The sources of our trusting each other are found
in our faith and history.
En son konuşayım dedim. Konuşacaklarımın hepsi benden önce söylendi. Şimdi ben ne yapacağım? Ne yapabileceğimi ben de merak ediyorum. Çok güzel şeyler söylendi. Bir de hocamız güzel temennilerde de bulundu. Ben kolayına kaçıyorum, “Katılıyorum!” diyeyim. Bütün onları söylemiş olayım.
Yeni Asya hareketi davet edince niye icabet ediyorum, bütün samimi-yetimle onu söyleyeyim. Bir kere bu toprakların bir düşünürünü anlama, anlatma, yaşadığımız kafa ve gönül kargaşasında birlikte bir yol arama ve bulma çabasını gösterdiği için önemsiyorum.
Bu toprakların bir düşünürü diyorum. Bu toprakların çok konuşanı, çok dövüşeni var; ama çok düşüneni çok az. Kürt kesimine bakıyorsunuz bir tane düşünen adamı var, biliyorsunuz. İşte bir grup konuşanı bir sürü dövüşeni var. O yüzden hakikaten, var olan düşünürlerimize sahip çıkmak, onun yol göstericiliğini bugüne uyarlamak ve ondan yararlanmak açısından ciddî cehd gösteren Yeni Asya grubunu sırf bu nedenle kutluyorum. Sonra da bir sosyolog olarak, yani bir toplum bilimci olarak -başka sıfatlarla da anıl-mışımdır, ama gerçek bilimsel hüviyetim budur- bir sivil toplum hareketi olmak, oluşturmak ve bu doğrultuda sosyal hayata bir dinamizm kazandırmak ve o dinamizm içinde sesini duyurmak, düşüncesini yaymak açısından yerine getirdiği işlevi de alkışlıyorum. Bunu da bir iltifat olsun diye söylemiyorum. Bir meslek erbabı olarak önemsediğim için söylüyorum.
Şimdi gelelim konumuza. Ne oldu? Ne oluyor bize de kurucu ideolojimiz olan milliyetçiliğimizi, çok yakın zaman öncesine kadar hepimiz milliyetçiyiz gibi söylemleri, hepimizin ağzından çıktığı bir olguyu ve eleştirilmesi tabu olan bir konuyu bugün tartışır, hattâ eleştirir hâle geldik? Ne oluyor, ne oldu bize? Çok yakın zaman öncesine kadar bu böyleydi. Çünkü yaşadığımız ve bize öğretilen milliyetçilik artık milleti bir arada tutamıyor. O milliyetçilik tutamıyor, huzur vermiyor, refah ve özgürlük de sağlamıyor. O yüzden o tür bir milliyetçi de “Vuralım, ölelim!” diyor hâlâ. Hayır efendim, kimse kimseye vurmasın. Elversin… Ortak özgürlüklerini, refahlarını, haklarını daha da arttıracak yol-yöntem bulsunlar. Ölmek çok kolay. Tarihin gübresi olursunuz. Ama tarih yapacak insanlar olalım biz. İşte bunu telâfi etmek için şu anda meşveret hâlindeyiz.
Şimdi, benim söyleyeceklerim söylendi, demiştim. Ben başka şeyler söy-lemeye çalışayım. Bugün adından söz ettiğimiz ve düşüncelerini tartıştığımız zat bir idealistti. İdeale uymayan her şey ile kavga etti. Kimin adına etti? Bizim adımıza etti, bu toplum adına etti. İstibdadın karşısında meşrutiyeti savundu. Meşrutiyete karşı cumhuriyet fikri çıktığında cumhuriyeti savundu. Cumhuriyetin giderek otoriterleşmesine karşı çok partililiği savundu. Bu müthiş bir şey… Zamanın ruhuyla gelişen bir düşünceden söz ediyoruz burada. Ben Bediüzzaman’ı bir yaşam, bir zamanlama ustası olarak görüyorum. Ve onun bana şöyle dediğini algılıyorum: Zamanla ulaşılamayan şeylere ulaşılır, mümkün olmayanlar mümkün hâle gelir, elde edilemeyen şeyler elde edilebilir olur. Sabırlı olun ve her şeyin zamanının gelmesini bekleyin. Ama oturup beklemeyin. Onların olmasına katkıda bulunun.
