Views of Bediuzzaman on Nationalism, Kurdism an
Turkism on The Scales of Justice, Recognition an Denial

Milliyetçilik, son iki yüzyıla ve özellikle Osmanlının son dönemine damgasını vurmuş bir kavramdır. Aslında dünya tarihinin en kanlı iki sava¬şının başlamasının temelinde başka sebepler zahiren görünse de asıl olarak milliyetçiliktir. Osmanlının dağılmasının altında da milliyetçilik dalgaları yatmaktadır. Türkiye Cumhuriyetinin laiklikle beraber temel argümanla¬rından en önemlisi de görünür hayattan silinmek istenen dinin yerine kon¬maya çalışılan milliyetçiliktir. Türk milliyetçiliği… “Din yok, milliyet var” sözü bu konuyu en kısa şekilde özetlemektedir. Said Nursî buna şu kısa cümle ile değinmektedir. “İslâmiyet yerine milliyet esaslarının konulması…”

Osmanlının son dönemini, Cumhuriyetin kuruluşunu ve çok partili ha¬yatı yaşayan ve etkisi günümüzde de en canlı şekilde devam eden kişilerin başında Said Nursî gelmektedir. Bu araştırmada Said Nursî’nin gerek Os¬manlı dönemindeki yazıları ve faaliyetlerinde, gerekse daha sonra Risale-i Nur ismini verdiği külliyatında ve ömrü boyunca uğradığı mahkemelerde verdiği müdafaalarda yer verdiği milliyetçilik hakkındaki görüşlerini ele al¬dık.

Bu araştırmada öncelikle Said Nursî ve eserlerinden bir konuyu araştı¬rırken kısaca nelere dikkat edilmesi gerektiği üzerinde duruldu. Daha sonra adalet, tearüf ve tenakür kavramlarının Risale-i Nur’da ve Said Nursî’nin paradigmasında nasıl yer edindiği incelendi ve özellikle adl isminin tecellisi olan adalet kavramının projeksiyonu ile olaylara ve kâinata bakışı araştırıldı. Özellikle milliyetçilik ve unsuriyet; yani ırkçılık konusunun yer aldığı âyet-i kerimede geçen temel Kur’ânî kavramlar olan “arefe” kökünden türemiş olan “tearüf” kavramının ve bu kavramın zıddı olan “tenakür” kelimesi¬nin ölçüsü ile Kur’ânî bir bakışın Risale-i Nur’a nasıl yansıdığı araştırıldı. Bu çerçevede Said Nursî’nin genel olarak milliyetçiliğe nasıl baktığı; adalet terazisinde Türkler, Araplar, Kürtler ve Ermenileri nasıl değerlendirdiği ve tavsif ettiği Risale-i Nur metinleri ile ortaya kondu.

Milliyetçiliğin Risale-i Nur’daki görüntüsü veya Said Nursî’nin milli¬yetçiliğe bakışını araştıranların bazen farklı sonuçlara vardıkları görülmek¬tedir. Bunun sebebi her araştırmacının, Risale-i Nur’a ya da Said Nursî’ye muhatap olurken veya bir konuyu araştırırken “Said Nursî bu konuda ne düşünüyor?” yaklaşımından önce belli bir fikre sahip olup, bu düşünceleri¬ni Risalelerden veya Said Nursî’den teyit ettirmek isteğidir. Bundan dolayı araştırmacıların kendi paradigmalarına göre farklı görüntüler ortaya çıka¬bilmektedir. Risale-i Nur’a muhatap olurken çocuk safiyetinin kirlenmemiş berraklığı ile bakılmadığı zaman değişik ve çelişkili görüşlerin ve yorumla¬rın ortaya çıktığı görülmektedir. Bu aslında tüm araştırmacıların önündeki en büyük engeldir. Çocuklar her şeyi sorgulayan, ama hiçbir peşin ve ön fikri olmayan bir safiyettedirler.

