The Recipe for Societal Diseases: Love

Giriş

Sevgi, sosyal yönü ağır basan bir kavramdır. Seven insan, sevgisinin
objesi olarak sadece kendi zatını seçerse bu, sevginin narsisizme dönüşmesi anlamına
gelir. Sevgi, önce insanın kendisine yönelmekle birlikte, onu aşmaya ve başka insanları
ve diğer varlıkları sevmeye yöneldiği zaman bir mânâ kazanır. Bu yüzden sevgi ile
ilgili yapılan çalışmalarda, sevginin bu toplumsal ve sosyal yönüne vurgu yapılır.
Tebliğimizin konusunu teşkil eden insan sevgisinin toplumsal hastalıkların reçetesi
olduğunu iyi anlamak için, sevginin toplumsal yönü ile ilgili tarifleri ele almak
daha uygun olacaktır.

 Amerika’lı sevgi uzmanı Scott Peck, “Sevgi, insanın, kendisinin
ve bir başkasının ruhsal tekamülünü desteklemek amacıyla benliğini genişletme arzusudur”
1 derken, sevginin objesinin insanın kendi zatını aşarak başkasına yönelmesi
gerektiğine dikkat çekmektedir.

Pitirim Sorokin, varlık bakımından sevginin, gerçek ve güzellikle
yan yana, birleştirici, ahenkleştirici, yaratıcı enerji ya da gücün en yüksek biçimlerinden
birisi olduğunu bildirir ve sevginin “düşmanlıkla ayrılma” biçimindeki çekişme fonksiyonlarının
karşısında olduğuna vurgu yapar. Buna göre sevgi, karmaşıklığın, çekişmenin bölücü
ve ayırıcı güçlerine yılmadan karşı koyar. Yazara göre psikolojik yaşantı olarak
sevgi, niteliği gereği “özgeci”dir. Oysa karşıtı olan nefret, doğuştan bencildir.
Gerçek bir sevgide ya da arkadaşlıkta arkadaş, “iyi olanı başkası için yapan ve
arkadaşının kendi varlığı için yaşamasını isteyendir.”Yalnızlığımızı yok edip bizi
soylu bağlarla başkalarına bağlayan sevgi, hayat verici bir güçtür. İntihar istatistiklerinin
gösterdiğine göre, intiharın başlıca nedeni boş bir yalnızlıktır. Sevgi, bizim başkalarının
hayatlarına katılmamızı sağlayarak kendi hayatlarımızı insanlığın en büyük ve en
soylu değerleriyle ölçüsüz derecede zenginleştirmektedir. Sorokin’e göre sevginin
toplumsal görünümü de vardır. Toplumsal alanda sevgi, bir insanın amaçlarının gerçekleşmesi
sırasında, başkaları tarafından paylaşıldığı ve yardım gördüğü, iki ya da daha çok
insan arasındaki anlamlı ilişkidir. Seven bir insan, sevilenin akla uygun amaçlarını
engellememekle kalmayıp onları gerçekleştirmesine yardım eder. Yardım ettiği sürece,
sevilen için bir acı ve ıstırap kaynağı olmaz, onun mutluluğunu artırır. Bu, vermek
ve almak zevkidir; kendini başkalarında ve başkalarıyla tatmindir. “Dayanışma”,
“karşılıklı yardım”, “işbirliği”, “iyi komşuluk”, “aile ilişkisi” ve bunlar gibi
deyimler, toplumsal ilişki olarak sevginin çeşitli biçimlerini belirtmektedir.2

M.C. D’arcy, arkadaşlığın sevginin tabii bir belirtisi olduğunu
söyleyerek, sevginin üçlü tasnifi içinde en düşük sevginin bencil sevgi olduğunu,
bunun üstünde saf zevk olan sevgi geldiğini, en üste ise bir insanın başkasına duyduğu
sevginin yer aldığını dile getirmektedir.3

Erich Fromm ise, insanın kendisini dünya ile özdeşleştirme ihtiyacını
tatmin eden ve aynı zamanda bir bütünlük ve bireysellik duygusu veren tek duygunun
sevgi olduğunu, bunun da insanın kendi dışında bir şey veya birisiyle, kendi ayrılığını
ve bütünlüğünü sağlama şartıyla birleşmesi olduğunu ifade etmektedir. Ona göre sevgi,
“hemcinslerimiz”le dayanışmanın yaşantısıdır; bu kadınla erkeğin cinsel sevgilerinde,
ananın çocuğuna duyduğu sevgide, insanın bir insan varlığı olarak kendine duyduğu
sevgidedir. Tek bir insana karşı duyulan sevgi, kişiyi diğer insanlardan uzaklaştırıyorsa,
bu o kişinin sevilmediği anlamına gelmektedir. Eğer bir insan “seni seviyorum” diyorsa,
bu, “sende bütün insanlığı, bir anlamda canlı olan her şeyi ve de yine sende kendimi
seviyorum” demektir. Yazar, bunu bencillik olarak görmemektedir.4 Fromm,
böyle bir sevgiye “üretici sevgi” derken, bununla sevginin toplumsal boyutuna dikkat
çekmektedir. Ona göre, bu sevgi, İlgi duyma, sorumluluk, saygı ve bilme gibi davranış
biçimlerini kapsar. İnsan seviyorsa, sevdiği insanın gelişmesi ve mutluğu ile ilgilenir,
seyirci olmaz. Sevdiklerinin belirttiği ve belirtmediği ihtiyaçlarına karşılık verir,
sorumluluk duyar. Aynı zamanda sevdiklerine saygı duyar. Son olarak da onu bilir.
Üretici sevginin eşitlere yöneltilmesi de, “kardeşlik sevgisi” adını alır.5

Bütün bunlardan anlaşılan husus şudur: Sevgi, insanın kendisine
ve sadece kendi dışındaki bir objeye odaklı-takıntılı kalmaması, diğer insanlara
da yönelmesi ile ancak gerçek anlamını bulabilir. Bu da sevginin bireysel değil
toplumsal yönünün ağır bastığını gösterir. Bu açıdan Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda,
sevginin her çeşidinin insanları birleştirici bir rolü olduğunu görürüz

A. Kardeşlik Sevgisi

Kur’an-ı Kerim’de yaklaşık 98 ayette kardeşlikten bahsedilmekte,
bunların bir çoğunda kan bağı kardeşliğine, bazılarında ise peygamberler arasındaki
kardeşliğe ve din kardeşliğine temas edilmektedir.6 Bir ayette, insanların
bir erkek ve dişiden yaratılmasının, kabileler ve milletler halinde var edilmesinin
esas hikmetinin tanışmak olduğu7 beyan edilerek, insanlar arasındaki
sevginin başlangıcı olan tanışmaya vurgu yapılmakta ve herkesin insanlık kardeşliği
içerisinde mütalaa edilmesine işaret edilmektedir. Bundan dolayıdır ki düşmanlık
kavramı izafîdir. Bugün düşman telakkî edilen bir kişi yarın dostunuz olabilir.
Kur’an bu yüzden iyilikle kötülüğün bir olmadığını, kötülüğü en güzel şekilde savmak
gerektiğini, bu durumda düşman olan kişilerin bile samimi bir dost olabileceğini
bildirmektedir.8 Bu ayette düşman olarak telakki edilen kimseye bile
iyilik yapmaktan bahsedilerek insanlık kardeşliğinin sınırlarının ne kadar geniş
olduğuna vurgu yapılmaktadır. Burada bir kişinin bir insana kötülükte bulunması
durumunda, bu kötülüğü affetmenin onu “iyilikle savmak” anlamına geldiğine işaret
edilmektedir. Örneğin birisi sizi yermişse sizin onu övmeniz onun bu kötülüğünü
iyilikle savmak anlamındadır. Aynı şekilde sizin çocuğunuzu öldüren bir kimsenin
çocuğunu düşmanın elinden kurtarmanız da bu kategoriye girer. Böyle yapıldığı takdirde
düşmanın insana dost olmaması mümkün değildir. İbni Abbas, bu ayeti yorumlarken
kötülüğü iyilikle savmayı, insanın kızıldığı zaman sabırlı olması, cahilce muameleye
maruz kaldığında hilm göstermesi ve kötü davranışla karşılaştığında affetmesi şeklinde
izah etmiştir.9 O halde insanları sevmek, içimizdeki kin ve intikam ateşini
söndürmeyi, af ahlakına sahip olmayı gerekli kılmaktadır.

Kur’an’da kötülüğe iyilikle karşılık vermenin dışında da kardeşlik
sevgisinin tezahürlerinden bahsedilmektedir. Örneğin muttaki kişilerin özellikleri
sayılırken, bunların darlıkta da bollukta da bağışta bulunmak, öfkeyi yutmak ve
insanların kusurlarını affetmek olduğu zikredilir10. Burada zikredilen
kardeşlik sevgisinin tezahürlerinden birisi bollukta da darlıkta da bağışta bulunma
ahlakıdır. Kur’an’a göre bütün insanlar insan olmaları cihetiyle kardeş telakki
edilmektedir. Çünkü herkes Hz. Adem ve Havva’dan yaratılmıştır. O halde insan darda
ve sıkıntıda olan kişiye, inancı ne olursa olsun kendisi bolluk içinde de olsa darlık
içinde de olsa muhakkak yardım etmelidir. Bu, insanlık kardeşliğini sevmenin en
önemli tezahürüdür. Sıkıntıda olan bir kişinin inancı ön planda değildir. Bu, Allah’ın
insanlarda Rahman isminin tecellisi demektir. Allah bu dünyada inanan-inanmayan
ayırımı yapmaksızın herkese rızkını vermektedir. Kur’an’da birçok ayette zikredilen
çeşitli nimetler bütün insanlar için hazırlanan nimetlerdir. Nitekim zekat verilecek
insanların arasıda kalpleri İslam’a ısındırılmak istenen kimselerin de bulunması
bunun en büyük delilini oluşturmaktadır.11

Diğer taraftan kardeşlik sevgisinin en önemli ikinci bir tezahürü
de öfkeyi yutmaktır. Çünkü öfke ile hareket etmek insanın hem kendisine hem de karşısındakine
zarar vermesine sebep olur. Öfkeyle kalkan, zararla oturur. Öfkeli bir davranış
dostluğu değil düşmanlığı körükler.