Şimdi müsaadenizle onun burada tekrarlanan sözlerinden ben ikinci bir anlam çıkarayım. Bir toplumu iş bölümü dahilinde bütünleşen bir organik varlık olarak görür. Bu iş bölümü herkes için… Fırıncı ekmek yapar, kunduracı onu yer. Kunduracı kundura yapar biz öğretmenler giyeriz… gibi bir organik bütün olarak görür toplumu. Bu organik bütünün tıkır tıkır işlemesi için verimlilik, ustalık ve sorumluluk çok önemlidir. O yüzden o verimliliği, ustalığı bir Ermeni karşılıyorsa Ermeni’ye gidersin, bir Ortodoks karşılıyorsa Ortodoks’a gidersin, sen karşılıyorsan sen yaparsın. Bu anlamda insanlar arasında eşitlik bâkî kalmak şartıyla, bu eşitliğin de iki temeli vardır. Biri Allah’ın kulu olması, ikincisi de hukukun eşitlediği bir eşitlik. Hukukun eşitlediği insanlar olmak. İkincisi de güç bölüşümü. Güç bölüşümü aynı devletin paydaşları olmaktan kaynaklanıyor. O yüzden bizim Müslüman onların Hıristiyan veya Yahudî olması aynı devletin uyrukları olmamız açısından çok önemli değil. Biz Müslümanlar Müslüman olduğumuz için kendi aramızdaki dayanışmayı, kardeşliği sağlayabiliriz. Onlar da kendi inançları doğrultusunda sağlarlar. Ama devletin uyrukları olan kümeler olarak ve hukukun eşitlediği yurttaşlar olarak bir arada yaşayabiliriz. Dayanışma, istikrar ve özgürlük içinde.
O nedenle bir milliyetçilik yapılmaması lâzım, çünkü milliyetçiliğin iki özelliği vardır. Milliyetçilik bir ötekine karşı kurulur. Yani millet kendini tanımlarken diğer milletlerden farkına göre inşa eder. O yüzden bir millet anlayışı için hep ötekine ihtiyaç vardır. Bu milliyetçilik ötekilerle birlikte yaşamayı kabul eden bir millet anlayışına sahipse, ki artık buna milliyetçilik denmez, buna ortak vatanı paylaşmaktan, ortak vatanı sevmekten ve ortak vatana katkıda bulunmaktan kaynaklanan vatanseverlik denir. O zaman bizim Müslümanlar olarak dinimizden gelen dayanışmayı ve sevgiyi tahkim etmek üzere bir devletin çatısı altında bütün yaşayanları içine alacak gibi vatanseverlik ve hukuk birleştirir. O hukukun temelinin de ahlâk ve eşitlik olduğunu unutmamamız kaydıyla. Bediüzzaman bana bunu söylüyor. Ben size onun kulağıma üflediği anlamı söylüyorum. O hâlde bize şunu söylüyor: Burada da söylendi, hani “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yarattım.” O zaman çoğulluğun İlâhî olduğunu, yaratılışta olduğunu, çoğulluğun yani farklılıkların bir arada yaşamasının tarihî olduğunu, kültürel olduğunu, siyaseten de bunların bir arada yaşatılması gerektiğini söylüyor. Zaten modern siyaset demokrasi kültürü de bu demek; farklılıkları bir arada yaşatabilmek, bunun yolunu yöntemini ve hukukunu oluşturabilmek demektir. Bunu en geç 53 sene önce söylemiş, neredeyse 100 yıl önce söyleyebilmiş bir insanla karşı karşıyayız. Peki, niye biz bunun dersini çıkarmıyoruz? Meselâ, İslâm kardeşliği diyoruz değil mi? Vallahi ben İslâm âleminde bir sürü kardeş gördüm, ama kardeşlik göremedim bu güne kadar. O yüzden Bediüzzaman’a idealist diyorum. O olması gerekeni söylüyor. Biz olanı değil de olması gerekenin peşinde koşsaydık bir sürü sorunumuzu çözebilirdik.
