Nationalism in Risale-i Nur

Said Nursî için rehber, sahih söz Kur’ân’dır. Kur’ân’da “Sizi tâife tâife, millet millet, kabîle kabîle yaratmışım; ta birbirinize muavenet edesiniz. Husûmet ve adâvet (garaz) edesiniz değil” (Hucurat, 13) denmiştir.

Âyet-i Kerime’de söylenmek istenen sosyal hayatta, ‘iş ve güç bölümü’nün kaçınılmazlığıdır. Görevler kadar sorumluluklar, haklar gibi yükümlülükler de paylaşılır. Bir düzen kurulabilmesi için bu şarttır. Her fert ve grup, toplum hayatında gerekli bir işlevi yerine getirir. Toplumlar böyle varlıklarını sürdürebilirler; yardımlaşma ve dayanışma içinde yaşarlar, dün¬yalarını imar ederler, buluşlar, keşifler yaparlar. En basit ve ilkel seviyedeki ihtiyaçlarını karşılamak için bile, insan(lar) başkalarıyla işbirliği ve yardım¬laşmaya gitmek zorundadır.

İş birliği, yardımlaşma, dayanışma ve bu suretle sağlanan iş verimliliği, nisbî eşitliği gerektirir. Eşitlik, haklar sayesinde sağlanır. Hakların belli ol¬madığı yerde eşitlik sağlanamaz.

Toplumsal bütünlüğü (vahdeti) sağlayan unsurlar, birbirinden aşağı veya yukarı, birbirinden daha önemli ve önemsiz değildir. Bu tahlil çoğulculuğa yapılan bir atıftır. Bir anlamda milliyetçiliği ‘çoğunlukların tiranlığı’ (tahak¬kümü) olarak görür. Bunu da şu sözlerle dile getirir Nursî: “Onların, cihet-i vahdetleri var. Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir; bir, bir, bir, binler kadar bir, bir…” (Mektubat, s. 310) Onun için toplum, “eşitler arasındaki birlik”tir. Bu birlik, zorla ve baskı ile yönetilemez. Oydaşma (konsensüs) ve ortak ilkelere dayanan ikna/benimseme yöntemi ile yönetilebilir. Eşitsizlikle ve tahakkümle yönetenler açısından bu fikirler fazla ileri, hatta yıkıcıdır.

“Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. İslâmlar içinde menfî (duy¬gular)… uyandırıyorlar; tâ ki, parçalayıp, onları yutsunlar.” diyen Said Nursî milliyetçiliği, Batı icadı ve bölücü bulur. Devamında “Fikr-i milliyet iki kısımdadır. Bir kısmı menfidir, şeametlidir, zararlıdır. Başkasını yutmak¬la beslenir, diğerlerine adavetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise muhasamet ve keşmekeşe sebeptir. Onun için İslâmiyyette asabiyet yoktur. Hadis-i şerifle âyet-i kerime kati surette menfi milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünkü müsbet ve mukaddes İslâm milliyeti ona ihtiyaç bırakmıyor.”(Mektubat, s. 310) der.

Büyük Millet-Küçük Millet Yaklaşımları

İslâm duygudaşlığını ve dayanışmasını siyasî ölçütlere bağlamaz. Adalet, şefkat, şevk ve hamiyetle sağlanacak bir birliği hayal eder. İslâm’da sömürü, zulüm ve asimilasyona dayanan bir ırkçılık ve ulusçuluğun olmadığına vur¬gu yapar ve bunun gerçekleşmesini sonuna kadar savunur.

