Brotherhood in Âdemiyet, İbrahimiyet,
Muhammediyet

8. Risale-i Nur Kongresi

Kapanış Oturumu

“İnsanlık ve Dünya Barışı için

Said Nursî’nin Milliyet Anlayışı”

Paneli

Ben, bu konuşmamda merhum Said Nursî’nin uhuvvet anlayışından bah¬sedeceğim ve bunun milliyetçilikle alâkası üzerinde duracağım. Ve buradan hareketle bu anlayıştan “Günümüzde farklılıkların yönetimi noktasında nasıl istifade edilebilir?” sorusuna cevap arayacağım. Merhum Bediüzzaman Said Nursî, milliyetçiliğin çok kuvvetli bir akım olduğunun farkındadır. Bu yüz¬den tamamen karşı çıkmıyor. Müsbet ve menfi olmak üzere milliyet düşün¬cesini ikiyi ayırıyor. Menfi milliyetçilik tefrikaya, hasede, çatışmaya, ihtilâfa götüren bir milliyetçilik anlayışıdır. Müsbet millet anlayışı ise kardeşliğe gö¬türen bir anlayışı temsil eder.

Öncelikle “Uhuvvet nedir?” sorusuna cevap arayalım. Yani milliyetçiliğin mukabili uhuvvet ise, uhuvvet nedir? Said Nursî uhuvvetten neyi anlıyor? Bunu özetlemeye çalışacağım. Bu açıdan baktığımızda mertebeli bir uhuvvet anlayışı görmekteyiz. Ben bunu şu şekilde ifade ettim: Âdemiyette uhuv-vet, İbrahimiyette uhuvvet, Ahmediyette veya Muhammediyette uhuvvet. Bediüzzaman’ın eserlerini incelediğimizde bu üç uhuvvetin var olduğunu görebiliriz. Fakat bu şekilde açık bir tarzda formüle edilerek ifade edilme¬miştir.

Milliyetçilik 19. yüzyılın bir kurgusudur ve aslında çok da objektif bir temeli olmayan bir kavramdır. Fakat 19. yüzyılda siyasî ihtilâf haritaları çizi¬lirken dinî kimlikler yerine, alternatif, daha seküler şekilde tanımlanabilecek bir kimlik üretilmesi ve ihtilâf hatlarının buna göre çizilmesi gerekiyordu. Tabiî, önce Avrupa’da lâikleşme sürecinde, daha sonra da bütün dünyada bu bir akım olarak yaygınlaştı. Yalnız günümüzde bunun zararları iki asır bo¬yunca tecrübe ve müşahade edildikten sonra, artık günümüzde alternatif bir arayışa gidildi. Özellikle milliyetçiliğin anavatanı olan Avrupa’da artık ulus devleti yerine Avrupa Birliği gibi daha farklı bir yapılanmaya doğru gidiliyor. Ve ulus devletin en kutsal unsurları olan millî hâkimiyet, millî para, vs. şeyler terk ediliyor. Onun yerine Avrupa kimliği, Avrupa birliği, Avrupa kültürü, Avrupa medeniyeti anlayışı ikame edilmeye çalışılıyor.

Üstad Said Nursî de bu problemli anlayışın farkında. Bu problemlere eser¬lerinde dikkat çekmiştir ve insanları bunlara karşı uyandırmıştır. Günümüz¬de uluslar arası ilişkilerde bir analiz ünitesi olarak medeniyetler arası ilişkiler, uluslar arası ilişkiler yerine ikame edilmeye çalışılıyor. Bu yönde bir akım var. Çünkü ulus devlet yavaş yavaş geri plana itilecekse artık onun yerine yeni bir kavram ikame edilmesi lâzım. O da medeniyet kavramı olacak gibi… Bu is¬tikamette bir gidiş söz konusu. İslâm’ın anlayışı da buna benzer bir anlayıştır. Milletler arası ilişki şeklinde tanımlanmıştır. Burada “millet” de din anlamına gelmektedir. Zaten millet kelimesi Arapçada “din” anlamında kullanılmıştır. Bir dinin mensupları kendi içinde bir millet olarak kabul edilmiştir. Ve o mil¬letlerin oluşturduğu sisteme de “millet sistemi” denilmiştir. Buradaki millet yerine “medeniyet”i de kullanabiliriz. Hıristiyan milliyeti yerine Hıristiyan medeniyeti, Yahudî milleti yerine Yahudî medeniyeti diyebiliriz. Dolayısıyla milletler sistemini, meselâ Osmanlı milletler sistemini Osmanlı medeniyet-ler sistemi diye de tercüme edebiliriz, günümüze taşıyabiliriz.

