Davada Delili Müdafaa Edenleri Anlamak

Understanding the Defenders of the Evidence in the Case

Ahmet Battal, Prof. Dr., Ankara Hacı Bayram Veli Ünv. Öğr. Üyesi

 

Özet

Bu makalede, Bediüzzaman’ın ve Nur Talebelerinin, dini siyasete alet etme ve bu maksatla gizli siyasi cemiyet kurma suçu isnadıyla 1925 sonrasında eski TCK 163 ve Hıyanet-i Vataniye Kanunu kapsamında yargılandıkları davalardaki mahkeme müdafaalarından yola çıkılarak, Risale-i Nur Hizmetinin temel ilkeleri ve hedefleri hakkında bazı tesbitler yapılmıştır.

Tesbitlerimize göre, sivil ve gönüllü iman hizmetiyle ve buna yardımcı neşriyat ile meşgul olan Bediüzzaman ve Nur Talebeleri bu maksatla da olsa dünyevi ve siyasi bir organizasyon kurmamışlar, Kur’an ve iman hizmeti yapmak hususunda kendilerini gizlememişler, mahkemelerde “beraat etmeye” çalışmaktan ziyade kendi davalarını anlatmaya ve hakikati ortaya koymaya gayret etmişlerdir.

Devletin dönüşmesi ve Hak ve halk nazarında zaten meşru olan Risale-i Nurların ve Nurculuğun -15 Temmuz Sürecine rağmen- hukuk ve devlet nazarında da meşruiyetinin tescillenmesi de göstermektedir ki onlar bu konuda muvaffak da olmuşlardır.

Ayrıca bu makalede, Bediüzzaman’ın ve Nur Talebelerinin müdafaalarının daha iyi anlaşılmasına ve bu metinlerin aynen ve doğru anlamlarıyla geleceğe intikal ettirilmesine yardımcı olabilmek amacıyla, bu müdafaalar-da geçen; cemiyet, cemaat, siyaset, hükümet … gibi bazı kavramların tarih-sel bağlamları ve güncel anlamları hakkında bilgiler verilmiştir.

 

Anahtar Kelimeler: TCK 163, dini siyasete alet etme suçu, laikliğe ay-kırı hareket suçu, vatana ihanet suçu, meşhur müdafaalar, takiyye, tevriye, cemaat, gizli cemiyet, sivil toplum örgütü, sivil itaatsizlik

 

Abstract

In this article, based on the court defenses of Bediuzzaman and the Nur students in the cases in which they were tried for the crime of using religion in politics and establishing a secret political society for this purpose with-in the scope of the former TCK 163 and the Law on Treason after 1925; some determinations about the basic principles and targets of the Risale-i Nur Movement have been made.

According to our findings, Bediuzzaman and his students, who were engaged in civil and voluntary faith service and auxiliary publications, did not establish an earthly and political organization for this purpose, did not hide themselves while serving the Qur’an and faith, did not try to be ac-quited in the courts, and tried to explain their own cause and tried to re-veal the truth.

As being already legitimate in the eyes of the Creator and the people, the fact that the legitimacy of the Risale-i Nur and the Nur Movement is also registered in the eyes of the law and the state, despite the July 15 Pro-cess, shows that they were successful in this regard.

In this article, information is given about the historical contexts and current meanings of some concepts such as “society, community, politics, government” mentioned in these defenses in order to help the defenses of Bediuzzaman and the his students be better understood and to transfer these texts to the future with their exact and correct meanings.

Key Words: TCK 163, the crime of using religion in politics, the crime of acting against secularism, the crime of treason, the famous defenses, the taqiyya, the double-entendre, the community, the secret society, the non-governmental organization, the civil disobedience.

 

 

I. GİRİŞ ve GELİŞME

Yetmişli ve seksenli yıllarda İstanbul’daki Nur Medreselerinde umumi sohbetlerde üç ders okunurdu: Çay ikramından önce Müslümanları imana davet eden pür iman dersi, çaydan sonra imanın içtimai neticelerini ele alan ve müminleri hürriyet ve meşverete davet eden ders ve son olarak da Kur’an’a hizmet metodu hususundaki çizgileri tesbit ve teyit eden bir me-tin olarak Bediüzzaman’ın ve Nur’un Talebelerinin mahkeme müdafaalarından bir parça.

