Two Different Approaches in the Formation of
Islamic Civilization: Equivalence and Fondness
of Appearance

Arapça bir kelime olan medeniyet, “şehir” anlamına gelen medîne keli-mesinden türetilmiştir. Medeni kelimesi ise “şehre mensup olan, şehirli” mana¬sına gelir. Batı dillerinde medeniyet anlamında kullanılan civilisation kelimesi de Latince’de şehirli anlamına gelen civilis kelimesinden türetilmiştir. Netice itibariyle gerek Arapçada, gerekse Latincede kök anlamı itibariyle medeniyet; şehirlilik, şehirli yaşam tarzı anlamına gelir.

Günümüzde medeniyet terimi, esas itibariyle üç ayrı anlamda kullanıl¬maktadır:

a) Gündelik dildeki “medeni insan” ifadesinde olduğu gibi başkalarına karşı görgülü davranma konusunda insana kendini kontrol etme yeteneği veren kural ve değerler bütünüdür.

b) Gelişmiş olarak kabul edilen toplumu, gelişmemiş sayılan toplumlardan ayıran özelliklerdir. Bu anlamıyla medeniyet, insanlığın ulaştığı birikim ve gelişmişlik düzeyini ifade ettiği gibi, bu düzeyin Batılı toplumlarca kayde¬dildiği telakkisiyle zaman zaman modern Batı medeniyetiyle özdeş anlamda kullanılmaktadır.

c) Ortak özellikler gösteren sosyal gruplar veya bunların bütünüdür. Bu kullanımda bütün medeniyetler tarihî anlamda olmasa bile felsefi anlam¬da birbirinin çağdaşı kabul edilir ve böylece incelenir. Eski Mısır medeniyeti, İslâm medeniyeti, Hint medeniyeti, Ortaçağ Hıristiyan medeniyeti gibi kulla¬nımlar bu üçüncü anlamı ifade etmektedir.

Bediüzzaman, medeniyet kavramını daha ziyade “dünyada, insanlar ve gruplararası münasebetleri düzenleyen değerler bütünü, değerler sistemi” an¬lamında kullanır. İslâm medeniyeti, insanlar arasındaki münasebetleri, İslâm dininin değerler sistemine göre düzenler. Bu değerler sistemine göre İslâm me-deniyetinin temel istinat noktası kuvvet değil, haktır. Gayesi menfaat değil, fazilet ve rıza-i İlahî’dir. Hayat kanunu cidal ve kavga değil, yardımlaşmadır. Toplumlararasındaki ilişki, ırkçılık temeli üzerine değil, dinî, sınıfi ve vatani rabıtalar üzerine kurulur. Bu rabıtalar da kişinin, nefsi heveslerine engel olup, ruhunu manevi alanda yükseltmeye ve en yüksek kemal derecesine çıkarmaya sevk eder.

Hakkın gereği ittifak etmektir. Faziletin gereği yardımlaşmadır. Yar¬dımlaşmanın gereği, herkesin birbirinin imdadına kulak vermesi ve yardımına koşmasıdır. Dinin gereği İslâm kardeşliğini gerçekleştirmektir. Nefsi gemle¬mekle bağlamak ve ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın gereği ise dünya ve ahiret saadetidir. Bu sistem İlahî’dir; âdildir; ruh ve bedeni birlikte kuşatır ve inanmayanlara da dünyada rahat ve huzuru temin eder.