“Fikr-i milliyette bir zevk-i nefsânî var, gafletkârâne bir lezzet var, şeâmetli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimâiye ile meşgul olanlara, ‘Fikr-i milliyeti bırakınız’ denilmez. Fakat, fikr-i milliyet iki kısım¬dır. Bir kısmı menfîdir, şeâmetlidir, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adâvetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhâsemet ve keşmekeşe sebeptir. Onun içindir ki, hadîs-i şerifte ferman etmiş:

İslâm, Câhiliyyetten kalma ırkçılık ve kabîleciliği kaldırmıştır.(Mektu¬bat, s. 310) Buna göre; milliyetçiliğin çatışmacı ve ayrımcı (ötekileştirici) yanı kötü; dayanışmacı ve maneviyat arttıran, içerici yanı iyidir. Said Nursî özetle bize şunu söylemeye çalışmaktadır: Millet, vatan denen coğrafyada yaşayan herkesi içermelidir. Siz yurttaşlarınız arasında derece, önem ve gü¬venilirlik ayırımı yaparsanız ancak kendinize benzeyenlerden veya beğen¬diklerinizden bir millet oluşturursunuz. Diğerlerini dışlar, ötekileştirir ve onlara haksızlık yaparsınız. Bu memnuniyetsiz gruplar, önünde sonunda mahrum bırakıldıklarını talep eder ve sizin huzurunuzu kaçırır, toplumsal ahengi bozarlar. Bu, ‘küçük millet’ anlayışıdır.

Oysa milleti, tüm yurttaşları içerecek biçimde tanımlar ve kurarsanız, millî devlet de herkesin olur. Kimseyi düşmanlaştırmaz ve düşman olarak görmezsiniz. Ne yazık ki ülkemizde yönetimler, ‘küçük millet’ anlayışından hareket etmişler ve toplumsal huzuru gönüllü olarak kurmakta zorlanmış¬lardır. Artık, ‘büyük millet’ anlayışını benimsemek zamanı gelmiştir.

Fetih Sûresi: 26’ya dayanarak Said Nursî, Allah’ın da katî sûrette menfî bir milliyeti (küçük milleti) ve fikr-i unsuriyeti kabul etmediğini söylüyor. Çünkü diye açıklıyor: “Müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti, ona ihtiyaç bırakmıyor.”

“Acaba hangi unsur var ki, İslâmiyet yerine unsuriyet fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri kazandırsın?” Çok açıktır ki bu günün deyişiyle büyük millet fikrini; kavmiyetçiliği, ırkçılığı ve etnik bö¬lünmeyi önleyecek bir panzehir olarak görüyor ve öneriyor. Nursî, “menfî milliyet”in İslam âleminde ve Batı’da yol açtığı tahribatı ayrıntılı biçimde anlatıyor.

Örnek olarak Arapçılık yaptıkları için Emevilerin, âlem-i İslâmı küs¬türdüklerini belirtiyor. Ehliyet ve liyakat anlayışına karşı soy üstünlüğünün öne çıkarılmasını kınıyor. Emevilerin asabiyeti devlet politikası haline ge¬tirerek, Araplar için de Kureyşliliği, Arap olmayanlara karşı da Araplığı üs¬tünlük sebebi saymalarının yanlışlığını işaret ediyor.

Irkçı Milliyetçilik (Kavmiyetçilik)

Galibiyet ırkçılığının (bir bakıma emperyalizmin) baskın özelliği, üs¬tünlük iddiasına dayanmasıdır. Irklar arasında astlık-üstlük hiyerarşisi kurar ve kendi ırkını en üste yerleştirir. Kaçınılmaz olarak bu anlayış hayatı bir ırklar arası üstünlük savaşına dönüştürür. Bu kavgada hak ve adalet yoktur. Kazananlar ve kaybedenler, hükmedenler ve tabi olanlar vardır. Irkçılık bu durumu tabiat kanunu olarak sunar. Zulüm ve baskı “ötekilerin” hak ettik¬leri bir durumdur. Ne var ki harcında adalet olmayan hiçbir sosyal düzen sürekli ve istikrarlı olamaz. Irkçılık kendisini yok etmenin tohumlarını da içinde taşır.

Nursî ırkçılığın örneklerinden birini İslâm âleminden verir. Emeviler, devlet felsefelerinde İslâm milliyeti yerine Arap kavmiyetçiliğini ikame etmişlerdir.(Mektubat, s.311) Müslüman dahi olsa, diğer ırklara mensup olanlara «memalik» (köle) muamelesi yapmışlardır. Dışlanan ırklar tep¬ki göstermiş, incinen gururlarını tamir için karşı ırkçılığa yönelmişlerdir. Dünya savaşlarına yol açan ırkçılığı bu kategoride görür. Ancak Nursî’ye göre Abbasi, Selçuklu ve Osmanlılarda böyle bir asabiyet pek görülmemiş¬tir.