Seksenli yıllarda, bazı sembolik savcılık ve mahkeme kararlarının da yardımıyla Risale-i Nur eserlerinin meşruiyetinin adliye nazarında da pekişmesiyle birlikte Nurculuk tarihinde doğrudan Risalelerin ve Risalelerle Kur’an’a hizmet etmenin yargılandığı davalar azaldı. 1991’de muhafazakâr iktidarın inisiyatif alması ve ardından muhafazakâr muhalefetin de destek vermesiyle oluşan mutabakat ile eski Türk Ceza Kanunu’nun 163. madde-si (141-142 ile birlikte) yürürlükten kaldırıldı ve böylece bu davalar tama-men bitti.

Yargı sürecindeki bu gidişatın da etkisiyle sohbetlerde müdafaaları üçüncü parça olarak okuma geleneği kaybolmaya yüz tuttu. Ama o müdafaalar hep bir kahramanlık ve sadakat nişanesi olarak okundu, incelen-di, hatırlandı.

15 Temmuz 2016’da yaşanan ve arka planı henüz aydınlanmış olmayan ve fakat Nurculukla ve Nurcularla alakasının olmadığı açık olan meş’um darbe kalkışması ile birlikte girilen ve yüzbinlerce kişinin yargılandığı süreçte elbette doğrudan Risaleler ve Nurculuk yargılanmadı ama Gülen Hareketi’nin kurucu ekibinin mazide Nurculukla bir biçimde ilişkili olmuş olması sebebiyle Bediüzzaman’ın ve Nur Talebelerinin müdafaa tarzı me-selesi dolaylı da olsa yeniden gündeme geldi. Bu durum Bediüzzaman’ın ve Nur Talebelerinin müdafaalarının yeniden ve farklı bir bakışla okunması-nı gerektirdi. Risale-i Nur Enstitüsü de bu ihtiyaca binaen “Bediüzzaman Said Nursî’nin Müdafaaları” başlığı altında bir masa çalışması düzenledi ve Köprü Dergisinin elinizdeki sayısını ortaya çıkardı.

Biz de bu makalede Bediüzzaman’ın müdafaalarını aşağıda bu giriş çerçevesinde anlamaya ve anlatmaya çalışacağız.

Ancak önce başlığı izah etmeliyiz:

Bugünkü dile “savunma” olarak evrilmiş olan “müdafaa” “def ’” kökünden gelir ve ceza muhakemesinde maznunun (zanlının-sanığın) üzerine suç isnad eden müddeiyi umuminin iddiasının maznun ve/veya müdafii tarafın-dan def edilmesi ameliyesidir.

Tarih boyunca hiçbir fikir hapiste çürütülememiştir. Fikir fikirle çürütülür. Mahkemede yargılanan fikir yargılamayı daima kazanır. Fikirleri sebebiyle yargılananların müdafaaları en az fikirleri kadar kıymetlidir.

Ama bu müdafaalar bir kere okunur, anlaşılır, kavranır ve öğrenmek için okuma ameliyesi biter. Mesela Sokrat’ın müdafaası böyledir.

Seksenli yıllarda, bazı sembolik savcılık ve mahkeme kararlarınında yardımıyla Risale-i Nur eserlerinin meşruiyetinin adliye nazarında da pekişmesiyle birlikte Nurculuk tarihinde doğrudan Risalelerin ve Risalelerle Kur’an’a hizmet etmenin yargılandığı davalar azaldı.

Bediüzzaman’ın “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” veciz sözüyle ifade ettiği gibi herkesin ve bilhassa müminin dünyevi hürriyeti çok kıymetlidir.

Aynı şekilde açık zulme karşı direnenlerin müdafaaları da tarihseldir ve ilkeseldir ama hukuki olaylara ait metinlerdir. Mesela Danton’un ya da Dreyfüs’ün müdafaası da böyle bir müdafaadır. Tarih boyunca Doğu’da ya da Batı’da meşhur olmuş olan diğer bütün müdafaalar da temelde böyledirler.

