Üçüncü Mebhas

“Sizi tâife tâife, millet millet, kabîle kabîle yaratmışım; tâ birbirinizi ta¬nımalısınız ve birbirinizdeki hayatı içtimâiyeye âit münâsebetlerinizi bi¬lesiniz birbirinize muâvenet edesiniz. Yoksa, sizi kabîle kabîle yaptım ki yekdiğerinize karşı inkâr ile yabânî bakasınız husûmet ve adâvet edesiniz değildir.”

Şu Mebhas Yedi Meseledir.

Birinci Mesele:Şu âyet-i kerımenin ifade ettiği hakîkat-i âliye hayat-ı içtimâiyeye âit olduğu için, hayat-ı içtimâiyeden çekilmek isteyen Yedi Said lisânıyla değil, belki İslâmın hayat-ı içtimâiyesiyle münâsebettar olan Eski Said lisânıyla, Kur’ân-ı Azimüşşâna bir hizmet maksadıyla ve haksız hü¬cumlara bir siper teşkil etmek fikriyle yazmaya mecbur oldum.

İkinci Mesele: Şu âyet-i kerîmenin işaret ettiği “teârüf ve teâvün düsturu”nun beyânı için deriz ki:

Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir; tâ ki her neferin muhtelif ve müteaddit münâsebâtı ve o münâsebata göre vazifeleri tanınsın, bilinsin ve tâ o ordu¬nun efradları düstur-u teâvün altında, hakîki bir vazife-i umûmiye görsün ve hayat-ı içtimâiyeleri, a’dânın hücumundan mâsun kalsın. Yoksa, tefrik ve inkısam, bir bölük bir bölüğe karşı rekâbet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasemet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir.

Aynen öyle de, hey’et-i içtimâiye-i İslâmiye, büyük bir ordudur; kabâil ve tavaife inkısam edilmiş; fakat, binbir bir birler adedince cihet-i vahdetleri var. Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir; bir, bir, bir, binler kadar bir, bir… İşte bu kadar bir birler; uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktizâ ediyorlar. Demek, kabâil ve tavâife inkısam, şu âyetin îlân ettiği gibi, teârüf içindir, teâvün içindir; tenâkür için değil, tahâsum için değildir.

Üçüncü Mesele: Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Husûsan des¬sas Avrupa zâliınleri, bunu İslâmlar içinde menfî bir sûrette uyandırıyorlar; tâ ki, parçalayıp, onları yutsunlar.

Hem, fikr-i milliyette bir zevk-i nefsânî var, gafletkârâne bir lezzet var, şeâmetli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimâiye ile meşgul olanlara, “Fikr-i milliyeti bırakınız” denilmez. Fakat, fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfî’dir, şeâmetlidir, zararlıdır; başkasını yutmak¬la beslenir, diğerlerine adâvetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhâsemet ve keşmekeşe sebeptir. Onun içindir ki, hadîs-i şerifte ferman etmiş:

İslâm, Câhiliyyetten kalma ırkçılık ve kabîleciliği kaldırmıştır.

Ve Kur’ân’da ferman etmiş:

Kâfirler kalblerine câhiliyet taassubundan ibâret olan o gayreti yerleştir¬diklerinde, Allah, Resûlünün ve mü’minlerin üzerine sükûnet ve emniyetini indirdi ve onlara takvâda ve sözlerine bağlılıkta sebat verdi. Zâten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah ise her şeyi hakkıyla bilir. (Fetih Sûresi: 26.)

İşte şu hadis-i şerif, şu âyet-i kerîme katî bir sûrette menfî bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünkü, müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti, ona ihtiyaç bırakmıyor.

Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon vardır? Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeş¬leri kazandırsın?

Evet, menfî milliyetin, tarihçe pekçok zararları görülmüş. Ezcümle, Emeviler, bir parça, fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için hem âlem-i İslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler. Hem, Avrupa milletleri, şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden başka, Harb-i Umûmideki hâdisat-ı müthişe dahi menfî milliyetin nev-i beşere ne kadar zararlı oldu¬ğunu gösterdi. Hem bizde, iptidâ-i hürriyette, Bâbil Kal’asının harâbiyeti zamanında “tebelbül-ü akvâm” tâbir edilen “teşaub-u akvâm” ve o teşâub sebebiyle dağılmaları gibi, menfî milliyet fikriyle başta Rum ve Ermeni ola¬rak pekçok “kulüpler” nâmında sebeb-i tefrika-i kulûb, muhtelif mültecîler cemiyetleri teşekkül etti ve onlardan şimdiye kadar ecnebîlerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların halleri, menfî milliyetin zararını gösterdi.

Şimdi ise, en ziyâde birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbi-rinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabânî bakmak ve birbirini düşman telakkî etmek öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Âdetâ bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirip, sineğin ısırmasına karşı mukabele et¬mek gibi bir divânelikle büyük ejderhâlar hükmünde olan Avrupa’nın doy¬mak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda, onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânen onlara yardım edip, menfû unsuriyet fikriyle Şark vilâyetlerindeki vatandaşlara veya Cenub tarafındaki dindaşlara adâvet besleyip, onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehâliki ile beraber, o Cenub efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karsı sephe alınsın. Cenubdan gelen Kur’ân nûru var, İslâmiyet ziyâsı gelmiş; o, içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara adâvet ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ân’a dokunur. İslâmiyet ve kur’ân’a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaş¬ların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevî adâvettir. Hamiyet nâmına hayat-ı içtimâiyeye hizmet edeyim diye, iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil hamakattır.

Dördüncü Mesele: Müsbet milliyet, hayat-ı içtimâiyenin ihtiyac-ı dahilîsinden ileri geliyor; teâvüne, tesânüde sebeptir, menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyâde teyid edecek bir vâsıta olur.

Şu müsbet firk-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kal’a olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli, Çünkü, İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde, bin uhuvvet var; âlem-i bekâda ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâkî kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne ge¬çebilir. Yoksa, onu onun yerine ikâme etmek, aynı kal’anın taşlarını, kal’anın içindeki elmas hazînesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nevinden ahmakâne bir cinayettir.

İşte ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları; altı yüz sene değil, belki, Abbâsîler zamanından beri bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak, bütün cihâna karşı meydan okuyup, Kur’ân’ı îlân etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def’ ettiniz tâ Allah, sevdiği ve kendisini seven mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibi, Allah yolunda cihad eden bir top¬luluk getirecektir (Maide Sûresi: 54.) âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi, Avrupa’nın ve frenkmeşreb münâfıkların desîselerine uyup, şu âyetin evvelindeki hitâba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız!

Cây-ı Dikkat Bir Hâl

Türk milleti, anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde; dünyanın her tarafında olan Türkler ise, Müslümandır. Şâir unsurlar gibi Müslim ve gayr-i Müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir; nerede Türk tâifesi var¬sa, Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır—Macarlar gibi. Halbuki küçük unsurlarda dahi, hem müslim ve hem de gayr-i Müslim var.

Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kâbil-i efrik değil. Tefrik etsen, mahvsın! Bütün se¬nin mâzideki mefâhirin, İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen, şeytanların vesveseleriyle, desîseleriyle o mefâhiri kalbinden silme!

Beşinci Mesele: Asya’da uyanan akvâm, fikr-i milliyete sarılıp, aynen Avrupa’yı her cihetle taklit ederek, hattâ çok mukaddesâtları o yolda feda ederek hareket ediyorlar. Halbuki her milletin kâmet-i kıymeti başka bir elbise ister; bir cins kumaş bile olsa, tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. bir ka¬dına, bir jandarma elbisesi giydirilmez—bir ihtiyat hocaya, tango bir kadın libâsı giydirilmediği gibi. Körü körüne taklit dahi, çok defa maskaralık olur. Çünkü:

Evvelâ: Avrupa bir dükkân, bir kışla ise, Asya bir mezraa, bir câmi hük¬mündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gidemez; kışla vaziyeti ile mescid vaziyeti bir olmaz.

Hem, ekser enbiyânın Asya’da zuhuru, ağleb-i Hükemânın Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelinin bir remzi, işaretidir ki; Asya akvâmını intihâba getirecek, terakkî ettirecek, idâre ettirecek, din ve kalbdir. Felsefe ve hikmet ise, din ve kalbe yardım etmeli yerine geçmeli.

Sâniyen: Dîn-i İslâmı, Hıristiyan dînine kayas edip, Avrupa gibidine lâkayd olmak, pek büyük bir hatâdır. Evvelâ, Avrupa dînine sâhiptir. Başta Wilson, Loyd George, Venizelos gibi Avrupa büyükleri, papaz gibi dinle¬rine mutaassıp olmaları şâhittir ki, Avrupa dînine sahiptir; belki bir cihette mutaassıptır.

Sâlisen: İslâmiyeti Hıristiyan dînine kıyas etmek, kıyâs-ı maalfârıktır, o kıyas yanlıştır. Çünkü, Avrupa, dînine mutaassıp olduğu zaman medenî değildi; taassubu terk etti, medenîleşti. Hem, din onların içinde üç yüz sene muhârebe-i dahiliyeyi intâc etmiş. Müstebit zâlimlerin elinde avâmı, fuka¬rayı ve ehl-i fikri ezmeye vâsıta olduğundan, onların umûmunda muvakka¬ten dînine karşı bir küsmek hâsıl olmuştu.