Kardeşlik sevgisinin ayette zikredilen üçüncü bir tezahürü de insanları
affetmektir. Çünkü sevgi, bağışlamanın tek ve en büyük kaynağıdır. Sevgi sayesinde
bize kötü davrananı bile gene değerli kişi olarak görebiliriz.12 Nitekim
bazı ayetlerde müminlerin boş sözlerle çirkin davranışlarla karşılaştıklarında buna
aldırış etmeyip izzet ve şereflerini koruyarak oradan geçip gidecekleri ifade edilmektedir.13
Aynı zamanda affedici olmak Allah’ın bir sıfatıdır. Yüce Allah Kur’an’da şirk dışında
bütün günahları istediği kimselerden affedeceğini bildirerek, insanları hatalarından
dönmeye davet etmektedir.14 Bir mümin başkalarının kusurlarını affettiği
zaman bu ahlakla da ahlaklanmış olmaktadır.15 Bu yüzden yüce Allah mümin
insanları her zaman affedici olmaya çağırmaktadır. Bu konudaki ayetlerden bir kısmı
da Şura suresinde bulunmaktadır. Bu ayetlerde müminlerin özelliklerinden birisinin
de “kızdıkları zaman bağışlamak” olduğu16, kötülük yapana kötülük yapmanın
normal bir kural olduğuna dikkat çekildikten sonra, “ama kim affeder barışırsa,
onun karşılığı Allah’a aittir. Şüphesiz o zalimleri sevmez” buyrulmaktadır.17
Bu ayetlerde kötülüğe kötülükle değil, affetmek ve barışmakla karşılık vermenin
daha iyi olacağına vurgu yapılmaktadır. Gerçekten de affetmek ve kötülüğe iyilikle
mukabele etmek düşmanlığı sona erdirici, kardeşlik ortamını sağlayıcı bir özellik
taşımaktadır. Nitekim bir başka ayette de “affetmenin takvaya daha yakın olacağı”
zikredilmektedir. 18 O halde kardeşlik sevgisi herkesi affetmeyi gerektirmektedir.

Kur’an bu affetmenin başka dinlere mensup olanları da kapsadığına
işaret etmektedir. Konuyla ilgili bir ayette Yahudilerin Allah ile yaptıkları ahitlerini
bozduklarına, Tevrat’ı değiştirdiklerine, uyarıldıkları şeyden pay almayı unuttuklarına
dikkat çekildikten sonra, onların pek azının hain olmadığı ifade ediliyor ve “Yine
de onları affet, aldırma. Çünkü Allah muhsinleri, yani güzel davrananları sever”
buyruluyor. 19 Bazı tefsirlerde bu ayetlerin savaş ayetleriyle nesh edildiği
iddia ediliyorsa da, genel görüş bu ayetin neshedilmediği yönündedir. Buna göre,
örneğin Beydavî, ayetin nesh edildiğini söylerken 20, bazı tefsirciler
ayetin nesh edilmediğini dile getirmektedir. Çağdaş müfessirlerden Elmalılı, bu
konudaki görüşleri özetledikten sonra, Yahudilerden iman edenlerin de hain olanların
da affedilmesi gerektiği görüşünü savunmaktadır. Buna göre bu ayetlerde onların
ne kadar cinayet de yapmış olsalar affedilmeleri istenerek, İslam’ın müsamahasına
işaret edilmektedir. Bu yüzden anlam, “ Geçmişi affet, gelecekte de her hainliği
cezalandırma taraftarı olma” demektir. 21 Bu ve benzeri ayetler de gösteriyor
ki, İslam; kardeşliğin sınırlarını din ayırımı yapmaksızın bütün insanlık olarak
çizmektedir. Nitekim peygamberimiz (s.a.v.) de "Birbirinizle kinleşmeyiniz hasetleşmeyiniz
birbirinizden yüz çevirmeyiniz. Ey Allah'ın kulları kardeş olunuz." 22
Buyurarak, yaratılıştan Allah’ın kulu olan herkesin birbirlerine kin beslemeyerek,
haset etmeyerek, birbirlerinden yüz çevirmeyerek kardeş olmalarını istemektedir.

Diğer taraftan komşulara iyilik yapmakla ilgili ayetler ve hadisler
de kardeşlik sevgisi çerçevesinde değerlendirilebilir. Bu konudaki mesajlar din
farklı gözetilmeksizin nazarlara verilmektedir. Örneğin bir ayet-i kerimede komşu
zikredilirken dinine vurgu yapılmamıştır: "Allah'a kulluk edin, O'na hiç bu şeyi
ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabalara, yetimlere, düşkünlere, yakın ve uzak komşuya,
yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve size hizmet eden kimselere iyilik edin. Allah,
kendini beğenip övünenleri elbette sevmez." 23 İbnu Kesir, bu ayette
yakın komşunun , “aranda yakınlık olan kişi, müslim”, uzak komşunun aranda yakınlık
olmayan kişi, Yahudi ve Hıristiyanlar” olarak tefsir etmektedir. 24 Bu
durumda Kur’an’ın komşuluk bağlamında geniş insanlık kardeşliğine vurgu yaptığını
söyleyebiliriz. Bir hadis-i şerifte ise mümin, komşusunun şerrinden emin olduğu
kimse olarak tarif edilmektedir. 25 Komşulukla ilgili peygamberimizin
(s.a.v.) “komşusu şerrinden emin olmayan kişinin cennete giremeyeceği 26
, Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimsenin komşusuna ikram etmesi gerektiği
27 , Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimsenin
komşusuna eziyet etmemesi gerektiği 28 gibi birçok hadisleri de vardır.
Görüldüğü gibi komşunun Müslüman olup olmadığı, mümin olup olmadığı önemli değildir.
Çünkü zikrettiğimiz ayette ve hadislerde Müslüman komşudan değil, genel olarak komşudan
bahsedilmektedir. O halde Müslüman, dinî inançlarına göre bir yargılamada bulunmaksızın
diğer insanlara kötülük yapmayan, ona eziyet etmeyen, tam tersine iyilik yapan kimsedir.

Bir ayette de suçsuz yere, herhangi bir cana kıymamış bir kimseyi
öldürmenin bütün insanları öldürmek demek olduğuna 29 işaret edilerek,
insanlık kardeşliği çerçevesinde hiç kimsenin kimseyi öldürme hakkına sahip olmadığına
dikkat çekilmektedir. Zaten peygamberimiz s.a.v.’in müşriklere, putperestlere, Yahudilere
ve Hıristiyanlara hep iyi davrandığına onun hayatı şahitlik yapmaktadır. 30

Peygamberimiz s.a.v.’in “sizden biriniz kendisi için sevdiğini kardeşi
için de sevmedikçe mümin olamaz” 31 hadisi,
kendimiz için sevdiğimizi ayırım yapmadan başkaları için de sevmemizin bizim imanımızın
bir göstergesi olduğunu ortaya koyuyor. Bu hadis yapılan tercemelerde “kardeşini”
yerine, “mümin kardeşini” diye tercüme edilmiş olsa da, hadisin aslı, “ لاَ يُؤْمِنُ
أَحَدُكُمْ حَتَّى يُحِبَّ لأَخِيهِ مَا يُحِبُّ لِنَفْسِهِ şeklindedir. Görüldüğü
gibi hadisteki ifade, لأَخِيهِ şeklindedir. Bu elbette mümini de mümin olmayanı
da içine alır. Ama “mümin kardeşi için” diye biz hadise sınırlama getirirsek, diğer
bütün insanları dışlamış oluruz. Ki bu da peygamberimiz s.a.v.’in, “alemlere rahmet
olma” vasfıyla bağdaşmaz

Fakat, bunun dışında Kur’an iman edenlerin de kardeş olduklarını
bildirmektedir. 32 Burada da insanlık kardeşliğinin içinde bir de “iman
kardeşliği” olgusuna dikkat çekilmektedir. Buna göre kardeş olan müminler, birbirlerini
seven kişilerdir. 33 Aynı zamanda birbirlerine karşı merhametli, şefkatli,
kafirlere karşı da serttirler. 34 Bu ayette belirtilen kafirlere karşı
serttirler, (şiddetlidirler) ifadesi, kafirlerin saldırmasıyla, Müslümanları yok
etmeye çalışmasıyla ilgilidir. Yoksa saldırı vaki olmadığı takdirde müminler diğer
insanlara da merhametli ve şefkatli davranmakla yükümlüdür. Nitekim, Hz. Musa ile
kardeşi Harun’un Firavun’a “kavl-i leyyin” 35 diye ifade edilen yumuşak
bir üslupla hitap etmesini isteyen Kur’an’ın bu anlayışı herkese karşı gösterilmesi
gereken sevgi dolu bir yaklaşımdır.

Kur’an’ı Kerim’e göre kardeşlik sevgisi bir kişi hakkında duyulan
bir haberi araştırmayı gerekli kılar. Yoksa insan bilmeden bir topluluğa zarar verebilir.
36 Diğer taraftan bu sevgi, savaşan iki grubu barıştırmayı, barışa yanaşmayan
zalimin ise zulmünü gidermeyi, başkalarını küçük görmemeyi, ayıplamamayı, kötü lakaplarla
hitap etmemeyi gerektirir. 37 Bunların da ötesinde bu kardeşlik sevgisi,
kötü zannı, gizli sırları araştırmayı, gıybet etmeyi de yasaklamaktadır. 38
Bazı hadislere göre de kardeşinin yardımına koşana Allah’ın yardım edeceği
39
, kardeşinin yüzüne gülmenin sadaka olacağı beyan edilmektedir.
40
. Bir hadis-i şeriflerinde de Peygamberimiz
s.a.v., kardeşini seven bir kimsenin bunu ona bildirmesini istemektedir. 41

Görüldüğü gibi hem Kur’an-ı Kerim hem de hadis-i şerifler insanlık
ve iman kardeşliğini dile getirmektedir. Buna göre mümin müminin kardeşidir. Kur’an
müminlerin kardeş olduğunu söylemektedir. Aynı zamanda mümin kendisi gibi insan
olarak yaratılan herkese karşı da geniş insanlık kardeşliği bağıyla bağlıdır. Müminde
bulunması gereken, bağışlayıcılık, sevgi, merhamet, kusurları örtmek, iyilik yapmak
gibi bütün nitelikler sadece mümine karşı gösterilmesi gereken güzel ahlaki sıfatlar
değildir. Bundan dolayı Kur’an, sadece kendilerini yurtlarından çıkaran, din hususunda
kendileriyle savaşan ve onlara yardım eden kişilere “dost” olunmamasını istemektedir.
42 Bunların dışındaki herkesle iyi geçinmek müminin başlıca görevleri
arasındadır. Bütün bunlar, kardeşlik sevgisinin topluma bağışlayıcılık, merhamet,
kusurları örtmek, iyilik yapmak tarzında yansıyacağını göstermektedir.