Irk, renk, doğum yeri esasına dayanan milliyetçilik, çok ilkel (asabiyet-i cahiliye dönemine ait) bir şeydir. Çünkü bu hallerde insanın seçme hakkı yoktur. İslâm’ın milliyet anlayışı, aynı fikre inanmış bütün insanların birleş¬mesi esasına yöneliktir. Dolayısıyla iradidir ve seçime dayanır. Bu meyanda Nursî bütün müminleri kardeş olarak nitelendirir. Birbirlerine bir üstün¬lükleri varsa o ancak takva iledir. Takvanın değerlendiricisi de kul değil, Allah’tır.

Said Nursî için ideolojik tuzaklara düşmeyi önleyen temel olgulardan biri de vahiydir. Vahiy insanı “velâyet ve vesayetlerden kurtarır.” Milliyet, İslâm’la özdeşleştirilip, kavmî kimliklere siyasî değil, tarifî bir işlev yüklen¬diğinde, Nursî’nin “istemediği” veya fena bulduğu ırk temelli milliyetçilik tuzağına düşülmez.

Müslüman olmayı sosyal dayanışmanın, sosyal referans çerçevesi ola¬rak da mü’minler topluluğunu görür. Bunları ulusalcılığın dünyevileştirici etkisini azaltan unsurlar olarak önerir. Dünyevî olan her şey rekabete ve çatışmaya açıktır.

İnsan kavmini, ulusunu sevebilir. “Kişi kavmini sevmekle kınanmaz” hadisi İslâm için bir referanstır. Mesele, bu sevginin bir üstünlüğe ve baş¬kalarını dışlayan siyasi bir konuma erişmemesidir. Yani bir ölçü(süzlük) so¬runudur. Nursî’ye göre milliyet bir vücut ise İslâm onun ruhunu oluşturur.(Münazarat,s. 24)

Said Nursî’ye göre İslâm, insanların ırkını ne hâkim unsur olarak gör¬müş ne de inkâra gitmiştir. Bu nedenle “İslam milleti”, insanların ırkını veya soyunu/kavmini inkâr etmeden onları aşar ve içine alır.

Nursî’nin öğretisinde ırkçılık, ciddi bir sosyal hastalığın belirtisidir. Özellikle dinî inancın yitirildiği veya zayıfladığı durumlarda ortaya çıkar. Manevî değer ve ilkelerin etkisizleşti(rildi)ği zamanlarda insanlar maddî değerlere yönelirler. Maddî dinamiklerin ağır bastığı ortamlarda rekabet sertleşir. Güç ve menfaat çatışması keskinleşir.

Bunun panzehirlerinden biri çalışmak, üretmek ve yoksulluğa, güçsüz¬lüğe mahkûm olmamaktır. Nursî, tembelliği hiç sevmez. Azim ve şevkle çalışmayı önerir. Ona göre, «En bedbaht, en mustarip, en sıkıntılı kişi, işsiz adamdır (veya atalet). Zira atalet insanın boşluğa düşmesine, miskinleşme-sine neden olur. (Sözler, s. 671) Çalışmayan kişinin kendisine saygısı olmaz. Başkaları da ona saygı göstermez. Çalışma, vücudun hayatı ve hayatın uya¬nık halidir… “İzzet-i İslâmiye» inananların emeği ile sağlanır. Batı’nın ileri gitmesi sadece sömürgeciliğe dayanmaz. Batı medeniyetinin ardında çok çalışma ve emek vardır.

Nursî ve Kürt Sorunu

Said Nursî bir Kürt’tür. Kendi Kürtlüğünden kalkarak etnik (soy) men¬subiyetin İslâm milleti ile nasıl uyuştuğunu bir soru ile cevaplamaya çalışır:

Soru: “Milliyetinizden olmayan birisiyle teşrik-i mesâi etmek, hamiyet-i milliyeye münâfîdir?”