İslâmiyette ise, tarihler şâhittir ki, bir defadan başka dâhilî muhârebeye sebebiyet vermemiş. Hem ne vakit, ehl-i İslâm, dîne ciddî sahip olmuş¬larsa, o zamana nisbeten yüksek terakkî etmişler. Buna şâhit, Avrupa’nın en büyük üstâdı, Endülüs devlet-i İslâmiyesidir. Hem, ne vakit, cemâat-i İslâmiye, dîne karşı lâkayd vaziyeti almışlar, perişan vaziyete düşerek tedennî etmişler. Hem, İslâmiyet, vücûb-u zekât ve hurmet-i ribâ gibi bin¬ler şefkatperverâne mesâil ile fukarâyı ve avâmı himâye ettiği, (“Akıl erdir¬mezler mi? (Yasin Sûresi: 68.) Tefekkür etmezler mi? (En’âm Sûresi: 50.) Düşünmezler mi? (Nisâ Sûresi: 82.)) gibi kelimâtıyla aklı ve ilmi istişhâd ve ikaz ettiği ve ehl-i ilmi himâye ettiği cihetle, dâimâ İslâmiyet fukarâların ve ehl-i ilmin kal’ası ve melcei olmuştur. Onun için, İslâmiyete karşı küsmeye hiçbir sebep yoktur.

İslamiyetin, Hıristiyanlık ve sâir linlere cihet-i farkının sırr-ı hikmeti şudur ki:

İslâmiyetin esâsı, mahz-ı Tevhiddir; vesâit ve esbâba tesir-i hakîki ver¬miyor, îcad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise, “vele¬diyet” fikrini kabul ettiği için, vesâit ve esbâba bir kıymet verir, enâniyeti kırmaz. Âdetâ Rubûbiyet-i İlâhiyenin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir. Allah’ı bırakıp, bilginlerini ve rahiplerini Rabler edindiler. (Tevbe Sûresi: 31.) âyetine mâsadak olmuşlar. Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enâniyetlerini muhâfaza etmekle beraber, sâbık Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Mahz-ı tevhid dîni olan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar, ya enaniyeti ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir derece bıraka¬cak. Onun için, bir kısmı lâkayd kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar.

Altıncı Mesele: Menfî milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki:

Evvelâ: Şu dünya yüzü, husûsan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhâceretlere ve tebeddülâta mâruz olmakla beraber; merkez-i hükûmet-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâm-ı sâireden, pervâne gibi, çokları içine atılıp, tavattun etmişler. İşte bu halde, Levh-i Mahfûz açılsa ancak hakîki unsurları birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise, hakîki unsuriyet fikrine, hareketi ve hamiyeti binâ etmek, manâsız ve hem pek zaralıdır. Onun içindir ki, menfî milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayd birisi, mecbur olmuş, demiş: “Dil, din bir ise, millet birdir.” Mâdem öyledir; hakîki unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münâsebâtına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zâten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dahildir.

Saniyen: İslâmiyetin mukaddes milliyeti bu vatan evlâdının hayat-ı içtimâiyesine kazandırdığı yüzer fâideden iki fâideyi misâl olarak beyân edeceğiz:

Birincisi: Şu devlet-i İslâmiye yirmi otuz milyon iken, bütün Avrupa’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve mevcudiyetini muhafaza ettiren, şu devletin ordusundaki nûr-u Kur’ân’dan gelen şu fikirdir: “Ben ölsem şehi¬dim, öldürsem gaziyim.” Kemâl-i şevk ile aşk ile ölümün yüzüne gülerek istikbâl etmiş, dâimâ Avrupa’yı titretmiş. Acaba dünyada basit fikirli, sâfi kalbli olan neferâtın rûhunda şöyle ulvî fedâkârlığa sebebiyet verecek, hangi şey gösterilebilir? Hangi hamiyet onun yerine ikamet edilebilir ve hayatını ve bütün dünyasını severek ona fedâ ettirebilir?

İkincisi: Avrupa’nın ejderhâları (büyük devletleri) her ne vakit şu devlet-i İslâmiyeye bir tokat vurmuşlarsa, üç yüz elli milyon İslâmı ağlatmış ve inletmiş. Ve o müstemlekât sahipleri onları inletmemek ve sızlatmamak için, elini çekmiş; elini kaldırırken, indirmiş. Şu hiçbir cihette istisgar edil¬meyecek mânevî ve dâimî bir kuvvetüzzahr yerine hangi kuvvet ikâme edi¬lebilir? Gösterilsin! Evet, o azîm mânevî kuvvetüzzahrı menfî milliyet ile istignâkârâne hamiyet ile gücendirmemeli!

Yedinci Mesele: Menfî milliyette fazla hamiyetperverlik gösterenlere deriz ki: Eğer şu milleti ciddi severseniz, onlara şefkat edersiniz. Öyle bir hamiyet taşıyınız ki, onların ekserisinin şefkat sayılsın. Yoksa, ekserîsine merhametsizcesine bir tarzda, şefkate muhtaç olmayan bir kısm-ı kalîlin muvakkat gafletkârâne hayat-ı içtimâiyelerine hizmet ise, hamiyet değildir. Çünkü, menfî unsuriyet fikriyle yapılacak hamiyetkârlığın, milletin seki¬zinden ikisine muvakkat fâidesi dokunabilir, lâyık olmadıkları o hamiye¬tin şefkatine mazhar olurlar. O sekizden altısı, ya ihtiyardır, ya hastadır, ya musîbetzededir, ya çocuktur, ya çok zaiftir, ya pek ciddî olarak âhireti düşünür muttakîdirler ki; bunlar, hayat-ı dünyeviyeden ziyâde, müteveccih oldukları hayat-ı berzahiyeye ve uhreviyeye karşı bir nur, bir tesellî, bir şef¬kat isterler ve hamiyetkâr mübârek ellere muhtaçtırlar. Bunların ışıklarını söndürmeye ve tesellîlerini kırmaya hangi hamiyet müsaade eder? Heyhat! Nerede millete şefkat, nerede millet yolunda fedakârlık!

Rahmet-i İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünkü, Cenâb-ı hak, bin sene¬den beri Kur’ân’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tâyin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat ârızalarla inşallah perişan etmez. Yine o nûru ışıklandırır ve vazifesini idâme ettirir.

Mektûbât, 26. Mektup, ss. 309-314

[Said Nursî’nin ırkçılık ithamına cevabı: Irkçılık, Müslümanları bölmek ve yutmak için içlerine atılmış bir Frenk illetidir]

İKİNCİ NOKTA

Yeni Said niçin bu kadar şiddetle siyasetten tecennüb ediyor? Elcevap: Milyarlar seneden ziyade olan hayat-ı ebediyeye çalışmasını ve ka¬zanmasını, meşkûk bir iki sene hayat-ı dünyeviyeye lüzumsuz, fuzulî bir surette karışmayla feda etmemek için; hem en mühim, en lüzumlu, en saf ve en hakikatli olan hizmet-i iman ve Kur’ân için şiddetle siyasetten kaçıyor. Çünkü, diyor: Ben ihtiyar oluyorum; bundan sonra kaç sene yaşayacağımı bil¬miyorum. Öyleyse bana en mühim iş, hayat-ı ebediyeye çalış¬mak lâzım geliyor. Hayat-ı ebediyeyi kazanmakta en birinci vasıta ve saadet-i ebediyenin anahtarı imandır; ona çalışmak lâzım geliyor. Fakat ilim itibarıyla insanlara dahi bir menfaat dokundurmak için şer’an hizmete mükellef olduğumdan, hizmet etmek isterim. Lâkin o hizmet, ya hayat-ı içtimaiye ve dünyeviyeye ait olacak. O ise elimden gelmez. Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez. Onun için, o ciheti bırakıp, en mühim, en lüzumlu, en selâmetli olan, imana hizmet cihetini tercih ettim. Kendi nefsime kazandığım hakaik-i imaniyeyi ve nefsimde tecrübe ettiğim mânevî ilâçları, sair insanların eline geçmek için, o kapıyı açık bırakıyorum. Belki Cenâb-ı Hak bu hizmeti kabul eder ve eski günahıma kefaret ya¬par. Bu hizmete karşı şeytan-ı racîmden başka hiç kimsenin-mü’min olsun, kâfir olsun, sıddık olsun, zındık olsun-karşı gelmeye hakkı yoktur. Çünkü imansızlık başka şeylere benzemiyor. Zulümde, fıskta, kebâirde birer men¬hus lezzet-i şeytaniye bulunabilir. Fakat imansızlıkta hiçbir cihet-i lezzet yok. Elem içinde elemdir, zulmet içinde zulmettir, azap içinde azaptır. İşte, böyle hadsiz bir hayat-ı ebediyeye çalışmayı ve iman gibi kudsî bir nura hizmeti bırakmak, ihtiyarlık zamanında lüzumsuz, tehlikeli siyaset oyuncaklarına atılmak, benim gibi alâkasız ve yalnız ve eski günahlarına kefaret aramaya mecbur bir adamda ne kadar hilâf-ı akıldır, ne kadar hilâf-ı hikmettir, ne derece bir divaneliktir; divaneler de anlayabilirler.