Bediüzzaman’ın ve Nur Talebelerinin müdafaaları da elbette meşhur-dur ve değerlidir. Ama onlar hedef itibariyle fertlerin dünyevi haklarına ait olmadıklarından; basit, sıradan ve seküler bir savunma değildir. Dolayısıyla yukarıda andığımız müdafaalar ile benzerlikleri sınırlıdır. Şöyle ki:

Evvela

Bu metinlerin mahiyeti, Bediüzzaman’ı da kendileri gibi “dünya cereyanlarıyla alâkadar” gören ve ona “tarafgirane, rakibane bir nazarla” bakan “hodfüruş ve siyaset bataklığına düşmüş” bazı insanlara Bediüzzaman’ın verdiği şu cevaplarda saklıdır:

“Hey efendiler! Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok. … siyaset-i dünya ile hiç alâkadar değilim; yalnız bütün vaktimi ve hayatımı, hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye hasr ve vakfetmişim. Madem böyledir, bana eziyet verip rakibane ilişen adam düşünsün ki o muamelesi zındıka ve imansızlık namına imana ilişmek hükmüne geçer.”

O halde bu müdafaalar bir iman abidesinin ve ona ve eserlerine talebe olanların müdafaasıdır. Bu müdafaalar siyasi ve dünyevi değil, doğrudan imana; iman etme ve imanı kuvvetlendirme hürriyetine dairdir. Bu sebeple her vakit ihtiyaç duyulan iman pırlantalarının hazinesini koruyan kale taşları ve “içtimai iman” denilebilecek olan hürriyet ve meşveretin duygusal ve düşünsel zemini olarak, dünya döndükçe ve durdukça her zaman tekrar be tekrar okunabilecek ve okunacak şaheser metinlerdir.

İkinci olarak,

Bediüzzaman ve talebelerinin müdafaası sadece ya da öncelikle şahsî hallerinin ve haklarının ve dünyevi hukuklarının ve hürriyetlerinin müdafaası değildir.

Elbette yine Bediüzzaman’ın “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” veciz sözüyle ifade ettiği gibi herkesin ve bilhassa müminin dünyevi hürriyeti çok kıymetlidir. Ama hürriyeti hakiki hürriyet yapan imandır. Dolayısıyla Bediüzzaman bu sözüyle “ekmeksiz de ve hatta hürriyetsiz de yaşanır, ama aslolan imandır ve imansız asla yaşanmaz” diyen bir iman mücahididir.

Böylece kainata ve her şeye manayı harfî ile ve Allah hesabına bakan o kahramanların müdafaaları maddi ve bedenî hürriyete ruh ve mana katmış, hürriyeti adeta “kendisini gösteren isim” gibi değil imana atıf yapan ve “baş-kasını yani imanı gösteren harf ” gibi tarif ve tefsir etmiştir.

Üçüncüsü de…

Yargılama klasiğinde, dava (actio-aksiyo), müddeinin suç isnad eden iddiası ile başlar. Sanığın suçluluğu inkârı halinde isnadı red ve dolayısıyla davayı defeden müdafaası ile sürer. İkisini sentezleyen hâkimin hakikati ortaya çıkarmayı hedefleyen hükmü ile biter.

Bediüzzaman ve talebeleri müdafaa yaparken alelade bir davadaki adi bir suç isnadını defetmeye çalışmış ve bu maksatla kendilerini ve eylemlerini müdafaa etmiş olmadıkları gibi “kendilerine ait fikirleri” müdafaa etmiş de değillerdir.

Nimet Demir’in 22 Mayıs 2013 tarihli Yeni Asya’daki “Risalelerin dava metaforu içinde ele alınması” başlıklı yazısında da tesbit ettiği üzere; Bediüzzaman, Risale-i Nur için “Yazılan sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkik-tir. İltizam değil, iz’andır. Tasavvuf değil, hakikattır. Dava değil, dava içinde bürhandır.” derken, bilhassa son cümlesiyle, aslında mahkeme müdafaalarının muhtevasına ve çerçevesine de atıf yapmakta ve zemin hazırlamaktadır.