Özellikle Said Nursî’nin Osmanlı ve daha sonra Cumhuriyet dönemi ile çok partili hayata geçildikten sonra yazdığı eserlerdeki zaman bağlamını kuramayanlar ya da kurmak istemeyenler, kendi kafalarındaki ön kabulle¬rine Risale-i Nur’dan deliller aramaya başladıkları zaman, sanki risalelerde Bediüzzaman’ın söylemlerinde çelişkiler varmış gibi bir sonuca ulaşabilirler. Bu durumda, Risalelerin ruhuna uygun olmayan ve bağlamından koparıl¬mış bazı cümleleri ile müellifin genel düşüncesinin tersi bir durum ortaya çıkmaktadır.

Bediüzzaman’ın milliyetçiliğe ve özelde Kürtlere ve Kürtlüğe, Türklere ve Türklüğe, Araplara ve Araplığa ve nihayet Ermenilere bakışını araştı¬ran pek çok kişinin yazıları okununca çocuk saflık ve temizliği ile “acaba Said Nursî bu konuda gerçekten ne düşünüyor veya bu konu aslında Said Nursî’nin penceresinden nasıl görünüyor?” diye bakanlar Risalelerin metni¬ne sadık ve risalelerin genel haritasına uygun olarak hakperestane çıkarım¬larda bulunmaktadırlar.

Fakat Risale-i Nur’a bir bütün olarak bakmayanlar ya da bakamayanlar, bir gavvas ve hakikati araştıran bir seyyah gibi aylarca risalelerin sayfala¬rında gezinmeyenler, körün fili tarif etmesi gibi Risale-i Nur’dan sadece okuduğu birkaç parça veya risalelerden derlenmiş bir başka araştırmacının makalesi ile iktifa edenler elbette tam anlamıyla Risale-i Nurun ruh harita¬sını anlayamayacaklardır.

Bediüzzaman’ın hayatı, Osmanlı dönemindeki makale ve yazıları ve yaptıkları ile Cumhuriyet dönemindeki hayatı ve yazdığı külliyat meydan¬da olmasına rağmen maalesef değişik kesimlerden özellikle milliyetçilik ve Kürt olgusu etrafında birbirine uymayan çok değişik görüşler serdedilmiş ve edilmeye devam etmektedir. Bu görüş sahiplerinin bir kısmı laik Kema¬list çevreler ve Türkçü kesimlerdir. Diğer kesim solcu laik Kürtler ile dindar Kürt milliyetçileridir. Bu ilk iki kesim bir kısmı dışarıdan Risalelere ve Said Nursî’ye bakan kişi ve gruplardır.

İçerden bakanlar da homojen tek bir bakış açısına sahip değiller. Bunlar Said Nursî’yi ve Risale-i Nur’u çok iyi bilmelerine rağmen bazen Türk eği¬tim sisteminin paradigması ile risalelere bakabilmekte, milliyetçi (Türkçü veya Kürtçü) olmadıkları halde bilmeden milliyetçiliğin tesiri altına gire-bilmektedirler.

Bu kesimlerin aralarında temelde çok büyük görüş farkları olmasa da, özellikle söz konusu milliyetçilik veya Kürt meselesi olunca ezberlenmiş doğruların peşinden gidenler aslında farkında olmadan Risale-i Nur’da olmayanı varmış gibi yeni fikirler üretmektedirler. Ya da tersi bir durum risalelerin metninde olup da bilerek veya farkında olmayarak atlanan konu¬larda da bir kesim metinlere bakma sıkıntısı yaşamaktadır. Mesela, yıllarca risalelerle hem hal olan pek çok Nurcu, Said Nursî’nin ilk Kürt alfabesini yazan Mutkili Halil Hayali’yi bu faaliyeti için övdüğünü bilmez. Aksine Kürt alfabesini yazanların ırkçı olduğu algısı pek çok kimsede vardır. Yine başka bir örnek, metne inme becerisini gösteremeyen pek çok kişi, Said Nursî’nin “ana dil” hakkındaki görüşlerini Risale-i Nur’u yıllarca okuduğu halde fark etmemiştir.