İslâm medeniyetinin temel dinamikleri hak, fazilet, yardımlaşma, dinî, sınıfi ve vatani rabıtalar olmakla birlikte, bu genel prensiplerin uygulamasında farklılıklar olabilir. Bediüzzaman, bu konuda iki tür yaklaşımın olduğunu ifade eder: Tevazün ve zahirperestlik. Bediüzzaman’a göre tevazün; ölçülü bir şekil-de zaruret halini dikkate alarak detaylı bir araştırma sonucunda İslâmi hüküm¬leri tatbik etmektir. Zahirperestlik ise; ölçüsüz, lafzın sadece literal anlamını esas alarak uygulama yapmaktır. Muvazenesiz, zahirperestâne hareket, çıkılmaz bir yola sapmaktır. Bediüzzaman’a göre İslâm medeniyetinin güzelliği, ancak İslâm ahkâmını tevazün yoluyla uygulama neticesinde orta çıkacaktır. Teva¬zün yolunun iki şartı vardır. Birincisi, zaruret hallerini dikkate almaktır. Ancak, bunu yaparken de aşırı gitmemek, bu konuda mutedil bir yol izlemek gerekir. İkincisi ise müdakkik olmak, yani detaylı bir araştırma sonucunda hükümleri uygulamaktır. Detaylı bir araştırma, hükmün tatbik edilmesi halinde kendisi¬ne yüklenen amacı gerçekleştirip gerçekleştirmeyeceğini açığa çıkarır. Bir hü¬küm, ancak kendisine yüklenen amacı gerçekleştirecekse uygulanmalıdır. Fakat tatbiki halinde amacının zıddına bazı durumlar ortaya çıkacaksa bu hükmün tatbik edilmesi doğru olmaz. İşte bu durumda zaruret hali ortaya çıkmış olur.

Bediüzzaman’ın konuyu açıklamak için verdiği örnekleri orijinal ifade¬leriyle ortaya koymak istiyoruz:

a. Bediüzzaman, şahısların hatalarından kaynaklanın bütün sıkıntılara rağmen, meşrutiyetin eskiden var olan padişah hakimiyetinden daha iyi oldu¬ğunu savunur ve bu konuda şöyle der:

“Bunu da cidden söylüyorum: Eğer meşveret şeriattan bir parmak mü¬farakat ederse (ayrılırsa), eski hal yüz arşın ayrılmıştır.

Sual: Neden?

Cevap: Bir ince teli, rüzgâr her tarafa çevirebilir. Fakat içtima ve ittihat ile hâsıl olan hablü’l-metîn (sağlam ip) ve urvetü’l-vüskâ (kopmaz ve sağlam kulp) değme şeylerle tezelzül etmez (sarsılmaz). İcmâ-ı ümmet, şeriatta bir delîl-i yakînîdir (kesin delildir). Rey-i cumhûr (çoğunluğun görüşü), şeriatta bir esastır. Meyelân-ı âmme (insanların çoğunun bir şeye meyletmesi, çoğunluk tarafından bir şeyin iyi karşılanması) şeriatta muteber ve muhteremdir.

İşte bakınız: Eski padişahların iradesini, Ermeni rüzgârı ve ecnebi hava¬sı veya vehmin vesvesesi esmekle çevirebilirdi. O da, sükûta rüşvet-i mâneviye olarak, birçok ahkâm-ı şeriatı feda ediyordu. Şimdi kapı açıldı; fakat, tama¬mı ileride (açılacaktır). Üç yüz ârâ-i mütekâbile (karşılıklı görüş) ve efkâr-ı mütehâlife (birbirine zıd fikir), hak ve maslahattan başka bir şey ile musalaha etmez (anlaşmaz) veya sükût etmezler (susmazlar). Hak ve maslahat ise, şeriat¬ta esastır. Fakat, İnne’d-darûrâti tübîhu’l-mahzûrât (Zaruretler haramları mubah kılar) kâide-i şer’iyesince bazen haram bildiğimiz şey, ilcâ-i zarûretle (zaruretin zorlamasıyla) vâcib olur. Taaffün etmiş (kokmuş, kangren olmuş) parmak kesi¬lir; tâ el kesilmesin. Selâmet-i millet, cevher-i hayata tevakkuf etse, vermekten tevakkuf edilmez; nasıl ki, edilmedi. (Milletin selâmette olması nihai olarak bizzat hayatının varlığına bağlı olacaksa, bazı fedakârlıkların yapılmasından çe¬kinilmez. Nitekim meşrutiyetin kabuliyle birlikte zaruret esasına dayanan bazı fedakârlıklar kabul edilmiştir.) Dünyada en acib, en garibi, ruhunu iftiharla selâmet-i millete feda edenlerden, bazen garazında menfaat-i cüz’iye-i guru¬riyesinde buhl (cimrilik) eder, vermiyor. (Dünyada en çok hayret edilecek kişi¬ler, milletin selameti uğruna hayatlarını iftiharla feda etmekten çekinmezken, gururlarına dokunduğu için kendi şahsi ve küçük menfaatlerini feda etmekte cimrilik edenlerdir.)