Dün diyor ki “İslâm’da zulüm, sömürü, asimilasyon yoktur!” E, vardır. Nerde vardır? İslâm’da yok, İslâm devletinde vardır. İslam devleti derken de İslâm’a has bir devletten bahsetmiyorum. Kendisini İslâm devletiyim diye tanıtan devletten bahsediyorum. Unutmayalım, devlet bir egemenlik aracıdır. Eğer bu egemenliği bütün yurttaşlarıyla paylaşmıyor da yurttaşlarının bir bölümünü egemenliği paylaşır hâle getiriyor ve geri kalanları da egemenliğe tâbi olmaya zorluyorsa işte zulüm içkin olarak, yapısal olarak o devletin bünyesinde vardır. Bediüzzaman da diyor ki: İşte olmasın bu… Bu olmasın, egemenlik paylaşılsın. Fert fert paylaşılsın. Farklı gruplar, farklı kültürel inanç grupları da kendi kümeleri ile katılsınlar sisteme ve yönetime. Şimdi bu çok modern bir çağrı. Modern devletin ve demokrasinin özü bu çağrıdır. Peki, bunu niye yapmıyoruz?
Egemenliğin kullanımının hep kısmî, yanlı ve birbirine karşı kullanılıyor olması… Şimdi bizim ulusal bayrağımız var, orada dalgalanıyor. Dalgalanmıyor da asılıyor. Ama biz şimdi dalgalandıracağız onu. O bayrağı biz birbirimize karşı sallıyorsak… Böyle bir tehdit aracı olarak sallıyorsak, biz zaten bölünmüşüz demektir. Biz sallıyoruz arkadaşlar. O ulusal bayraktır, hepimizin bayrağıdır. Birbirimize karşı bir sopa gibi sallıyorsak zaten kafada, gönülde ayrışmışızdır demektir. Şimdi onu bir sevgi ve birlik aracı hâline nasıl getireceğiz? Egemenliği paylaştığımız zaman. Milliyetçiliğin özellikle Türk milliyetçiliğinin, ama bu sadece Türk milliyetçiliğine has bir şey değil, etnik milliyetçiliğin doğasında olan en önemli şey nedir biliyor musunuz? Düşmanı sadece dışarda tanımlamak değil, yani ötekini dışsal bir unsur olarak kurgulamak ve anlamak değil. İçerde tanımlamak. Düşman içerdedir. Son zamanlardaki söyleme, yazılanlara bakıyorsunuz, şöyle bir şey duyuyorsunuz: “Tehlikenin farkında mısınız?” Hangi tehlike bu? Pek tanımlanmıyor. “Tehlikenin farkında mısınız?” “Ne olacak bizim hâlimiz?” Ya Türkiye şu anda yakın tarihinin en güçlü dönemini yaşıyor. Bak sorunlarını tek tek çözüyor. Düşünebiliyor musunuz, aynı hafta içinde İsrail özür diledi, silâhlı unsurların ülkeden çekilmesi büyük ölçüde kabul gördü, bir de uluslararası bir kredilendirme kuruluşu uzun vadeli kredi notumuzu yükseltti. Bunların hepsi ulusal meseleler değil, uluslar arası meseleler aynı za-manda, şimdi böyle bir dönemde hâlâ bölünüyoruz, parçalanıyoruz… İşte, kışın biliyorsunuz… Birkaç kış devam etti, komünizm gelecekti… İrtica hep kapının arkasında zaten… Bölücülük de bekliyor ve bir yerlerde saklanıyor. Bazen dozu düşüyor, bazen yükseliyor. Arkadaşlar bu kadar korku güvensizlikten kaynaklanır. Güvenmeyen bir toplum bu kadar korkuyu içinde taşır. Ve