1. Risale-i Nur Perspektifi

Said Nursî, Hutbe-i Şamiye isimli eserinde müminler arasındaki kardeşlik
sevgisine temas etmektedir. Ona göre bazen insanın gururu ve nefisperestliği, onu
şuursuz olarak ehl-i imana karşı haksız olarak adavete sevk eder. Kendini haklı
zanneder. Halbuki bu husumet ve adavetle, ehl-i imana karşı muhabbete vesile olan
iman, İslamiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli sebepleri görmezden gelmektedir. Böyle
bir insan adavetin önemsiz sebeplerini, sevginin dağ gibi sebeplerine tercih etmek
gibi bir divanelik içinde bulunmaktadır. 43 Nursi, Hutbe-i Şamiye’de
yer alan bu hakikatleri, daha sonra kaleme aldığı Uhuvvet Risalesi’nde açmaktadır.
O şöyle der:

“Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü'min kardeşine kin ve adâvet
ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbe'den daha ehemmiyetli
ve Cebel-i Uhud'dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle
de, Kâbe hürmetinde olan imân ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok
evsâf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği hâlde, mü'mine karşı adâvete sebebiyet
veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı imân ve İslâmiyet’e tercih etmek,
o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa
anlarsın.

Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i
itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.

Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla,
o adama karşı dostâne bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber
bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki edersin. Ve bir memlekette beraber
bulunmakla, uhuvvetkârâne bir münasebet hissedersin. Halbuki, imanın verdiği nur
ve şuurla ve sana gösterdiği ve bildirdiği esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları
ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.

Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir,
Râzıkınız bir-bir, bir, bine kadar bir, bir.

Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir-bir, bir, yüze
kadar bir, bir.

Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir-ona kadar bir,
bir.

Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet
ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler
bulundukları hâlde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı
gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü'mine karşı hakikî adâvet etmek
ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete
karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i'tisaf
olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın. “
44

O halde, müminler, hangi ırktan olurlarsa olsunlar, kardeştirler
ve onların kardeşliklerini sağlayacak, aralarındaki sevgiyi oluşturacak unsurlar
çok ve önemlidir. Irkçılık, şahsî çıkar peşinde koşmak, gurur gibi hususlar, bu
sevgi ve kardeşliği engelleyecek hastalıklar gibidir. Bediüzzaman Said Nursi’nin
ifade ettiği gibi, iman birliği varsa bu kalplerin birliğini, kalplerinin birliği
de sosyal hayatta birlik ve beraberliği gerektirir. Bu sebeple müminlerin kalplerinde
kin ve nefret yerine sevgi ve şefkat olur. Bu da toplumsal barış ortamının hazırlanmasında
çok önemli bir role sahiptir.

 Müminler arasında sevgi ve kardeşliği gerektiren en önemli
hususlar üzerinde duran Bediüzzaman Said Nursî, aynı zamanda ilgili âyet-i kerimeleri
tefsir ederken, Müslüman’ın Müslüman’a karşı sevgi ve hoşgörüsünün temel prensiplerini
belirlemektedir. “Mümin kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır.
Tahakkümle değil, lütufla ıslahına çalışır” derken, aslında hoşgörünün kötülükleri
görmezden gelmek veya hoş görmek değil, görüp acımak ve “lütufla ıslahına çalışmak”
mânâsına geldiğini bildirmektedir. Burada ıslahın adavete dönüşmemesi için, “üslûp”
meselesine dikkat etmek gerekmektedir. Lütufla ıslah, incitmeden ıslahtır. Hatalı
şahsın deşifre edilmemesi, hatasının o şahıs yalnız iken düzeltilmesi de bu üslûbun
içerisine girmektedir. Üslûp sert, zaman ve zemin de uygun olmadığı takdirde, “ıslah”
yerine, “ifsad” yapılmış olabilir. Burada mü’minin mü’mine karşı hoşgörüsünün onun
hatasını mümkün olduğu kadar örtmekle gerçek anlamına kavuşacağı söylenebilir.

Said Nursî'nin dikkatle üzerinde durduğu bir önemli konu da bir
mü’minde bulunması mümkün olan “cani ve masum sıfatlar” meselesidir. Gerçek kardeşlik,
bir cani sıfat yüzünden, bir mü’minde bulunan yüzlerce masum sıfatları görmezden
gelip ona düşmanlık beslemeyi reddeder. Bu noktada, “Hiçbir günahkâr, başkasının
günahını yüklenemez” âyeti Said Nursî tarafından, “Bir müminde bulunan cani bir
sıfat yüzünde sair masum sıfatları mahkûm edilemez” şeklinde de tefsir edilmektedir.
Burada mü’minlerin birbirlerine “adalet-i ilahiye”nin gözlüğü ile bakmaları ölçüsü
getirilmektedir. Mü’minin işlediği sevapları çoksa, diğer günahları affedilmekte
ve direkt olarak cennete gideceği belirtilmektedir. Günahı çoksa, günahı miktarınca
cezasını çekecek, ondan sonra yine iyiliklerinin karşılığını görecektir. Çünkü Kur’ân-ı
Kerim'de zerre kadar hayır işleyenin de, şer işleyenin de bunun karşılığını göreceği
belirtilmektedir. Buradan da anlaşılmaktadır ki, adalet-i ilahiyede “toptancılık”
yoktur. Bazı kötülükler yüzünden iyilikler görmezden gelinmemektedir. Bu sebeple
hadis-i şeriflerinde mü’minlerin birbirlerinin hatalarını örtmeleri tavsiye edilmektedir.
Hatalar örtbas edildikçe cemiyette kötü örnekler çoğalmayacak, kötülüğü yapanlar
da bir gün bu yaptıklarından utanıp vazgeçebileceklerdir. Bu, İslâm'ın yüce bir
hoşgörüsüdür. Bu, kötülüğü hoşgörmek değil; kötülüğün, fitneye vesile olabileceğinden
dolayı, yayılmamasını hoşgörmek demektir. Bugün toplumda bu İslâmî prensibin tersine
işletildiğini görüyoruz. Medya tarafından, “haber alma hürriyeti” adı altında, nazarlara
verilmediği takdirde kendiliğinden etkisi kaybolacak olan bir hata, bütün insanların
gözleri önüne getirilmekte ve böylece toplumda insanların birbirlerine karşı güvensizlikleri
artmakta, daima hatalar manşetlere ve ekranlara yansıtılmaktadır. İslâm'ın hoşgörüsü
karşısında, İslâm'ı her fırsatta eleştirenlerin “hoşgörüsüzlüğü” de böylece su yüzüne
çıkmış olmaktadır.

Peygamberimiz (s.a.v.) “Gördüğü iyilikleri gizleyip, gördüğü kötülükleri
teşhir eden kötü komşudan Allah'a sığının” buyurarak, bu hoşgörünün ölçüsünün kaynağını
bildirmektedir. “Söz araştırmayın, gözünüzle kusur aramayın, ayrılmayın, birbirinize
arka çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları, kardeş olun” hadis-i şerifi de aynı mânâyı
kuvvetlendirmektedir.

Nitekim, “Din kardeşinin ayıplarını örten kimsenin, Allah kıyamet
gününde kusurlarını örter” hadisi de “kusur örtme” haşgörüsünün dinimizde ne kadar
ciddi bir davranış olduğunu göstermektedir.

Said Nursî'nin Kur’an ayetlerine dayanarak vurgu yaptığı bir mühim
husus da, sevginin “fenalığa iyilikle mukabele etme” yönüdür. Yani, bir kimsenin
kötülüğüne iyilikle mukabele etmek, insanın içindeki sevgi duygusundan kaynaklanır.
Bunu da insana iman sağlar. Ancak bu prensip, “şahsımıza karşı yapılan kötülüklere
müsamaha” şeklinde anlaşılmalıdır. O, bu hususu açıklarken, “Fert mütekellim-vahde
olsa (kendi olsa) müsamahası, fedakârlığı, amel-i salihtir. Mütekellim-i maalgayr
olsa hıyanettir” ifadesini kullanmaktadır. Buna göre bir mü’minin şahsına bir başka
mü’min tarafından elinde olmayan sebeplerle bir kötülükte bulunulmuşsa, onu affetmek,
onu hoşgörmek faziletli bir ameldir ve sevginin gereğidir. Ama umumun mukaddes malı
olan İslâm'a bir saldırı vaki olmuşsa, Kur’ân'a bir saldırı meydana gelmişse onu
affetme, hoşgörme cüretini hiçbir mü’min göstermez. Gösterirse bu hıyanet olur.
İşte bu inceliğe dikkat edilmediği takdirde, İslâmî şeairi tağyir eden, dini ortadan
kaldırmaya çalışan ve nifakla hareket eden bazı dehşetli canilerin “alicenâbâne
affedildiği” görülebilmektedir. Böyle bir affetmenin hıyanet olduğunu tekrar hatırlatalım.

Said Nursî, “hasmane” bir tavır içindeki bir şahsın mağlup edilmesinin
yolunun, onun fenalığına karşı iyilik yapmak olduğunu belirterek, “Çünkü eğer, fenalıkla
mukabele etsen, husumet tezayüd eder. Zahiren mağlup bile olsa, kalben kin bağlar,
adaveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedamet eder, sana dost olur”
der.

Kardeşlik çerçevesindeki sevginin bu boyutunu, “Boş sözlerle, çirkin
davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek, oradan
geçip giderler” ve “Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, muhakkak
ki, Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir” âyetleri teyid etmektedir.
Malik bin Enes, “O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimsenin yakın bir
dost gibi olduğunu görürsün” âyetini, “O öyle bir adamdır ki, başkaları kendisine
kötü sözler sarf ettiği takdirde, doğru söylüyorsan Allah beni, yalan söylüyorsan
seni affetsin, der” şeklinde tefsir etmektedir.