Risale-i Nur’u kendi istediği şekilde anlamak isteyen bir başka kesim de Türk İslâm-Kürt İslâm kesimleridir. Bunlar aslında Risale-i Nur ve Said Nursî’ye bağlı olduklarını iddia etmelerine rağmen, kendi kabulleri olan Kürtlük ve Türklük üzerinden risaleleri okudukları ve Risalelerden kendi beklentilerini araştırdıkları için yer yer bağlamından koparılmış cümle veya sözlerle Risalelerin genel anlam haritasına aykırı çıkarımlara gidebilmek¬tedirler. Sistemin hâkim gücü olan Laik Kemalistler ile Türkçüler Said Nursînin Kürtçü olduğunu söylemektedirler. Aynı iddiayı bir başka açı¬dan bakan Kürt İslâm sentezcileri diyebileceğimiz kesimler de ileri sür¬mektedirler. Türkçüler Said Nursî’yi itham etmek için, Kürtçüler de Said Nursî’nin aslında Kürt davası güttüğünü, temel davasının Kürtlük olduğu¬nu, Osmanlı dönemindeki yazı ve makaleleri göstererek ileri sürmektedir¬ler. Fakat bu her iki kesim de önce bir fikre sahip oluyorlar, sonra bu fikir ve iddialarını Risalelerin bağlamından koparılmış ve risalelerin genel çer-çevesinden koparılmış bir şekilde düşüncelerine bir delil olarak sunuyorlar.

Bir söz veya cümlenin bağlamından koparılması halinde her yorumda kullanılabileceği bilinen bir gerçektir. Risalelerden bir konuyu araştırırken, konuyu Risale-i Nur’un genel fikir haritası ve tarihî bağlamından koparıl¬maması gerekir. “Kim söylemiş, kime söylemiş, ne zaman ve hangi makam¬da söylenmiş” gibi bir sözün tartılması için gereken en az bir araştırmayı bile yapmadan, metne sadık olmadan yapılan yorumlar araştırmacıyı baş¬ka mecralara götürür. Bu konudan muzdarip olan bir kısım araştırmacılar konu üzerinde derinlikli çalışmalar yapmışlardır.

Teârüf ve Tenâkür Penceresinden Milliyetçilik

Bu çalışma, Risale-i Nur’da değişik dönemlerde kullanılan “milliyet” kavramı ile bu bağlamda Risalelerde geçen Türkler, Kürtler, Araplar, Er¬meniler gibi Osmanlıyı oluşturan büyük topluluklara Said Nursî’nin nasıl baktığını adalet, tearüf, tenakür kavramları terazisinde tartabilmek dene¬mesidir.

Kur’ân-ı Kerim’de etnik unsurların millet ve kavimlerin münasebetini düzenleyen âyet-i kerimenin tefsirini yapan Said Nursî, önce âyetin kısa bir mealini verir. Mealde bu âyetin şifresi hükmünde olan iki kavrama dikkat çeker en başta. İşte âyetin kısa meali şöyledir:

“Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi ta¬nımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bi¬lesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir.” (Hucurat Sûresi, 49:13)

“…Demek, kabâil ve tavâife inkısam, şu âyetin ilân ettiği gibi, teârüf içindir, teâvün içindir; tenâkür için değil, tehâsum için değildir.” diyen ve bu kısa mealden sonra milliyetçiliğin zararlarını anlatan Said Nursî, öncel¬likle menfi milliyet şeklini ele alır ve menfi milliyetin çok öz bir tanımını yapar. “…Fikr-i milliyet iki kısımdır:

Bir kısmı menfidir, şeâmetlidir, zararlıdır. Başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adâvetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhasamet ve keşmekeşe sebeptir…”

Daha sonra ırkçılık ve unsuriyet içermeyen içtimaî münasebetlere de müsbet milliyet ismini vermektedir. Burada dikkat edilmesi gereken Said Nursî’nin müsbet milliyetçilik diye bir fikir veya düşünce önermediğidir. Çünkü o milliyetçiliği unsuriyet anlamında kullanmakta ve ona “frengi il¬leti,” “mabut ittihaz edilen enaniyeti milliye” şeklinde bakmaktadır. Do¬layısıyla milliyetçiliği müsbet veya menfi diye ikiye ayırmamış, sadece “…Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dahilîsinden ileri geliyor. Teâvüne, tesanüde sebeptir; menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur. Şu müsbet fikr-i mil¬liyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kale olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun ye¬rine ikame etmek, aynı kalenin taşlarını kalenin içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nevinden ahmakâne bir cinayettir.” diyerek milliyet fikrinin sosyal bir realite olarak nasıl kullanılması gerekti¬ğine dikkat çekmektedir.

