Life of Bediüzzaman Said Nursi in Mardin within Historical and Social Change Process

Tillo’dan Cizre’ye

Bediüzzaman, 1894 yılının yaz aylarının sonlarına doğru Tillo’da
meşhur Kubbe-i Hasiye’de inzivada iken gördüğü bir rüya üzerine, Hamidiye Alayları
paşalarından Miran aşiret reisi Mustafa Paşa’yı, yaptığı zulümlerden vazgeçirmek
ve hidayete davet etmek için, Van iline bağlı Gürpınar ilçesinin Norduz yaylasındaki
çadırında bulur. Onu zulümden vazgeçirmeye, tövbe edip namaz kılmaya dâvet etmesi
üzerine, Paşa Cizre’de bulunan kendisine bağlı alimleri ile ilmî münazara teklifinde
bulunur. Bediüzzaman teklifi kabul eder ve yola çıkarak Cizre’ye varırlar. Cizre’de
Bani Hanı’nda gerçekleşen münazaradan Bediüzzaman galip ayrılır. Bazı olaylardan
sonra Mustafa Paşa’dan tövbe sözü alarak Cizre’den ayrılır. Bu konudaki ayrıntılı
bilgiler Tarihçe-i Hayat adlı eserde geçmektedir. Tekrara girmemek için burada anlatmayacağız.
Ancak bir süre sonra Paşa, yine eski haline dönmüş ve zulmünü arttırmıştır. Aşağıda
bir nebze okuyacağınız olaylar da gösteriyor ki, Molla Said, Mustafa Paşa’yı sadece
hidayete davet etmekle kalmamış, aynı zamanda büyük zulümlerden de vazgeçirmeye
çalışmıştır. Daha henüz on yedi yaşında genç bir delikanlı olan Molla Said’in cesaretini
öğrenebilmek için muhatabını iyice tanımamız gerekir ki, o yaşta bir gencin nasıl
fıtri bir şecaate malik olduğunu ve bunun ilerideki hayatına nasıl yansıdığını bilelim.

Miran Aşiret Reisi ve Hamidiye Alayları

Osmanlı devletinin son dönemine rastlayan Hamidiye Süvari Alaylarının
kuruluşu 1891 yılında çıkarılan elli üç maddelik nizamname ile gerçekleşir. Sultan
Abdülhamit, doğuda kurulacak askerî alayların çeşitli faydaları olacağını ümit etmekteydi.
Doğu Anadolu’da asayişin bozulmasına sebep olan aşiretler bu olaylar sayesinde hem
inzibat altına alınmış, hem de Ermeniler karşısında teşkilâtlandırılmış olacaktı.
Ayrıca Rus ordularına karşı kullanılabilecekti. En mühimi ise, yabancı devletlerin
aşiretler üzerindeki tahrik ve propagandası önlenmiş olacaktı.

Bu alaylar, dört bölükten az, altı bölükten fazla olmamak üzere;
her bölük dört takımdan, her takım da 32 neferden noksan, kırk sekiz neferden fazla
olmayacaktır. Her alay en az 512, en fazla 1152 kişiden meydana gelecektir. Her
dört alay bir liva sayılacak. Büyük aşiretlere bir veya birden fazla alay, küçük
aşiretlere ise bir kaç bölük kurma hakkı verilecek şekilde düzenlenecektir. Ayrıca
her alaydan bir çocuk seçilerek İstanbul’a gönderilecek, orada süvari mektebinde
tahsil gördükten sonra mülâzımlık rütbesiyle memleketine ve alayına dönecektir.

Nizamname hazırlanıp kabul edildikten sonra IV. Ordu komutanı Müşir
Zeki Paşa’nın komutasında Hamidiye Alayları hayata geçirildi. 1893 yılında Doğu
ve Güneydoğu’daki aşiret reisleri adamlarını toplayıp İstanbul’a gelerek Sultan
İkinci Abdülhamit Hanı ziyaret ettiler ve bağlılıklarını arz ettiler. Sultan İkinci
Abdülhamit Han da onların her birine hediyeler ve nişanlar vererek taltif etti.
Böylece merkezî otorite ile aşiretler arasında önceden olmayan diyalog kurulmuş
oldu. Ancak aşiret hayatına alışmış olan bu insanlardan askeri birlik teşkil etmek
çok zordu.Zaten bu durumları bilen Sultan İkinci Abdülhamit Han, aşiretlere karşı
devamlı hoşgörü ve sabırla muâmele edilmesini tavsiye etti. Hatta iradelerinin birinde;
“Normal askerî birlikler gibi hareket etmeleri imkânsız ise de, hiç olmazsa bu sayede
disiplin altına alınmış ve neticede günün icaplarına göre, az da olsa, eğitilmiş
olurlar.” diyordu.1

“Sultan
II. Abdülhamit, devletin Müslüman halklarını bir arada tutmaya büyük önem verdi.
Doğudaki Ermeniler arasında gelişen fanatik milliyetçi çeteler, Abdülhamit’in bu
bölgeye özel bir şekilde eğilmesine vesile oldu. Abdülhamit’in getirdiği çözümün
çatısını da “Hamidiye Alayları” oluşturdu. Abdülhamit’in ismine kurulan bu alaylar,
Güneydoğu’daki Kürt aşiretlerinden adam devşirilerek bölgeyi Osmanlı devleti adına
korumak amacıyla kurulan yarı askeri birliklerdi. Giderek büyüyen Rus tehdidine
ve Ermeniler arasındaki milliyetçi örgütlenmeye karşı güvenlik unsuru olan Hamidiye
Alayları, aynı zamanda Kürtlerin devlete olan sadakatlerini pekiştirmek gibi bir
amaç da taşıyordu.