Amma “Kur’ân ve imanın hizmeti niçin beni men ediyor?” dersen, ben de derim ki:

Hakaik-i imaniye ve Kur’âniye birer elmas hükmünde olduğu hal¬de, siyasetle âlûde olsaydım, elimdeki o elmaslar, iğfal olunabilen avam tarafından, “Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i siyaset de¬ğil mi?” diye düşünürler. O elmaslara âdi şişeler nazarıyla bakabilir¬ler. O halde, ben o siyasete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve kıymetlerini tenzil etmek hükmüne geçer. İşte, ey ehl-i dünya! Ne¬den benimle uğraşıyorsunuz, beni kendi halimde bırakmıyorsunuz? Eğer derseniz, “Şeyhler bazan işimize karışıyorlar. Sana da bazan şeyh der¬ler”; ben de derim:

Hey efendiler, ben şeyh değilim. Ben hocayım. Buna delil: Dört senedir bura-dayım. Birtek adama tarikat verseydim, şüpheye hakkınız olurdu. Belki yanıma gelen herkese demişim: “İman lâzım, İslâmiyet lâzım. Tarikat zamanı değil.” Eğer derseniz, “Sana Said-i Kürdî derler. Belki sende unsu¬riyetperverlik fikri var, o işimize gelmiyor”; ben de derim: Hey efendiler! Eski Said ve Yeni Said’in yazdıkları meydanda. Şahit gös¬teriyorum ki, ben (İslam Cahiliyetten kal¬ma ırkçılığı ve kabileciliği ortadan kaldırmıştır. [Mana itibariyle hadistir. Bu mealde bir çok hadis mevcuttur. Mesela, “İslam dini kendinden önce¬ki batıl davranış ve adetleri kökünden söküp atar.” Keşfü’l Hafa, 1:127.] )ferman-ı kat’îsiyle, eski zamandan beri menfi milliyet ve unsuriyetperver¬liğe, Avrupa’nın bir nevi firenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o firenk illetini İslâm içine atmış, tâ tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O firenk illetine karşı eski¬den beri tedaviye çalıştığımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyorlar. Madem böyledir. Hey efendiler, herbir hadiseyi bahane tutup bana sıkıntı vermeye sebep nedir acaba? Şarkta bir nefer hata etse, garpta bir nefere askerlik münasebetiyle zahmet ve ceza vermek; veya İstanbul’da bir esnafın cinayetiyle Bağdat’ta bir dükkâncıyı esnaflık münasebetiyle mahkûm etmek nev’inden, her hadise-i dünyeviyede bana sıkıntı vermek hangi usulledir, hangi vicdan hükmeder, hangi maslahat iktiza eder?

Mektubat, s. 65-66

[Irkçılığın Türk milletine dünyevi ve uhrevî zararları]

Dördüncü Desîse-i Şeytâniye

Şeytanın telkini ile ve ehl-i dalâletin ilkaâtıyla, bana karış propaganda ile hücum eden ve muhim mevkîleri işgal eden bâzı mülhidler, kardeşlerimi aldatmak ve asabiyet-i milliyeleri tahrik etmek için diyorlar ki: “Siz Türk¬sünüz. Mâşâallah, Türklerde her nevî ulemâ ve ehl-i kemâl vardır; Said bir Kürddür. Milliyetinizden olmayan birisiyle teşrik-i mesâi etmek, hamiyet-i milliyeye münâfîdir?”

Elcevap: Ey bedbaht mülhid! Ben, felillâhilhamd, Müslümanım. Her zamanda, kudsî milletimin üç yüz elli milyon efrâdı vardır. Böyle ebedi bir uhuvveti tesis eden ve duâlarıyla bana yardım eden ve içinde Kürdlerin ekseriyet-i mutlakası bulunan üç yüz elli milyon kardeşi, unsuriyet ve menfî milliyet fikrine fedâ etmek; ve o mübârek hadsiz kardeşlere bedel, Kürd nâmını taşıyan ve Kürd unsurundan addedilen muhdud birkaç dinsiz veya mezhepsiz bir mesleğe girenleri kazanmaktan yüz bin defa istiâze ediyo¬rum! Ey mülhid! Senin gibi ahmaklar lâzım ki, Macar kâfirleri veyahut dinsiz olmuş ve frenkleşmiş birkaç Türkleri, muvakkaten dünyaca dahi fa¬idesiz uhuvvetinini kazanmak için, üç yüz elli milyon hakîki, nûrânî men¬faattar bir cemâatin bâkî uhuvvetlerini terk etsin. Yirmi Altıncı Mektubun Üçüncü meselesinde, delilleriyle menfî milliyetin mâhiyetini ve zararlarını gösterdiğimizden, ona havale edip, yalnız o Üçüncü Meselenin âhirinde icmâl edilen bir hakîkati burada bir derece izah edeceğiz. Şöyle ki: O Türk¬çülük perdesi altına giren ve hakîkaten Türk düşmanı olan hamiyetfüruş mülhidlere derim ki: “Din-i İslâmiyet milletiyle ebedî ve hakîki bir uhuvvet ile Türk denilen bu vatan ehl-i îmânıyla şiddetli ve pek hakîki alâkadarım.

Ve bin seneye yakın, Kur’ân’ın bayrağını cihânın cihât-ı sittesinin etrafın¬da gâlibâne gezdiren bu vatan evlatlarına, İslâmiyet hesâbına, müftehirâne ve taraftarâne muhabbettarım. Sen ise ey hamiyetfüruş sahtekâr! Türkün mefâhir-i hakîkiye-i milliyesini unutturacak bir sûrette mecâzî ve unsurî ve muvakkat ve garazkârâne bir uhuvvetin var. Senden soruyorum: Türk milleti, yalnız yirmi ile kırk yaşı ortasındaki gâfil ve heveskâr gençlerden ibâret midir? Hem, onların menfaati ve onların hakkında hamiyet-i milli¬yenin iktizâ ettiği hizmet, onların gafletini ziyâdeleştiren ve ahlâksızlıklara alıştıran ve menhiyâta teşcî eden frenkmeşrebâne terbiyede midir? Ve ih¬tiyarlıkta onları ağlattıracak olan muvakkat bir güldürmekte midir? Eğer hamiyet-i milliye bundan ibâret ise ve terakkî ve saadet-i hayatiye bu ise; evet, sen böyle Türkçü isen ve böyle milliyetperver isen, ben o Türkçülükten kaçıyorum, sen de benden kaçabilirsin! Eğer zerre miktar hamiyet ve şuu¬run ve insafın varsa, şimdiki taksimâta bak, cevap ver. Şöyle ki:

Türk Milleti denilen şu vatan evlâdı altı kasımdır: Birinci kısmı ehl-i salâhât ve takvâdır, ikinci kısmı musîbetzede ve hastalar tâifesidir, üçüncü kısmı ihtiyarlar sınıfıdır, dördüncü kısmı çocuklar tâifesidir, beşinci kısmı fakirler ve zaifler tâifesidir altıncı kısmı gençlerdir. Acaba bütün evvelki beş tâife Türk değiller mi? Hamiyet-i milliyeden hisseleri yok mu? Acaba altıncı tâifeye sarhoşçasına bir keyif vermek yolunda, o beş tâifeyi incitmek, keyfini kaçırmak, tesellîlerini kırmak hamiyet-i milliye midir, yoksa o mille¬te düşmanlık mıdır? “El hükmü lil ekser” sırrınca, eksere zarar dokunduran düşmandır; dost değildir.

Senden soruyorum: Birinci kısım olan ehl-i îmân ve ehl-i takvânın en büyük menfaati, frenkmeşrebâne bir medeniyette midir; yoksa hakâik-ı îmâniyenin nurlarıyla saadet-i ebediyeyi düşünüp, müştak ve âşık olduk¬ları tarîk-i hakta sülûk etmek ve hakîki tesellî bulmakta mıdır? Senin gibi dalâletpîşe hamiyetfürûşların tuttuğu meslek, müttakî ehl-i îmânın mânevî nurlarını söndürüyor ve hakîki tesellilerini bozuyor ve ölümü îdam-ı ebedî ve kabri dâimi bir firâk-ı lâyezâlî kapısı olduğunu gösteriyor.

İkinci kısım olan musîbetzede ve hastaların ve hayatından me’yus olan¬ların menfaati frenkmeşrebâne, dinsizcesine medeniyet terbiyesinde midir? Halbuki, o biçareler bir nur isteler, bir tesellî isterler, musîbetlerine karşı bir mükâfat isterler ve onlara zulmedenlerden intikamlarını almak isterler ve yakınlaştıkları kabir kapısındaki dehşedi def’ etmek istiyorlar. Sizin gibile¬rin sahtekâr hamiyetiyle, pek çok şefkate ve okşamaya ve timâr etmeye çok lâyık ve muhtaç o bîçare musîbetzedelerin kablerine iğne sokuyorsunuz, başlarına tokmak vuruyorsunuz, merhametsizcesine ümitlerini kırıyorsu¬nuz, ye’s-i mutlaka düşürüyorsunuz! Hamiyet-i milliye bu mudur? Böyle mi millete menfaat dokunduruyorsunuz?