İslâmî yaklaşıma göre İslâm hak medeniyettir. Ancak tek medeniyet değildir. Her ne kadar biz kendi medeniyetimizle gurur duysak dahi başka medeniyetleri yok saymamışızdır. Onlara da varlık hakkını vermişizdir. Bu yaklaşımın temelinde “Âdemiyette uhuvvet” anlayışı vardır. Kur’ân-ı Kerîm’e baktığımızda, ki Üstad Said Nursî de müteaddit yerlerde buna dikkat çek¬mektedir. Kur’ân’da Allah u Teala benî âdemi mükerrem kıldığını ifade et¬miştir. “Biz insanoğlunu, âdem oğlunu mükerrem kıldık, yani ona çok ik¬ramlarda bulunduk!” buyrulmaktadır. Aynı şekilde insanın en mükemmel şekilde yaratıldığı da ifade edilmiştir. Bu Âdemiyette uhuvvete geleneksel terminolojimizde “uhuvvet-i fi’ttîn” denmektedir. Yani topraktan gelmiş olmakta kardeşlik… Ki âdeta toprak bizim anamız babamızdır. Topraktan yaratıldığımızdan dolayı buna “uhuvvet-i fi’ttîn” deniliyor. Bunun mukabili “uhuvvet-i fiddîn,” yani dinde kardeşlik. Buna sadece bir örnek vermek is¬tiyorum. Âdemiyette kardeşliğin en güzel örneği İslâm tarihinde Hindistan modelidir. Çünkü Hindistan’da Babürşahlar yönetimi altında Müslümanlar Hinduları ve Budistleri yönetmişlerdir. Nasıl Endülüs’te ehl-i kitaba haklar verilmişse onlara da haklarını vermişlerdir. Orada Âdemiyet modeline dayalı bir millet sistemi, çok medeniyetli bir toplum kurulmuştur. Ve İslâm’ın, İslâm hukukunun, İslâm ahlâkının farklılıkları nasıl yöneteceğinin örneği orada so¬mut bir şekilde ifade edilmiştir.

İkinci uhuvvet seviyesi “İbrahimiyette uhuvvet”tir. Malum Hz. Peygam¬ber (asm) Hz. İbrahim’in soyundan gelmektedir. Hz. Musa ve Hz. İsa da Hz. İbrahim’in soyundan gelmektedir. Hz. İbrahim ebu’l-enbiyadır. Peygamber¬lerin babası… Çoğunuz biliyordur; çocukken bize “Hangi millettensin?” diye sorarlardı. Cevabında da “İbrahim milletindenim” diye öğretirlerdi. Yani he¬pimiz İbrahim milletindeniz. İşte bu açıdan baktığımızda bir İbrahimiyette uhuvvet söz konusudur. Ve ehl-i kitap olan Hristiyanlar ve Yahudîler İslâm’a daha yakın dinler olduğundan onlarla ilişkilerimiz Âdemiyet kardeşliğine dayalı insanlardan biraz daha farklıdır. Onların kadınları ile evlenilebilir, kestikleri yenilebilir. Ama Hinduların, Mecusîlerin, Budistlerin kadınları ile evlenilmez, kestikleri yenmez. Bunun en güzel örneği de Endülüs ve İstanbul uygulamasıdır. Malum İstanbul’da halife, Rum patriği, Ermeni patriği ve ha¬hambaşı beraber yaşıyorlardı. İstanbul Osmanlılar tarafından âdeta İbrahimî dinlerin merkezi hâline getirilmişti. Bu da gayet güzel bir tarihî model ortaya koymaktadır. Endülüs modeli, o malum zaten… Ama bence İstanbul modeli Endülüs modelini daha aşmış bir model olarak tarihe geçmiştir.