“Aslında alaylar, Sultan Abdülhamit’in Kürtleri devlete daha da
ısındırmak ve bağlılıklarını artırmak için yürüttüğü kapsamlı projenin parçasıydı.
Projede Kürt önde gelenlerinin çocuklarının İstanbul”da eğitilmesi, bölgeye gönderilen
din adamları yoluyla “Osmanlı” bilincinin güçlendirilmesi gibi unsurlar da vardı.
İstanbul’da “aşiret mektepleri”nin açılması, bölgedeki medreselere maddi destek
verilmesi bu projenin ayaklarını oluşturuyordu. Abdülhamit, ayrıca, yöreye gezici
öğretmenler ve vaizler göndererek halkın eğitimine de önem verdi.

“Prof. Dr. Ercüment Kuran, Kürt aşiret reislerinin çocuklarının
askeri okullarda okutulması ve bunlardan Harbiye mektebinden mezun olanlarının nizamiye
ordusuna tayin edilmesinin önemine işaret eder ve hükmünü “Doğu Anadolu halkının
devletle bütünleşmesinde Abdülhamid’in hizmeti büyüktür” şeklinde verir. Askeri
bir misyonu da yerine getiren alaylar, doğudaki Rus destekli Ermeni çetelerine karşı
koyar, gerilla tipi savaş verir.”2

Bediüzzaman daha sonra yayınlanan Münazarat adlı eserinde Doğu vilayetlerine
Hamidiye Alaylarının etkisini ve sonuçlarını şu veciz ifadelerle dile getirir.

“Evet,
sırrına, şunun
saye-i muzlimânesinde mazhar oldunuz. İşte her köye böyle ilâç göndermek, hatta
dâü’l-cû ile karın ağrısına müptelâ olan emsalinize hazım ilâcı hükmünde olan iâne
toplamak yahut eşkiyâlık ve husûmet derdiyle mültehap bulunan o vücuda, iltihâbı
tezyid eden Hamidîlik icrâ etmek ve ilâ âhir, acaba tedâvi mi, yoksa tesmîm midir,
melekü’1-mevte yardım etmek midir?

“İşte mahiyet-i istibdadın timsali budur. Zira sabıkta, Padişah
kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu, biçare milletin hâlini anlamıyordu yahut zaaf-ı
kalb ve kuvvet-i vehim ile anlamak istemiyordu yahut mütehevvisâne ve mütekeyyifâne
ve mütekalkıl olan tabiatı, anlattırmaya müsait değildi. İşte hükümetteki istibdada,
her şeydeki istibdadı kıyas ediniz. Hatta taklidi tevlid eden ilmin istibdadı dahi
böyledir.”3

Bediüzzaman henüz 17 yaşında iken gözlemlediği Hamidiye Alaylarının
durumunu, feodal yapı içerisinde bulunan aşiretler aracılığıyla Doğu vilayetlerinin
derdine derman olamayacağını, aksine hastalığı arttırıcı ölümcül etkilerini gözler
önüne serer. Bu nedenle Bediüzzaman Hamidiye Alaylarının işleyişine itiraz etmiştir.
Bu konuda Mustafa Paşa örneğinde olduğu gibi yanlış uygulamalara karşı tavır geliştirmiştir.
Öte yandan aynı eserinde kendisine izafeten talebeleri tarafından dile getirilen
görüşlere baktığımızda, Bediüzzaman’ın yukarda aktardığımız görüşleriyle bir çelişki
var gibi görülmektedir. Bu ifadeler şöyle:

“Râbian: Üstâdımızdan hem işitmiş, hem hâlinden anlamışız ki, ecnebîlerin
şiddetli desîse ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve kanaat; husûsan âlem-i
İslâmın kısm-ı âzamının halîfesi olmak; hem, bîçare vilâyât-ı Şarkiyenin bedevî
aşâirini Hamidiye Alayları ile en yüksek bir derece-i askeriye ve medeniyeye onları
sevk etmesi, Hamidiye Camiinde her Cuma günü bulunması, şeâir-i İslâmiyeye elden
geldiği kadar mürâât etmesi, dâimâ Yıldız dairesinde mânevî üstâdı kabul ettiği
bir şeyhi var olduğu gibi, çok hasenâtı için, Üstâdımız, bütün hayatında onun padişahlar
içinde bir nevî velî hükmüne geçtiğini kanaat etmişti.”4

Her iki ifade iyice incelendiğinde aslında her hangi bir çelişkinin
olmadığı görülecektir. Bediüzzaman Sultan II. Abdülhamit’i bir nevi veli makamında
kabul etmiştir. Yani şahsi fazileti konusunda bir tenkitte bulunmamış, aksine övmüştür.
Ancak Bediüzzaman icraatları konusunda yapılan yanlışlıkları da dile getirmekten
çekinmemiştir. Hamidiye Alayları konusunda da düşünce olarak müspet karşıladığını
Doğu’da bu tür bir yapılanma ile Bedevi aşiretlerinin eğitim yoluyla medeniyete
kavuşturulmasını müspet bir icraat olarak gördüğünü yukarıda geçen ifadelerden anlıyoruz.
Fakat bu yapılanmanın fiiliyatta olumlu bir sonuç getirmediğini bizzat olayları
yaşayarak gözlemlemiştir. Yani düşünce iyi ama icraat ve sonuç kötü olmuştur.