Üçüncü tâife olan ihtiyarlar, bir sülüs teşkil ediyor. Bunlar kabre yakınla¬şıyorlar, ölüme yakınlaşıyorlar; dünyadan uzaklaşıyorlar, âhirete yanaşıyorlar. Böylelerin menfaati ve nûru ve tecellisi, Hülâgû ve Cengiz gibi zâlimlerin gaddarâne sergüzeştlerini dinlemesinde midir ve âhireti unutturacak, dün¬yaya bağlandıracak, neticesiz, mânen sukut, zâhiren terakki denilen şim¬diki nevî hareketinizde midir? Ve uhrevî nur, sinemada mıdır? Ve hakîki tesellî, tiyatroda mıdır? Bu bîçare ihtiyarlar, hamiyetten hürmet isterlerken, mânevi bıçakla o bîçareleri kesmek hükmünde ve “Îdâm-ı ebedîye sevk edi-liyorsunuz” fikrini vermek ve rahmet kapısı tasavvur ettikleri kabir kapısını ejderha ağzına çevirmek, “Sen oraya gideceksin” diye mânevî kulağına üfle¬mek hamiyet-i milliye ise; böyle hamiyetten yüz bin defa “El-iyâzü billah!..”

Dördüncü tâife ki, çocuklardır. Bunlar, hamiyet-i milliyeden merhamet isterler, şefkat beklerler. Bunlar da, zaaf ve acz ve iktidarsızlık noktasında, merhametkâr, kudretli bir Hâlıkı bilmekle, ruhları inbisat edebilir, istidatla¬rı mes’udâne inkişaf edebilir. İleride, dünyadaki müthiş ehvâl ve ahvâle karşı gelebilecek bir tevekkül-ü îmânî ve teslim-i İslâmi telkinâtıyla o masumlar, hayata müştakâne bakabilirler. Acaba, alâkaları pek az olduğu terakkiyât-ı medeniye dersleri ve onların kuvve-i mâneviyesini kıracak ve ruhlarını sön¬dürecek, nursuz, sırf maddî felsefî düsturların tâliminde midir? Eğer insan bir cesed-i hayvânîden ibaret olsaydı ve kafasında akıl olmasaydı, belki bu mâsum çocukları muvakkaten eğlendirecek terbiye-i medeniyye tâbir etti¬ğiniz ve terbiye-i milliye süsü verdiğiniz bu frengî usül, onlara çocukçasına bir oyuncak olarak, dünyevî bir menfaati verebilirdi. Mâdem ki, o mâsumlar hayatın dağdağalarına atılacaklar, mâdem ki insandırlar; elbette küçük kalblerinde çok uzun arzuları olacak ve küçük kafalarında büyük maksatlar tevellüd edecek. Mâdem hakîkat böyledir; onlara şefkatin muktezâsı, gâyet derecede fakr ve aczinde, gâyet kuvvetli bir nokta-i istinâdı ve tükenmez bir nokta-i istimdâdı, kalblerinde îmân-ı billâh ve îmân-ı bilâhiret sûretiyle yerleştirmek lâzımdır. Onlara şefkat ve merhamet, bununla olur. Yoksa, dîvâne bir vâlidenin veledini bıçakla kesmesi gibi, hamiyet-i milliye sarhoş¬luğuyla o bîçare mâsumları mânen boğazlamaktır; cesedini beslemek için, beynini ve kalbini çıkarıp ona yedirmek nevinden vahşiyâne bir gadr’dir, bir zulümdür.

Beşinci tâife, fakirler ve zaifler taifesidir. Acaba, hayatın ağır tekâlifini fakirlik vâsıtasıyla elim bir tarzda çeken fakirlerin ve hayatın müthiş dağ-dağalarına karşı çok müteessir olan zaiflerin, hamiyet-i milliyeden hisse¬leri yok mudur? Bu bîçarelerin ye’sini ve elemini artıran ve sefih bir kısım zenginlerin mel’abe-i hevesâtı ve zâlim bir kısım kavîlerin vesîle-i şöhret ve şekâveti olan firenkmeşrebâne ve perdebîrûnâne ve firavunâne medeni¬yetperverlik nâmı altında yaptığınız harekâtta mıdır? Bu bîçare fukarâların fakirlik yarasına merhem ise, unsuriyet fikrinden değil, belki İslâmiyetin eczahâne-i kudsiyesinden çıkabilir. Zaiflerin kuvveti ve mukâvemeti, ka¬ranlık ve tesadüfe bağlı, şuursuz tabiî felsefeden alınmaz; belki hamiyet-i İslâmiye ve kudsî İslâmiyet milliyetinden alınır.

Altıncı tâife, gençlerdir. Bu gençlerin gençlikleri, eğer dâimî olsaydı, menfî milliyetle onlara içirdiğiniz şarabın muvakkat bir menfaati, bir faidesi olurdu. Fakat o gençliğin lezzetli sarhoşluğu, ihtiyarlıkla elemle ayılması ve o tatlı uykunun ihtiyarlık sabahında esefle uyanmasıyla, o şarabın humârı ve sıkıntısı onu çok ağlattıracak ve o lezzetli rüyânın zevâlindeki elem, ona çok hazin teessüf ettirecek. “Eyvah! Hem gençlik gitti, hem ömür gitti, hem müflis olarak kabre gidiyorum; keşke aklımı başıma alsaydım” dedirecek. Acaba bu tâifenin hamiyeti milliyeden hissesi, az bir zamanda muvakkat bir keyif görmek için, pek uzun bir zamanda teessüfle ağlattırmak mıdır; yoksa onların saadet-i dünyevileri ve lezzet-i hayatiyeleri, o güzel, şirin gençlik nîmetinin şükrünü vermek sûretinde, o nîmeti sefâhet yolunda değil, belki istikâmet yolunda sarf etmekle, o fâni gençliği ibâdetle mânen ibkâ etmek ve o gençliğin istikâmetiyle dâr-ı saadette ebedî bir gençlik kazanmakta mıdır? Zerre miktar şuurun varsa söyle!

Elhâsıl: Eğer Türk milleti, yalnız altıncı tâife olan gençlerden ibâret olsa ve gençlikleri dâimî kalsa ve dünyadan başka yerleri bulunmasa, sizin Türkçülük perdesi altındaki firenkmeşrebâne harekâtınız, hamiyet-i mil¬liyeden sayılabilirdi. Benim gibi hayat-ı dünyeviyeye az ehemmiyet veren ve unsuriyet fikrini, firengî illeti gibi bir maraz telâkkî eden ve gençleri nâmeşrû keyif ve hevesâttan men’e çalışan ve başka memlekette dünyaya gelen bir adama, “O Kürddür, arkasına düşmeyiniz” diyebilirdiniz ve de¬meye bir hak kazanabilirdiniz. Fakat, mâdem ki Türk nâmı altında olan şu vatan evlâdı, sâbıkan beyân edildiği gibi altı kısımdır. Beş kısma zarar vermek ve keyiflerini kaçırmak, yalnız bir tek kısma muvakkat ve dünyevî ve âkıbeti meş’um bir keyif vermek, belki sarhoş etmek, elbette o Türk mil¬letine dostluk değil, düşmanlıktır. Evet ben unsurca Türk sayılmıyorum; fakat Türklerin ehl-i takvâ tâifesine ve musîbetzedeler kısmına ve ihti¬yarlar sınıfına ve çocuklar tâifesine ve zaifler ve fakirler zümresine bütün kuvvetimle ve kemâl-i iştiyakla müşfikâne ve uhuvvetkârâne çalışmışım ve çalışıyorum. Altıncı tâife olan gençler dahi, hayat-ı dünyeviyesini ze¬hirlettirecek ve hayat-ı uhreviyesini mahvedecek ve bir saat gülmeye bedel bir sene ağlamayı netice veren harekât-ı nâmeşruâdan vazgeçirmek istiyo-rum. Yalnız bu altı yedi sene değil, belki yirmi senedir Kur’ân’dan ahzedip Türkçe lisânıyla neşrettiğim âsâr meydandadır. Evet, lillâhilhamd, Kur’ân-ı Hakîmin mâden-i envârından iktibas edilen âsâr ile, ihtiyar tâifesinin en ziyâde istedikleri nur gösteriliyor. Musîbetzedelerin ve hastaların tiryak gibi en nâfî ilâçları, eczahâne-i kudsîye-i Kur’âniyede gösteriliyor. Ve ihtiyarları en ziyâde düşündüren kabir kapısı, rahmet kapısı olduğu ve idam kapısı olmadığı, o envâr-ı Kur’âniye ile gösterildi. Ve çocukların nâzik kalblerinde hadsiz mesâib ve muzır eşyaya karşı gâyet kuvvetli bir nokta-i istinad ve hadsiz âmâl ve arzularına medâr bir nokta-i istimdat, Kur’ân-ı Hakımin mâdeninden çıkarıldı ve gösterildi ve bilfiil istifade ettirildi. Ve fukarâlar ve zuafâlar kısmını en ziyâde ezen ve mütessir eden hayatın ağır tekâlifi, Kur’ân-ı Hakımin hakâik-ı îmâniyesiyle hafifleştirildi.

İşte bu beş tâife ki, Türk milletinin altı kısmından beş kısmıdır; men-faatlerine çalışıyoruz. Altıncı kısım ki, gençlerdir. Onların iyiliklerine karşı ciddî uhuvvetimiz var. Senin gibi mülhidlere karşı hiçbir cihetle dostluğu¬muz yok! Çünkü, ilhâda giren ve Türkün hakîki bütün mefâhir-i milliyesini taşıyan İslâmiyet milliyesinden çıkmak isteyen adamları Türk bilmiyoruz. Türk perdesi altına girmiş frenk telâkkî ediyoruz! Çünkü, yüz bin defa Türkçüyüz deyip dâvâ etseler, ehl-i hakîkati kandıramazlar. Zîrâ, fiilleri, harekâtları onların dâvâlarını tekzib ediyor.