Kardeşliğin üçüncü seviyesi ‘Ahmediyette veya Muhammediyette uhuvvet’tir. Hz. Muhammed’in (asm) ümmeti olmaktan gelen bir uhuvvet. Üstad Said Nursî buna İslâmiyet milleti diyor. Millet-i İslâm dediğimiz İslâm dinine mensubiyetten kaynaklanıyor. Günümüzdeki kültür milliyetçiliği de bu anlayışı benimsemektedir. Irkî veya etnik temele dayalı milliyetçilikle bu anlayış uyuşmaz. Ama kültür milliyetçiliği dediğimiz belli bir kültürü, bel¬li değerleri paylaşan insanların bir millet olduğunu kabul eden anlayışla bu örtüşmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de birçok âyet Müslümanların kardeş oldu¬ğunu belirtmektedir. Ve Hz. Peygamberin birçok hadisi bunu belirtmektedir. Risale-i Nur’da da bunlara dikkat çekilmektedir. Müslümanlar arasındaki uhuvvet de iki seviyede olur. Bir umumî uhuvvet; yani şu anda bir buçuk milyar Müslüman var, bunların hepsi kardeştir. Bir de hususî uhuvvet vardır. Hususî uhuvvet de Muhacir ve Ensar arasında Medine’de ilk dönemde tesis edilen uhuvvettir. Bu uhuvvet her ne kadar resmen ilga edilmiş olsa dahi bazı insanlar bu uhuvveti devam ettirme gayreti içerisinde olmuşlardır. Bu uhuv¬vetin temeli hukukî olarak sınırları belirlenmiş olan genel uhuvvetten daha fazla fedakârlık ve isar gerektiren bir yaklaşım içermektedir.

İşte görüldüğü gibi İslâmiyet’in üç katmanlı bir uhuvvet anlayışı vardır. Âdemiyette uhuvvet, İbrahimiyette uhuvvet ve Ahmediyette uhuvvet şeklin¬de… Şimdi buradan şöyle bir soru gelebilir: “Yani biz kafirlerle kardeş miyiz?” Evet, işte Âdemiyet noktasında onlarla kardeşiz. Bu “Biz onların yaptıkları her şeyi onaylayacağız” mânâsına gelmemektedir. Bizim yaklaşımımıza göre kötü insan yoktur. Kötü huy vardır. Kötü davranış vardır. Kötü, yanlış inanç vardır. Bu kötü huy, davranış, inanç değiştirildiği zaman o insandaki bütün iyilikler ortaya çıkar. Dolayısıyla Yunus Emre’nin dediği gibi “yaratılanı sev yaratandan ötürü” anlayışı tezahür eder. Dolayısıyla biz kafiri de severiz, ama onun küfrünü sevmeyiz. Yanlış hareketini, yanlış davranışını sevmeyiz. O Allah u Teala tarafından eşref-i mahlukat olma potansiyeline sahip olarak yaratıldığı için biz onu severiz. Ama onun yanlışlarını da eleştiririz. Ondan yanlışlarını düzeltmesini isteriz.

Bu uhuvvet anlayışının pratikteki sonucu nedir? Uhuvvet hukuku… “hukuku’l-uhuvve” olarak âlimlerimizin isimlendirdiği uhuvvet hukuku var¬dır. Ve her üç seviyede de; yani Âdemiyette kardeş olduğumuz insanlara karşı bir hak ve vazifeler söz konusudur. İbrahimiyette uhuvvetin getirdiği bazı haklar ve sorumluluklar söz konusudur. Ahmediyette uhuvvetin getirdiği haklar ve sorumluluklar söz konusudur. Bunlar hukukî haklardır ve İslâm hukuku tarafından tarif edilmiştir.