Mustafa Paşa

Bediüzzaman’ın
medrese ve talebelik hayatından ilk defa sosyal hayata girişine sebep olan portrelerden
biri olan Mustafa Paşa, Cizre’de doğmuş olup, doğum tarihi konusunda herhangi bir
bilgiye rastlanmamıştır. Zamanın en güçlü aşiretlerinden Miran Aşiretinin ağasıdır.
Temer Ağanın oğlu olup, İbrahim Ağanın da torunudur. Çok iri yarı, bakışları sert
ve keskin, sakallı birisidir. Miran Aşiretinin 11 oymağı olmakla beraber, bunların
en önemlileri; Berkeleyi, Sinika,Varasali, Aliyuki, Hürika, Dükeliya idi. Kendisi
Berkeleyi Oymağından olup bu 11 kabilenin, oy birliği ile tüm Miranların başına
geçmişti. Halk arasında özellikle onu çekemeyen bazı aşiretlerce de Misto-i Miri
(Büyük Musto) diye anılırdı.

Sultan Abdülhamid, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Hamidiye Alay Komutanları
teşkil etmek üzere, doğuda bulunan tüm aşiretleri İstanbul’a çağırmıştı. Çok akıllı
ve zeki olan Mustafa Paşa, kendisi gibi iri yarı olan 500 adamını hazırlayıp, yayan
atları ile birlikte yola çıkarlar. Üç aylık bir süreden sonra nihayet İstanbul’a
varırlar.

Padişah Sultan Abdülhamid, tüm Doğudan gelen kabileleri önce görmek
için bir resmigeçit düzenlettirir. Resmigeçitte, önünden geçen her kabileyi gözler
ve not aldırtır. Sıra Cizre’den gelen aşiretlere gelince, hep birbirine benzeyen
iri yarı, cüsseli olan bu adamları ve giyinişlerini görünce, derhal bunlara bir
yemek verilmesini, davranış ve hallerini yerinde görmek istediğini yanındakilere
emreder. Cizre Miran aşiretleri temsilcileri olan 500 kişiye bir yemek verilir.
Padişah da onları yemekhaneden seyreder. Mustafa Paşa askerlerine tüm yemeği bitirmelerini
söyler. Yemeği de çatal kaşık kullanmadan, kollarını sıvayıp, elle yerler. Tabak
diplerinde hiçbir şey bırakmazlar. Bunu gören padişah berat ve nişanlarını taktırır.
Çok geniş yetkileri ona tanır. Böylece emrinde üç alay kurmasını ferman buyurur.

Mustafa Paşa Cizre’ye gelir gelmez (1893), tüm çevre aşiretlerinden
üç alay kurar ve Cizre’deki Hamidiye kışlasını yaptırır. Geniş bir nüfus araştırması
yaparak, her ağanın kaç insan savaşa çıkarabileceğini belirtir. Mustafa Paşa doğrudan
padişaha, askerî yönden de 6. Liva olan Erzincan Müşirliğine bağlıydı. Padişah kendisine
çok geniş yetkiler tanımış olup hakkında gelen şikâyetleri bertaraf etmiştir. Aynı
zamanda her ay, İstanbul’dan asker başına bir kese altın gelirdi. Miran ve diğer
bağlı aşiretler göçer olmakla beraber, yerlilerden birçok üst düzeyde askerler seçilmişti.
Bunlardan Fettah Ağa Binbaşı, Hacı Zuraf Yüzbaşı, Tayan aşiretlerinden Şeyhmus-ı
Kerevan Yüzbaşı, Tahir Ağa Hamidiye Askerî Kaymakamı idiler. Ordusu tam teşekküllü
ve kuvvetli olup, hem kendi imkânları, hem de İstanbul yardımları ile beslenirdi.

Okuma yazması olmamakla beraber, münazaralar düzenler ve âlimleri
yarışmalara alırdı. Birçok âlim ailesinde ve aşiretlerinde barınırdı. Bu arada devamlı
bir kâtibi yanında olurdu. Molla Sadık Zade Abdullah Efendi onun kâtipliğini yapar,
Abdullah Şeyh Ali’de onun masrafdarlığını yürütürdü. Mustafa Paşa çok akıllı biriydi.
Cizre’de çok erkekli ve değişik mahallelerde oturan aileler, kendi kızlarını onlar
istemeden çağırıp kendisi vermiştir. Bu hareketiyle de Hamidiye Alay Paşalığını
sağlama almıştır.5

Sultan Abdülhamit Han’ın geniş yetkiler tanıması ve feodal yapının
bir gereği olarak zor kullanma ve eziyet verme girişimleri olmuş, üç alayın barınıp
yerleşmesi, hayvanların beslenmesi için arazi işgallerinde bulunmuştur.

1899-1902 yıllarında Musul’da valilik yapan Ebubekir Hazım Paşa
(Tepeyran) Miran aşireti ile ilgili anılarında, Mustafa Paşa’nın bazı davranışlarından
ve bazı yanlış hareketlerinden dolayı hoşnutsuzluğunu dile getirir. İşte o olaylardan
bazıları: Bağdat Demiryolları çalışmalarına katılan Alman Dr. Paul Rubach, 1901
kışında Musul’da Dicle’nin iki yakasını tutmuş olan Mustafa Paşa’nın adamları tarafından
haraca bağlandıklarını anlatır. “Avrupa’dan getirilip Samsun-Diyarbakır tarikiyle
El-Cezire Çölünün kenarına (Diyarbakır’a) kadar katır ve deve ile oradan da Güneye
doğru kelekle sevk olunan malların dahi aynı vergiye tâbi tutulduğu cevabını aldım…
Günlük ihtiyaç maddelerinden sayılan pek çok şeyin, bu arada petrolün fiyatı üç
dört misline fırlamıştı. Mustafa Paşa, Cizre ile Musul arasında bulunan elli kadar
İslâm ve Hıristiyan köyünü iki sene içinde yağma, tahrip ve köylüsünü tard ve tedip
etmişti… Daha sonra iki sene evvel ekili olan bütün tarlalar büsbütün terk ve ihmal
edilmiş bir halde bulunuyordu.”