İşte ey frenkmeşrepler ve propagandanızla hakîki kardeşlerimi benden soğutmaya çalışan mülhidler! Bu millete menfaatiniz nedir? Birinci tâife olan ehl-i takvâ ve salâhâtın nûrunu söndürüyorsunuz. Merhamete ve timâr etmeye şâyan ikinci tâifesinin yaralarına zehir serpiyorsunuz. Ve hürme¬te çok lâyık olan üçüncü tâifenin tesellîsini kırıyorsunuz, ye’s-i mutlaka atıyorsunuz. Ve şefkate çok muhtaç olan dördüncü tâifenin bütün bütün kuvve-i mâneviyesini kırıyorsunuz ve hakîki insâniyetini söndürüyorsunuz. Ve muâvenet ve yardıma ve tesellîye çok muhtaç olan beşinci tâifenin ümit¬lerini, istimdatlarını akîm bırakıp, onların nazarında hayatı mevtten daha ziyâde dehşetli bir sûrete çeviriyorsunuz. İkâza ve ayılmaya çok muhtaç olan altıncı tâifesine gençlik uykusu içinde öyle bir şarap içiriyorsunuz ki; o şarabın humarı pek elîm, pek dehşetlidir. Acaba bu mudur hamiyet-i milli¬yeniz ki, o hamiyet-i milliye uğrunda çok mukaddesâtı fedâ ediyorsunuz. O Türkçülük menfaati, Türklere bu sûretle midir? Yüz bin def’a el’iyâzü billâh.

Ey efendiler! Bilirim ki, hak noktasında mağlûp olduğunuz zaman, kuvvete mürâcaat edersiniz. Kuvvet hakta olduğu, hak kuvvette olmadığı sırrıyla, dünyayı başıma ateş yapsanız, hakîkat-i Kur’aniyeye fedâ olan bu baş size eğilmeyecektir. Hem size bunu da haber veriyorum ki: Değil siz¬ler gibi mahdut, mânen millet nazarında menfur bir kısım adamlar, belki binler, sizler gibi bana maddi düşmanlık etseler, ehemmiyet vermeyeceğim ve bir kısım muzır hayvanâttan fazla kıymet vermeyeceğim. Çünkü, bana karşı ne yapacaksınız? Yapacağınız iş, ya hayatıma hâtime çekmekle veya hizmetimi bozmak sûretiyle olur. Bu iki şeyden başka dünyada alâkam yok. Hayatın başına gelen ecel ise, şuhud derecesinde katî îman etmişim ki, ta¬gayyür etmiyor, mukadderdir. Mâdem böyledir; hak yolunda şehâdet ile öl¬sem, çekinmek değil, iştiyak ile bekliyorum. Bâhusus, ben ihtiyar oldum; bir seneden fazla yaşamayı zor düşünüyorum. Zâhirî bir sene ömrü, şehâdet vâsıtasıyla kazanılan hadsiz bir ömr-ü bâkîye tebdil etmek, benim gibile¬rin en âlî bir maksadı, bir gâyesi olur. Ammâ hizmet ise, felillâhilhamd, hizmet-i Kur’âniye ve îmâniyede Cenâb-ı Hak, rahmetiyle öyle kardeşleri bana vermiş ki, vefatım ile, o hizmet bir merkezde yapıldığına bedel çok merkezlerde yapılacak. Benim dilim ölüm ile susturulsa, pek çok kuvvet¬li diller benim dilime bedel konuşacaklar; o hizmeti idâme ederler. Hattâ diyebilirim, nasıl ki bir tane tohum toprak altına girip ölmesiyle bir sünbül hayatını netice verir, bir taneye bedel yüz tane vazife başına geçer; öyle de mevtim hayatımdan fazla o hizmete vâsıta olur ümidimi besliyorum.

Mektûbat, 29. Mektup, ss. 407-412.

[Irkçılığın Şarkta verdiği zararlar; Risale-i Nur ve Medresetüzzehra ile bu zararların izale edilmesi]

Şimdi umum beşerde sulh-u umumî için, yani beşerin ifsad edilme-mesi için çareler aranıyor, paktlar kuruluyor. Ve madem bu hükümet-i İslâmiye musalâhat-ı umumiye ve hükûmetin selâmeti için, Yugoslavya’ya, tâ İspanya’ya kadar onları okşayarak dostluk kurmaya çalışıyor.

İşte bunların çare-i yegânesinin bir delili olarak gösteriyoruz ki, tesis edilecek Şark Darülfünununun ilk müteşebbisinin bir ders kitabı olan ve ulûm-u müsbete ve fenniye ile ulûm-u imaniyeyi barıştıran ve bu otuz se¬neden beri bütün filozoflara meydan okuyan ve resmî ulemaya dokunduğu ve eski hükûmetle resmen mübareze ettiği halde bütün bunlar tarafından takdir ve tahsine mazhar olan ve mahkemelerde beraat kazanan Risale-i Nur’un bu vatan ve millete temin ettiği âsâyiş ve emniyettir ki, İslâm mem¬leketlerinde, hususan Fas’ta, Mısır ve Suriye ve İran gibi yerlerde vuku bu¬lan dahilî karışıklıkların bu vatanda görülmemesidir. İşte, nasıl ki bu vatan ve millette Risale-i Nur-emniyet ve âsâyişin ihlâline sair memleketlerden daha ziyade esbap bulunmasına rağmen-âsâyişi temin etmesi gösteriyor ki, o Doğu Üniversitesinin tesisi, beşeri müsalemet-i umumiyeye mazhar kılacaktır. Çünkü şimdi tahribat mânevî olduğu için ona mukabil tamirci mânevî bir atom bombası lâzımdır.

İşte, bu zamanda tahribatın mânevî olduğuna ve ona karşı mukabelenin de ancak tamirci mânevî atom bombasıyla mümkün olabileceğine kat’î bir delil olarak, üniversitenin mebde’ ve çekirdeği olan Risale-i Nur’un bu otuz sene içerisinde Avrupa’dan gelen dehşetli dalâlet ve felsefe ve dinsizlik hü¬cumlarına bir sed teşkil etmesidir. O mânevî tahribata karşı Risale-i Nur tamirci ve mânevî bir atom bombası olmuş.

…. Şark Üniversitesi bir merkez olarak âlem-i İslâmı ve tâ bütün Asya’yı alâkadar edecek bir mahiyet ve ehemmiyette olduğundan, altmış milyon değil, altmış milyar da masraf yapılsa elyaktır.

Yeni Ulus gazetesi muhalif olduğu için, bu meseleyi perde ederek yeni iktidarın bazı büyük memurlarından bu meseleye çalışanlara bir nevi irti¬ca süsünü vermek istiyor. Halbuki, bu mesele en yüksek terakkî ve sulh-u umumînin medarıdır. Bu müessese bu hükûmet-i İslâmiyeye bazı şeâir-i İslâmiyeden Arabî ezan-ı Muhammedî ve din dersleri gibi pek çok kuvvet verecek. Belki bu hükûmetin istikbalinde, tarihlerde kemâl-i takdir ve tah¬sinle yâd edilmesine en parlak bir vesile olacaktır.

Bu meselenin ihyasıyla hasıl olan nur ve feyiz, Demokrat hükûmetin en büyük ve cihandeğer bir hizmeti olarak ebede kadar misli görülmemiş bir parlaklıkla lemean edecektir. Ve beynelmilel bir itibarı temin edecektir.

Üstadımızın hastalığı münasebetiyle hizmetinde bulunan Nur talebeleri

Emirdağ Lahikası, s. 404-405

Reis-i Cumhura ve Başvekile,

Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, birkaç hastalıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir biçare garip ihtiyar der ki:

Size iki hakikati beyan ediyorum:

Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakiyetkârâne ittifakını, bu millete kemâl-i samimiyetle, sürûr ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh-u canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşaallah 400 milyon İslâmın sulh-u umumiyesine ve selâmet-i âmmenin teminine kat’î bir mukaddeme olarak ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım.

Otuz kırk seneden beri dünyayı ve siyaseti terk ettiğim halde, şiddetli bir alâka ile bu ihtar-ı kalbînin sebebi: Elli seneden beri imanı kurtarmak için gayet kısa bir yolu bulan ve Kur’ân’ın bu zamanda bir mucize-i mâneviyesi olan Risale-i Nur’un Arabistan ve Pakistan’da her yerden daha ziyade te¬siratı olduğu ve makbul olması, hattâ aldığımız habere göre, mahkemece tesbit edilen miktarın üç misli Risale-i Nur’un talebelerinin o havalide bu¬lunmalarıdır. Bu sır için âhir hayatımda kabir kapısında bu netice-i azîmeyi görmek ve beyan etmeye ruhen mecbur oldum.

Saniyen: Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında “kulüpler” suretinde büyük zararı görülmesi ve Birinci Harb-i Umumîde yine ırkçılığın istimaliyle mübarek kardeş Arapların mü¬cahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve istirahat-i umumiye düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeye çalıştıklarına emareler görünüyor. Halbu¬ki, menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde, evvelâ başta Türk milleti dünyanın her tarafında Müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezc olmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Araplarda da Araplık ve Arap milliyeti İslâmiyetle mezcolmuş ve olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azîmdir.

Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar ittifakınız, inşaallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def edecek ve dört beş milyon ırkçıların yerine, 400 milyon kardeş Müslümanları ve 800 milyon sulh ve müsalemet-i umu¬miyeye şiddetle muhtaç Hıristiyan ve sâir dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına ruhuma kanaat geldiğinden, size beyan ediyorum.