Demek şeriatı isteyenler iki kısımdır: Biri, muvazene ile (ölçülü ve dengeli bir şekilde) zarureti nazara alarak, müdakkikâne (detaylı bir araştır¬ma sonucunda) meşrutiyeti şeriata tatbik etmek istiyor. Diğer de, muvazenesiz, zâhirperestâne, çıkılmaz bir yola sapıyor.”

Bu ifadelerde görüldüğü üzere Bediüzzaman, zaruret hallerini dikkate almadan İslâm ahkâmını uygulamaya kalkışan kişiyi ölçüsüz, dengesiz, zahire ve görünüşe saplanan bir kişi olarak görmektedir ki bu kişinin yolu da çıkmaz sokaktır.

b. Zaruret hali gereğince Ermenilerin vâli ve idareci olmaları gerekir.

“İşte me’muriyet filcümle (kısmen) ve askerlik bilcümle (tamamen) biz¬de olduğu için, servetimizi israf eline verip neslimizi etrafa saçıp zayi ettik. Eğer öyle gitse idi, biz de elden giderdik. İşte onların asker olması, zarurete yakın bir maslahat-ı mürseledir. Hem de mecburuz. Mesâlih-i mürsele ise, İmâm-ı Mâlik mezhebinde bir illet-i şer’iyye olabilir.

S – Şimdi Ermeniler kaymakam ve vâli oluyorlar, nasıl olur?

C – Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi… Zira meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa; kay¬makam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-i müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farzediniz ki, me’muriyet bir nevi riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-i müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik et¬tiğimiz vakitte; millet-i İslâmiyeden aktâr-ı âlemde üç yüz bin adamın riyase¬tine yol açılıyor. Biri zâyi edip, bini kazanan zarar etmez.

S – Şerîatın bazı ahkamı, meselâ vâlilerin vazifelerine taallûku var.

C – Bundan sonra bizzarure hilâfeti temsil eden Meşîhât-ı İslâmiyye ve diyânet dairesi; hem âlî (yüksek), hem mukaddes, hem ayrı, hem nezzâre (gözetici) olacaktır. Şimdi hâkim, şahıs değil efkâr-ı âmme olduğu için, onun nev’inden şahs-ı mânevî bir fetvâ emîni ister.” “İşte şu hâkimin fetva emîni, Meşihatta mezâhib-i erbaadan (dört mezhepten) kırk – elli ulemâ-i muhakkik (araştırmacı alim) bir meclis-i mebusân-ı ilmiye (seçilmiş bir ilmî meclis) teş¬kiliyle şahs-ı manevîleri, öteki şahs-ı mânevîye fetva eminlik edecektir. Yoksa, hâkim ve müftü bir cinsten olmazsa, birbirinin lisanını anlamazlar. Zira şahs-ı vâhid (tek kişi) şahs-ı mânevîyi kandıramaz ve tenvîr edemez.”

c. Mağlub İslâm milletleri zaruret prensibini kullanmak mecburiyetin¬dedirler.

Bediüzzaman, esaretten sonra İstanbul’a gelir ve Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye azalığına tayin edilir. Bu görevlendirmeden sonra yazdığı Sünuhat adlı risalesinde Birinci Dünya Harbi’nden sonraki İslâm dünyasını şöyle tasvir eder:

“İşte Hind, düşman zannederek, halbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor.

İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs bîçare vâlideleri olduğunu “ba’de harabi’l-Basra” anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar.

İşte Arab, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor.

İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vaveylâ ediyor.

İşte âlem-i İslâm, bayraktar olduğu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, vâlide gibi saçlarını çekip âh-u fizar ediyor.

Milyonlarca ehl-i İslâm, hayr-ı mahz (mutlak hayır) olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek (yolculuğa çıkmak) yerine, şerr-i mahz (mutlak şer) olan düş¬man bayrağı altında dünyada uzun seyahatler ettirildi.”