Zira bir iman mücahidi için “dava” Hazreti Adem’den bu yana süren iman ve küfür davasıdır. Davetten ibaret bu davada aslında “dava” oluş-turan bir “iddia” yoktur. Allah zaten (Zatında) vardır. Diğer her şey de O yarattığı için vardır. O halde bu davada sadece mevcudu ve Vacibül Vücudu inkâr eden bir “küfür iddiası” ve dolayısıyla aslında bir inkâr vardır. Bediüzzaman’ın sadece vesile olduğu Risaleler ise bu ana davanın iman ta-rafını bu çağda takviye etmek için Allah tarafından var edilmiş olan, Vahyin hizmetkarlığını gören, Vahiyden gelen ışığı yansıtarak parıldayan en par-lak iman delilidir.

O halde:

İmanın delili olarak Risale-i Nurların müdafaası, delile sataşan had-sizlerin defedilmesidir. Delil, Kur’an’ın delili ve dellalıdır. Sataşanlar ise Kur’an’a düşman olanlardır. Hâkimler ve savcılar bu sahnede aslında hâkim değillerdir, zira onlar hüküm verebilecekleri bir alanda değillerdir. Savcılar ve bazen de hakimler bu sataşmada sadece alet edilmektedir. Adliyeler sadece bu mücadelenin sinema perdesi ve görünme mekanıdır. Dosyalar ve kağıtlar değersizdir. Mühürler ve imzalar önemsizdir. Önemli olan, vazifenin ifası hususunda Hakkın vereceği hükümdür.

O halde Bediüzzaman ve Nur Talebelerinin Risaleleri müdafaası aslın-da bir “delilin müdafaası”ndan ibarettir. Bu sebeple müdafaaları anlamak aslında “delili ve o delili müdafaa edenlerin anladığını anlamak”tır.

Makalemizin başlığı bunu anlatır.

II. MÜDAFAALAR BİZE NEYİ ANLATIR?

  1. Müdafaalar bize Bediüzzaman’ın devirlerini ve hasımlarını anlatır.

Bediüzzaman çok devirler yaşamış, her imtihandan yüzünün akıyla çıkmış, adeta feleğin çemberinden çok defa geçmiş bir kahramandır. O meşhur kitaptaki ve filmdeki adıyla, tarihte “her devrin adamı” (A Man for All Seasons) olarak bilinen bazı kişilerin aksine, Bediüzzaman, “hiçbir devrin adamı” olmamıştır.

Nimet Demir’in 22 Mayıs 2013 tarihli Yeni Asya’daki “Risalelerin dava metaforu içinde ele alınması” başlıklı yazısında da tesbit ettiği üzere; Bediüzzaman, Risale-i Nur için “Yazılan sözler tasavvur değil, tasdiktir.

Bediüzzaman dört paşaya “kafa tutmuş” bir “sivil adam”dır. Allah’ın emrine aykırı emirler ve yasaklar hususunda cesur ve ciddi bir itaatsizdir.

Bediüzzaman dört paşaya “kafa tutmuş” bir “sivil adam”dır. Allah’ın emrine aykırı emirler ve yasaklar hususunda cesur ve ciddi bir itaatsizdir.

Bediüzzaman ve müdafaası değişmemiştir ama muhatapları ve devirleri değişmiştir:

– Tek adamlığın ve saltanatın en karanlık dönemi olan ve akla husumet eden mutlak monarşide cünun isnadı pahasına imanlı hürriyeti müdafaa etmiştir.

– Sultanın anayasa ile mukayyet ve meşrut olduğu ama entrikacı muktedirlerin hayata adavet ettiği 1908’den sonraki alacakaranlık meşrutî monarşide iman ve Kur’an hesabına hürriyeti ve meşrutiyeti müdafaa etmiştir.

–              Kaotik dönem olan Birinci Cihan Harbi ve İstiklal Harbi’nde yine iman namına istiklaliyeti ve hürriyet-i vatanı hem de en tehlikeli cepheler-de fiilen müdafaa etmiştir.

–              “Adı cumhuriyet” olan ve fakat hakikatinde cumhurun imanına adavet eden demokrasisiz cumhuriyet döneminde (1923-1950 arasında) kendisi ve talebeleri imana hizmet ve Nur’u müdafaa etmişlerdir.

–              Topal demokrasiye geçilen 1950 sonrası cumhuriyet döneminde ve sonrasında da hem kendisi ve hem de talebeleri yine hürriyeti ve meşvereti ders vermiş ve Nur’u müdafaa etmişlerdir.