İşte Devlet Arşivlerinde geçen belgelerle Mustafa Paşa’nın bazı
vukuatları:

23 Nisan 1892 tarihli vesika; Musul Emlak-ı Hümayun Komisyonu Riyaseti’nin
11 Nisan 1308 tarihini taşıyan telgrafında, Diyarbekir Vilayeti’ne tabi Miran Aşiret
Reisi Mustafa Paşa’nın bir hayli atlı ile bir köye hücum ettikleri, birçok hayvanı
gasp ettikleri, birkaç insanı katlettikleri, on-on beş evi yıktıkları ifade edilmiştir.6

21 Eylül 1901 tarihli vesika; Diyarbekir Serkomiserliği’nden Zabtiye
Nezareti’ne gönderilen şifreli telgrafta; Cizre Kazası’nın Miran Aşireti Reisi Mustafa
Paşa ile damadı Tahir Ağa’nın tahrikiyle Miran ve Keçan aşiretlerinden iki yüz atlı
ve üç yüz yayan yani beş yüz aşiret mensubu, Cizreye yarım saat mesafede bulunan
dört köye hücum etmişler, mallarını, koyun, öküz ve diğer hayvanlarını gasp ettikleri
gibi, evlerini de yıkmışlardır. Bu arada açtıkları ateşin isabet etmesi sonucu,
çocuğunu emzirmekte olan bir kadın hayatını kaybetmiştir.7

21 Temmuz 1902 tarihli vesika; Serasasker Rıza Paşa, Mustafa Paşa’nın
bunca yaptıklarına rağmen, henüz hakkında hiçbir şeyin yapılmamış olmasından yakınmıştır.
Rıza Paşa, Mustafa Paşa’nın yaptıklarına karşılık benzerlerine ibret olacak şekilde
bir muamelenin yapılmaması halinde, bu durumun kendilerini cesaretlendireceğini
ve neticede zülüm yapanların sayısının artacağını dile getirmiştir. Böyle bir durumun
bölgede hasarlara ve zararlı faaliyetlerin artmasına yol açacağını, yapılan şikâyetlerin
tahkik edilmesi gerektiğini, olayı soruşturacak bir heyetin oluşturulmasını, bir
divan-ı harbin kurulmasını da istemiştir.8

Devlet Arşivinde birçok benzeri şikâyeti havi vesikalardan verilen
yalnız bu üç örnek bile, Mustafa Paşa’nın neler yaptığını ciddi bir şekilde ortaya
koymakta ve çok genç yaştaki Molla Said’in niçin, Mustafa Paşa’yı öldürmekle tehdit
ettiğine açıklık getirmektedir.9

Miran aşireti reisi Mustafa Paşa, Cizre kazası ve havalisinde seyyar
ise de, Musul vilayeti ahalisi ve aşiretlerine zarar vermektedir. “Bütün gençlik
hayatı Musul hapishanesinde geçmiş gibi olan bu haydut Paşa’nın, Hamidiye Alayları’na
girmesinden sonraki cinayetlerinden dolayı muhakeme altına alınması için gereken
irade bir türlü çıkmadığından, bu cinayetlerde kendisiyle ortak olanlardan ele geçirilebilen
şahıslar yıllardan beri muhakemesiz, hükümsüz Musul hapishanesinde bulunmakta idiler…
Miran aşireti, Arap aşiretlerinden Gergerilere taarruz ederek yapılan çarpışma da
Araplardan pek çoğu öldürülmüş ve birçok hayvanların ele geçirilmiş olduğu… haberleşerek
çarpışmayı… itiraf ettiği halde… Dördüncü ordu Müşiri Zeki Paşa ‘Mustafa Paşa saltanat-ı
seniyyenin gerçek kullarındandır. Bu tür hareketlerde bulunmaz’ diye hiç utanmadan
sıkılmadan onu temize çıkarmağa… çalışmaktadır.”

Bediüzzaman 1902 yılında Van’da iken Mustafa Paşa ile yıllar sonra
tekrar karşılaşır. Geravi aşireti reisi Şeker Ağa ile Paşa’yı barıştırır. Paşa’ya
dönerek tövbesini bozduğunu ve salimen Cizre’ye varamayacağını ifade eder. Gerçekten
de Paşa 1902 yılında, yayladan Cizre’ye dönerken, Cizre-Şırnak arasında meydana
gelen aşiret kavgalarının sonunda serseri bir kurşunla öldürülür. Aşiret kavgası
sona erer, aşiretler ayrılırken, kimin tarafından atıldığı bilinmeyen bir kurşunla
Paşa öldürülmüştür. Naaşı Cizre’ye getirilmiş ve kendisine ait olan, şimdi Cizre
Mezarlığındaki kabrine gömülmüştür.