Aslında Said Nursî âyet-i kerimenin kendisi tarafından verilen çok kısa mealinde geçen kelimelerin şifreleri açıldığında, milliyetçiliğin neden men¬fi olduğu, unsuriyet ya da ırkçılık sayıldığı veya hangi tür davranışın menfi milliyetçilik, ırkçılık olduğu görülür. Sözkonusu şifreler “tearüf “ (tanışma, tanıma kabul etme) ve “tenakür” (Görmezden gelme, inkâr etme) kelime¬leridir. Adalet kavramı ile beraber bu kelimelerden oluşan kavram şifreleri milliyetçilik konusunun mihenk taşlarıdır. Taarüf ve tenakür kelimelerine geçmeden önce Risale-i Nur’un temelini oluşturan Adl isminin etimolo¬jisine bakmakta yarar vardır. (Kur’ân-ı Kerim’in dört temel konusundan birisi adalet ve ibadettir)

“Adl” kökünden türeyen adalet kelimesi; bir şeyi yerli yerine koyma, taşı gediğine koymak, teraziyi, ölçüyü düzeltmek, iki şeyi birbirine müsavi kılmak, eşitlemek, yükü dengelemek, kemiyette, keyfiyette ve münasebette iki şeyin ortasını bulmak, mutedil, zulmün karşıtı bir kelime olarak çoğun¬lukla “Hak” ile eşanlamlı olarak kullanılır. Zulüm ise, adl kelimesinin zıddı olarak, haddi aşmak, bir şeyin yerli yerinde olmaması, dengede olmaması, karanlık ve ışığın gitmesi, kısaca “gadr ve insafsızlık” demektir. Her şeyin yerli yerinde olması adalettir. Bu açıdan adalet, taşın tam gediğine konul¬ması veya gediğinde olması halidir. Tarafsızlık, her hak sahibine hakkının verilmesi, haksızlığın hukukla ortadan kaldırılmasıdır.

İşte Esma–i Hüsna’dan olan ve dualarında zikrettiği altı esmadan biri olan “adl” isminin penceresinden kâinatı okuyan ve aynı okumayı içtimaî meselelere de uygulayan Said Nursî, yukarıdaki âyet-i kerimeyi bu ismin ölçüleri ışığında okuyarak, adl isminin tecellisini insan topluluklarının bir birleri ile olan münasebetlerini düzenlerken de temel dayanak noktası ola¬rak görülmesini bütün eserlerinde ve kendi hayatında da göstermiştir. Bütün söyledikleri ve yazdıklarını adl isminin terazisi ile yazmış ve ay¬nen yaşamıştır. Bediüzzaman kendi etnik kimliğini ya da doğduğu coğ¬rafyayı tanımlarken, Kürtlerden, Türklerden, Araplardan ve Ermenilerden bahsederken, göze çarpan ve dikkat edilen en önemli nokta adl isminin tecellisidir. Yaptıkları ve yazdıkları taşı gediğine koymaktır, hakka riayettir. Dengeyi ve muadeleyi sağlamaya yöneliktir. Meseleyi adilane bir tespittir. Aşağıda risalelerin değişik yerlerinde Said Nursî’nin Kürt, Türk, Arap ve diğer etnik unsurlardan bahsettiği yerlerden vereceğimiz metin örneklerin¬de bunu göreceğiz.

Ancak Risale-i Nur’da ve Said Nursî’nin fikir dünyasında onun milliyet¬çiliğe, ırkçılığa bakışını anlayabilmek için yukarıdaki âyet-i kerimede geçen “arefe, tearüf” ve “nekire, tenakür” ve şifre kelimelerin kökünde İslâmî ir¬şad ve tebliğ dünyamıza akseden “ma’ruf ve münker” kelimelerinin etimo-lojisine bakmakta yarar vardır. Aslında bu iki kelimenin köküne indiğimiz zaman da göreceğiz ki, Kur’ân-ı Kerim’in yukarda bahsi geçen âyetinde milliyetçilik veya ırkçılık çok açık bir şekilde tarif edilmiştir. Ve elbette ki Kur’ân’ı en büyük rehber ve mürşit edinen Said Nursî’nin de başka bir pa¬radigma ile meseleye bakması düşünülemez ve vukuat da Said Nursî’nin Kur’ân-ı Kerim’i kendisine gerçek anlamda rehber edindiğidir.