Bu beş dönemdeki müdafaalar, malzeme ve tavır olarak birbirinden farklıdır. Zira devirler, isnatlar, deliller ve hükümler farklıdır.

Bu sebeple, mesela, Bediüzzaman’ın, 31 Mart Vak’ası sonrasında, resmî yönetimi bitirip örfi idareyi tesis eden Hurşit Paşa ve diğer paşaların Divan-ı Harbindeki (sıkıyönetim mahkemesindeki) kamu düzeni ve adalet müdafaası ile 1917’de Rusya’da esarette iken Nikola Nikolaviç karşısında ilminin ve imanının izzetini müdafaası ya da Birinci Mecliste M. Kemal’le namazın ve şeairin hukukunu muhafaza adına giriştiği müdafaa farklı okunmalıdır.

Yine Bediüzzaman’ın ve talebelerinin 1935’te Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesindeki müdafaası ile 1952’deki Gençlik Rehberi davasında-ki müdafaası farklı okunmalıdır. (Eskişehir Müdafaasının ayrıntılı tahlili için fakülteden Hocam ve gönüllü akademik danışmanım Prof. Dr. Servet Armağan’ın 2010’da Nesil Yayınları’ndan çıkan “Ey Hakimler” adlı kitabı iyi bir kaynaktır.)

  1. Müdafaalar bize zalimleri ve yardımcılarını da tanıtır.

Şu cümleler Bediüzzaman’a ait:

“… zulme rıza zulümdür; taraftar olsa zalim olur. Meyletse “Velâ terkenû ilellezîne zalemû fetemessekümünnâr (zulme en küçük bir meyil dahi göstermeyin yoksa Cehennem ateşi size de dokunur)” âyetine mazhar olur. … (bu âyet), zulme, değil yalnız alet olanı ve taraftar olanı, belki ednâ bir meyledenleri dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü, rıza-yı küfür, küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür.”

Yani insan imandan gelen sorumluluğunun da gereği olarak hem küfre ve hem de zulme karşı mutlaka tavır almalıdır. Üstelik bu zulüm kimden ve kime karşı olursa olsun değişmez.

Bediüzzaman metnin devamında “İşte, bir ehl-i kemal, kâmilâne, şu âyetin çok cevâhirinden bir cevherini şöyle tabir etmiştir” diyerek “kemal ehli” olmakla tavsif ettiği Namık Kemal’in yukarıdaki ayetin mücevher manalarını tatbik ettiği iki mısraını paylaşmıştır.

“Muîn-i zalimîn dünyada erbâb-ı denâettir, / “Köpektir zevk alan seyyâd-ı bî-insâfa hizmetten.”

Ve bahsi “Evet, bazıları yılanlık ediyor, bazıları köpeklik ediyor.” diyerek bitirmiştir.

Bediüzzaman’ın aktardığı bu iki mısrada Namık Kemal diyor ki: “Zalimlerin yardımcıları, alçaklığın ustalarıdır. İnsafsız avcıya hem de zevk alarak hizmet eden –ancak- köpektir.”

Demek, alçaklıkta zirve zalimlik yapmak değil, zevk için ya da iki kemik hatırı için zalime yaltakçılık ve köpeklik yapmaktır.

Ayrıca bu metinden anlıyoruz ki zulüm denilen bir olayı irtikap etmenin (zulmü işlemenin) çeşitli basamakları vardır:

–              Zulme alet olmak bir basamaktır ve zulümdür.

–              Zulme her seviyede taraftar olmak da zulümdür.

–              Hatta zulme edna (basit) bir şekilde meyletmek dahi zulümdür.

–              Kendisine yapılan zulme razı olmak neticede mazlumun bir tercihidir. Ama bazen bu dahi bir zulüm olabilir.

–              Masuma yapılan zulme razı olmak, meselâ itiraz edebilecekken ses-siz kalmak da bir zulümdür. O masum kim olursa olsun ve o zulmü irtikap eden kim olursa olsun, bu böyledir. (Sadece sessiz kalmak her zaman zulme rıza göstermek demek değildir. Sessiz kalanın aynı zamanda zalimin zulmünün lehine duygu ve tavır sahibi olması gerekir.)

–              Zulmün zulüm olduğunu görmezden gelmek, hafife almak da zulüm-

dür.