Henüz çok genç yaşta olan Molla Said’in birkaç aylık Tillo’dan Cizre’ye
olan seyahatinden bazı sonuçlar çıkarabilmemiz mümkün. Şöyle ki:

1) Molla Said Hamidiye Alay komutanı olan Miran Aşiret reisi Mustafa
Paşa ile muhatap olduğundan Tillo’da ilk defa sosyal hayata adım atmış oluyor. Abdülhamit
döneminin en önemli icraatlarından biri olan Hamidiye alaylarının işleyişi konusunda
-ileriki hayatında- yaşarak tecrübe edinmiş olarak Münazarat adlı eserinde Hamidiliğin
Doğu ve Güneydoğu için çare olamadığını, işlevini yerine getiremediğini ve yaranın
iltihabını arttırdığını dile getiriyor.

2) Tillo’ya kadar olan hayatını sürekli klasik medreselerde geçirmekte
iken yine ilk defa aşiretlerle tanışır ve Cizre’de kendini aşiretlerin içerisinde
bulur. Miran aşireti içinde kalarak onları ikaz ve irşad eder. Ayrıca aşiretler
arası meydana gelen anlaşmazlıkları çözümü konusunda öncülük yapmıştır.

3) 1894 yılında Tillo ve Cizre’de olduğu dönemde Sason’da ilk Ermeni
hadiseleri ortaya çıkmış ve bu hadiselerin -ileriki hayatında- doğru teşhisini ortaya
koyabilmiştir.

Cizre’den Mardin’e: Molla Said’in Mardin Hayatından Bazı Tespitler

Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî’nin Mardin’de geçirmiş
olduğu hayat devresi ile ilgili olarak yapılan araştırmalarda, ayrıntılı ve açıklayıcı
bilgilere –yeterince-ulaşılamamıştır. Bediüzzaman’ın hayatı konusunda, birinci elden
bilgiye kardeşinin oğlu Abdurrahman Nursî tarafından yazılan ve yayınlanan “Bediüzzaman’ın
Tarihçe-i Hayatı’’ adlı 1919 yılı basımı eserle ulaşıyoruz. Ancak bu eserde de Bediüzzaman’ın
Mardin’de geçirmiş olduğu devrede yaşanan hadiselere ve sürgün olayının detayına
ilişkin tarih bilgilerine ulaşamıyoruz. 1958’de Nur Talebeleri tarafından yayımlanan
Tarihçe-i Hayat’ta da, adı geçen eserdeki bilgiler hiçbir ilâve yapılmadan aynen
aktarılmıştır. Her iki eserde de Bediüzzaman’ın Mardin’e geliş tarihi belirtilmemiştir.
Ancak 1974’te basılan Necmettin Şahiner tarafından kaleme alınan Bediüzzaman’ın
kronolojik hayatının anlatıldığı Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi
adlı eserde, Mardin hayatı ile ilgili olarak hayatta olan şahitlere dayanılarak
iki hatıra nakledilmiş ve Bediüzzaman’ın Mardin’e geliş tarihi olarak da 1892 tarihi
gösterilmiştir. Daha sonra Abdülkadir Badıllı tarafından hazırlanan üç ciltlik “Mufassal
Tarihçe-i Hayat’’ta ise, bu tarih 1895 olarak kayda geçmiştir. Bizce de Badıllı’nın
tespit ettiği tarih daha sağlıklıdır. Çünkü Risale-i Nur Enstitüsü tarafından yapılan
en son araştırmada Bediüzzaman’ın doğum tarihi 1878 yılı olduğuna göre ve Mardin’e
16 veya 17 yaşlarında geldiğine göre, geliş tarihi 1894 veya 1895’tir. Bu tarih
de H. 1312 yılına tekabül etmektedir. Şahiner’in 1892 tarihini tespit etmesi Bediüzzaman’ın
doğum tarihini 1876 yılı olarak kabul etmesinden kaynaklanmaktadır.

Bediüzzaman’ın siyasî hayata ilk girişi 1895 yılında Mardin’e gelmesiyle
başlamıştır. O yılda Mardin birçok karışıklığa sahne olmuştur. Bazı aşiretler Ermeni
köylerine saldırmış, öldürme ve yaralama neticesinde Ermeniler şehir merkezine sığınmışlardır.
Mardin’in ileri gelen din âlimleri onlara sahip çıkmış, sağduyulu davranarak ileride
oluşabilecek büyük bir kaosun önüne geçmişlerdir. Bediüzzaman’ın bu konudaki rolünü
kesin bilemiyoruz. Ancak tarihî belgeler iyice incelendiğinde, bazı bilgilere ulaşabileceğiz.

Molla
Said, Mardin’de bulunduğu sıralarda biri Cemaleddin-i Afganî Hazretlerine, diğeri
Sünusî tarikatına bağlı iki talebe ile karşılaşır. Bediüzzaman Said Nursi, Afgani’yi
İttihad-ı İslam meselesinde selefim diye tanımlayarak “siyasette muktesit meslek”i
ondan öğrendiğini belirtmiştir.10 Bediüzzaman, “siyasette muktesit meslek”
kavramı ile aşırılıklardan kaçınmayı kastetmiştir. O, Doğu aşiretlerinin suallerine
verilen cevaplardan oluşan “Münazarat” isimli eserinde siyasilerden ehl-i ifrat
ve ehl-i tefrite rast geldiğini belirtmiştir.11 Ehl-i ifrat, İslamiyet’in
kıvamı Türkleri dalaletle niteleyip, istibdadı hürriyet zannetmekte ve Kanun-u Esasiyeye
itiraz etmektedirler. Ehl-i tefrit ise dini bilmedikleri halde ehl-i İslama insafsızca
itiraz etmekte ve dindarlardaki taassubu haklılıklarına delil göstermektedirler.
Bu iki düşünceye karşılık Bediüzzaman’ın tavrı ise çok nettir. “….Hücum edenlerden
bazıları ‘Haydo, Haydo’ derlerdi, bazıları, ‘Haydar Ağa, Haydar Ağa’ derlerdi. Ben
Haydar derdim, şimdi de Haydar diyorum.”12