Tearüf: Arapçada arefe kökünden türeyen bu kelimenin bir şeyi bilmek, tanımak, farkında olmak, keşfetmek, bir şeyin olduğunu kabul etmek, birini bütün duyguları ile idrak etmek, bir şeyi itiraf etmek, onu ikrar etmek gibi müspet anlamlar yüklenen bir kelime olarak, Türkçede de pek çok kullanı¬mı vardır. Arefe kökünden türeyen bütün kelimeler karşıdakini belirsiz yani nekre olan bilinmeyen bir varlığı bilinir yapmaktır. Maarif bundan türemiş¬tir. Bilinmeyenleri bilerek öğrenmek. Karşıdaki nesneyi, insanı veya toplu¬luğu münker yani bilinmeyen meçhul bir şey olmaktan, bilinen ve kendisi ile o şekilde tanışılması gereken bir varlık haline getirmeye yarayan idraktir. Kur’ân-ı Kerim’deki bu kelime ırkçılığı ve ırkçılığın yuvası olan milliyetçi¬liği tedavi eden ilâçtır. Ayrıca bu kelimeyi mihenk taşı yaparak hangi dav¬ranışın reddedildiği ortaya konulabilir. Aynı şekilde bu mihenk taşı, hangi davranışın unsuriyetçilik, ırkçılık ve milliyetçilik olduğuna dair bizlere çok sağlam ve net bir ölçü ortaya koymaktadır.

Said Nursî âyet-i kerimenin çok kısa bir anlamını risalelerde âyetin hemen altında verirken, “arefe” kelimesinin zıddı olan “nekr” kelimesin¬den türeyen “münker” yani “tenakür” kelimesini nazarımıza vermektedir. Kur’ân bize “tearefü” emri ile karşıdakinin varlığını kabul etmeyi, tanımayı ve tanışmayı emretmektedir. Birisi ile tanışabilmeniz için karşınızda bi¬rinin olması gerekir. Onun varlığını, vücudunu, kimliğini, ismini, cismini görmeniz ve kabul etmeniz gerekir. Yoksa görmediğiniz, görmezden gel¬diğiniz, varlığını ve vücudunu kabul etmediğiniz birisi ve birileri ile nasıl tanışacaksınız? Toplumların kabile ve milletlerin birbirlerine yapacakları en büyük kötülük birbirlerinin varlıklarına saygılı olmamaları, birbirleri¬ni red etmeleri ve yutmakla beslenmeleri; yani asimilasyondur. Kişilerarası ilişkilerde de en büyük işkence bir kimsenin varlığının yok farz edilmesi; yani varlığının görmezden gelinmesidir.

“Psikoloji bilimi tarihinin önemli isimlerinden olan William James, “Bir insana verilecek en korkunç ceza, onun varlığını kabul etmemektir. Örne¬ğin, varsayalım ki, bir insan topluma bırakılıyor ve o toplumun hiçbir üyesi tarafından fark edilmiyor. Bu kişi bir yere girdiğinde hiç kimse kafasını kal¬dırıp bakmıyor, cevap vermiyor, yaptığı hiçbir işe aldırmıyor, kısacası, sanki o hiç yokmuş gibi davranıyor… Bu durumda olan kişinin içinde öyle bir kız¬gınlık ve çaresizlik ortaya çıkacaktır ki, en vahşice bedensel işkenceler bile böyle bir duruma oranla bir iç rahatlığı gibi görülecektir. Çünkü bedensel işkence yapan, ne kadar kötülük yaparsa yapsın, yine de bizim varlığımızı kabul ediyor demektir.”

İşte âyet-i kerimede Allah “tearüf” emri ile birbirlerinin varlığını kabul eden iki tarafın kendileri olarak birbirleri ile tanışmalarını, birbirlerini ta¬nımalarını ve kabul etmelerini emretmektedir.