–              Masuma yapılan zulmü hoş görmek zaten zulümdür.

–              Mazlûma “oh oldu” demek, zulümden zevk almaktır ve zalimin zulmüne manen iştirak etmektir.

Diğer ifadeyle bir cellâdın bir masumu “ben bir emir kuluyum diyerek” bile bile öldürmesi de bir tür “zulme alet olma” halidir. Ama bu davranış her zaman “köpeklik ya da yılanlık etmek” değildir.

Bu konuda iyi bir örnek eser vardır: “Yeşil Yol” isimli bol ödüllü adalet filminde, aslında işlemediği suçtan yargılanan bir sanık haksız olarak idama mahkûm edilir. İnfaz günü yaklaşır. Cellât gardiyanlar kendi aralarında algıları, duyguları ve tutumları itibariyle ayrışırlar. Masum ve hatta veli olduğunu anladığı bu idam mahkûmunun idamında görev almak zorunda kalan gardiyanın o yeşil yolda çektiği ızdırabın sinema diliyle anlatılması bile anlatana ödül aldırıyor.

Yukarıdaki metinden ve filmden de anlıyoruz ki zulme alet olma işini ancak bazı köpekler ya da yılanlar “zevk alarak” yapar.

Bir de şu var: Birbirini ısıran zalimleri seyretmek ve içlerinden birine taraftar olmak elbette bir zulümdür. Ama mazlûmu ısırmakta ve bundan zevk

“Zalimlerin yardımcıları, alçaklığın ustalarıdır. İnsafsız avcıya hem de zevk alarak hizmet eden –ancak-köpektir.”

Kişi ölünce amel defteri kapanır ama üç kişinin amel defterinin sevap sayfası açık kalır ve kiramen katibîn yazmaya devam eder: Ha-yırlı ilim, hayırlı nesil ve sadaka-i cariye bırakanlarınki.

almakta olan yaltakçı iti seyredip zevk almak çok daha büyük bir zulüm olduğu gibi bazı bahaneleri büyütüp ve genelleştirip “o da zaten hak etmişti” deyip sessiz kalmak ya da “bana ne” deyip kaçmak da zulümdür. Ayetin hükmünce insanı ateşe yaklaştırır.

Bediüzzaman’a ve talebelerine bilhassa 1924’ten sonra zulmedenlerin teşhis edilebilmesi için köpeklik ve yılanlık edenlerin de bu bakış açısı ile anlaşılması lazımdır. Bediüzzaman’ın müdafaalarını anlamak, bu maskeleri de indirmeye yardımcı olmaktadır. Zira o devir nifak dönemidir ve münafıkın hakiki halini anlamak yüksek adalet ve feraset ister.

 

  1. Müdafaalar bize Bediüzzaman ve talebelerinin hedeflerini anlatır

 

Kişi ölünce amel defteri kapanır ama üç kişinin amel defterinin sevap sayfası açık kalır ve kiramen katibîn yazmaya devam eder: Hayırlı ilim, hayırlı nesil ve sadaka-i cariye bırakanlarınki.

Bediüzzaman bu çağda bu üçünü de bırakıp gitmiştir. Üstelik sadece kendisi için değil şahs-ı maneviye dahil olan herkes için. Hem ilim, hem nesil ve hem de sadaka-i cariye olacak müesseseler…

Zira Bediüzzaman bir dua şirketi kurucusudur. Bu manevi şirket; emek, dua ve ihlas sermayesi ile ortak olmak isteyen herkese kapısı açık bir ortaklıktır.

Bu şirketin geliri uhrevidir. Muhasebesi manevidir.

Bediüzzaman bir müdafaa mektubunda, Nur Talebelerinin cem’ olma biçimi ve sebebi ile ilgili olarak şunları söyler:

“Madem hayat-ı içtimaiyenin bir temel taşı ve fıtrat-ı beşeriyenin bir hâcet-i zaruriyesi ve aile hayatından tâ kabile ve millet ve İslâmiyet ve insaniyet hayatına kadar en lüzumlu ve kuvvetli rabıta ve her insanın kâinatta gördüğü ve tek başına mukabele edemediği medar-ı zarar ve hayret ve insanî ve İslâmî vazifelerin îfasına mani maddî ve manevî esbabın tehacümatına karşı bir nokta-i istinad ve medar-ı teselli olan dostluk ve kardeşane cemaat ve toplanmak ve samimane uhrevî cem’iyet ve uhuvvet, hem siyasî cephesi olmadığı halde ve bilhâssa hem dünya, hem din, hem âhiret saadetlerine kat’î vesile olarak iman ve Kur’an dersinde hâlis bir dostluk ve haki-kat yolunda bir arkadaşlık ve vatanına ve milletine zararlı şeylere karşı bir tesanüd taşıyan Risale-i Nur şakirdlerinin pek çok takdir ve tahsine şâyan ders-i imanda toplanmaları …”

Bu paragraftan anlaşılacağı üzere cemaatleşmek sosyal bir ihtiyacın fıtri bir karşılığıdır. Dinî gayelerle bir araya gelen kişilerin bu birliğinden; şahıslarına, ailelerine, vatanlarına ve milletlerine ve dolayısıyla dünyevi hayatlarına da faydalı bazı sonuçların çıkmış olması yanlış bir şey ve kötü bir sonuç değildir.

Yeter ki bu cem’ oluşlar iman hizmetine küçük de olsa zarar verecek bir mahiyete dönüşmesin, bilhassa siyasi rekabete alet edilecek şekilde “cem’iyet-i siyasiye” gibi görünmesin.

Bu sebeple Risale-i Nur’un hakiki talebeleri bu şirketi bir dua şirketi olarak bilir. Bütün mü’minleri potansiyel ortak ve bütün insanları muhtemel ortak olarak kabul eder. Ortak sayısını çoğaltamamış olmanın kusurunu kendisinde arar. Dolayısıyla başkalarını asla hasım ve düşman olarak ve hat-ta rakip olarak görmez. Olsa olsa, ihtiyacının farkında olmayan muhtaçlar olarak görür.

Bu sebepledir ki Bediüzzaman ve Nur Talebeleri, hapishaneyi; hiyerarşisiz, tekellüfsüz, diplomasız ve ihlaslı bir hal dili medresesi olarak ve koğuş arkadaşlarını da ders arkadaşı olarak görür. Kendilerini hapse atan hâkimin dava vesilesiyle de olsa Risaleleri okuyup imanını kurtarmasını ve kuvvetlendirmesini bir hizmet ve muvaffakiyet olarak kabul eder. Kendilerine ha-piste hizmet eden gardiyanın bu hizmetinin aslında ilme hizmet olduğunu hem ona ve hem de ailesine ve çevresine şefkatle ve re’fetle hissettirir.

Denizli Ağır Ceza Mahkemesinde, “gizli siyasi cemiyet kurarak iktidarı elde etmek” ya da -bugün bize çok garip gelen- “iktidara muhalefet etmek” suçuyla yargılanan Bediüzzaman, mahkemeye, müdafaa olarak, külliyatına On Birinci Şuâ olarak dahil ettiği ve “Denizli Hapsinin Bir Meyvesi” adını verdiği bir eserini verir. Bütünüyle iman ve hayat dersi olan ve içerisinde siyasete ve dünyaya dair hiçbir şey bulunmayan bu eserin başındaki bilgi-ye göre “Bu risale, Denizli Hapishanesinin bir meyvesi ve bir hatırası ve iki cuma gününün mahsulüdür.”

Bediüzzaman yine eserin başına şu notu eklemiştir:

“Zındıka ve küfr-ü mutlaka karşı Risale-i Nur’un bir müdafaanamesidir. Ve bu hapsimizde hakiki müdafaanamemiz dahi budur. Çünkü yalnız buna çalışıyoruz.”

Konu hakkında talebelerine yazdığı mektupta da “ben tahmin ediyorum ki hakiki ve en son müdafaanamemiz Denizli hapsinin meyvesi olan risalecik olacak. Çünki … on sekiz sene zarfındaki mektup ve kitaplarda hakikat-i imaniyeden ve Kur’aniyeden ve âhiretin tahkikinden ve saadet-i ebediyeye çalışmaktan başka bir şey bulamadılar.”

