Munazarat and Kurdish People

Bu toprakların insanları yüzyıllardır hürriyet, adalet, insan hakları
ve demokrasi sorunlarıyla beraber yaşamışlardır. Bu temel problemlerin bir türlü
aşılamaması ve insanca bir idari sisteme, insanca bir hayata kavuşulamaması, beraberinde
sürekli başka sorunların doğmasına sebep olmuştur. Kürt sorunu, başörtüsü, Alevilik
meselesi, azınlıklar, işkence, cemaatler vs. vs.

Bediüzzaman, cami kürsülerinde, meydanlarda halka, tüm bu sorunların
temeli olan meşrutiyetin faziletini anlatmakla yetinmez. Meşrutiyete zihnen çok
uzak bulduğu Doğu aşiretlerine, kendi tabiriyle “aşair-i Ekrat”a1 da
meşrutiyeti anlatmaya çalışır. Yine kendi tabiriyle, “dağ ve sahrayı bir medrese
ederek meşrutiyeti ders”2 verir. Bizzat ulaşamadığı insanlara ise kendi
bedeline konuşmak üzere, Münazarat isimli bir eser kaleme alır.

Münazarat, tabir yerindeyse, bir “demokrasi manifestosu” dur.

Bediüzzaman Münazarat’ı “Azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tâli’siz
bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi”3 olarak tanımlar.
İfade-i Meram’ın sonlarında ise Münazarat’ın “Ekrat Reçetesi”4 olduğunu
söyler.

Bu ifadelerden ve Doğu’daki aşiretlerle yapılan münazaralardan doğduğunu
düşünürsek Münazarat’ın öncelikli olarak Kürtlere hitap ettiğini söylemek mümkündür.

Bu dönemlerde Said Nursi’nin gazetelere yazdığı ilk makalelerinde
de Kürtleri asıl muhatap aldığını ve öncelikli olarak onlara seslendiğini söylemek
mümkündür. “Kürtler Yine Muhtaçtır”, “Bediüzzaman Said Nursi’nin Nasayihi”, “Kürtler
Neye Muhtaç”, “Kürtler ve Osmanlılık”, “Kürtler ve İslamiyet” adlı makalelerde Said
Nursi çok yoğun bir şekilde Kürtlere hitap etmektedir. Bu arada Şark ve Kürdistan,
Kürt Teavün ve Terakki gibi Kürtler adına çıkan gazetelerde Kürtlere hitapların
çok daha yoğun olduğu, ancak Volkan gibi gazetelerde bu yoğunluğun düştüğünü söylemek
mümkündür.

Bediüzzaman her ne kadar Münazarat’ı Ekrat Reçetesi olarak vasıflandırsa
da İfade-i Meram’ın başında “Şu eserlerden her birisi Kürt olduğu gibi, aynı halde
Türk, aynı vakitte Arap’tır.”5 demek suretiyle, aslında Münazarat’taki
reçetelerin tüm Müslümanlara, belki de tüm insanlığa deva olabileceğini ifade etmektedir.

Said Nursi yine İfade-i Meram’da kendisinin Kürtçe düşünüp, Türkçe
ve Arapça yazdığını6 söyler.

Bediüzzaman Münazarat’ın başında “Kürtlerin tabiat-ı meşrûtiyetperverânelerine
binâen, dersi münâzara ve münâkaşa sûretinde okuyorlar. Onun içindir ki, medreseleri
küçük bir meclis-i mebusân-ı ilmiyeyi andırıyor.”7 diyerek aslında Kürtlerin
tabiatında Meşrutiyet’in olduğunu, tabiatları gereği Meşrutiyet’i benimseyip, sevdiklerini
ifade etmektedir.

Bu söylemiyle Bediüzzaman aynı zamanda Meşrutiyet’in Batı kaynaklılığını
da reddetmekte, aslında Kürtlerin yaratılışlarından getirdikleri bir meziyetleri
olduğunu ortaya koymaktadır.

Türkiye’nin demokrasi serüveni, 19. yüzyılda Meşrutiyet’in ilanıyla
başlar. Özellikle İkinci Meşrutiyet’in 1908’de ilan edilmesiyle çok çetin tartışmalar
yaşanır. O zamanın aydınları ikiye bölünür. Bir kısmı, meşrutiyeti savunurken bir
kısmı da şiddetle meşrutiyete karşı çıkar. İkinci gruptakiler, meşrutiyeti Şeriat’a
aykırı bulurlar. Şer’i esaslara dayalı Osmanlı’nın Batı menşeli meşrutiyeti benimsemesinin
mümkün olmadığını düşünürler. Bediüzzaman bu tartışmaları, meşrutiyetin insan fıtratından
geldiği şeklinde vurgu yaparak, insani ve yaratılışla ilgili bir boyutta değerlendirmiştir.