Bediüzzaman aynı zamanda tarafgirane körü körüne siyasetin de tahlilini
yapmıştır. Ona göre salih ve âlim bir kişi kendi siyasi fikrine uyan münafık bir
kişiyi coşkuyla övmüş; buna karşılık kendi siyasi fikrinden olmayan salih ve âlim
bir kişiyi ise ön yargı ile tenkit etmiş ve fasık ilan etmiştir. Bu tür körü körüne
yapılan ilkesiz, gerekçesiz ve ölçüsüz siyasetten Allah’a sığındığını belirtmiştir.

Hac konusunda da Bediüzzaman’la Afgani’nin fikirleri benzerlik göstermektedir.
Bediüzzaman, haccın fikir alış verişi ve tearüf suretiyle tevhid-i efkâra, teavünle
teşrik-i mesaiye vesile olduğunu belirtmiştir.13 Zamanla hacdaki fikir
alışverişi ve teşrik-i mesai gibi hizmetlerin ihmali düşmanın milyonlarla İslam
milletini İslam aleyhinde kullanmasına zemin hazırlamıştır. Yine Bediüzzaman, milliyet
hususunda da, İslam birliğini temin eden din bağı olduğunu belirtmiştir.14

Bu iki seyyahın İslâm Birliği düşüncesi, ona yol gösterir. Molla
Said’in Şeyh Sunisi’nin talebesiyle Mardin’de görüşmesi ise ilerde kaderin sevkiyle
kendisine Şeyh Sunisi’nin yerine Şark Vaiz-i Umumiliği teklifini getirecektir. Şeyh
Sunisi, İttihatçıların Trablusgarp Savaşı sırasında ilişki kurdukları, Birinci Dünya
Savaşı sırasında cihad ve Teşkilat-ı Mahsusa çalışmaları kapsamında İstanbul’a gelen,
mütarekede Bursa’ya, daha sonra Millî Mücadele döneminde Ankara’ya giderek, Doğu
gezisine çıkan zâttır. Asıl gayesi İslam Birliğinin sağlanmasıdır.

Yine Bediüzzaman, 1895 yılında geldiği ve yoğun siyasi çalışmalarda
bulunduğu Mardin’de, Namık Kemal’in hürriyetçi fikirlerinden etkilendiğini şu ifade
ile belirtmektedir: ‘’İnkılâptan on altı sene evvel, Mardin cihetlerinde, beni hakka
irşad eden bir zata rast geldim. Siyasetteki muktesit mesleği bana gösterdi. Hem,
tâ o vakitte, meşhur Kemâl’in ‘Rüyâ’sıyla uyandım.’’

Bediüzzaman’ın, uyanmasına vesile olarak zikrettiği Rüya isimli
eseri, Namık Kemal’in nesir eserlerinden biridir. Bu eser Magosa’da yazılmıştır.
Türk Edebiyatı Tarihinde, bu eser ile ilgili olarak şunlar ifade edilmektedir: ‘’(Namık
Kemal bu eser ile ilgili olarak İstanbul’da bulunan dostu) Zeynel Abidin Bey’e gönderdiği
mektubunda: ‘Rüya’yı gönderdim. Tab’ına Kasab (Kasab Theodur: Yahudi bir gazeteci)
değil, kahraman katil bile cesaret edemez. Avrupa’da bastırırsanız, onu bilmem.’”
demek lüzumunu duymuştur.

“1289 yılı Safer ayının 14. Gecesi (23 Nisan 1872) görülmüş bir
rüyadır’’ başlıklı bu eserinde Namık Kemal, Hürriyet Perisi’nin bir güneş gibi doğarak
söylediği bir hitabeti tasvir ve nakleder: Rüya, kendisini İstanbul’da Boğaziçi’nde,
denize nazır bir köşkte hayal eden muharrir tarafından görülür. Güneşli bir sahrada
bir bulut içerisinden hürriyet perisi doğuyor. Çevresine parça parça zincirle dökülerek
ilerliyor. Heyecanlı bir lisanla halka esaretin kötülüğünü; hürriyet için ölümden
bile korkmamak gerektiğini söylüyor. Bu perinin büründüğü güzel bulut onun bir silkinmesiyle,
ortasında ay-yıldız bulunan bir Osmanlı bayrağı şekline giriyor.

Bayrağın üzerinde: “Yed-i hürriyetindir rüyeti ikbal-i Osmani /
Bi-Hamdillah erişdi devr-i istikbal-i Osmani” beyti yazılıdır.

Arkasından Namık Kemal, her tarafı manevi görüyor. Vatan; halk hâkimiyeti,
hürriyet, maarif, vb. sayesinde adeta cennete dönüşüyor. Büyük bir mektuplaşma ve
haberleşme hürriyeti başlıyor. Kemal, kendinden geçmişçesine bu rüyadan uyanıyor.
Aynı mes’ud âlemi bir daha görmek için hemen gözlerini kapıyorsa da, bunun bir faydası
olmuyor. Kemal, rüyasını Hürriyet Kasidesinin şu beyitleriyle bitiriyor:

Ne yar-i can imişsin ah ey ümmid-i istikbal
Cihanı sensin azad eyleyen bin türlü mihnetten
Senindir devr-i devlet, hükmünü dünyaya infaz et
Hüda, ikbalini hıfz eylesün her türlü afetten.