Cevap: Ey bedbaht mülhid! Ben, felillâhilhamd, Müslümanım. Her zamanda, kudsî milletimin üç yüz elli milyon efrâdı vardır. Böyle ebedî bir uhuvveti tesis eden ve duâlarıyla bana yardım eden ve içinde Kürdlerin ekseriyet-i mutlakası bulunan üç yüz elli milyon kardeşi, unsuriyet ve menfî milliyet fikrine fedâ etmek” ne mümkün! (Mektubat, s. 407)

Etnik temelli milleti ve ırkı bir kaleye benzetir. “Kal’anın taşlarını, kal’anın içindeki elmas hazînesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak, ahmakâne bir cinayettir” der. Sonra Müslümanlara seslenir: “Milliyetinizi, Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Şimdi gelin Avrupa’nın ırkçı-kavmi¬yetçi iğfaline kapılmayın… Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et!” diye ekler.

Bununla yetinmez. “Menfî milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki: Memleketimiz (Anadolu), eski zamandan beri çok muhâceretlere ve tebeddülâta mâruz olmakla beraber; akvâm-ı sâireden, pervâne gibi, çok¬ları içine atılıp, tavattun etmişler. İşte bu halde, Levh-i Mahfûz açılsa ancak hakîki unsurları birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise, hakîki unsuriyet fik¬rine, hareketi ve hamiyeti binâ etmek, mânâsız ve hem pek zaralıdır. Onun içindir ki, menfî milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayd birisi, mecbur olmuş, demiş: ‘Dil, din bir ise, millet birdir.’ Mâdem öyledir; hakîki unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münâsebâtına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zâten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dahildir…”(Mektubat, s. 314)

‘Türkçü’ İle Hesaplaşması

Said Nursî, çok-soylu, çok-kültürlü bir toplumda (kendisi bu toprak¬ların nüfusunun imparatorluk bakiyesi olduğunu iyi bilir) etnik temelli bir siyasî oluşumun (ulusçuluğun) ayırımcı, bölücü ve çatıştırıcı olacağının far¬kındadır. O nedenle Türkçü ulusal projelerin tehlikesine dikkat çeker:

“Türkçülük perdesi altına giren ve hakîkaten Türk düşmanı olan hami¬yetfüruş mülhidlere derim ki: ‘Din-i İslâmiyet milletiyle ebedî ve hakîki bir uhuvvet ile, Türk denilen bu vatan ehl-i îmânıyla şiddetli ve pek hakîki alâkadarım. Ve bin seneye yakın, Kur’ân’ın bayrağını cihânın cihât-ı sitte-sinin etrafında gâlibâne gezdiren bu vatan evlâtlarına, İslâmiyet hesâbına, müftehirâne ve taraftarâne muhabbettarım. Sen ise ey hamiyetfüruş sahtekâr! Türk’ün mefâhir-i hakîkiye-i milliyesini unutturacak bir sûrette mecâzî ve unsurî ve muvakkat ve garazkârâne bir uhuvvetin var. Senden so¬ruyorum: Türk milleti, yalnız yirmi ile kırk yaşı ortasındaki gâfil ve heveskâr gençlerden ibâret midir? Hem, onların menfaati ve onların hakkında hamiyet-i milliyenin iktizâ ettiği hizmet, onların gafletini ziyâdeleştiren ve ahlâksızlıklara alıştıran ve menhiyâta teşcî eden frenkmeşrebâne terbiyede midir? Ve ihtiyarlıkta onları ağlattıracak olan muvakkat bir güldürmekte midir? Eğer hamiyet-i milliye bundan ibâret ise ve terakkî ve saadet-i ha¬yatiye bu ise; evet, sen böyle Türkçü isen ve böyle milliyetperver isen, ben o Türkçülükten kaçıyorum, sen de benden kaçabilirsin! Eğer zerre miktar ha¬miyet ve şuurun ve insafın varsa, şimdiki taksimâta bak, cevap ver. Şöyle ki:

Türk Milleti denilen şu vatan evlâdı altı kasımdır: Birinci kısmı ehl-i salâhât ve takvâdır, ikinci kısmı musîbetzede ve hastalar tâifesidir, üçüncü kısmı ihtiyarlar sınıfıdır, dördüncü kısmı çocuklar tâifesidir, beşinci kısmı fakirler ve zaifler tâifesidir altıncı kısmı gençlerdir. Acaba bütün evvelki beş tâife Türk değiller mi? Hamiyet-i milliyeden hisseleri yok mu? Acaba altıncı tâifeye sarhoşçasına bir keyif vermek yolunda, o beş tâifeyi incitmek, keyfini kaçırmak, tesellîlerini kırmak hamiyet-i milliye midir, yoksa o mil¬lete düşmanlık mıdır? ‘El hükmü lil ekser’ sırrınca, eksere zarar dokunduran düşmandır; dost değildir.

Senden soruyorum: Birinci kısım olan ehl-i îmân ve ehl-i takvânın en büyük menfaati, frenkmeşrebâne bir medeniyette midir; yoksa hakâik-ı îmâniyenin nurlarıyla saadet-i ebediyeyi düşünüp, müştak ve âşık olduk¬ları tarîk-i hakta sülûk etmek ve hakîki tesellî bulmakta mıdır? Senin gibi dalâletpîşe hamiyetfürûşların tuttuğu meslek, müttakî ehl-i îmânın mânevî nurlarını söndürüyor ve hakîki tesellilerini bozuyor ve ölümü îdam-ı ebedî ve kabri dâimi bir firâk-ı lâyezâlî kapısı olduğunu gösteriyor.

İkinci kısım olan musîbetzede ve hastaların ve hayatından me›yus olan¬ların menfaati frenkmeşrebâne, dinsizcesine medeniyet terbiyesinde midir? Halbuki, o biçareler bir nur isteler, bir tesellî isterler, musîbetlerine karşı bir mükâfat isterler ve onlara zulmedenlerden intikamlarını almak isterler ve yakınlaştıkları kabir kapısındaki dehşedi def› etmek istiyorlar. Sizin gibile¬rin sahtekâr hamiyetiyle, pek çok şefkate ve okşamaya ve timâr etmeye çok lâyık ve muhtaç o bîçare musîbetzedelerin kalblerine iğne sokuyorsunuz, başlarına tokmak vuruyorsunuz, merhametsizcesine ümitlerini kırıyorsu¬nuz, ye’s-i mutlaka düşürüyorsunuz! Hamiyet-i milliye bu mudur? Böyle mi millete menfaat dokunduruyorsunuz?

Üçüncü tâife olan ihtiyarlar. Bunlar kabre yakınlaşıyorlar, ölüme yakın¬laşıyorlar; dünyadan uzaklaşıyorlar, âhirete yanaşıyorlar.

Dördüncü tâife ki, çocuklardır. Bunlar, hamiyet-i milliyeden merhamet isterler, şefkat beklerler.

Beşinci tâife, fakirler ve zaifler taifesidir.

Altıncı tâife, gençlerdir. Bu gençlerin gençlikleri, eğer dâimî olsaydı, menfî milliyetle onlara içirdiğiniz şarabın muvakkat bir menfaati, bir faidesi olurdu. Fakat o gençliğin lezzetli sarhoşluğu, ihtiyarlıkla elemle ayılması ve o tatlı uykunun ihtiyarlık sabahında esefle uyanmasıyla…

Eyvah! Hem gençlik gitti, hem ömür gitti, hem müflis olarak kabre gidiyorum; keşke aklımı başıma alsaydım” dedirecek. Elhâsıl: Eğer Türk milleti, yalnız altıncı tâife olan gençlerden ibâret olsa ve gençlikleri dâimî kalsa ve dünyadan başka yerleri bulunmasa, sizin Türkçülük perdesi altın¬daki yabancı/Batıcı (firenkmeşrebâne) harekâtınız, hamiyet-i milliyeden (milli gayret) sayılabilirdi.