Bununla beraber Bediüzzaman’a göre Meşrutiyet “Esas-ı insaniyet
olan cüz-i ihtiyarı temin eder.” Cüz-i ihtiyar insanlığa Allah’ın bir ikramıdır.
İstibdat ve hürriyetsizlik ise ihtiyarı elimizden alan bir musibettir. Allah’ın
verdiği cüz-i ihtiyara normal şartlarda Allah bile müdahale etmezken, insanların
ona müdahalesi asla kabul edilemez. Ve her türlü baskıcı rejimler bu insani vasfı
elimizden aldığı için fıtrat dışıdırlar. Allah’ın yaratılışımıza yerleştirdiği cüz-i
ihtiyari Meşrutiyeti gerekli kılar. Ancak meşrutiyetle yaşanabilir.

Bediüzzaman, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra yaptığı Doğu ziyaretinde,
uzak yerden geldiği için kendisinden hediye bekleyenlere, en büyük bir hediye ile
geldiğini söyler. Milletin yarısını bu hediye uğruna feda etseydik yine ucuz olurdu,
diyerek hediyenin ne kadar kıymetli olduğuna dikkat çeker. Çünkü hediye olarak,
Kürtleri, hatta bütün İslam âlemini, asırlardır geride bırakan zorbalık, keyfilik,
istibdat virüslerine karşı etkili olan “meşrutiyet ” ilacını getirmişti. Ki bu hastalıklardan
dolayı bir türlü gelişemeyen, ortaçağ karanlıklarında kalan Doğu insanları için
daha büyük bir hediye olamazdı.

Münazarat’ta Küdan ve Mamehuran adlı Kürt aşiretlerinin “alâküllihal
vermeye mecbur oldukları emval-i emiriyeyi hazır” etmedikleri için askerlerin gelmesiyle
beraber pek çok zulümlerin olduğu söylenir. Bediüzzaman bu hadiseden çok önemli
ve günümüze kadar uzanan bir prensip çıkarır: “Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse,
ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder.”8

Kendi hukukumuzu ve kendi sorumluluklarımızı bilmek hayatın ve meşrutiyetin
olmazsa olmaz gereğidir. Herkesin kendi haklarına sahip çıkmasıdır meşrutiyet. Vazifelerimizi
yerine getirip, haklarımıza da sahip çıkmak keyfiliği ve istibdadı ortadan kaldırır.
Sorumluluklarımızı yerine getirmek ve haklarımıza sahip çıkmak da ancak bilgi ile,
idrakle, hikmetle olur. Cahillikle değil. Cahillikten sadece suiistimallikler ve
zulümler çıkar.

Her zamanın bir hükmü olduğunu söyleyen Nursi, bu zamanın hükmünü
de Kürtlere hitaben şöyle söyler:

“İşte ey Kürtler! Sizin bey ve ağa, hattâ şeyhleriniz dahi, eğer
kuvvete istinad ile kılınçları keskin ise, bizzarûre düşeceklerdir; hem de müstehaktırlar.
Eğer akla istinad ile, cebr yerine muhabbeti istimâl ve hissiyâtı, efkâra tâbî ise,
o düşmeyecek, belki yükselecektir.”9

Bediüzzaman artık kuvvet döneminin bittiğini, bu zamanın hükmünün
akla dayanan muhabbet ve hissiyatın efkâra tabi olması olduğunu tespit eder. Bu
gün bile Şark’ta muhabbet yerine husumetlerin görülmesi, fikir yerine hissiyatların
ön plana çıkması pek çok karmaşalara, zulümlere, kavgalara, ölümlere sebep olmaktadır.
Şarkta ve Kürtler arasında akıl, muhabbet ve fikir hâkim olacaktır. Münazarat boyunca
bu akıl ve kalp birlikteliği insanlığın kurtuluşu olarak zikredilir.