Yer yer hayli külfetli ve terkipli bir dille kaleme alınan bu Rüya’nın
mühim bir tarafı, vatanın maarif ve imar hareketleri ile fabrikalarla mamur bir
geleceğinin rüyasını görmüş olmaktır.”15

Molla Said böylece Namık Kemal’in hürriyet ve fikir mücadelesini
takdir eder ve daha sonra Münazarat adlı eseriyle bu düşüncelerini anlatmaya çalışır.

Molla Said’in Mardin deki hayatı çok hareketli geçer. Bir gece silahlı
olarak bir yere giderken polis ve jandarma devriyesine rastlar. Üzerinde silah bulunduğu
için kendi kendine, “kaçarsam beni tutarlar, en iyisi hemen vurup aralarından geçeyim”
diye düşünürken devriye ile göğüs göğse gelir. Bulundukları yer çimenlik olduğu
için çarpışma sırasında polis ve jandarmaların ayakları kayar ve aşağı doğru yuvarlanırlar.
Bu fırsattan istifade eden Molla Said, ara sokaklardan birine dalarak izini kaybeder.
Ertesi gün polislerle karşılaşınca, elleriyle yüzlerinin yara bere içinde olduğunu
görür. Nedir bu haliniz diye sorduğunda polisler başlarından geçen olayı anlatarak,
olsa olsa o adam bir cindi derler. Molla Said ise gülerek, her halde cin olmalıdır.
Zira öyle cinler de vardır, der.16

Bediüzzaman’ın Mardin hayatı, yayınlanan eserlerden edindiğimiz
bilgilere göre, çok hareketli ve çalkantılı geçmiştir. Onun medrese talebeleri ve
âlimlerle münazaraları neticesinde kendini kabul ettirmesi kayda değer önemli sayılabilecek
hadiselerdendir. Molla Said Mardin’e kadar olan hayat safhalarında sadece klasik
medrese usulü ile eğitim gören hoca ve talebelerle münazaraya girişmişti. Mardin’de
ise ilk defa kurumsal kimliğe sahip medrese hocalarıyla tartışmaya girmiş ve kendini
ilmi çevrelere kabul ettirmiştir.

Meşrutiyet ve Hürriyet düşüncesi ile ilk tanışması ve en önemlisi
de ilk defa siyaset hayatına Mardin’de başlaması kayda değerdir. Evet, Bediüzzaman
ilk defa devlet sistemi ile tanışacak, devletle yüzleşecek ve bilinmeyen sebeplerle
‘bir mutasarrıfın pençe-i kahrıyla (Garip bir tevafuk: Tarihçe-i Hayat’ta geçen
“bir mutasarrıfın ‘pençe-i kahrı’” ifadesi ile Chermetant’ın eserinde 1896 tarihli
mektubunda geçen “pençe” tabiri Selanikli Mutasarrıfın açık bir özelliğini ortaya
seriyor.) Bitlis’e sürgün edilecekti.

Bediüzzaman’ı sürgüne yollayan mutasarrıfın adı eski tarihçelerde
belirtilmemektedir. Ancak Şahiner’in adı geçen ilk baskı eserinde Nadir Bey ismi
geçmektedir. Bu kaynağa dayanarak, daha sonra yapılan bütün araştırmalarda bu isim
yazılmıştır. Hâlbuki Nadir Bey, Mardin’e 1919 yılında mutasarrıf olarak atanmıştır.
O tarihte ise, Bediüzzaman İstanbul’dadır. Şahiner, kitabının son baskısında hatasını
anlamış olmalı ki, mutasarrıfın ismini vermemiştir.

Bediüzzaman H. 1312 yılında Mardin’e geldiğine göre, o zaman Diyarbakır
vilayetine bağlı bulunan Mardin Sancağı mutasarrıfının Selanikli Mehmet Enis Efendi
olduğunu “Diyarbekir Salnameleri”nden öğreniyoruz. Daha sonra Diyarbakır’a vali
olarak atanan ve Enis Paşa olarak bilinen Rumeli Beylerbeyi unvanına sahip bu zât,
mutasarrıf olduğu 1895 yılında, yağmacı kabileler köylere saldırmış, saldırıya uğrayan
halk da şehir merkezine sığınmıştır. Mardin’in âlimleri ve ileri gelenleri Ermenileri
himaye etmeye ve yardımcı olmaya çalışmışlardır. Bu arada Patrik Azaryan Efendi,
mutasarrıfın ‘pençesi’nden Kazasyan Havsep Efendi tarafından kurtarılmıştır. I.
Meşrutiyet döneminde, Diyarbekir mebusu olarak Meclis-i Mebusan’a seçilmiş bulunan
Havsep Efendi, 640.000 altın zarara uğramış, ‘valinin doymak bilmez iştahının, zindanda
ölüme mahkûm ettiği bu bahtsız adam’ oğlu Diran ve yeğeni ile İstanbul’a gitmişti.17

Devlet arşivlerinde Ermeni meselesi ile ilgili bir belgede; Vali
Enis Paşa’nın Diyarbakır’da görevli olduğu 1896 senesinde, Ermeni meselesinde karışıklık
yaşandığı bahanesi ile Fransa Büyükelçiliği tarafından sadrazamlık makamı vasıtasıyla
Paşa’nın görevinden azli istenildiği anlaşılmaktadır.