Fakat, mâdem ki Türk nâmı altında olan şu vatan evlâdı, beyân edildiği gibi altı kısımdır. Beş kısma zarar vermek ve keyiflerini kaçırmak, yalnız birtek kısma muvakkat ve dünyevî ve âkıbeti meş›um bir keyif vermek, belki sarhoş etmek, elbette o Türk milletine dostluk değil, düşmanlıktır. Altıncı tâife olan gençler dahi, hayat-ı dünyeviyesini zehirlettirecek ve hayat-ı uh¬reviyesini mahvedecek ve bir saat gülmeye bedel bir sene ağlamayı netice veren harekât-ı nâmeşruâdan vazgeçirmek istiyorum.”

“Yüz bin defa Türkçüyüz deyip dâvâ etseler, ehl-i hakikati kandıramaz¬lar. Zira fiilleri, harekâtları, onların dâvâlarını tekzip ediyor.”

“Ey efendiler! Bilirim ki, hak noktasında mağlûp olduğunuz zaman, kuvvete mürâcaat edersiniz. Kuvvet hakta olduğu, hak kuvvette olmadığı sırrıyla, dünyayı başıma ateş yapsanız… nasıl ki bir tane tohum toprak altına girip ölmesiyle bir sümbül hayatını netice verir, bir taneye bedel yüz tane vazife başına geçer; ölümüm bu davaya hizmet eder umarım.” (Mektubat, s. 407-412)

Risale-i Nur’da Milliyet ve Milliyetçilik Meselesi

Said Nursî ne genç ne de olgunluk dönemlerinde şu veya bu milliyetin üstünlüğünü asla kabul etmemiş, şu veya bu milliyetçiliği savunmamıştır.

‘Eski Said’, tanım itibarıyla Şeriata dayanan, bir “devlet-i İslâmiye”yi sa¬vunmaktadır. Bu devlet, aynı zamanda bir hilâfettir. Bu bir ölçüde anlaşıla¬bilir; çünkü ‘eski Said’in içinde yaşadığı coğrafya bütünüyle dârü’l-İslâmdır. Sınırları içinde yaşadığı devlet, bütün Müslümanları temsil eden ve hangi ırktan, hangi kavimden olursa olsun bütün mü’minlerin aynı milletten sa¬yıldığı bir devlettir. Kısacası, hepsi de İslâm milliyetinin mensubudur. Eski Said’in “milliyet” tanımı bu ortamın ürünüdür. Nitekim, kendisi de ısrarla “Milliyetimiz yalnız İslâmiyettir” demiştir. Bu referansta ırka veya soya da¬yalı bir ima yoktur. O anlamda Türklerin oluşturduğu bir millet ve onun ideolojisi olan Türk milliyetçiliği Nursî’nin öğretisine terstir. Onun kastı ve arzusu inanç birliğine dayanan bir millettir, ırka veya soya dayanan değil.

Eski Said›in “Yaşasın ittihad-ı millî! Yaşasın muhabbet-i millî” sözü, bir kavme veya soya atfedilerek okunamaz; burada referans dinedir. Millet, onun için “kudsî” yani inanca dayanan bir olgudur.

Said Nursî, “müsbet milliyet”ten bahsetmekle birlikte, ‘milliyetçilikten hiçbir yerde müsbet bir şekilde bahsetmez. Ona göre “Milliyetçiler, mil¬liyeti mabud ittihaz ediyorlar”dır. Bu da İslâm ve imana aykırıdır. Onun milliyetinden milliyetçilik çıkmaz. Çünkü bu günün milliyetçiliği, etnik veya dinsel bir nitelik taşımaktadır. Oysa eski Said›in milliyeti, “millet-i İb¬rahim” deyişinde ifadesini bulan çeşitli kavimlerin mensuplarından oluşan mü›minler cemaatidir.

Yeni Said›in dünyasında, iki ayrı “milliyet” tanımı vardır. Birincisi, eski Said›in “milliyet” tanımının devamı olan “müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti”. İkincisi, Cunhuriyet sonrasında siyaset ve eğitimle oluşturulmaya çalışılan etnik temelli (“unsuriyet”e dayalı) “menfî milliyet”tir.