2. Cemaatlere Karşı Sevgi

Bu konu başlı başına bir araştırma konusudur. Ancak şunu ifade etmek
mümkündür: İslâmî cemaatler, “kitleselleşme” adı altında İslâmî bir hayat yaşamayan
“izm” mensuplarına gösterdikleri hoşgörünün çok daha fazlasını birbirlerine göstermek
zorundadırlar. Kur’ân ve Sünnet’e uymaları şartıyla birbirlerini tenkid etmemeli,
kusur ve ayıplarıyla meşgul olmamalı, kendi güzelliklerini, kendi mesleklerinin
revacını ön plana çıkarmalıdırlar. İttifak noktalarının Uhud dağı azametinde ve
mübarekiyetinde, ihtilaf noktalarının ise küçük çakıl taşları hükmünde olduğunu
unutmadan, birbirlerinin hizmetlerine engel değil, yardımcı ve duacı olmalıdırlar.

Said Nursi, Reddü’l-Evham isimli bir makalesinde cemaatler arasındaki
sevginin nasıl oluşacağını tahlil etmektedir. Ona göre uhrevî işlerde haset, müzahemet
(birbirine zahmet verme) ve münakaşa olmadığından, İslami cemiyetlerden hangisi
münakaşa ve rekabete kalkışsa, ibadette riya ve nifak etmiş gibi olur. Din sevgisi
sebebiyle oluşan cemaatlerle iki şart ile “ittihat” etmek mümkündür. Bu şartlardan
birisi, “hürriyet-i şer’iyeyi ve asayişi muhafaza etmek, ikincisi de, muhabbet üzerine
hareket etmek, başka cemiyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeye çalışmamak,
birinde hata bulunsa, müfti-i ümmet cemiyet-i ulemaya havale etmektir. 45

Nursi aynı mevzuyu, birinci İhlas Risalesi olan 20. Lem’a’da daha
geniş bir şekilde ele alır. İslami cemaatlerde, “hodgamlık ve enaniyet”in kendini
haklı, muhalifini haksız tevehhüm ederek ittifak ve muhabbet yerine, ihtilaf ve
rekabetin ortaya girmesine sebep olacağını dile getirir. Nursi, ihtilaf ve rekabeti
ortadan kaldırıp sevgiyi, ittifak ve yardımlaşmayı yerleştirmenin dokuz işin yapılmasına
bağı olduğunu ifade eder.

Ona göre bunlardan birincisi, müsbet hareket etmektir. Yani kendi
mesleğinin muhabbetiyle hareket etmektir. Başka mesleklerin adaveti ve başkalarının
tenkisi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmemeli, onlarla meşgul olmamalıdır.

İkincisi, İslamiyet dairesi içinde, hangi meşrepte olursa olsun,
muhabbet, kardeşlik ve ittifaka vesile olacak birlik bağlarını düşünüp ittifak etmek
gerekir.

Üçüncüsü, bir cemaatin, kendi mesleğinin hak ve güzel olduğunu söylemesi
hakkıdır. Yoksa başka cemaatlerin haksızlığını ve çirkinliğini ima eden, “hak yalnız
benim mesleğimdir” demesi insaf düsturu ile bağdaşmaz.

Dördüncüsü ehl-i hak olan cemaatlerle ittifak etmenin, “Tevfik-i
ilahinin” bir sebebi, diyanetteki izzetin bir vesilesi olduğunu düşünmelidir.

Beşincisi, dalalet ehlinin cemaat suretinde bir şahs-ı manevi ile
hücum ettiğini düşünerek, ehl-i hakkın buna karşı ittifak edip bir şahs-ı manevi”
çıkarması, böylece ona karşı hakkaniyeti muhafaza etmesi gerekir.

Said Nursi, hakkı batıl saldırılarından kurtarmak için nefis ve
enaniyeti, yanlış düşündüğü izzetini ve ehemmiyetsiz, rekabetkârâne hissiyatını
terk etmekle ihlasın kazanılacağını ve vazifenin hakkıyla ifa edileceğini bildirir.
46

Burada Nursi’nin, reaksiyoner değil, aksiyoner olmayı önerdiği görülmektedir.
Yani bir cemaat tepkiyle hareket etmemelidir. Başka cemaatlerin kusurlarını araştırıp
kendi kusursuzluğunu ispat etmeye kalkışmamalıdır. Her cemaat kendi mesleğinin özellik
ve güzelliklerini ön plana çıkarmalı, o özelliklere göre muhabbetle hareket etmelidir.
Diğer taraftan cemaatler birbirlerinin rakibi gibi hareket etmemelidir. Allah rızası
ancak bu rekabet hissinin ortadan kaldırılmasıyla gerçekleşebilir. Yoksa rekabet
hissinin devam etmesi riya ve nifak gibi iki önemli hastalığın varlığını gösterir.

Said Nursi, İslami cemaatlerin birlik ve beraberliğini ifade ederken,
“hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkar ise, maksatta ve esasta ittifak
ile beraber, vesailde ihtilaf eder” der. 47 Bir makalesinde ise, ilâ-i
kelimetullahı esas maksat yapan cemaatin, hiçbir garaza vasıta olamayacağını, isterse
de muvaffak olamayacağını, bir garaza vasıta olduğunda ise bunun “nifak” olacağını
beyan etmektedir. Ona göre dini cemaatler maksatta itifak etmelidir. Mesalikte ve
meşreplerde ittihat mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir. Zira taklit yolunu açar
ve “neme lazım, başkası düşünsün” sözünü söylettirir. 48

Görüldüğü gibi aksiyoner olması gereken İslami cemaatler, birbirlerini
tenkit etmekle meşgul olmamanın yanında meşrep, meslek ve hizmet metotlarını birleştirmekle
de meşgul olmamalıdır. Çünkü nifak kokan bir rekabet olmadıktan sonra meşru olarak
yapılan her türlü hizmet, İslamiyet’in yücelmesine hizmeti ifade eder. Bütün bunlar,
insanların ve cemaatlerin birbirlerini Allah için sevdiğinin en güzel göstergeleri
arasında zikredilebilir.

B) Müşrik ve Kâfirlerle İlişkide Sevgi

Bütün insanların bir anne ve babadan yaratıldığını bildirerek insanları
büyük bir ailenin fertleri gibi gösteren ve temelde kardeş olduklarını beyan eden
Kur’ân, inansın-inanmasın her insanla ilişkilerin de bu insanlık kardeşliği çerçevesinde
cerayan etmesini istemektedir. Kur’ân’ın müşriklerle ve kafirlerle ilişkilerine
de bu açıdan bakmak gerekmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm her şeyi Allah’ın yarattığına inandığını söyleyen,
bununla birlikte kendilerini Allah’a yaklaştırsınlar diye O’na putları “şirk” koşan
insanların çoğunlukta olduğu bir ortamda nazil olmuştur. Kur’ân’ın birinci hedefi,
bütün ilâhî kitapların ortak amacı olan Allah’ın birliği inancını toplumda yerleştirmek,
insanları şirkten uzaklaştırmak, bu doğru Allah inancı temelinde dünyada ve ahirette
fertleri, aileleri ve toplumları mutlu edecek ahlâkî prensipleri yerleştirmektir.
Bunun birlikte Kur’ân, kâfirlerin ve müşriklerin “veli” edinilmemesini de istemektedir.
Kur’ân’ın genel amaçları ile, bu tür bazı âyetler bir paradoks oluşturuyor gibi
görünse de, aslında böyle bir çelişkinin söz konusu olmadığı söylenebilir. Böyle
bir çelişkinin olmadığının anlaşılması için şu soruların cevabı verilmelidir: Kur’ân
müşriklerin dost edinilmesini hangi sebeplerden dolayı istememektedir? Bu konuda
âyetler, her şartta müşriklerle düşman olmayı gerektirir mi?

Kur’ân’da müşrikleri “veli” edinmeyi yasaklayan âyetlerdeki “veli”
kelimesi, “seven (muhib), dost, arkadaş (sadık), yardımcı (nasìr) anlamlarına gelmektedir.
“velyün” ise mastar olarak “yakınlık” demektir. 49 Isfahanî bu yakınlığın,
mekan, neseb, din, arkadaşlık, yardım, inanç bakımından olabileceğine dikkat çekiyor.
50 Cahiliye döneminde “veli” veya aynı kökten gelen “mevla” kelimelerinin
çok sık kullanıldığı bilinmektedir. Kabileler, kendilerine başka kabilelerden sığınanların
velisi olurlar, ona her türlü konuda yardımda bulunurlardı. Onu kendilerinden birisi
gibi kabul ederlerdi.

 Kur’ân bu kelimeyi değişik bağlamlarda kullanmıştır. Bazı
âyetlerde Allah’ın mü’minlerin velisi olduğuna 51 dikkat çekilir. Buna
göre Allah mü’minleri küfrün karanlıklarından imanın aydınlığına çıkarmaktadır.
Kâfirlerin velileri de “tağut”tur. Tağut da onları imanın ışığından, küfrün karanlığına
çekmek istemektedir. Burada “tağut”tan kastın şeytan olduğu bildirilmektedir.
52 Kur’ân’daki bazı âyetlerde “veli” ile
“nasir” kelimelerinin yan yana kullanıldığı da görülür. 53 Burada her
ikisini de “yardımcı” olarak anlamlandırmak mümkün olduğu gibi “veli” kelimesine
“seven” anlamı vermek de mümkündür. Bu durumda sevgi ile yardım etme arasında bir
ilişkinin varlığı da ortaya çıkmaktadır. Bu ilişkiye göre sevginin yardım etmeye
sevk ettiği, yardım etmenin de sevgiden kaynaklandığı söylenebilir. Bu durumda hangi
durumlarda müşriklerin “veli” edinilmemesi gerektiğine bir bakalım:

Bu konuda zikredeceğimiz ilk âyette Cenab-ı Allah müminlerin, müminlerin
dışında kafirleri”evliya edinmemesi”ni istemektedir. 54 Bu âyetin siyak
ve sibakında münafıklardan bahsedilmektedir. Konunun iyi anlaşılması için bu âyetlerin
kısaca incelenmesi gerekmektedir. Buna göre Cenab-ı Allah aynı surenin yüz otuz
yedinci âyetinde, iman edip inkar edenleri ve inkarlarını artıranları bağışlamayacağını,
onları doğru yola iletmeyeceğini bildiriyor. Daha sonraki âyette münafıklara acı
bir azab olduğuna dikkat çekiliyor. Bundan sonra ise münafıkların mü’minleri bırakarak
kâfirleri dost(veli) edindiklerine temas edilerek, onlar bu dostluktan vazgeçirilmeye
çalışılıyor. 55 Bu şekilde münafıkların müşriklerle onların dinleri noktasından
dostluk kurmalarına işâret edildikten sonra Müslümanların müşriklere karşı münafıklar
gibi bir tavır sergilememeleri istenerek şöyle deniyor: “O Kitap’ta size indirmiştir
ki: Allah’ın âyetlerinin inkar edildiğini, yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz
zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar kâfirlerle beraber oturmayın;
yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah münafıkları ve kâfirleri cehennemde
bir araya getirecektir.” 56 Daha sonraki âyetlerde ise, münafıkların
mü’minlerin zafere erişmesinden sonra “onlarla birlikte olduklarını” söyledikleri,
kâfirlerin seferlerden bir nasibleri olursa “kâfirlerle birlikte olduklarını” söyledikleri
bildirilerek onların “menfaat” için böyle davrandıklarına dikkat çekiliyor. Münafıkların
bu yaptıkları ile Allah’a oyun etmeye kalktıkları, Allah’ın ise onların oyunlarını
başlarına çevirdiği bildirilerek, onların “bunların arasında bocaladığı, ne mü’minlere,
ne de kâfirlere bağlandıkları” ifâde ediliyor. 57 İşte bu beyanlardan
sonra mü’minlerin müşrikleri “evliya” edinmemesi gerektiğinden bahsediliyor.