Salisen: Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekât nâzırı Kur’ân’ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: “Bu İslâmların elinde kaldıkça, biz onlara hakikî hâkim olamayız, tahakkümü¬müz altında tutamayız. Ya Kur’ân’ı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslüman¬ları ondan soğutmalıyız.”

İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsat komitesi bu biçare fedakâr, mâsum, hamiyetkâr millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de, altmış beş sene evvel bu cereyana karşı, Kur’ân-ı Hakîm’den istimdat eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek büyük bir “Dârülfünun-u İslâmiye” tasavvuru ile, altmış beş senedir, âhiretimizi kurtarmak ve onun bir faydası olarak hayat-ı dünyeviyemizi de istibdad-ı mutlaktan ve dalâletin helâketinden kurtarma¬ya ve akvam-ı İslâmiyenin mâbeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeye iki vesileyi bulduk.

Birinci vesilesi: Risale-i Nur’dur ki, uhuvvet-i imaniyenin inkişafına kuvvet-i iman ile hizmet ettiğine kat’î delil, emsalsiz bir mazlumiyet ve âcizlik hâletinde telif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâmın ekseri yerlerinde ve Avrupa ve Amerika’ya da tesirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette maddiyun ve tabiiyun gibi dinsizlik fikrine karşı galebe çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerh edememesidir. İnşaallah bir zaman da, sizin gibi uhuvvet-i İslâmiyenin anahtarını bulan zatlar, bu mucize-i Kur’âniyenin cilvesini âlem-i İslâma işittireceksiniz.

İkinci vesilesi: Altmış beş sene evvel Câmiü’l-Ezhere gitmek istiyor¬dum. Âlem-i İslâmın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki:

Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir darülfünun, bir İslâm üniver¬sitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindis¬tan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat et¬mesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Av¬rupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musalâha etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye, vilâyât-ı şarkiyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında, Medresetü’z-Zehra mânâsında, Câmiü’l-Ezher üslûbunda bir darülfünun, hem mektep, hem medrese ola¬rak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risale-i Nur’un hakaikine ça¬lıştığım gibi ona da çalışmışım. En evvel bunun kıymetini (Allah rahmet etsin) Sultan Reşad takdir edip yalnız binasını yapmak için 20 bin altın lira verdiği gibi, sonra ben eski Harb-i Umumîdeki esaretimden döndüğüm vakit, Ankara’da mevcut 200 meb’ustan 163 meb’usun imzası ile 150 bin lira, o zaman paranın kıymetli vaktinde, aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal de içinde idi. Demek, şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle, tâ o zamanda böyle kıymetdar bir üniversitenin tesisine herşeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ dinde çok lâkayt ve garplılaşmak ve an’anattan tecerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım meb’uslar dahi onu imza ettiler. Yalnız onlardan ikisi dediler ki:

“Biz şimdi ulûm-u an’ane ve ulûm-u diniyeden ziyade garplılaşmaya ve medeniyete muhtacız.”

Ben de cevaben dedim:

Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da, ekser enbiyanın Asya’da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve filozofların garpta gelmeleri¬nin delâletiyle Asya’yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garplılaş¬mak namıyla an’ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi, dört beş büyük milletlerin merkezinde olan vilâyat-ı şarkiyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyetin hakaikine kat’iyen tarafdar olmak, size lâzım ve elzemdir. Binler misallerinden bir küçük misal size söyleyeceğim:

Ben Van’da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” dedim.

Dedi: “Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyor¬lar.” Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırk¬çı muallimlerden aldığı aksülâmel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürd’ü salih bir Türk’e tercih ediyorum.”

Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.

Ey sual soran meb’uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeş¬lere, bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırktaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan, sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyi-dir? Sizden soruyorum.

İşte bu cevabımdan sonra, an’ane aleyhinde ve her cihetle garplılaşmak fikrini taşıyanlar, kalktılar, imza ettiler. İsimlerini söylemeyeceğim. Allah kusurlarını affetsin; şimdi vefat etmişler.

Rabian: Mâdem Reisicumhur gayet mühim mesâil-i siyasiye içinde Şark Üniversitesini en ehemmiyetli bir mesele yapıp hattâ harika bir tarzda altmış milyon liranın o üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesin¬de fevkalâde bir hizmetle medresenin medâr-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye, eski hocalık hissiyatıyla başla¬ması, bütün şark hocalarını minnettar etmiş. Ve şimdi orta şarkta sulh-u umumînin temel taşı ve birinci kalesi olan bu üniversiteyi yine mesâil-i azîme-yi siyasiye içinde yeniden nazara alması, elbette bu vatan, bu devlete, bu millete bu azîm, faydalı hizmeti netice verecek. Ulûm-u diniye o üni¬versitede esas olacak. Çünkü hariçteki kuvvet tahribatı mânevîdir, imansız¬lıkladır. O mânevî tahribata karşı atom bombası, ancak mânevî cihetinde mâneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir.

Mâdem elli beş sene bu meseleye bütün hayatını sarf etmiş ve bütün dekaikiyle ve neticeleriyle tetkik etmiş bir adamın bu meselede reyini almak ve fikrini sormak lâzım gelirken, Amerika’da, Avrupa’da bu meseleye dair istişareye kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu meselede söz söylemeye hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bir millet namına sizden bekliyoruz.

Said Nursî

Emirdağ Lahikası 438-440

[Irkçılığın ve hamiyet-i İslamiyenin mahiyetleri ve farkları]

İ’lem, eyyühe’l-azîz! Asabiyet-i câhiliye, birbirine tesânüd edip yar-dım eden gaflet, dalâlet, riyâ ve zulmetten mürekkep bir mâcundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti mâbud ittihaz ediyorlar. Hamiyet-i İslâmiye ise, nûr-u îmandan in’ikâs edip dalgalanan bir ziyâdır.

Mesnevî-i Nûriye, s. 96.

***

Evet, “ene” ince bir “elif,” bir tel, farazî bir hat iken mahiyeti bilinmez¬se, tesettür toprağı altında neşvü nemâ bulur; gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanın her tarafına yayılır, koca bir ejderha gibi vücüd-u insanı bel’ eder. Bütün o insan, bütün letâifi ile, âdetâ “ene” olur. Sonra nev’in enâniyeti de bir asabiyet-i nev’iye ve milliye cihetiyle, o enâniyete kuvvet verip, o “ene,” o enâniyet-i neviyeye istinad ederek şeytan gibi, Sani-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder. Sonra kıyas-ı binnefs suretiyle herkesi, hatta herşe¬yi kendine kıyas edip Cenab-ı Hakkın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder; gayet azim bir şirke düşer; “Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür (Lokman Sûresi: 13.)” meâlini gösterir. Evet, nasıl mîrî malından kırk pa¬rayı çalan bir adam bütün hazır arkadaşlarma birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir; öyle de, “Kendime malikim” diyen adam, “Her şey kendine maliktir” demeye itikad etmeye mecburdur.

Sözler, 30. Söz, s. 496.

***

Hürriyetin başında Sultan Reşad’ın Rumeli seyahati münasebetiy¬le vilâyât-ı Şarkiye namına ben de refakat ettim. Şimendiferimizde iki mektepli mütefennin arkadaşla bir mübahese oldu. Benden sual ettiler ki, “Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?” O zaman dedim:

“Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat müt¬tehittir. İtibarî, zahirî, arizî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman; hamiyet-i di¬niye, avam ve havassa şâmil oluyor. Hamiyet-i milliye, yüzden birisine yani menâfi-i şahsiyesini millete fedâ edene has kalır. Öyle ise, hukuk-u umu¬miye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye, ona hadim ve kuvvet ve kal’ası olmalı. Hususan biz Şarklılar, Garplılar gibi değiliz. İçimizde kalplere hakim hiss-i dinîdir. Kader-i ezelî ekser enbiyayı Şarkta göndermesi işaret ediyor ki, yalnız hiss-i dinî Şarkı uyandırır, terakkiye sevk eder. Asr-ı Saadet ve Tabiîn, bunun bir bürhan-ı kat’isidir.

“Ey bu hamiyet-i diniye ve milliyeden hangisine daha ziyade ehemmi¬yet vermek lâzım geldiğini soran bu şimendifer denilen medrese-i seyya¬rede ders arkadaşlarım! Ve şimdi, zamanın şimendiferinde istikbal tarafına bizimle beraber giden bütün mektepliler! Size de derim ki:

“’Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamiyle meczolmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metin ve Arştan gelmiş bir zincir-i nurânidir. Kırılmaz ve kop¬maz bir urvetü’l-vüskadır. Tahrip edilmez, mağlup olmaz bir kudsî kal’adır,’ dediğim vakit o iki mektep muallimleri bana dediler: ‘Delilin nedir? Bu bü¬yük davaya büyük bir hüccet ve gayet kuvvetli bir delil lâzım. Delil nedir?”’