Kürtlerle Ayrılık ve Onurlu Birliktelik

Münazarat’ta Kürtler tarafından sorulan, ama aslında o günden bu
yana pek çok Kürt için bir problem veya soru işareti olan bir konu vardır. Kürtlerin
Türklerden ayrılması belki de bu ülkede iki yüz yıldır tartışılan bir konudur. Bu
amaçla pek çok faaliyetler gösterilmiş, gazeteler, dergiler çıkarılmış, bu konu
hatta bir takım isyanlara kadar gitmiştir. Said Nursi’ye bu mesele çok açık bir
şekilde sorulur:

Sual: ”Şu hükûmet ve Türkler nasıl olsalar, biz rahat edemiyoruz,
yükselemiyoruz. Başımızı kaldırıp onların üzerinden âleme temaşa etmek ve ellerimizi
onlarla beraber sâfi suya uzatmak, kendimizi de bir kavim olduğumuzu göstermek nâsıldır?
Zîrâ hükûmet ve İstanbul daha bulanıktır.”10

Said Nursi bu soruya “Meşrutiyet hâkimiyet-i millettir” vurgusuyla
cevap vermeye başlar. Millet nasılsa meşrutiyet ve hükümet de ona göre şekillenir.
Meşrutiyette mebuslar hâkimdir. Mebuslar ise “efkâr-ı ammenizin misal-i mücessemidir”11
Meşrutiyette halkın umumi fikirleri, düşünce şekilleri hâkimdir. Bu, “layık olduğunuz
üzere yönetilirsiniz” prensibine de uygundur.

Bediüzzaman “Öyle ise kendinizden teşekkî ediniz; her kabahati hükümet
ve Türklere atmakla çok aldanırsınız.” diyerek Kürtlerden suçu başkalarına atmayarak
kendilerinde bulmalarını ister. Şayet efkâr-ı amme milletvekillerini olumlu yönlendirebilirse,
mebuslar da kendi memleketlerine sahip çıkacak ve Doğu gelişecek, medeniyet seviyesini
yakalayacaktır. Hâlbuki günümüzde bile bilhassa Doğu bölgelerimizde milletvekillerini
iyi işler yapmaya yönlendirecek efkâr-ı amme oluşamamıştır.

Said Nursi bu noktada bir örnek verir. Eskiden hükümet ve İstanbul
kaynak ve pınardı. Oradaki bir bozulma her tarafa yayılıyor, her yeri kirletiyordu.
Oysa Meşrutiyetle beraber İstanbul ve hükümet yüz pınarın ortasındaki büyük bir
havuz gibidir. Kürtler bu havuzun pınarlarıdır. Havuz kirlense bile pınarlar temiz
kaldıkça bir müddet sonra havuz tekrar temizlenir. Meşrutiyette önemli olan havuz
değil, pınarların sıhhatidir.

Bu bölümden anlaşılacağı gibi Said Nursi Türkleri ve Kürtleri ötekileştirmeyip
aynı vücudun azaları gibi görmektedir. Kürtler cahilliği bırakıp marifetle, faziletle,
medeniyetle yükselseler, hükümetin yanlışlıkları onlara tesir etmediği gibi, İstanbul’u
bile iyiliğe sevk edebileceklerdir.

Ancak Bediüzzaman Kürtlerde pınar olmadığını ve bu yüzden de uzaklardan
gelen bozulmuş, kokuşmuş bir suyu içmek zorunda kaldıklarını söylüyor. Halk cahil
kalıp, temiz pınarlar oluşmadıkça istibdat devam etmektedir. Bunun karşısında Nursi
Kürtleri meşrutiyeti takviye etmeye çağırır. “Öyle ise, gayret ediniz, çalışınız;
sebeb-i saadetimiz olan meşrutiyeti takviye için, fikr-i milliyeti haffar (kazıcı)
yapıp, marifet ve fazileti eline veriniz.”12 Çünkü Bediüzzaman’a göre
Meşrutiyet sebeb-i saadetimizdir. Hürriyetimizi açacak yoldur. İstidatlarımızı hayatlandıracak
olandır. Milliyet fikrimiz Meşrutiyete yardımcı olmalıdır. Meşrutiyet ancak marifet
ve fazilet ile gerçekleşir.

Said Nursi Kürtleri kendi meselelerine sahip çıkmaya çağırır. “Eğer
siz insan olsanız, hükümet ve İstanbul ve Türkler nasıl olsalar olsunlar size fenalıkları
dokunmaz, fakat iyilikleri gelir.”13

Bu sözü üzerine Said Nursi’ye “”Neden iyilik gelsin, fenalık gelmesin?
İkisi arkadaştır.” şeklinde bir soru gelir. Bediüzzaman’ın bu soruya cevabı şöyledir:
“Yahu! Dedik: Şimdi, hükûmet ve İstanbul çukurda bir havuzdur veya öyle olacaktır.
Havuz ise, aşağıdadır. Fenalık sakildir, yukarıya yuvarlanmaz-cehaletle cezb etmemek
şartıyla. İyilik nurdur, yukarıya akseder.”