Beydavî âyetin bu bağlantılarını da nazara alarak, mü’minlerin tıpkı
münafıkların yaptığı gibi müşrikleri “veli” edinmemesi gerektiğine dikkat çekiyor.
Çünkü bu velilik, münafıklığın delilidir. 58 Zikredilen âyetler bütün
olarak düşünüldüğünde müşriklerin mü’minlerle birlikte olduklarında Kur’ân’la alay
ettikleri, bu yüzden o esnâda onlarda birlikte olunmaması gerektiği anlaşılmaktadır.
Nitekim “Âyetlerimize söverek dalanları gördüğünüzde onlar başka bir konuya dalıncaya
kadar onlardan yüz çevir.” 59 buyrulması
da bu anlamı teyit etmektedir.

Bu âyetleri nazara alarak şöyle bir sonuç çıkarmak mümkündür: Kur’ân-ı
Kerîm bütün insanlığa, hatta bütün alemlere rahmet olarak gönderilmiş ilâhì bir
hitab olduğundan, kim olursa olsun, hangi inanca veya inançsızlığa sahip olursa
olsun, herkesle, ferdî, sosyal, siyasî ve ticarî ilişkiler kurmayı yasaklamamaktadır.
Nitekim peygamberimizin s.a.v., müşriklerle yapmış olduğu antlaşmalar bu görüşü
desteklemektedir. 60 Âyetlerde açıkça görüldüğü gibi, müşriklerle, Kur’ân’la
ve İslâm’la alay ettikleri süre içerisinde birlikte olmak yasaklanmıştır. Çünkü
bu durumda, bazılarının onların asılsız sözlerine kapılıp, karşı safa geçme ihtimalleri
vardır. Aksi yorumlar, Müslümanların dinlerini inançsız insanlara tebliğlerinde
büyük zorluklarla karşılaşmalarına sebep olacaktır. Tam aksine inançsız insanlara
İslâm dinini tebliğ edip hakikatlerini anlatmak için, onlara inançlarından dolayı
değil, insan olmalarından dolayı sevgi göstermek, iyi davranmak, komşuluk haklarına
riâyet etmek gerekmektedir. Müslümanların güzel davranışlarını görmeyen, sevgisini
hissetmeyen müşriklerin onların sahip oldukları dine sevgi duyması, tebliğe kulak
vermesi mümkün değildir. Bunun için peygamberimiz s.a.v.’in müşrikleri İslâm’ı davet
ederken onlardan gördüğü eza ve cefalar karşısında “bedduâ” değil, duâ ederek tebliğini
sürdürmüştür. Aksi davranışlar, müşrikleri şirklerinden vazgeçirmek isteyen Kur’ân’ın
bu esas hedefiyle çelişecek sonuçlar ortaya çıkarır.

1. Risale-i Nur Perspektifi

Risale-i Nurlarda sevginin birleştiriciliği ve etkileri ile ilgili
çok geniş bir perspektif sunulur. Bunların hepsini değerlendirmek bizim çalışmamızın
sınırlarını aşmaktadır. Öncelikle Risale-i Nur’da sevgi Allah’ın kainata koyduğu
bir kanun olarak ele alınmaktadır. Risale-i Nur müellifi Said Nursi’nin sevgiyi
kainatın bir varlık sebebi, bağı, nuru ve hayatı 61 olarak nitelendirmesi
böyle bir kanunun varlığına işaret etmektedir. Buna göre kanunun kaynağı Vedud ve
Rahim gibi sonsuz sevgiyi ifade eden isimlere sahip olan Allah’tır. Allah’ın sonsuz
ve mukaddes bir sevgiye sahip olmasıdır ki, bu kainatın var olmasına sebep olmuştur.
Aynı zamanda bu kainatın varlığını devam ettirmesi, sevginin bir görüntüsünden ibaret
olan “çekim kuvveti” ile olmaktadır. O halde, Allah’ın sonsuz ve mukaddes sevgisi
kainatın yaratılıp devam etmesinin en birinci amilidir.

Sevgi, kainattaki çok büyük varlıkları birbirine bağladığı gibi
insanları da birbirine bağlayacak olan yüksek ve toplumsal yönleri olan bir duygudur.
Bu yüzden Cenab-ı Hak, kainata koyduğu bu sevgi kanununu insana vermiştir. İnsanların
fıtratlarına sevgi ve merhametin koyulması Allah’ın varlığını, birliğini, sevgisini
ve şefkatini gösteren ayetlerden birisidir. 62 Bu yüzden Nursi, bir ağaca
benzettiği kainatın en cami bir meyvesi olan insanın kalp çekirdeğine kainatı istila
edecek bir sevginin konulduğunu bildirir. 63 Bu sevginin toplumun en
temel unsuru olan ailenin kurulmasında ve korunmasında önemi çok büyük olduğu gibi,
toplumsal hayatın sağlıklı bir şekilde devam etmesindeki önemi de asla küçümsenemez.
Çünkü Cenab-ı Hak insanı sosyal bir varlık olarak yaratmıştır. Bu yüzden hiçbir
insan tek başına yaşayamaz. Her hangi bir ihtiyacının karşılanmasında her zamanda
başka insanların çalışmalarına ve yardımlarına ihtiyaç duyar. Başkalarının yardımına
duyulan ihtiyaç doğumdan başlar, ölüme kadar devam eder. İşte bu sebeple insanlar
arasındaki ünsiyeti, kardeşlik duygularını pekiştirmek için sevgiye ihtiyaç vardır.
Said Nursi’nin deyimiyle, insan önce nefsini, son akrabalarını, milletini, hayat
sahibi varlıkları, kainatı ve dünyayı sever, bu dairelerin her biriyle alakadardır,
onların lezzetlerinden lezzet alır, elem ve acılarından da acı duyar. 64
Bu sevginin gerçek bir sevgi olması, Allah sevgisiyle beslenen bir sevgi olmasına
bağlıdır. Bunun ölçüsü de hadis-i şeriflerde bildirildiği gibi “Allah için sevmek
ve Allah için buğz etmektir.” 65 .

Müminler birbirlerini Allah için sevdikleri zaman, bu onları tek
bir aza haline getirir ve duyarlı bir insan yapar. Konuyla ilgili hadis-i şerifte,
“Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkatte mü’minlerin
misali, bir bedenin misalidir. Ondan bir uzuv rahatsız olsa, diğer uzuvlar uykusuzluk
ve hararette ona iştirak ederler” buyrulur. 66 Said Nursi’ye göre insanı
diğerlerine karşı diğergam yapan bu sevgi duygusu, sevilmeye en layık şeydir. Düşmanlık
da düşmanlığına en layık bir sıfattır. Diğer bir ifade ile sosyal hayatı güvence
altına alan ve mutluluğa sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeye
ve muhabbete layıktır. Sosyal hayatı yerle bir eden düşmanlık da, her şeyden çok
nefrete ve düşmanlığa layık, çirkin ve muzır bir sıfattır. 67 Said Nursi,
bu ifadeleriyle alışılagelmiş söylemlerin ötesinde bir anlamı ifade etmektedir.
İnsan içindeki sevgi duygusuna sevgi besleyerek, o sevgi duygusunu beslemelidir.
Çünkü sevgi, Allah tarafından verilmiş bir duygudur ama insan onun beslemezse, sönük
kalır; sevgi değil düşmanlık duyguları ön planda kalır. Diğer taraftan her insanın
içinde düşmanlık duygusu vardır. Bu düşmanlık duygusu, tecavüz eden düşmanlara karşı,
şeytana ve kötülükleri isteyen nefse karşı kullanılması gereken bir duygudur. Bunun
dışında kalan, başta insan olmak üzere, diğer nesnelere düşmanlık beslemek, bu düşmanlığı
fiiliyata dökerek insanlara ve diğer varlıklara zarar vermek toplumsal huzuru bozucu
bir davranıştır. Bu yüzden düşmanlık hissine düşmanlık beslenmelidir ki, insan dostluk
beslemesi gereken varlıklara düşmanlık beslemesin.

Burada dikkat çeken bir değerlendirme de, sevginin sosyal hayata
güven veren ve toplumu mutluluğa sevk eden bir duygu olarak düşmanlığın da insanın
toplumsal hayatını yerle bir eden bir sıfat olarak vasıflandırılmasıdır. Sevgi insanlar
arasında ülfet ve kaynaşmayı meydana getiren sihirli bir duygudur. Düşmanlık da
bu ülfeti bozan, insanların bencilce davranmasını sağlayan bir duygudur. Bu duygu
kontrol altına alınmadığı takdirde fertlere, aileye, topluma ve tüm insanlığı, hatta
çevreye kaçınılmadan zarar verilmesine yol açar.