Âyet-i kerimede geçen tearefü, birbirinizi tanıyınız, tanışınız demektir. Tanışmak için ilk önce karşımızda birisinin veya birilerinin olması gere¬kir. Varlığını kabul etmek onun kişiliğini, şahsiyetini hissederek tanımaktır. Daha sonra varlığı kabul edilen kişi veya kişiler ile iletişime geçilir. Önce varlığını kabul etmek, yani tanımak daha sonra iletişime geçerek tanışmak gelir. Kur’ân-ı Kerim’de “tearefü, tanışınız” diye emredilenler; milletler, ka¬bileler, sosyal taifeler ve gruplardır. Öncelikle kısım kısım ayrılan bu taife ve kabilelerin kavim ve milletlerin birbirlerinin varlıklarını tanımaları, yani kabul etmeleri gerekir. İçtimai münasebetlerin teavünle (yardımlaşma) ile sonuçlanması, tehasuma yani düşmanlığa gitmememsi için öncelikle her¬kesin kendini tanımlayarak, kendi farkına vararak, diğerini de tanıyıp onun farkına varması ve varlığını kabul ederek tanışması ile olur.

Aslında âyet-i kerimede en çok göze çarpan fakat adalet terazisinde belirleyici olan tearüf üzerinde gereğince durulmamıştır. Tearüfün sadece iki kişinin tanışmasından ibaret olduğu sathiyeti ile konu geçiştirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’deki kavramlardan” tearüf”ün” madem ki, içtimaî hayatın münasebetlerini düzenlemek için gerekli olduğu bilinmektedir. Öyle ise bu nasıl olacaktır?

Allah’ın yarattığı insanların farklı renk ve dillerde olması, her millet ve kabilenin değişik isimler ve kimlik alması, Kur’ân’da yadırganmak bir yana, Allah’ın âyetleri olarak zikredilmiştir. Öyle ise Arab’a Arap denecek, Kürd’e Kürt denecek ve Türk’e Türk denecektir. Bunu söylemek bir unsuriyet heve¬si veya hamiyeti ile değil, sosyal hayat içinde kendini tanımak ve tanıtmak ve diğer kavim ve milletlerle münasebet kurmak açısından zaruridir.

Biraz sonra değinileceği gibi hangi davranışın menfi milliyetçilik ya da unsuriyetçilik ve ırkçılık olduğunu Said Nursî Kur’ân’dan aldığı şifrelerle çok net bir şekilde önümüze sermiştir.

Başkasını red ve inkâr eden, başka unsurları yutmakla beslenen, asimi¬le etmek isteyen, başka bir kavmin varlığını tanımayan davranışlar ırkçılık yani milliyetçiliktir. Bu menfi milliyetçiliğin en yakıcı tarafı her hangi bir kavim veya milleti “tenakür” inkâr ederek, yani nekre haline getirerek (Nekre, Arap dilbilgisinde nesnenin belirsizlik halidir. Yani belirsiz nesne ve kelimeye nekre denir.) o kavmin varlığını görmezden gelerek, varlığını inkâr etmektir. Bırakın bir kavim veya milleti, bir tek insanın bile gör¬mezden gelinmesi sosyal hayatta en büyük işkencelerden daha ağır olarak nitelendirilmiştir.

Said Nursî’nin tearefü (Tanışınız) emrinin zıddı olarak ‘vela tenakerü’ü (Birbirinizi inkar etmeyin) yani “Yekdiğerinize karşı inkârla yabanî baka¬sınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir.” diye açıklar. Burada kullanılan tenakür kelimesi “nekere” kökünden türemiş olup, “arafe”nin zıddı olarak, “Bir şeyi bilmemek, bir şeyden haberdar olmamak, bir şeyi inkâr etmek, kabul etmemek,” bir şeyi gizlemek, saklamak, bir şeyi beğenmemek, kabul etmemek, tanımamak, bir şeyi inkar etmek, yadsımak, bilmezden gelmek, reddetmek, beğenmemek, uygun görmemek, görmezden gelmek, bir şeye uzak /yabancı olmak, kaba ters davranmak, kabullenmemek, bir şeyi bilme¬mek, bir şeyin farkında olmamak, bir şeyi bilmezden gelmek, hiç sevme¬mek, iğrenmek anlamlarına gelir.

Risale-i Nur’da geçen bu kavramların ışığında milliyetçiliğe bakışı şu şekilde formüle etmek mümkündür.