Said Nursî’ye göre bu yeni “milliyet” kavramı “Asabiyeti cahiliye, gaflet, dalâlet, riya ve zulmetten mürekkep bir macundur… Milliyetçiler milliyeti mabud ittihaz ediyorlar.” Bu nedenle o, Türkçülük, Kürtçülük, Arapçılık gibi kavim ve kabileye dayalı asabiyetlere/bağlılıklara ısrarla karşı çıkmış-tır. Gerekçesi çok açıktır: “Çünkü, unsuriyetperver (kavme, soya bağlı) bir hâkim/egemen millet, milletdaşını tercih eder, adalet edemez…” “Rabıta-i diniye yerine, rabıta-i milliye ikame edilmez; edilse, adalet edilmez, hakka¬niyet gider.”

Din ve Milliyetçiliğin Çelişmesi-Çatışması

Said Nursî, Risale-i Nur’da ilginç bir tabir kullanır: “Din ile milliyetin muharebesi.” O bu iki olguyu, kavramı çelişkili ve çatışmalı bulur: “Dini milliyetle takviye etmeye çalışanlar vardır… Ayrıca, ‘milleti İslâmiyet’le aşı¬lamak istiyoruz› diye konuşanlar da vardır…’Müslüman Türklük’ kimliği ve ‘Türk-İslâm’ anlayışı ile sonuçlanan bu teşebbüsün sahiplerini, Said Nursî “tahribatçı ehl-i bid›a” olarak tanımlamaktadır.

Bu şahısları “tahribatçı” görmesinin nedeni, kudsî İslâmiyet milliyetini “mevhum, muvakkat, cüz›î, hususî, menfî.. belki esassız, garazkâr, zulümkâr, zulmanî unsuriyet toprağına dikme” çabası göstermeleridir. Bu, milliyeti kudsiyetinden koparmak demektir. Ona göre bu teşebbüs, “ahmakâne ve tahribkârane, bid›akârane bir teşebbüs”tür. Aynı şekilde, “Millet[fikrin]i İslâmiyet’le aşılama” teşebbüsü, “ebedî ve daimî olan İslâmiyet milliyetini, muvakkat, dağdağalı unsuriyetle bağlama” çabasıdır. Bu, “İslâm milletini ifsad” etmektir. Onun içine nifak sokmaktır. Etnik temelde (kavmiyetler) bölmektir. Türk-Kürt bağlamında Said Nursî’nin dedikleri çıkmıştır.

O bütün ömrü boyunca, Eski Said olarak “kudsî İslâm milliyeti”ni sa¬vunmuş, Yeni Said olarak da cumhuriyetin etnik millet tanımına cephe al¬mıştır. Onu menfi millet(çilik) olarak görmüş ve göstermiştir.

Ancak ilginçtir ki Said Nursî, “milliyetçiliği terk edin” dememiştir. Çün¬kü onu bir hastalık, bir zafiyetin sonunda ortaya çıkan kaçınılmaz durum olarak görür. Milliyetçilik, toplumun gerilik, geri kalmışlık, yenik düşme ve kolektif bilincindeki ‘kuşatılmışlık’ duyguları sonucunda oluşan derin bir yaralanmanın sonucudur. Dolayısıyla toplumsal bir hastalığın belirtisidir.

Nursî bu belirtiyi (sendromu), insanlığın ortak değerlerinin ve dayanış¬ma duygularının zayıflamasına bağlar. Korku ve endişeyle beslenir. İman eksilmesi ve inançlının (mü’minin) öz güvenini yitirmesi önemli bir etmen¬dir.

Bugün sürekli “Tehlikenin farkında mısınız? diye sorulması. “Bölünü¬yoruz”, “Komünizm geliyor”, “İrtica kapının ardında” korkuları hem milli¬yetçiliğin yol açtığı kuşkulardır hem de milliyetçiliği besleyen korkular…

Nursî bu bağlamda (hastalıklı ortamda) milliyetçiliğe, “Nefsanî bir zevk, gaflet yüklü bir lezzet, uğursuz bir kuvvet” atfeder. Bu niteliklerin hiçbi¬ri «müsbet» değildir. Ona göre milliyetçilik, bir kanser gibi bünyeyi sarıp tahrip edecektir. Aynı vatanda ‘küçük milletler’ birbiriyle kapışacak, ‘büyük milletler’ de uluslararası düzeyde kavga edeceklerdir. Sonunda milliyetçilik kendi sonunu getirecektir. Ama o güne kadar insanlığa büyük zarar vere¬cektir.