Said Nursi, düşmanlığın vaktinin bittiğini, iki büyük dünya savaşının
düşmanlığın ne kadar kötü, fena ve tahrip edici dehşetli bir zulüm olduğunu gösterdiğini
bildirmektedir. Ona göre, “düşmanlarınızın seyyiatı, tecavüz olmamak şartıyla, adavetinizi
celp etmesin. Cehennem ve azab-ı İlahî kafidir onlara.” 68 Nursi, burada
düşmanlara düşmanlık beslemenin ve onlara karşı bir mücadele bulunmanın ölçüsünün
“tecavüz” olduğunu bildirir. Ona göre, tecavüz etmeyen düşmanlarla “sulhkarane”
muamele etmek gerekir. Böyle bir ölçü olmadığı takdirde bizim dinimizden, inancımızdan
ve kültürümüzden olmayan kimselere karşı düşmanlık beslenmemesi mümkün değildir.

Ona göre muhabbet adavete zıttır ve ışık ve karanlık gibi hakiki
anlamda bir araya gelemezler. Bu yüzden hangisinin sebepleri fazla ise kalpte hakikatiyle
o bulunur, onun zıddı hakikatiyle olmaz. Örneğin adavet hakikatiyle kalpte bulunursa,
o vakit sevgi, mümaşaat (hoş geçinmek), karışmamak ve zahiren dost olmak suretine
döner. Bu ise, tecavüz etmeyen ehl-i dalalete karşı olabilir. 69 Buradan
anlaşılmaktadır ki, tecavüz etmeyen dalalet ehline karşı, yani doğru yoldan sapanlara
karşı, bir düşmanlık olması mümkündür. Ancak bu düşmanlık fiili bir tecavüze dönüşmemelidir.
Ölçüsü, Allah sevgisi olan bir insan, düşmanlıkta da ölçülü olur. Bu durumda doğru
yoldan ayrılmış olan kimselerle dostluğumuz, onlarla hoş geçinmek şekline dönüşecektir.

Nursi, konuyla ilgili yaptığı tahlillerinde, cihad-i hariciyi, şeriat-ı
garranın kesin delillerinin elmas kılıçlarına havale etmek gerektiğini bildirir.
Ona göre medenilere galip olmak, ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar
ile, zorlama ile değildir. Nursi, “biz Muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz
yok” 70 diyerek, tecavüz etmeyen kafir ve müşriklerle cihadın kılıçla,
silahla değil, ikna ile olması gerektiğini bildirmekte ve asıl olanın “insanları
sevmek” olduğuna vurgu yapmaktadır.

C) Ehl-i Kitaba Karşı Sevgi

Kur’ân’da yirmiden fazla yerde “ehl-i kitab”a hitap vardır. Bir
âyette “ehl-i İncil” tabiri, birçok âyette de “Yahudi ve Nasara” zikredilmektedir.
Bu hitaplardan Allah’ı bütünüyle inkar edenlerle, O’na şirk koşanların farklı kategoride,
ehl-i kitabın da farklı bir kategoride olduğu anlaşılmaktadır. Ehl-i kitaba farklı
bir üslupla ve ayrıca hitap edilmesinin, onların hakkı bilip gizlemeleri, bir gün
hakkı kabul etme ihtimalleri bulunduğundan dolayı olabilir. Bu yüzden onlarla ilgili
âyetlerin “ikaz” ağırlıklı olduğunu görüyoruz. Bazı ayetlerde onların niçin Allah’ın
âyetlerini inkar ettikleri 71 ve niçin hakkı bâtıl ile karıştırıp, bildikleri
halde hakkı gizledikleri 72 sorulmakta ve ikaz edilmektedirler. Kur’ân-ı
Kerîm Hazret-i Peygamberin bazı vasıflarının İncil ve Tevrat’ta olduğunu zikrediyor.
73 Kitab-ı Mukaddesle ilgili yapılan çalışmalar hâlen bu metinlerde peygamberimizle
ilgili âyetlerin tahriften mahfuz kaldığını göstermektedir. Bütün bunlar, ehl-i
kitabın peygamberimizle ilgili bildiklerini, ama âyetin de ifâde ettiği gibi bunu
gizlediklerini ifâde ediyor. Nitekim onların bu bilgilerine istinaden Kur’ân-ı Kerîm
onları doğru olan, bildikleri gerçeklere inanmaya çağırmakta, iman etmenin onlar
için daha hayırlı olacağına dikkat çekmektedir. 74

Kur’ân’ın bu temennîsinden sonra onların nasıl bir şekilde iman
etmeleri gerektiğine de işâret edilmekte; Allah’a şirk koşmamaları, Allah’tan başka
kimseye ibadet etmemeleri, Allah’ın dışındaki varlıkları “Rab” edinmemeleri istenmektedir.
75 Bu âyet-i Kerîme’nin Yahudi ve Hıristiyanların peygamberimizi tıpkı
Üzeyir ve İsa gibi Rab edinmek istediklerini açıklamalarından sonra nazil olduğu
rivâyet edilmektedir. Bu nüzul sebebine göre Razî, âyette geçen “ehl-i kitab” tabirinin
hem Hıristiyanları hem de Yahudileri kapsadığını, onlara ehl-i kitap denmesinin
de onların kalbini hoş etmek maksadıyla olduğuna dikkat çekmektedir. 76
Bunun da ötesinde Kur’ân’ın bazı âyetlerde Yahudiler ile Hıristiyanlar arasında
bile ayırım yaparak, Hıristiyanların Müslümanlara sevgi bakımından daha yakın olduğuna,
müşriklerin ve Yahudilerin de çok fazla düşman olduklarına işâret edilmektedir.
77 Zikredilen âyetin Habeşistan’a hicret eden Müslümanlara kucak açan
ve “Hazret-i Muhammed’e indirilenin Hazret-i İsa’ya indirilene benzediğini söyleyen
Habeşistan’daki Hıristiyanlar hakkında nazil olduğu rivâyet edilmektedir. 78
Bazı tefsirciler, Hıristiyanların Müslümanlara sevgi bakımından daha yakın olmasının
sebebinin, onların “dünya hırsından uzak” olmalarından kaynaklandığını, Yahudilerin
ise dünya hırsına sahip olduklarından dolayı Müslümanlara sevgi bakımından uzak
olduğunu ifade ediyorlar. 79 Bazı tefsirciler de onların içinde “ruhban
ve kıssislerin” bulunduğunu, Hıristiyan da olsalar da bunlarda kibir bulunmadığını,
bunların mütevazi olmakla birlikte Kur’an’ı dinlerken ağladıklarını, Necaşî’nin
Habeşistan’a hicret eden Müslümanlardan Ca’fer b. Ebi Talib’in Hazret-i Meryem’le
ilgili ayetleri okuduğu zaman ağlamasının bunun en güzel delilini teşkil ettiğini
söylemektedirler. 80 Buna göre Cenab-ı Allah, kendilerine sevgiyle yaklaşan
Kur’ân’ın bu tavrına karşı Habeşli Hıristiyanların sevgiyle karşılık vermesini överken,
yine bir kutsal kitaba sahip olan Yahudilerin özellikle Medine döneminde Müslümanlara
karşı düşmanca tavırlarını yermekte ve onları da Müslümanlara sevgiyle yaklaşmaya
davet etmektedir. Kur’ân’ın Yahudilerin tarih boyunca yaptıkları yanlışlıkları,
isyanları, kötülükleri zikretmesi onları kötülemek amacını gütmüyor. Aksine Kur’ân’dan
sonra gelen Yahudi topluluklarının aynı hataları işlememelerini ve bütün insanlığa
gönderilen peygamberi tanımalarını sağlama amacını güdüyor.

Kur’ân-ı Kerîm’in bir taraftan ehl-i kitabın kalbini yumuşatıcı,
okşayıcı bir üslup kullanırken, diğer taraftan mü’minleri ehl-i kitapla dostluktan
menetmesi 81 bir tezat gibi gözükmektedir. Rivâyet edildiğine göre Benî
Kaynuka Yahudileri, Müslümanlarla savaş teşebbüsünde bulunduklarında, Abdullah b.
Übey b. Selül, “ ben öyle bir adamım ki, felaketlerden korkarım, dostlarımdan vazgeçemem”
demiş, Ubade b. Samit ise peygamber (s.a.v.)’e gelerek, kendisinin Yahudilerden
pek çok dostlarının bulunduğunu ama bunların dostluklarından Allah’a ve resulüne
sığındığını, kendisinin Allah ve resulüne dostluk ettiğini bildirmiş, bunun üzerine
de ehl-i kitabı dost edinmeme ile ilgili ayet nazil olmuştur. 82 Bu nüzul
sebebi, mü’min olarak bilinen kişilerin münafıklıklarından dolayı bir savaş öncesinde
Müslümanları terk ederek Yahudilere destek olmasını anlatıyor. Âyet ise, mü’minleri
ikaz ederek bu durumlarda normal zamanlarda ne kadar dost olunursa olunsun, savaş
gibi durumlarda onlardan taraf olunmayacağını apaçık bir şekilde gösteriyor. Bu
âyetten, Yahudi ve Hıristiyanlarla hiçbir zaman dost olunmayacağı gibi bir anlam
çıkarmak Kur’ân’ın tebliğ için önerdiği sevgi dolu yaklaşımına ve âyetin bağlamına
ters düşen yorumlardır. 83

Peygamberimiz (s.a.v.)’in Mekkeli müşriklerin saldırılarına karşı
etraftaki Yahudi kabileleriyle antlaşmalar yapması, bu âyetin hükmünün barış zamanlarını
kapsamadığını göstermektedir. Ayrıca peygamberimiz (s.a.v.)’in normal şartlarda
ehl-i kitapla iyi geçindiği bilinmektedir. Nitekim Elmalılı Hamdi Yazır, “Allah’ın
bu âyetle Yahudi ve Hıristiyanlara iyilik etmekten, dostluk yapmaktan, onlara amir
olmaktan yasaklanmış ve menedilmiş değil, onları dost edinmekten, onlara yardaklık
etmekten yasaklanmışlardır” 84 diyerek, onlara savaş zamanlarında tıpkı
münafıkların yaptıkları gibi yardaklık etmekten alıkoyduğuna dikkat çekmektedir.