Bu satırlarda ve Münazarat boyunca Bediüzzaman Kürtleri daima kendi
meselelerine sahip çıkmaya, cahillikten kurtulmaya, marifete ve fazilete çağırır.

Said Nursi Meşrutiyet konusunda fikirleri karıştıran, hürriyet ve
Meşrutiyet’i takdir etmeyenlerin kimler olduğuna dair yöneltilen bir soruya verdiği
cevapta da bazı Kürtlerin ayrılık düşüncelerine katılmadığını ifade eder. Böyle
düşünenler “Cehalet ağanın, inad efendinin, garaz beyin, intikam paşanın, taklit
hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde insan milletinden” bazı kişilerdir
ki muhali talep eder ve kendi kendilerine zulm ederler. Böyle kimselerin mağrurane
millete ruhunu feda etme davasında bulundukları halde milleti kandırmaya çalıştıklarını
söyleyen Bediüzzaman, onların ayrılık fikirlerine katılmadığını şöyle ifade eder:
“Hem de beylik veya tavâif-i mülûk mukaddemesi olan muhtariyet veya istibdad-ı mutlak
manasıyla bir cumhuriyet gibi gayr-ı makul fikirlerde bulunan, hem de zulüm görmüş,
kin bağlamış, hürriyet ve meşrutiyetin birinci ihsanı olan af ve istirahat-i umumiyeyi
fikr-i intikamına yediremediğinden, herkesin asabına dokundurmakla, ta heyecana
gelip terbiye görmekle teşeffi isteyenlerdir.”14 Böyle kimseler zulüm
görmüş, kin bağlamış, hürriyetin ve meşrutiyetin getirdiği af ve umumi rahatlamayı
intikam fikrine yediremeyen, kavganın ve husumetin devamını isteyen kimselerdir.
Oysa Bediüzzaman Meşrutiyet-i meşrua, hürriyet, af ve istirahat-i umumiye içinde
Türk ve Kürtlerin beraber yaşamalarını ister. Kendisi bilhassa Cumhuriyet’in kurulmasından
sonra Türk milliyetçisi iktidar tarafından o kadar zulümlere uğramasına rağmen hiçbir
zaman, Kürtlerin Türklerden ayrılığını savunmamış, bu anlamda gelen teklifleri de
hep geri çevirmiştir.

Said Nursi gelen bir soru üzerine Türk ve Kürtlere hürriyeti tarif
eder: “Ey Türkler ve Kürtler! İnsaf ediniz. Bir Râfızî bir hadise yanlış mânâ verse
veya yanlış amel etse, acaba hadisi inkâr etmek mi lâzımdır, yoksa o Râfızî’yi tahtie
edip nâmûs-u hadisi muhafaza etmek mi lâzımdır? Belki hürriyet budur ki: Kanun-u
adalet ve tedipten başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz
kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şâhâne serbest olsun. 15 nehyinin
sırrına mazhar olsun.”16

Bu cevabı 5 maddede değerlendirebiliriz:

1. Adalet sıfatını üzerinde taşıyan kanunun üstünlüğü ve gerekli
olduğu zaman kişileri terbiye etmesi, cezalandırması.

2. Hiç kimsenin kimseye tahakküm etmemesi. Keyfi hareketlere izin
verilmemesi.

3. Herkesin hukukunun saklı olması. Hukuk dışı muamelelere izin
verilmemesi. Herkese gerekli olan uygulamanın hukuk çerçevesinde olması.

4. Herkes meşru dairedeki hareketlerinde son derece serbest olsun.
Meşru dairede kaldığı müddetçe kimse kimseyi, hiçbir şey için sınırlamasın, hiçbir
şeye zorlamasın. Bilhassa bu cümle meşru dairede olduktan sonra hürriyet ve Meşrutiyet’in
insanlara ne derece geniş bir hareket alanı, kabiliyetlerin ortaya çıkması için
ne derece rahatlık sağladığı noktasından önemlidir.