Tearüf, kavim ve kabile ya da unsurları birbirini kabul etmeye, tanıma¬ya tanışmaya ve teavüne götürür. Bunun temelini adalet oluşturur. Bu bir emr-i maruftur. Emredilen, istenen bir emir, yani iştir. Buna İslami litera¬türde “emr-i bi’l-ma’ruf”denir.

Tenakür ise, milletlerin, kavimlerin ya da unsurların birbirlerini in¬kar etmelerini, o da tehasumu yani düşmanlığı netice verir. Bunun temelini zulüm oluşturur. Bu münker bir fiildir, nehyedilmiştir. Buna da “nehy-i ani’l-münker” denir.

Kur’ân’ın temel kavramlarını milliyetçilik bahsinin geçtiği ayeti keri¬mede kullanılış amacına göre tefsir eden Said Nursî’nin tüm hayat seyri ve gerek Osmanlı döneminde, gerekse Cumhuriyet döneminde yazdıkları ve mahkeme müdafaalarında temel görüşü “ma’rufu emr etmek” ve “münkeri nehyetmek”tir. Bunları risalelerde ve mahkeme müdafaalarında çok net bir şekilde görmek mümkündür.

Şimdi bu temel düşünceler ışığında Said Nursî’nin Osmanlı döneminde ve cumhuriyet döneminde ırkçılığa, milliyetçiliğe, Türklere, Kürtlere, Arap¬lara ve Ermenilere nasıl baktığını Risale-i Nur’dan metinlerle bağlamları ile kısaca değerlendirelim. Bediüzzaman, bu kavramları adalet terazinde tartmakta ve taşı gediğine koymakta, haklıya hakkını veren bir anlayışla ve adalet terzisi ile değerlendirmektedir.

Milliyetçilik, Unsuriyet

Bediüzzaman gerek ilk eserlerinde gerekse 1919 yılında telif etti¬ği “Rüyada Bir Hitabe”de şeriatın şu medeniyeti neden reddettiğine dair soruyu cevaplandırırken, reddedilen medeniyetin menfi esaslarını sayar ve bunlardan birisini “ ..kitleler mabeynindeki rabıtası aheri yutmakla besle¬nen unsuriyet ve menfi milliyettir….” diyerek belirtir. Bununla ırkçılığı ve onun başka bir görüntüsü olan menfi milliyetçiliği, “ başkasını yutmakla beslenen” milliyetçilik olarak tarif eder.

Daha sonra gerek 12. Söz’de, gerekse milliyetçiliğin tanımının yapıldığı bütün eserlerinde benzer şekilde unsuriyet ve menfi milliyetçilik bu şekilde tanımlamaktadır.

Mesnevi-i Nuriye’de ise hadisi şeriflerde reddedilen ırkçılık manasın¬daki “ Asabiyet-i cahiliye” yi “…birbirine tesanüt edip yardım eden gaflet, dalâlet, riyâ ve zulmetten mürekkep bir mâcundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti mâbud ittihaz ediyorlar.” diyerek tanımlar. Ayrıca Said Nursî, unsuriyet ve menfi milliyetçilik fikrini şaraba ve Frengi illetine benzetmek¬tedir. Yine Mektubat’ta “Milletin selameti için her şey feda edilir” düstu¬runu milliyetin gaddarane bir düsturu olarak niteler. Bu fikrin yansıması biz çok yabancı gelmiyor. “Devletin bekası söz konusu devlet olunca gerisi teferruattır” yaklaşımıyla bu gaddarane prensibin bir çok zulme alet edildiği bu topraklarda da görülmüştür.

Aslında menfi milliyete dair aşağıdaki cümleler Said Nursî’nin milli¬yetçiliğe, unsuriyet ve ırkçılığa nasıl yaklaştığını çok açık bir şekilde açık¬lamaktadır. Menfi milliyet: “menfidir, şeâmetlidir, zararlıdır. Başkasını yut¬makla beslenir, diğerlerine adâvetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhasamet ve keşmekeşe sebeptir.”

Said Nursî Milliyet kavramını kullandığında hemen akabinde milliyet¬ten kasdının “İslâm milleti” veya “İslâm milliyeti” ya da “Kudsî İslâm Mil¬leti” olduğunu ortaya koymuştur.