hele kendi içindeki gruplar birbirinden korkar hâle gelmişse öyle bir toplum millet olamaz. Millet dayanışmacı bir toplumdur. Birbirine güvenen bir toplumdur. İşte, Bediüzzaman diyor ki “Güvenin birbirinize” bu güvenin kaynakları var bizde… İmanımızda var, tarihimizde var… Bunu bugünün koşullarında tekrar ihya edelim. Bunu üstelik de Bediüzzaman’ın söylemesi gerekmiyor. Bunu aklımızla çıkarmak da mümkün… Yeter ki kullanalım tabiî. Bir de tabiî çok güzel bir şey söyledi. Hiçbir ırk, hiçbir etnisite birbirinden daha önemli değildir. Yan yana vardırlar ve eğer bir-likte yaşatmak istiyorsak da yan yana ve çatışmadan yaşamalarını sağlamak lâzım. Çatışarak yaşayabilirler, ama bu herkesi eksiltir. Ve işte bu günkü Kürt sorununun sebepleri de ortada ve o bize aynen şöyle söyledi, kendi sözleridir bu, “Ey Türk kardeş bilhassa sen dikkat et!” Böyle davranırsan sorun çıkar ülkede, diyor ve sorun çıktı ülkede… Aynen bunu diyor. Çünkü kendisi Kürt olarak sürülmüş, dindar olarak da eziyet görmüş bir adamdır. İstibdadı görmüş, İmparatorluğun çöküşünü görmüş, iki Dünya Savaşı görmüş ve Türkiye’de iç savaşın başladığı zamana kadar da yaşamış. Ve aynen şunu söylüyor bize, ben bugünün Türkçesiyle kendi sözlerimle söylüyorum, “Toplumu bölmeye, eziyet etmeye gerek var mıdır?” diyor. Bu hepimizin anlayacağı bir şey görüyorsunuz.
Uzatmadan son sözlerimi söyleyeyim, etnik milliyetçilik küçük milli-yetçilik anlayışıdır. Hani “Küçük olsun bizim olsun” diye bir tabir var ya… Ulusal sınırlar içinde yaşayan bir kümenin egemenliğine, üstünlüğüne ve o toplumda kendi kimliğini dayatmak ve istediğini yapma hakkına bağlı, diğerlerini de tâbi olmak, onun gibi olmak gibi zorlamayla karşı karşıya bırakan etnik milliyetçilik küçük milliyetçiliktir. Büyük milliyetçilik veyahut büyük millet anlayışı ulusal sınırlar içinde kim yaşıyorsa, hangi kültürel kimlikler altında yaşıyorsa, onu devletin temsil ettiği, o çatının altında eşitlemek ve milletin eşit bireyleri ve grupları olmak gerekir. Bu, büyük millet anlayışıdır. Biz büyük millet anlayışından sarf-ı nazar etmişiz, çekilmişiz, küçük milliyet anlayışıyla tahakküm kurmuşuz bu toplum üzerinde. Devlet de bunun aracı olmuş. Şimdi biz bu devleti büyük milletin devleti hâline getirmemiz lazım, küçük milletin değil… Bu da hepimizin devleti olacaktır.
Artık biz anayasanın o girişinde yazdığı gibi ülkesiyle, milletiyle, devletin değil; ülkesi de devleti de milleti olan yeni bir siyasî yapı meydana getirmek zorundayız. İşte, ne zaman ki büyük millet idealini benimsersek, o zaman milliyetçilik kalmayacak, vatanseverlik ve dayanışma kalacak geriye. O zaman huzur bulup eşit yurttaşlar olarak geleceğimize katkıda bulunacağız. Yatırım yapacağız.