5. Allah’ı bırakıp kimse kimseyi ilahlaştırmasın. Tüm insanlar ulûhiyete
uzaklık noktasında da, abdiyet noktasında da eşittirler. Yani hiç birinin ulûhiyet
anlamında bir artıları olmadığı gibi, hepsi de abddirler. Öyleyse tek bir ilah vardır.
O’nun haricinde her şey yaratılmıştır ve yaratılan hiçbir şey ilahlaştırılmaya layık
değildir. Meşrutiyetin temel özelliklerinden biri de kişilerin birbirlerini ilahlaştırmamalarıdır.
Zira Allah’a karşı ubudiyet, insanlara karşı hürriyeti gerektirir.

Bediüzzaman Münazarat’ta “şu milletin saadeti ve selameti Ermenilerle
ittifak ve dost olmaya vabestedir” demektedir. Aslında bu prensip Türk ve Kürtler
arasında da geçerlidir. Ne Türklerin Kürtleri ne de Kürtlerin Türkleri Anadolu’dan
silip atmaları mümkün değildir. Günümüzde hiçbir kavmi ortadan yok etmek mümkün
değildir. Bu Allah’ın istediği bir şey de değildir. O zaman bizlere düşen ittifak
ve dostluk içinde yaşamaktır. Yıllardır süren husumetler, kavgalar, kinler neticesinde
savaşlardan, ölümlerden, gözyaşından başka ne gördük? Said Nursi yüz yıl önce sulh
asıldır diyerek, bırakın aynı dine inanan Türk ve Kürtleri, Ermenilerle bile dostluk
içinde yaşamamızı istemektedir.

Bu dostluğun yöntemini de “Fakat mütezillelane dost olmak değil,
belki izzet-i milliyeyi muhafaza ederek musalaha elini uzatmaktır” diyerek ortaya
koymaktadır. Bu yöntem günümüzde bile tam anlaşılamamıştır. Bir takım dindar Türkler
bile, Kürtlerle kardeş olmaktan, eşit olmaktan bahsedip, hemen arkasından “ama bizim
üstünlüğümüzü ve efendiliğimizi kabul edin” gibi bir yaklaşım içindedirler. Said
Nursi izzet-i milliyeyi muhafaza ederek dost olmaktan bahsetmektedir. Dostluk, her
kavmin milli kimliklerini, âdet ve dinlerini yaşayıp yaşatabilecekleri ortamlarda
gelişir. Yoksa bir kavmin diğerini kısıtladığı, kendi kimliğine ait unsurlara tabi
olmaya zorladığı şartlarda değil. Kardeşlik ancak eşit şartlarda gelişebilen bir
duygudur.

Öz

Bu toprakların insanları hürriyet, adalet, insan hakları ve demokrasinin
yerleşememesinden kaynaklanan sorunlarla uzun yıllardan beri yaşamaktadırlar. Bu
temel problemlerin bir türlü aşılamaması ve insanca bir idari sisteme, insanca bir
hayata kavuşulamaması, beraberinde sürekli başka sorunların doğmasına sebep olmaktadır.
Kürt Sorunu da bunlardan biridir. Bu yazıda bir “demokrasi manifestosu” kabul edebileceğimiz
Said Nursi’nin Münazarat adlı eserinden yola çıkılarak Kürt Sorunu’na dair çareler
sunulacaktır.

Anahtar Kelimeler: Kürt Sorunu, Münazarat, Meşrutiyet, hürriyet,
adalet

Abstract

For long years, people of these lands have been living with problems
arising from lack of freedom, justice, human rights and democracy. Failure to overcome
these fundamental problems and to reach a humane administrative system and a humane
life, bring about some other problems. Kurdish issue is one of them. In this text,
based on Said Nursi’s work entitled Münazarat, which can be accepted as a “manifest
of democracy”, remedies for Kurdis issue will be provided.

Keywords: Kurdish İssue, Münazarat, Constitutionalism, freedom,
justice

Dipnotlar:

1. Bediüzzaman Said Nursi, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya
Neşriyat, İstanbul Mart 2009, s. 206.

2. A.g.e., s. 206.

3. A.g.e., s. 200.

4. A.g.e., s. 204.

5. A.g.e., s. 201.

6. A.g.e., s. 204.

7.A.g.e., s. 206.

8. A.g.e., s. 213.

9. A.g.e., s. 217.

10. A.g.e., s. 225.

11. A.g.e., s. 225.

12. A.g.e., s. 225.

13. A.g.e., s. 226.

14. A.g.e., s. 229.

15. Bir kısmınız Allah’ı bırakıp da bir kısmınızı ilahlaştırmasın.

16. A.g.e., s. 237.