Bir şahs-ı manevî
olan toplumların da bir ruhu vardır ve bu ruh o toplumun dâhil olduğu medeniyetin
ana düşüncesinden ibarettir. İslâm toplumlarında medeniyet düşüncesinin temelini
Kur’an’ın getirdiği inanç ve ahlak esasları oluşturur. Bunlar da hak, fazilet, yardımlaşma,
din kardeşliği gibi ilkelerle insanı insan-ı kâmil haline getiren ulvi hasletlerdir.
Bu özelliklere sahip Müslümanların oluşturacağı bir birlik dünya barışını da sağlayacaktır.
Bu yazıda dünya barışının sağlanması yolunda “İttihad-ı İslâm”ın önemi gözler önüne
serilmektedir.

Anahtar Kelimeler: İttihad-ı İslâm, Batı medeniyeti, İslam medeniyeti,
dünya barışı

Abstract

İttihad-ı Islam is first of all a civilization project. Societies,
which are intangible entities, have a spirit, and such spirit consists of the main
thinking of the civilization, in which such society is included. Basis of civilization
thinking in Islamic societies is constituted by the terms of belief and ethics brought
by Koran. And these are divine traits making human perfect with principles as right,
merit, solidarity, religious fraternity. A unity to be formed by Muslim people with
these characteristics will ensure world peace as well. In this text, importance
of “İttihad-ı Islam” in ensuring world peace is revealed.

Keywords: İttihad-ı Islam, Western civilization, Islamic civilization,
world peace