Barış zamanlarında mü’minlerin Yahudi ve Hıristiyanlara sevgi göstermeyecekleri
tek husus, onların “dinleri”dir. 85 Bu ifâde onların yaşayış tarzlarını
da içine almaktadır. Bu konuda yapılan bazı çağdaş tefsirlerde de, Kur’ân’daki bu
nehyin, “Yahudilik ve Hıristiyanlık” açısından olduğuna, başka dinden olan kişilerin
bazı güzel sıfat ve sanatlarının sevilmesinin âyetin yasak şumulüne girmediğine
dikkat çekilmektedir. Bu tür yorumlar, âyetin hükmünü “âmm” olarak görmemektedir.
86 Nitekim İbn Abbas bu âyetin tefsirinde “Kim bir kavmin dinine girerse
onlardandır” ifâdesini kullanmıştır. 87 Bu da gösteriyor ki, yasak edilen
dostluk, onlarla ticari, komşuluk veya ekonomik ilişkilerde dostluk, sevgi açısından
değil, sadece “din” noktasındadır. Din bakımından bir kimseye sevgi duyulmaması,
onların bir dine sahip olmalarına saygı gösterilmemesi anlamında kullanılmamaktadır.
Bu sadece onların dinlerine karşı sevgi gösterilmemesi gerektiğini ifade etmektedir.
Çünkü tahrif edilmiş bir dine sevgi göstermek, en son din olan İslam’dan yüz çevirmek
demektir.

Allah ve insanlık sevgisini ön plana çıkaran Kur’ân’ın asıl hedefi
insanlığa tevhid inancını ve ona bağlı ibâdet ve ahlâk ilkelerini sunmaktır. Bu
yüzden hiçbir din ve ırk ayrımı yapmaksızın bütün insanlara hitap etmiş, herkesi
hidâyete çağırmıştır. Bu davetten müşrikler de ehl-i kitap da nasiplerini almışlardır.
Kur’ân saldırı vaki olmadığı müddetçe bütün din mensupları ve müşriklerle iyi geçinmeyi
hedeflemiş, onlarla ticarî, ekonomik ilişkilerle komşuluk gibi insanî ilişkilerde
bulunmayı yasaklamamıştır. Çünkü Kur’ân’ın esaslarının tebliğ edilebilmesi için
bütün kesimlerle ilişkilerin sevgi ve şefkat üzerine kurulması gerekmektedir. İnsanları
etkileyen şey, Müslümanların sözleri değil, davranışlarıdır. Kur’an da Müslümanları
söylediklerinin tersini yapmamaya, dinin güzelliklerini fiil ve davranışlarla yansıtmaya
davet etmektedir. Kim olursa olsun insan olan herkese sevgi dolu yaklaşım sergilenmesi
gerekir.

1. Risale-i Nur Perspektifi

Günümüzde doğru İslâmiyet’i bize anlatan isimlerden biri olarak
Said Nursî' de bu hususta Hazret-i Peygamber ve Kur’ân'dan aldığı dersle bize aynı
güzel ölçüleri sunmaktadır. Münazarat isimli eserinde, Hıristiyanlık dinine mensup
olan Ermenilere düşman olmaya “istibdadın sebep olduğuna” işaret etmekte ve dostluğun
ölçüsünü, “Fakat mütezellilâne (alçalarak) dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi
muhafaza ederek, musafaha elini uzatmaktır” şeklinde koymaktadır.

Said Nursî bu izahlardan sonra, “Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyiniz”
âyetini, hem Kur’ân'ın hükmüne uygun, hem de Hazret-i Peygamber’in tatbikatına muvafık
bir şekilde şöyle açıklığa kavuşturur:

“Demek bu nehiy, yahudiyet ve nasraniyet olan ayineleri hasebiyledir.
Hem de bir adam zâtı için sevilmez; belki muhabbet sıfat veya sanatı içindir. Öyleyse
her bir Müslüman’ın her bir sıfatı Müslüman olması lazım olmadığı gibi, her bir
kâfirin dahi bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lazım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman
olan bir sıfatı veya bir sanatı istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın?
Ehl-i kitaptan bir haremin (eşin) olsa elbette seveceksin.”

Burada Said Nursî, dostluk ve düşmanlık kavramlarına yeni anlamlar
kazandırarak, elh-i kitaba karşı nasıl davranılacağını tespit etmektedir. Buna göre,
ehl-i kitapla “din” dostluğu değil, “sıfat ve sanat” dostluğu âyetin nehyinin şümulüne
girmemektedir. Elbette bir ehl-i kitabın dinine muhabbet duymak, imanın zaafiyetini
gösterir. Ama onların meselâ “doğruluk” gibi sıfatlarına sevgi beslenebilir, teknolojileri
hoş karşılanabilir, işbirliğine gidilerek onlardan istifade edilebilir. Bunlar,
Kur’ân'ın kastettiği “dostluk” kavramının içine girmemektedir. Nitekim ehl-i kitap
hanımlarla evlenmenin caiz olması, Müslüman erkeklerin o hanımların kadınlığa mahsus
şefkatlerini ve insanî yönlerini, güzelliklerini ve mallarını sevmenin caiz olduğu
hükmünü ortaya çıkarmaktadır.

Said Nursî, bu âyetin nehyinin, “âmm” değil “mutlak” olduğunu, mutlakın
ise kayıt altına alınabileceğini belirterek, “Delil katîü'l-metin olduğu gibi katîü'd-delalet
olmak gerektir” demek suretiyle, zamanın büyük bir müfessir olduğuna, kaydını izhar
ettiği zaman itiraz edilemeyeceğine dikkat çekmektedir.

Said Nursî, zamanın bu âyet-i kerimeyi nasıl tefsir ettiğini de
açıklamaktadır. Ona göre, Asr-ı Saadet’te büyük bir dinî inkılap meydana geldi.
Bu inkılap bütün zihinleri din noktasına çevirdiğinden, sahabeler bütün sevgi ve
düşmanlığı o noktada toplayarak sevgi veya düşmanlık beslerlerdi. Bundan dolayı
gayrimüslimlere muhabbetten “nifak” kokusu geliyordu.

Bu zamanda ise, acib bir dünyevî ve medenî inkılap vücuda gelmiştir.
Bütün zihinleri zabteden ve bütün akılları meşgul eden medeniyet, terakki ve dünya
noktasıdır. Onların ekserisi dinlerine o kadar da bağlı değillerdir. Bu sebeple,
onlara dost olmak, medeniyet ve terakkilerini güzel görüp almaktır ve her dünya
saadetinin esası olan asayişi muhafazadır. Said Nursî'ye göre bu çerçevede bir dostluk
katiyyen nehy-i Kur’ânîde dahil değildir.

Bediüzzaman'ın asrın idrakine uygun bu isabetli tefsiri, günümüz
Müslümanlarını büyük bir sıkıntıdan kurtarmaktadır. O, teknolojinin dinsizlikle
veya din dostluğu ile bir alâkası olmayacağı gerçeğinin altını çizerken, bunu da
bir âyete dayandırmaktadır.

İşte Kur’ân'dan çıkan bu prensipler, Müslümanların ehl-i kitaba
hoşgörülü olmasının çerçevesini de çizmektedir. Kaldı ki, Bediüzzaman, dinsizliğin,
zındıkanın yaygınlaştığı bir zamanda Hıristiyanların dindar ruhanîleri ile dinsizliğe
karşı “ittifak” edilmesini de zarurî görmekte, bunu da bir hadis-i şerife dayandırarak
söylemektedir.

Sonuç

Sevgi sosyal yönü ağır basan bir kavramdır. Seven insan, sevgi objesi
olarak sadece kendi zatını seçerse bu, sevginin narsizme dönüşmesi anlamına gelir.
Sevginin sadece bir millete, bir ırka odaklanması da ırksal narsisizmdir. Halbuki
sevgi, insanın kendisinin ve başkalarının manevi ve maddi tekamüllerine sebep olması
gereken bir duygudur. Sevgi, diğergamlığı, dayanışmayı, karşılıklı yardımı, işbirliğini,
iyi komşuluğu gerektirir. İşte bir sevgi dini olan İslam dini, hem insanlık sevgisini,
hem de müminler arasındaki sevgiyi ön plana çıkararak bütün insanları sevgi potası
içinde eritmek istemektedir. Said Nursi, sevgi konusunu ele alırken, İslam’ın bu
genel prensibinden hareket eder. Ona göre sevgide asıl olan şey, Allah sevgisidir.
Allah’a inanan ve onu isim ve sıfatlarını tanıyarak seven bir insan, diğer insanları
da insanlık ya da din kardeşliği çerçevesi içinde sever ve sevmelidir. Ona göre
düşmanlık şahıslara değil, sıfatlaradır. Müslüman olmayanlarla ortada bir tecavüz
olmadığı sürece silahla cihada lüzum yoktur. Onlara delil ve ikna ile yaklaşmak
gerekir. İnançsız olmak, ya da başka bir dine mensup olmak bir saldırı söz konusu
değilse, sıfat ve sanat dostluğu kurulmasına hiçbir zaman engel değildir. İslamiyet
böyle bir sevgi ve dostluğu da yasaklamaz. Nursi’nin Kur’an perspektifi ile yapığı
yorumlardan anlaşıldığına göre, müminler, sevgiye sevgi, düşmanlığa düşmanlık; şahıslara
değil, sıfatlara, cehalet, fakirlik ve nifaka karşı düşmanlık besledikleri takdirde
hem Müslüman toplumlarla hem kendi aralarındaki münasebetlerinde, hem de Müslüman
olmayanlarla ilişkilerinde sevgiyi esas almış olurlar. Bu da insanların mutlu ve
huzurlu bir şekilde yaşamalarına sebep olur.

Öz

Sevgi, sosyal yönü ağır basan bir kavramdır. Seven insan, sevgisinin
objesi olarak sadece kendi zatını seçerse bu, sevginin narsisizme dönüşmesi anlamına
gelir. Sevgi, önce insanın kendisine yönelmekle birlikte, onu aşmaya ve başka insanları
ve diğer varlıkları sevmeye yöneldiği zaman bir mânâ kazanır. Bu yüzden sevgi ile
ilgili yapılan çalışmalarda, sevginin bu toplumsal ve sosyal yönüne vurgu yapılır.
Bu tebliğde insan sevgisinin toplumsal hastalıkların reçetesi olduğu tezi işlenecektir.
Bunun için öncelikle sevginin toplumsal yönü ile ilgili tarifler ele alınacak, devamında
Kur’an’ın sevgi anlayışının toplumun çeşitli katmanlarına yansıması Risale-i Nur
perspektifinden değerlendirilecektir.