(Selanikli Mehmet Enis Efendi’nin ismi direkt olarak Risâle-i Nur’da
geçmemektedir. Tarihçe-i Hayat’ta, “Molla Said çok genç yaşta iken siyasî hayata
atılır, vatan ve millete hizmete başlar. İlk hayat-ı siyasiyesi Mardin’de başlamıştır.
Bunun üzerine bir mutasarrıfın pençe-i kahrıyla, elleri bağlı, muhafız nezaretinde
Bitlis’e nefyedildi…” (Tarihçe-i Hayat, 1996, s. 39) denilmektedir. (…) 8 Eylül
1892’de ikinci kez Mardin Mutasarrıflığına tayin edilen Enis Efendi, 13 Nisan 1896
tarihine kadar bu görevi sürdürmüş, 1 Ekim 1895’ten itibaren de ilâveten Diyarbakır
Vali vekilliğini de yapmıştır. Dolayısıyla Bediüzzaman’ı Bitlis’e sürgün gönderen,
Enis Efendi’den başkası değildir. Ayrıca, bu tarihlerde, Mardin’in durumunun karışık
olması, özellikle Enis Efendi’nin buraya tayin edilmesi ve otoriter kimliğinin ön
plana çıkması, tarihçede verilen bilgileri doğrulamakta ve kuvvetlendirmektedir.
(Yeni Asya, 01.04.2005, Enstitü sayfası, Portre)

Bediüzzaman’ın mutasarrıf Enis Paşa tarafından sürgün edilmesi olayının
perde arkası ve gerçek mahiyetini öğrenebilmemiz için 1895 senesinin mutasarrıflık
ve adlî yazışmalarını incelemek gerekir. Onu da işin uzmanlarına havale ediyoruz.
Şayet bu belgelere ulaşabilirsek, Bediüzzaman’ın devletle ilk tanışmasını ve Selanikli
Enis Paşa ile aralarında hangi meselelerin konu edildiğini öğrenmiş olacağız.

Bediüzzaman’ın Mardin’den sürgünü ile ilgili bir iddia da şöyle:

Mardin’de yaşamış bulunan büyük âlimlerden Şeyh Yusuf Efendi (1873-1956)
gençliğinde Şehidiye Camii’nde Bediüzzaman’la tartışmaya girdiği, onu “Delâil-i
zâhire hakkında milleti şüpheye düşürmekle” suçladığı, sertleşen tartışmanın sonunda
Said Nursî’nin Mardin’den sürüldüğü anlatılmaktadır.18 Bediüzzaman’ın
sürgünü, sadece bu olayla açıklanamaz. Yine belirtmeliyiz ki, devlet arşivlerindeki
ilgili belge ve bilgilere ulaşılmadan bu konuda kesin bir hükme varamayız. Özellikle
yakın tarih araştırmacılarına büyük bir iş düşmektedir.

Molla Said’in Mardin hayat devresinden çıkarabildiğimiz sonuçlar
özetle şöyle sıralanabilir.

1- Molla Said Mardin’de klasik medrese hayatından kurumsal medrese
hayatına ilk defa giriş yapmış ve ilimde rüştünü ispat etmiştir. Böylece kimsenin
ona itiraz etme mecali kalmamıştır.

2- Hayatının ilk siyasi devresi Mardin’de başlamış olup, Sultan
Abdülhamit’in Mutasarrıfı Enis Paşa’nın pençe-i kahrına maruz kalıp, hayatının ilk
sürgününe maruz kalmıştır.

3- Namık Kemal’in meşhur rüyası ile Mardin de uyanmış ve Hürriyet
ateşiyle yanıp tutuşmuştur. Bunu sonraki bütün hayatında gözlemlemek mümkün olacaktır.

4- Cemaleddin-i Afgani ve Şeyh Sunusi’nin talebeleri ile Mardin’de
tanışmış olup, bu görüşme ilerde İslam Birliği düşüncesini pekiştirmeye vasıta olmuştur.

5- Molla Said Cizre hayat devresinde olduğu gibi Mardin’de de Ermeni
hadiselerine şahit olmuştur.

Dipnotlar:

1.
http://www.dallog.com/kurumlar/hamidiyealay.htm

2. Aksiyon, Mustafa Akyol, Sayı: 498, 21.06.2004.

3. Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, s. 25-26.

4. A.g.e., s. 150-151 Muhsin-Ziyâ 1953,Fatih/İstanbul

5. Bütün Yönleriyle Cizre, Abdullah Yaşın, 1983

6. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y. PRK. HH., nr.25/32, 25 Ramazan
1309.

7. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y. MTV. nr.221/43, 7 Cemaziyelahir
1319.

8. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y. MTV., nr. 232/76, 14 Rebiülahir
1320.

9. Yeni Asya, 30.12.2005.

10. Münazarat, s. 105.

11. A.g.e., s. 123-124.

12. A.g.e., s. 125.

13. A.g.e., s. 71.

14. A.g.e., s. 69.

15.

http://www.risaleakademi.com/makaleler/779-namk-kemal-ve-bediuezzaman

16. Abdurrahman Nursi, Bediüzzaman’ın Hayatı, 1997, s. 31.

17. Mardin Aşiret-Cemaat-Devlet, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul
2001, s. 326’dan iktibasen Chermetant t.y: 86

18. A.g.e., s. 367.