Birden şimendiferimiz tünelden çıktı. Biz de başımızı çıkardık, pence-reden baktık. Altı yaşına girmemiş bir çocuğu şimendiferin tam geçeceği yolun yanında durmuş gördük. O iki muallim arkadaşlarıma dedim:

“İşte bu çocuk lisan-ı haliyle sualimize tam cevap veriyor. Benim bede¬lime o masum çocuk bu seyyar medresemizde üstadımız olsun. Işte lisanı hali bu gelecek hakikati der:

“Bakınız, bu dabbetü’l-arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada geçeceği yolda, bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetü’l-arz tehdidiyle ve hücumunun ta¬hakkümüyle bağırarak tehdit ediyor: ‘Bana rastgelenlerin vay haline’ dediği halde, o masum, yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve harika bir cesaret ve kahramanlıkla beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetü’l-arzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: ‘Ey şimendifer! Sen ra’d ve gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın!’

Sebat ve metanetinin lisan-ı hali ile gûya der: “Ey şimendifer, sen bir nizamın esirisin. Senin gem’in, senin dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin bana tecâvüz etmen haddin değil. Beni istibdâdın altına alamazsın. Haydi, yolunda git, kumandanını izniyle yolundan geç!”

İşte ey bu şimendefirdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra fenlere çalı-şan kardeşlerim! Bu mâsum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî ve Herkül-ü Yunanî o acip kahramanlıkları ile beraber tayy-ı zaman ederek, o çocuk ye¬rinde burada bulunduklarını farz ediniz. Onların zamanında şimendifer ol¬madığı için, elbette şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir itikatla¬rı olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdid hücumu ile Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı, o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar!.. O harika cesareti ile bin metreden fazla kaçacaklar. Bakınız, nasıl bir dabbetü’l-arzın tehdi¬dine karşı hürriyetleri, cesaretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamı¬yorlar. Çünkü onlar, onun kumandanına ve intizamına itikad etmedikleri için, mûtî bir merkep zannetmiyorlar. Belki gayet müthiş, parçalayıcı, vagon cesametinde yirmi arslanı arkasına takmış bir nev’i arslan tevehhüm ederler.

Ey kardeşlerim ve ey elli sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım! İşte âltı yaşına girmeyen bu çocuğa o iki kahramandan ziyade cesaret ve hürriyet veren ve çok mertebe onların fevkında bir emniyet ve korkmamak haleti¬ni veren; o masumun kalbinde hakikatin bir çekirdeği olan şimendiferin intizamına ve dizgini bir kumandanın elinde bulunduğuna ve cereyanı bir intizam altında ve birisi onu kendi hesabıyle gezdirmesine olan itikadı ve itminanı ve imanıdır. Ve o iki kahramanı gayet korkutan ve vicdanlarını vehme esir eden, onların—onun kumandanırıı bilmemek ve intizamına inanmamak olan—callilene itikatsızlıklarıdır.

Bu temsilde, o masum çocuğun imanından gelen kahramanlık gibi, se-nede İslâm taifelerinin birkaç aşiretinin (Türk ve Türkleşmiş milletin)—kalbinde yerleşen iman ve itikad cihetiyle—ru-yi zeminde yüz mislin¬den ziyade devletlere, milletlere karşı imanından gelen bir kahramanlıkla İslâmiyet ve kemalât-ı maneviyenin bayrağını Asya ve Afrika’da ve yarı Avrupa’da gezdiren; ve “Ölsem şehidim, öldürsem gaziyim” deyip ölümü gülerek karşılamakla beraber, dünyadaki müteselsil düşman hadisatlara karşı da, hatta mikroptan kuyruklu yıldızlara kadar beşerin küllî istidadı¬na karşı düşmanlık vaziyetini alan o dehşetli şimendiferlerin tehditlerine karşı, imanın kahramanlığıyla mukabele edip korkmayan; kaza ve kader-i İlâhiyeye karşı imanın teslimiyetiyle korkmak, dehşet almak yerinde, hik¬met ve ibret ve bir nev’i saadeti dünyeviyeyi kazanan başta Türk ve Arap ta-ifeleri ve bütün Müslüman kabileleri—o masum çocuk gibi—fevkalâde bir manevî kahramanlık gösterdikleri gösteriyor ki: İstikbalin hâkim-i mutlakı, âhirette olduğu gibi dünyada da İslâmiyet milletidir.

Hutbe-i Sâmiye, ss. 69-74

Milliyetimizin rûhu İslâmiyettir

Suâl: “İstibdat nedir; meşrûtiyet nedir?”

Cevap: İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zul¬mün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husûmeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hattâ her¬şeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne’l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır. Evet, taklidin pederi ve istibdâd-ı siyâsînin veledi olan istibdâd-ı ilmîdir ki, Ceb¬riye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir.

Suâl: “İstibdat bu derece bir semm-i katil olduğunu bilmezdik. Lehü’1-hamd, parçalandı. Onu esâsiyle tedâvi edecek olan tiryâk-ı meşrûtiyeti bize târif et.”

Cevap: Bâzı memurların ef’ali, adem-i ülfetten dolayı size yan¬lış ders gösterdiği ve şiddetten neş’et eden müşevveşiyetle hâl-i ha¬zırdan fehmettiğiniz meşrûtiyeti tefsir etmeyeceğim. Belki hükü¬metin hedef-i maksadı olan meşrûtiyet-i meşrûâyı beyân edeceğim. İşte, meşrûtiyet âyet-i kerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-u nûrânînin kuvvete bedel, ha¬yatı haktır, kalbi mârifettir, lisânı muhabbettir, aklı kânundur, şahıs değildir. Evet, meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umum akvâmın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvâk ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır; uyku bes, siz de uyanınız. İnsanı hayvanlık¬tan kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin bahtını, Asya’nın tâliini açacaktır. Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebedîye mazhar eder. Mille¬tin bekâsıyla ibkâ edecek; siz daha me’yus olmayınız. Bir ince tel gibi her tarafa hevâ ve hevesin tehyîci ile çevrilmeye müstaid olan rey-i vâhid-i istibdâdı lâyetezelzel bir demir direk gibi, lâyetefellel bir elmas kılınç gibi olan efkâr-ı âmmeye tebdil eder; siz de, sefine-i Nuh gibi emniyet ediniz. Herkesi bir padişah hükmüne getiriyor; siz de hürriyetperverlikle padişah olmaya gayret ediniz. Esâs-ı insâniyet olan cüz’-ü ihtiyârı temin eder, âzâd eder; siz de câmid olmaya râzı olmayınız. Üç yüz milyondan ziyâde ehl-i İslâmı bir aşîret gibi birbirıne rapteder; siz de o râbıtayı muhâfaza ediniz. Zîrâ meşveret perdeyi attı; milliyet göründü, harekete geldi. Milliyet için¬de İslâmiyet ışıklandı, ihtizâza geldi. Zîrâ, milliyetimizin rûhu İslâmiyettir; hakîki ve nisbî ve izâfiden mürekkeptir. Başka millete benzemiyoruz.

Münazarat, s. 24

Sual: Biz Türkler ve Kürtler, bizde kalbimizin dolusu, belki cesedimiz mâlâmâl, belki inbisat edip şu derelerde dağ olarak tahaccür etmiş kale¬miz olan bir şecaat vardır. Ve başımızın dolusu zekâvetimiz var. Ve sinemizi mâlâmâl edecek gayret vardır. Ve bedenimizi ve âzâlarımızı dolduracak ita¬at vardır. Ve dereleri hayatlandıracak ve dağları müzeyyen edecek efradımız var. Haşiye20 (Haşiye20, Demek kuvve-i mâneviyeleri kırılmamış.) Neden böyle sefil ve müflis ve zelil kaldık ki, hem yol üstünde de kaldık. Terakkiye binenler bizi çiğneyip istikbale doğru koşup gidiyorlar. Komşumuz olan milletler bizden az iken, kuvvetleri bizden çok kısa iken, üzerimize tetavül ediyorlar? Haşiye21 (Haşiye21, İstersen dikkat et. O zaman Ermeni meb’usu Vartakis ve Hakkâri meb’usu Seyyid Molla Tâhir’e işaret eder.)

Cevap: Hîn-i meşrutiyette tevbenin kapısı açıktır ve tevbe edenler çoktur. Şimdiki rüesâya tevbih ve ta’nifte hakkım yoktur. Ben taşımı sabıka atı¬yorum. Bazılarının hatırı kırılsa da mâzur tutulsun. Yalnız hakkın hatırı kırılmasın. Zira, milletin hatırı, onların hatırından daha âli, daha galîdir. İşte o tedennînin mühim bir sebebi: Bazı rüesâ ile haksız olarak mille¬te fedakârlık iddia eden sahtekâr hamiyet-furuşlar veya velâyeti dâvâ eden ehliyetsiz bazı müteşeyyihlerdir. Fakat, sünnet-i seniyeye muhalif olan bu sünnet-i seyyie, yine istibdadın seyyiatındandır.

Sual: Nasıl?

Cevap: Zira, herbir millet için, o milletin cesaret-i milliyesini teşkil eden ve namus-u milliyesini muhafaza eden ve kuvveti onda toplanacak bir mânevî havuz vardır. Ve sehâvet-i milliyesini teşkil eden ve menâfi-i umumiyesini temin eden ve fazla kalan malları onda tahazzün edecek bir hazine-i mâneviyesi vardır. İşte o iki kısım reisler, bilerek veya bilmeye¬rek, o havuzun ve o hazinenin etrafında delik-melik açtılar. Mâye-i bekayı ve madde-i hayatı çektiler. Havuzu kurutup hazineyi boş bıraktılar. Böyle gitse, devlet milyarlar borç altında kalıp düşecek. Nasıl bir adamın kuvve-i gadabiyesi olan dâfiası ve kuvve-i şeheviye olan cazibesi olmazsa, ölmüş olmuş olur ve hayy iken meyyittir. Hem de, bir şimendiferin buhar kazanı delik-melik olsa, perişan ve hareketten muattal kalır. Hem de bir tesbi¬hin ipi kırılsa dağılır. Öyle de, bir şahs-ı mânevî olan br milletin kuvvet ve malının havuzu ve hazinesini boşaltan başlar, o milleti serseri, perişan ve mevcudiyetsiz edip, fikr-i milliyetin ipini kesip, parça parça ederler. Evet, Bazı avâmın hâtırı için hakikatın hâtırını kırma¬yacağım.