Anahtar Kelimeler: Sevgi, kardeşlik sevgisi, iman kardeşliği,
bağışlama, düşmanlık, cemaatler, ehl-i kitap

Abstract

Love is a concept social aspect of which is extremely strong. If
a human chooses only himself/herself as the object of his/her love, a transition
from love to narcissism occurs. Love gains meaning only when it aims to reach beyond
the lover and makes him/her love also other people and beings – though it would
be directed to the subject himself/herself at the first place. Hence, in the studies
of love, more emphasis is put on this societal and social aspect of it. In this
declaration, the main thesis is that possessing love for human beings is the recipe
for the societal diseases. To discuss this idea, firstly the descriptions concerning
the societal aspect of love will be dealt with; which is going to be followed by
the assessment of the reflections of Quran's understanding of love on different
layers of the society from Risale-i Nur's perspective.

Keywords: Love, love of brotherhood, brotherhood of faith, forgiveness,
antagonism, communities, People of the Book

Dipnotlar

1. Peck, Scott, Az Seçilen Yol, çev: Rengin Özer, Akaşa
Yayınları, İstanbul, 1998, s.81.

2. Sorokin, Pitirim,”Özgeci Sevgi”, Aşkın Anotomisi,
çev: Mehmet Harmancı, Say Yayınları, İstanbul, 1996, s.221-233.

3. D’arcy, M:C,”Sevginin Ruhu ve Yüreği”, Aşkın Anotomisi,
s.236.

4. From, Erich, “Üretici Sevgi”, Aşkın Anotomisi, s.160-161.

5. From Erich,a.g.e,s.161-162.

6. Kur’an’da kardeşlik ile ilgili ayetler için bkz: Abdülbaki,
Muhammed Fuad , Mu’cemu’l-Müfehres li Elfazi’l-Kur’ani’l-Kerim, İstanbul,
1984. s. 23-25

7. Hucurat,49/13.

8. Fussilet, 41/ 34

9. Zemahşerî, Keşşâf, IV, 205

10. Alu İmran, 3: 134

11. Tevbe,9/60.

12. Buscaglıa, Birbirimizi Sevebilmek, s.108. Yazar aynı
eserinin aynı sayfasında konuyla alakalı olarak Dr. Jampolsky’nin şu sözünü aktarıyor:
“ Bağışlama, yanlış kavramlarımızı düzeltme aracıdır. Öbür kişileri ve kendimizi
başka bir şeyle değil, yalnızca sevgiyle görmemize izin verir.” Yazara göre bağışlamak,
yapılan hataları unutmaktır. Bağışlar ama, incindiğimizi, gücendiğimizi ve duygusal
yönden kırıldığımızı belleğimizden çıkaramazsak bu kırgınlıklarına gölgesinde gerçek
bağışlama oluşamaz. Ona göre bağışlama ve unutmama hakkında, “Bir baltayı toprağa
gömüp sapını dışarıda bırakmak” tabiri kullanılmaktadır. Buscaglıa, a.g.e.,s.112.

13. Furkan, 25/ 72

14. Nisa, 4/116 Ayrıca Allah’ın affediciliği ile ilgili olarak
bkz: Bakara, 2: 187; Alu İmran, 3: 152; Maide, 5: 95

15. Teğabün, 64/ 14

16. Şura, 42/37

17. Şura, 42/40

18. Bakara, 2/237

19. Maide, 5/12-13

20. Beydavî, Envarü’t-Tenzil ve Esraru’t-Tevil, II, 201.

21. Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili,
İstanbul, Zehraveyn, tarihsiz, III, 185-186

22. Buhârî, Edeb, 57; feraiz 2; Müslim, birr, 23; Tirmizi, birr,
24

23. Nisa,4/36.

24. İbnu Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, I,604. Ayrıca
Zemahşeri de, yakın komşuyu , neseben yakın kimse olarak, uzak komşuyu da “ecnebi”
olarak tefsir etmektedir. Zemahşeri, el Keşşaf, I, 541.

25. Buharî, Edeb, 29; Müslim, İman, 73

26. Müslim, İman, 73.

27. Müslim, İman, 74.

28. Müslim, İman, 75.

29. Maide, 5/ 32

30. peygamberimizin Müslümanların dışındaki insanlarla münasebetleri
için bkz: Şibli, Mevlana, Asr-ı Saadet, çev: Ömer Rıza Doğrul,Toker Matbabası,
İstanbul, 1974, II, 111-117.

31. Tirmizi, Sıfatü’l-Kıyame, 59.

32. Hucurat, 49/10

33. Maide, 5/54

34. Fetih, 48/ 29

35. Taha, 20/44

36. Hücurat, 49/ 6

37. Hücurat, 49/9-11

38. Hücurat, 49/ 12

39. Tirmizî, Hudud, 3

40. Tirmizî, Birr, 36

41. Tirmizî, Zühd, 54

42. Mümtehine, 60/ 7-9

43. Nursi, Said, Hutbe-i Şamiye, s.46.

44. Nursi, Said, Mektubat, s.254-255.

45. Nursi, Hutbe-i Şamiye, s.82.

46. Nursi, Bediüzzaman Said, İhlas ve Uhuvvet Risalesi, Yeni
Aysa Neşriyat, İstanbul, 1999, s.21.

47 Nursi, İhlas ve Uhuvvet Risalesi, s.67.

48. Nursi, Hutbe-i Şamiye, s.82.

49. Firuzâbâdì, , Kamusu’l-Muhit, “ve-la” maddesi, s.
1732.

50. Isfahânî, Mu’cem, “ve-la” maddesi, s. 570.

51. Bakara: 2/ 257.

52. Zemahşerî, Keşşaf, Beyrut, I, 332.

53. Bu konudaki ayette şöyle denmektedir: “ Sema ve arzın mülkünün
Allah’a ait olduğunu, Allah’tan başka size ‘veli’ ve ‘nasir’in olmadığını bilmez
misiniz?” Bakara: 2/ 107.

54. Nisa: 4/ 144.

55. Nisa: 4/ 136, 137, 138.

56. Nisa: 4/ 139.

57. Nisa: 4/ 141-143.

58. Beydâvî, Envarü’t-Tenzil, Haşiyetü Şeyh Zâde kenarında,
II, 178.Alusî, Ruhu’l-Maânî, X, (28. Cüz), 65.

59. En’âm: 6/ 68.

60. Peygamberimiz Müşriklerle münasebetleri hususunda geniş
bilgi için bkz: Kapar, M.Ali, Hz. Muhammed’in Müşriklerle Münasebetleri,
Esra Yayınları, İst., 1993.

61. Nursi, Said, Sözler, s.321.


62

62. Rum,30/21.

63. Nursi, Sözler, s.321.

64. Nursi, Sözler, s.321.

65. Hz. Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm buyurdular ki: “Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için
buğzetmektir.”
Ebu Davud, Sünnet 3, (4599).

66. Buhari, Edeb 27; Müslim, Birr 66,

67. Nursi, Said, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul,
2000, s.45.

68. Nursi, Said, Hutbe-i Şamiye, s.45.

69. Nursi, Said, Hutbe-i Şamiye, s.46

70 Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 73.

71. Alu İmran: 3/ 70.

72. Alu İmran: 3/ 71.

73. Fetih: 49/ 29.

74. Alu İmran: 3/ 110.

75. Alu İmran: 3/ 64.

76. Razi, Tefsîrü’l-Kebîr, VIII, 85-86.

77. Mâide: 5/ 82.

78. Vahidî, Esbabü’Nüzuli’l-Kur’ân, Beyrut, 1990, s.
205-206.

79. Şeyh Zâde, Haşiyetü Şeyh Zâde, II, 228.

80. Zemahşerî, Keşşaf, I, 701.

81. Konuyla ilgili âyette şöyle buyrulmaktadır:”Ey iman edenler!
Yahudi ve Hıristiyanları “evliya” edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin evliyasıdırlar.
Sizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır. Şüphesiz Allah zâlim olan bir
toplumu hidâyete erdirmez
Mâide: 5/ 51.

82. Suyutî, Celalaleddin, Esbabü’n-Nüzul, Celaleyn Tefsiri
kenarında, İst, tsz, s. 145.; Vahidî, a.g.e., s. 200-201.

83. Beydavî, Envarü’t-Tenzil, Haşiyetü Şeyh Zâde kenarında,
III, 218.; Zemahşerî, Keşşaf, I, 675-676.; es-Sabunî, Saffetü’t-Tefasir,
I, 349.Ehl-i Kitabla İlgili yapılan çalışmalarda da onlarla dostluğun yasak edilmesinin
“antlaşma yapmaya engel olmadığı” bildirilmektedir. Bkz. Ulutürk, Veli, Kur’ân’da
Ehl-i Kitab,
İnsan Yayınları, İst., 1996, s. 60-63. İslam’ın Ehl-i kitaba tanıdığı
haklar hakkında ayrıca bkz: Kaya, Remzi, K. Kerim’e göre Ehl-i Kitab ve İslam,
Altın Kalem Yayınları, Ankara, 1994, s.249-270. Peygamberimizin s.a.v.in ehl-i kitab
ile münasebetleri için bkz: Şibli, Asr-ı Saadet, II, 117-118.

84. Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, III, 265-266.

85. Alusî, Ruhu’l-Maânì, , II, (Beşinci Cüz), 157.

86. Nursî, Bediüzzaman, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat,
İst., 1991, s.70-71.Said Nursî konumuzla ilgili ayeti tefsir ederken, asr-ı
saadet ile günümüzü mukayese etmekte, arada büyük farklar olduğunu belirtmektedir.
Ona göre Asr-ı saadette meydana gelen inkılap zihinleri sadece “din” noktasına topladığından,
bütün sevgiler ve düşmanlıklar yalnızca din noktasında olmaktaydı. Bundan dolayı
da gayr-i müslimlere muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Ona göre bu zamanda acib
bir dünyevî ve medenî inkılab meydana gelmiştir. Bütün zihinleri zapteden ve bütün
akılları meşgul eden, “medeniyet, terakkî ve dünya” noktasıdır. Bu sebeble onlarla
dost olmak, medeniyet ve terakkilerini güzel görüp almaktır. Ona göre bu çerçevedeki
dostluk Kur’ân’ın yasaklasında dahil değildir.

87. İbnu Abbas, Sahifetü Ali b. Ebi Talha (Tefsir-u
İbn-i Abbas
), s. 181.