Sonuç ve Özet

Said Nursî’ye göre esas olan millettir, milliyetçilik değil. İçerici, kapsayı¬cı bir millet ve insaniyet olgusu oluşturulabilseydi, ayırımcılığa ve çatışmaya (savunmaya veya ele geçirmeye) dayalı bir milliyetçilik ideolojisi doğmazdı. Müslümanlar açısında “kudsî İslâm milliyeti” yerine, Türklük, Kürtlük gibi ırk esasına dayalı milliyet tanımları, zararlı, bölücü ve çatışmacıdır. İslâm’ı milliyetle aşılama veya milliyetle, güçlendirme teşebbüslerini “sonradan or¬taya çıkan-icat-bid’a,” “tahrip,” “ifsad” olarak görür.

Said Nursî, “milliyetçilik” kelimesini hep menfi anlamda kullanmıştır. Onu, “Asabiyet-i cahiliye, gaflet, dalalet, riya ve zulmetten mürekkeb bir macun” olarak niteler. “Milliyeti mabud ittihaz ediyorlar” der.

Bu ifadelerin hiçbirinde milliyetçilik için olumlu bir niteleme yoktur. Olumladığı tek şey “müspet milliyet”tir ve bununla da “kudsî İslâmiyet mil¬liyetini” (yani İslam dayanışmacılığını) anlar. Bu bir ideoloji değil, duygusal ve ahlaki dayanışma ortamıdır; “İslâm milliyetçiliği” değildir.

Said Nursî’nin milliyetçilik konusundaki görüşleri nettir. O milliyetçi¬liği bencil, çatışmacı ve tahakkümcü bulur. Milliyetçiliğin kendine (daha doğrusu egemenlerin ellerindeki güce) iman eden, devleti kutsallaştıran bir ideoloji olduğunu yüz yıl öncesinden görmüştür.

Said Nursî, valilik makamına atanacaklar söz konusu olduğunda bir benzetme yaparak, maharetçe geri bir Müslüman saatçi yerine, mahir bir Rum veya Ermeni saatçiyi önermiştir. «Emaneti ehline tevdi edin» ilâhî emrine uygun bir hakkaniyet ve ehliyet anlayışıyla «Müslümancılık» dahi yapmazken, milliyetçiliği savunması söz konusu bile olmamıştır.

Özet

Rehberi Kuran olan Said Nursî’nin milliyetçilik hakkındaki yorumları da Kur’an eksenlidir. Nursî, menfî milliyet olarak nitelendirdiği unsuriyet fikrini reddederek müsbet ve mukaddes İslâm milliyetini nazara verir ve milliyet düşüncesinin yönünü adalet, şefkat, şevk ve hamiyete çevirmeye çalışır. Onu bütün vurgusu İslâm’da sömürü, zulüm ve asimilasyona daya¬nan bir ırkçılık ve ulusçuluğun olmadığıdır. Bu çalışmada Said Nursî’nin milliyetçilik konusundaki düşünceleri Risale-i Nur’dan örneklerle ele alın¬maktadır.

Anahtar Kelimeler

Milliyetçilik, iş bölümü, eşitlik, çoğulculuk, müsbet milliyet, iman zaafı

Abstract

Said Nursi, whose guide is Quran, commented on nationalism from a Qu¬ranic perspective. Rejecting the idea of racialism, which he describes as ne¬gative nationality, Said Nursi calls attention to the positive and holy Islamic nationality and tries to divert the direction of the idea of nationality to justice, mercy, eagerness and zealousness (patriotism). His entire emphasis is on the fact that in Islam there is no racialism and nationalism that is based on explo¬tation (colonialism), persecution (oppression), and assimilation. In this study Said Nursi’s thoughts on nationalism are discussed with sample texts from Risale-i Nur.

Key Words

Nationalism, division of labour, pluralism, positive nationality, weakness of belief