Münazarat, s. 96

Öyleyse dinleyiniz ve kulaklarınızı beş açınız. İşte fikr-i milliyetle uyan¬mış bir Ermeninin himmeti, mecmu-u millettir. Güya onun milleti küçül¬müş, o olmuş. Veya onun kalbinde yerleşmiş. Onun ruhu ne kadar tatlı ve kıymettar olsa da, milletini daha ziyade tatlı ve büyük bilir. Bin ruhu da olsa feda etmeye iftihar eder. Çünkü kendince yüksek düşünür. Halbuki, şimdi¬kilere demiyorum, lâkin sizin eskiden bir yiğidiniz uyanmamış, nura girme¬miş, İslâmiyet milletinin namusunu bilmemiş, yalnız bir menfaat veya bir garaz veya bir adamın veya bir aşiretin namusunu mülâhaza eder, kısa dü¬şünürdü. Elbette tatlı hayatını öyle küçük şeylere herkes feda etmez. Faraza, İslâmî fikr-i milliyetle Haşiye 23 (Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve imandır.) onlar gibi temâşâ etseydiniz, kahramanlığınızı âleme tasdik ettirip yüksek tabakalara çıkacaktınız. Eğer Ermeniler sizin gibi sathî ve kısa düşünseydiler nihayette korkak ve sefil olacaklardı. Hakikaten sizin harikulâde şecaate istidadınız vardır. Zira bir menfaat veya cüz’î bir haysiyet veya itibarî bir şeref için veya “Filân yiğittir” sözlerini işitmek gibi küçük emirlere hayatını istihfaf eden veya ağasının namusunu isti’zam için kendi¬ni feda eden kimseler, eğer uyansalar, hazinelere değer olan İslâmiyet mil¬liyetine, yani üç yüz milyon İslâmın uhuvvetlerini ve mânevî yardımlarını kazandıran İslâmiyet milliyetine, binler ruhu da olsa, acaba istihfaf-ı hayat etmezler mi? Elbette hayatını on paraya satan, on liraya binler şevkle satar. Maatteessüf, güzel şeylerimiz gayr-ı müslimler eline geçti¬ği gibi, güzel olan ahlâklarımızı da yine gayr-ı müslimler çalmış¬lar. Güya bir kısım içtimaî ahlâk-ı âliyemiz yanımızda revaç bul-madığından, bize darılıp onlara gitmiş. Ve onların bir kısım rezâili, kendileri içinde çok revaç bulmadığından cehaletimizin pazarına getirilmiş. Hem, büyük bir taaccüple görmüyor musunuz ki, terakkiyat-ı hâzıranın üssü’l-esası ve belki din-i hakkın muktezâsı olan “Ben ölürsem devletim, milletim ve ahbaplarım sağdırlar” gibi kelime-i beyza ve haslet-i hamrâyı gayr-ı müslimler çalmışlar? Çünkü onların bir fedâisi der: “Ben ölürsem milletim sağ olsun; içinde bir hayat-ı mâneviyem vardır.” Ve bütün sefaletin ve şahsiyatın esası olan “Ben öldükten sonra dünya ne olursa olsun. İsterse tûfan olsun” veyahut – Ben susuzluktan ölürsem, tek damla bile yağmasın! – olan kelime-i humaka ve seciye-i avra, himmetimizin eli¬ni tutmuş, rehberlik ediyor. İşte, en iyi haslet ki, dinimizin muktezasıdır: Biz ruhumuzla, canımızla, vicdanımızla, fikrimizle ve bütün kuvvetimizle demeliyiz ki: “Biz ölsek, milletimiz olan İslâmiyet haydır, ilelebed bâkîdir. Milletim sağ olsun. Sevâb-ı uhrevî bana kâfidir. Milletin hayatındaki hayat-ı mâneviyem beni yaşattırır; âlem-i ulvîde beni mütelezziz eder. -2- deyip, nurun ve hamiyetin nurlu rehberlerini kendimize rehber etmeliyiz. Sual: Biz kuvvetimizi nasıl toplayıp namus-u İslâmiye-i milliyeyi muhafaza edeceğiz? HAŞİYE24 ( Kırk beş sene evvel bedevî aşâire olan bu dersler, şimdi Nurun şakirtlerine de bir ders olabilir diye kalbime ihtar edildi.)

(Münazarat, s, 100

Sual: “İfrat ediyorsun, hayali hakîkat gösteriyorsun. Bizi de tec¬hil ile tahkir ediyorsun. Zaman ahir zamandır, gittikçe fenalaşacak.” Cevap: Neden dünya herkese terakkî dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun? Öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmaya¬cağım, şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki insanlarla konuşacağım: Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve saki¬tane Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi tema¬şa eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tahir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler, vesaireler!.. Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennetasa bir baharda geleceksiniz. Şim¬di ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi kıt’asına geçmek için gel¬diğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç ta¬nesini medresemin HAŞİYE 1 (Medresetü’z-Zehra’nın Van’daki nümûnesi olan ve vefat eden Horhor Medresesinin mezartaşı hükmünde bulunan Van Kalesi demektir.) mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya ten¬bih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan sadasını işiteceksiniz… Şu zamanın memesinden bizimle süt emmeyen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakîkatsiz ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar Şu kitabın HAŞİYE 2 (İstikbalde telif edilecek Risale-i Nur Külliyatını hiss-i kable’i-vuku ile haber veriyor)hakaikını hayal tevehhüm etsinler. Zîra, ben biliyorum ki; Şu kitabın mesaili, hakîkat olarak sizde tahakkuk edecektir. Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zîra, asr-ı salis-i aşrın, yani on üçüncü asrın minaresinin başında durmuşum, sûreten medenî ve dinde la¬kayd ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camie davet ediyorum. İşte ey iki hayatın rûhu hükmünde olan İslamiyeti bırakan iki ayak¬lı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayı¬nız. Mezar sizi bekliyor; çekiliniz. Ta ki, hakîkat-i İslamiyeyi hak¬kıyla kainat üzerinde temevvücsaz edecek olan nesl-i cedid gelsin!.. Sual: “Eskiler bizden ala veya bizim gibi; gelenler bizden daha fena gelecekler?” Cevap: Ey Türkler ve Kürtler! Acaba şimdi bir miting yapsam, sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlatlarınızı şu gürültüha¬ne olan asr-ı hazır meclisine davet etsem, acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demeyecekler mi, “Hey mîrasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz? Heyhat! Bizi akîm bir kıyas ettiniz, bizi kısır bı¬raktınız.” Hem de, sol tarafında duran ve şehristan-ı istikbalden ge¬len evlatlarınız, sağdaki ecdatlarınızı tasdik ederek demeyecekler mi ki, “Ey tenbel pederler! Siz misiniz, hayatımızın suğra ve kübrası? Siz mi¬siniz şu şanlı ecdadımızla bizi rapteden rabıtamızın hadd-i evsatı? Hey¬hat! Ne kadar hakîkatsiz ve karıştırıcı ve müşağabeli bir kıyas oldunuz” İşte ey bedevî göçerler ve (ey inkılap softaları HAŞİYE 3 )! (Sonradan ila¬ve edilmiştir.) Marızara-i hayal HAŞİYE 4 (Hayal dahi bir sinematograftır.) üstünde gördünüz ki, şu büyük mitingde iki taraf da sizi protesto ettiler.

Cevaplardan Bir Kısım

Öyle ise ben derim: Hakîkaten sizin harikulade şecaate istidadı¬nız vardır. Zîra, bir menfaat veya cüz’î bir haysiyet veya îtibarî bir şeref için veya “Filan yiğittir” sözlerini işitmek gibi küçük emirlere hayatı¬nı istihfaf eden veya ağasının namusunu isti’zam için kendini feda eden kimseler, eğer uyansalar, hazînelere değer olan Ìslamiyet milliyetine HAŞİ¬YE (Milliyetimiz bir vücuddur; rûhu İslamiyet, aklı Kur’an ve îmandır. ), yani üç yüz milyon İslamın uhuvvetlerini ve manevî yardımlarını kazan¬dıran İslamiyet milliyetine, binler rûhu da olsa, acaba istihfaf-ı hayat et¬mezler mi? Elbette hayatını on paraya satan, on liraya binler şevkle satar. Maatteessüf, güzel şeylerimiz gayr-i müslimler eline geçtiği gibi, güzel olan ahlaklarımızı da yine gayr-i müslimler çalmışlar. Güya bizim bir kısım içtimaî ahlak-ı aliyemiz, yanımızda revaç bulmadığından, bize darılıp on¬lara gitmiş; ve onların bir kısım rezaili, kendileri içinde çok revaç bulmadı¬ğından, cehaletimizin pazarına getirilmiş!..

Tarihçe-i Hayat, s. 76