Milliyetçilikten kastının “İslâm milliyeti” olduğunu şu şekilde belirtir. Münazarat’ta mealen “Meşrutiyette milletin hakim olacağını ve meşruti¬yetin sağladığı hürriyet sayesinde insanlığın esası olan ve insanı insan ya¬pan özellik olan cüz-i ihtiyarinin ortaya çıkacağını, böylece herkesin fikrine başvurulması anlamına gelen meşveret ve meşveretin içinden de milliyetin görüneceğini, milliyetin içinden de İslâmiyet’in ışıklanacağını belirtir ve şöyle devam eder “Milliyetimizin ruhu İslâmiyet’tir”

Aslında Said Nursî, aşağıda açıklanacağı gibi, Kürt olmasına rağmen Türklerin meziyetlerini saymaktan, onların tarihte İslâm kavimlerinin için¬deki yerlerini belirtmekten çekinmemiştir. Tereddüt etmeden Türkleri en güzel şekilde, tearüf ve adl isminin gereği olarak, olduğu gibi anlatmış, hak¬lıya hakkını vermekten çekinmemiştir. Aynı şekilde Osmanlı döneminde “Kürd” mahlasını kullanmasına rağmen, hem Türk milliyetçilerinden, hem de Kürt milliyetçilerinden kaçtığını, onları tanımadığını, onların mesleğine yakın olmaktan Allah’a sığındığını açıkça ve defalarca yazmıştır. Aşağıdaki ifadeleri bunun en açık delilidir.

“…Ey bedbaht mülhid! Ben felillâhilhamd Müslümanım. Her zaman¬da kudsî milletimin üç yüz elli milyon efradı vardır. Böyle ebedî bir uhuvve¬ti tesis eden ve dualarıyla bana yardım eden ve içinde Kürtlerin ekseriyet-i mutlakası bulunan üç yüz elli milyon kardeşi, unsuriyet ve menfi milliyet fikrine feda etmek ve o mübarek hadsiz kardeşlere bedel, Kürt namını ta¬şıyan ve Kürt unsurundan addedilen mahdut birkaç dinsiz veya mezhepsiz bir mesleğe girenleri kazanmaktan yüz bin defa istiâze ediyorum.”

“…Eğer hamiyet-i milliye bunlardan ibaretse ve terakki ve saadet-i ha¬yatiye bu ise, evet, sen böyle Türkçü isen ve böyle milliyetperver isen, ben o Türkçülükten kaçıyorum; sen de benden kaçabilirsin. Eğer zerre miktar hamiyet ve şuurun ve insafın varsa, şimdiki taksimata bak, cevap ver.”

Görüldüğü gibi Said Nursî, önce Kürt ırkçılarından, diğer ifadede de Türk ırkçılarından nasıl uzak durduğunu ve kaçtığını ve bunların yeri¬ne 350 milyon Müslümanı kardeş bildiğini belirtmekte ve sürekli “İslâm “Milleti”ne vurgu yapmaktadır.

Özet

Milliyetçilik, son iki yüzyıla ve özellikle Osmanlının son dönemine damgasını vurmuş bir kavramdır. Osmanlının son dönemini, Cumhuri¬yetin kuruluşunu ve çok partili hayatı yaşayan ve etkisi günümüzde de en canlı şekilde devam eden kişilerin başında gelen Said Nursî de çeşitli ma¬kalelerinde milliyetçilikle ilgili tartışmalara katılmıştır. Bu araştırmada Said Nursî’nin Osmanlı’nın son dönemi dahil olmak üzere çeşitli dönemlerde ortaya koyduğu milliyetçilik hakkındaki görüşleri ele alınmaktadır.

Anahtar Kelimeler

Milliyet, milliyetçilik, ırkçılık, tearüf, tenakür, adalet

Abstract

Nationalism is a concept that has left its mark on the last two centuries and especially on the late period of the Ottomans. Said Nursi, one of the leading persons who have lived throughout the late period of the Ottoman state, the founding of the Republic and the multiparty period, and whose influence still continues today in a vivid way, attended discussions on nationalism in several of his essays. In this research we study the views concerning nationality put forward by Bediuzzaman in various periods.

Key Words

Nationality, nationalism, racialism, recognition, denial, justice