Bu sözlerin arkasından Bediüzzaman, Arapça olarak şu ifadeyi kulla¬nıyor: “Fa’tebirû: Kemâ enne’d-darûrâti tübîhu’l-mahzûrâti; kezâlike, tüsehhilü’l-müşkilât.” Yani “Bundan ibret alınız: Zaruretler, haram olan şeyleri mubah kıldığı gibi, zor ve çetin olan şeylerde de kolaylık sağlar.” İslâm milletlerinin dağınıklığından sonra bu ifadeyi kullanmakla, ister istemez bundan sonra siyasi ve idari konularda zaruret hükümlerine göre hareket etmek mecburiyetinde olduklarını anlatmaya çalışır.

Bediüzzaman, idarî ve siyasî konularda zaruret hükümlerinin uygu¬lanmasını muvazeneli bir İslâm anlayışının gereği olarak görmekle birlikte, aynı konularda dış müdahalelerle bazı fetvaların verilmesini hoş karşılamamış, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye azalığı yaptığı sırada bu konularda taviz verilme¬sine taraftar olmamıştır. Tarihçe-i Hayatı’nda bu konu şöyle ifade edilmiştir: “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’de demir gibi dayandı. Ecnebî tesirâtı, Dârü’l-Hikmet’i kendine âlet edemedi. Yanlış fetvâlara karşı, pervâsızca mücadele etti.”

Mağlub milletlere zaruret hükümlerini galipler dayatmamalı, mağluplar bunları kendileri takdir etmelidir.

Netice itibariyle, “Ruh-ı meşrutiyet, şeriattandır; hayatı da ondandır. Fakat ilcâ-i zaruretle (zaruretin zorlamasıyla) teferruat (hükümlerde farklılık) olabilir, muvakkaten muhalif (aykırı) düşsün. Hem de, her ne hâl ki, meşruti¬yet zamanında vücuda gelir; meşrutiyetten neş’et etmesi lazım gelmez. Hem de hangi şey vardır ki, bütün ahvali şeriata muvafık olsun; hangi adam var ki, bütün ahvali şeriata mutabık olsun. Öyle ise bir şahs-ı mânevî olan hükümet dahi masum olamaz; ancak Eflâtûn-i İlâhî’nin Medine-i fâzıla-i hayaliyesinde masum olabilir. Lâkin, meşrutiyet ile suistimalâtın ekser yolları münset (kapalı) olur: istibdatta ise açıktır.”

Özet

Bediüzzaman, medeniyet kavramını “dünyada, insanlar ve gruplararası münasebetleri düzenleyen değerler bütünü, değerler sistemi” anlamında kulla¬nır. İslâm medeniyeti, insanlar arasındaki münasebetleri, İslâm dininin değerler sistemine göre düzenler. Bu bağlamda, İslâm medeniyetinin temel dinamikleri hak, fazilet, yardımlaşma, dinî, sınıfi ve vatani rabıtalar olmakla birlikte, bu ge¬nel prensiplerin uygulamasında farklılıklar olabilir. Bediüzzaman, bu konuda iki tür yaklaşımın olduğunu ifade eder: Tevazün ve zahirperestlik. Bu yazıda, İslam medeniyetinin inşasında bu iki farklı yaklaşım ele alınmaktadır.

Anahtar Kelimeler

İslam medeniyeti, tevazün, zahirperestlik, zaruret

Abstract:

Bediuzzaman uses the concept of civilization in the sense of “a system of values organizing the relationships between individuals and groups in the world.” The Islamic civilization bases the arrangement of relationships bet¬ween human beings on the value system of Islam. In this context while the fundamental dynamics of the Islamic civilization are righteousness, virtuosity, cooperation, relations pertaining to religion, class and homeland, there may be variations in the practice of these principles. Bediuzzaman states two different approaches in this context; equivalence and fondness of appearance. This paper deals with these two different approaches to the Islamic civilization.

Key Words:

Islamic civilization, equivalence, fondness of appearance, necessity