Bir de ahlâkî haklar vardır. Bunlar da sünnet dediğimiz; mendup, müs¬tehap dediğimiz haklardır. Bunlar hukukî müeyyide ile uygulanmaz. Ama İslâmiyet bizi buna teşvik etmiştir. Ayette “Muhakkak ki Allah, adaletli ol¬mayı ve ihsanı emreder.” buyrulmaktadır. Adle dayalı haklar müeyyide ile uygulanır. İhsan müeyyide ile uygulanmaz. Ama ahlâkî haklardır. Burada Müslümanların hukuku aşıp ihsana erişmeleri teşvik edilmiştir. Dolayısıyla biz hem bütün beşeriyetle, hem ehl-i kitapla, hem diğer Müslüman kardeş¬lerimizle ilişkilerimizi adaletten ziyade ihsana dayalı hâle getirmekle em¬rolunmuşuzdur. Diğer insanlarla ilişkilerimizde hukuku aşmak zorundayız. İslâm’ın bize öğrettiği şey budur. Hukuk; edep ve muhabbet başarısız olduğu zaman devreye girer. Ahlâk başarısız olduğu zaman hukuk devreye girer. Hz. Peygamber “Din güzel ahlâktır.” diye buyurmaktadır. “Din güzel hukuktur” demiyor; “Güzel ahlâktır” diyor. Ama ahlâk başarısız olduğu zaman hukuk devreye girer. Dolayısıyla, malumunuz hukuk-ahlâkla ilişkisi olan bir kav¬ramdır. Gayr-i müslimlerle , ehl-i kitapla ve diğer Müslümanlarla uhuvvet hukuku dediğimiz bir şey vardır. Meselâ, İmam Gazalî İhya-i Ulûmuddin’de bunu gayet güzel bir şekilde ifade ediyor. Tabiî, vakit darlığından dolayı te¬ferruatına giremeyeceğim. Fakat ben kendimce bunu birkaç madde hâlinde özetledim. Risale-i Nur’unda ruhuna uygun olacak şekilde bunları sıralamak istiyorum.

Birincisi: Teâruf. Yani tanışmak. Yani Müslüman olsun gayr-i müs¬lim olsun insanlarla tanışmak. Ve bu teârufun marifetullaha götürmesi… Teâruf; ama marifete götüren bir tearuf… Yani “farklılıkları ve diğer insanları Allah’ın bir eseri ve sanatı olarak görmek. Ve orada Cenab-ı Hakkın tecelli¬lerini müşahade etmek” şeklinde bir tanışma. Yani karşıda gördüğümüz insa¬na takılmamak. Onun, Hâlıkının tecellisini orada görmek.

İkincisi: Muhabbet. Bütün insanlığa, diğer bütün Müslüman kardeşleri¬mize karşı duyulan bir muhabbet… Biraz önce dediğim gibi, kâfir dahi olsa diğer insanları seveceğiz; ama onların küfürlerini sevmeyeceğiz, onaylama¬yacağız.

Ve beşere hizmet. Allah rızası için beşere hizmet. Ve bu hizmeti Cenab-ı Hakkın rızasını kazanmaya bir vesile olarak telâkki etmek… Kendimizi için istediğimizi diğer insanlar için de istemek.

Peygamber Efendimizin (asm) biraz önce söylediğim din tarifini; yani “Din güzel ahlâktır”ı tekrarlamakta fayda var. Başka bir tarifi daha var Pey¬gamber Efendimizin (asm). “Din nasihattir.” Buradaki nasihat “samimiyet” mânâsına gelmektedir. Samimî olmak… Diğer insanlarla ve diğer Müslü¬manlarla samimi olmak… Bu da yine uhuvvet hukukunun bir sonucudur.

İşte bütün bunlar İslâm’ın farklılıkları yönetim metodunun nasıl şekillen¬diğini göstermektedir. İslâm’ın farklılıkları yönetim metodunun temeli, esası uhuvvettir, kardeşliktir. Bu kardeşliğin de meratibi vardır. Ve her mertebenin kendi içinde hukuku vardır. Üstadın bir cümlesi ile konuşmamı sonuçlandır¬mak istiyorum: “İslâmiyet insaniyet-i kübradır.”