Bir parça insafı bulunan bir ağır ceza hakiminin bu savunma tarzı karşısında nasıl bir tavır takınacağını ve ne şekilde etkileneceğini iyice düşünmek lazımdır. Mesele sadece onun beraat kararı vererek dünyevi adaleti tecelli ettirmesi değildir. Onun bu vesileyle imanını takviye etmesidir. Bediüzzaman ve Nur talebeleri için de asıl muvaffakiyet bu olmuştur.

 

  1. Müdafaalar Bediüzzaman ve talebelerinin hizmet yöntemlerini de anlatır.

Nur’un büyük avukatlarından Bekir Berk’in “sade avukat”lıktan çıkıp “Nurcu”luğa geçerken “şahsını mı davanı mı savunayım” sorusuna tereddüt-süz “elbette davamı” diyen kahramanların etkisinde kaldığı bilinir.

Bu örnek ve daha birçok benzer hadise, Bediüzzaman ve Nur Talebelerinin her vesileyi iman hizmetine alet ve basamak yaptığını göstermektedir.

Bu sebepledir ki Bediüzzaman’ın ve Nur Talebelerinin müdafaalarında hileli yöntemlere başvurmaya ihtiyaçları olmamıştır.

Onlar, gizlilik isnatlarına karşı ısrarla “gizlenecek bir şeyimiz yok” demiş ve diyebilmişlerdir. Nifakı ve münafıkları teşhis eden ve dolayısıyla ortaya çıkıp yayılması halinde siyasi yönü sebebiyle o tarihte pür iman hizmetine gölge olması mümkün görülen Beşinci Şua adlı eser dışında, onların elinde ve işinde, herhangi bir gizlilik de bulunmamıştır.

“Zındıka ve küfr-ü mutlaka karşı Risale-i Nur’un bir müdafaanamesidir. Ve bu hapsimizde hakiki müdafaa-namemiz dahi bu-dur. Çünkü yalnız buna çalışıyoruz.”

“Tarik-ı Muhammedî (asm), şüphe ve hileden münezzeh olduğundan,

şüphe ve hileyi ima eden gizlemekten de müstağnidir.”

Bediüzzaman hem kendisinden hile umanlara karşı ve hem de Hadis’i de alet ederek “Türkiye dar’ül harptir ve harp hiledir ve dolayısıyla burada -neredeyse- her hile caizdir” diyenlere karşı “en büyük hile hilesizliktir” ve “en büyük hile bütün hileleri terk etmektir” diyebilmiştir. Bu bir samimiyet ve şeffaflık tavrıdır. Dinin özünü ve ihlası gösterir.

1925-1950 arası tek parti dönemi Türkiye’si için bunu diyen bir Bediüzzaman’ın sonraki dönemdeki talebelerinin de hizmetin yeni safhası olan hayat safhasında ancak aynı şeyleri söyleyebileceği açıktır. İman hizmeti hile ve şüphe kaldırmaz: “Tarik-ı Muhammedî (asm), şüphe ve hileden münezzeh olduğundan, şüphe ve hileyi ima eden gizlemekten de müstağnidir.”

Ancak bu prensip makamın iktizasına göre konuşmaya ve öncelik-li muhatabın kim olduğuna göre yazmaya mâni değildir. “Ata et aslana ot atılmaz”. Bediüzzaman’ın, Mehdi ve Hazret-i İsa ile ilgili olarak bilhassa Müdafaalarda geçen bazı beyanları ile aynı konudaki diğer eserlerindeki beyanları arasında zahiren var gibi görünen çelişkiler aslında bu prensibin sonucudur ve hakiki maksat ancak bütüncül okuma sayesinde tam olarak anlaşılabilir.

Aynı şekilde Bediüzzaman ve Nur Talebelerinin müdafaalarında zaman zaman “tevriye” (yakın anlamı söyleyip uzak anlamı kastetmek) türünden ifadeler yer almakla birlikte birbirine ve hakikate zıt beyanlar asla bulunmaz. Takiyye (inancını ve fikrini gizlemek) kavramı ile benzerliği olmayan bu durum da elbette müdafaa hakkının meşru kapsamı içinde yer alır.

Bu konularda Bediüzzaman’dan sonra yapılan uygulamalar da ancak ve sadece kendi bağlamında bir anlam ifade eder.

Mesela bırakınız “cemaat adına neşriyat” kavramını, cemaat kavramının dahi henüz rahatlıkla kullanılamadığı altmışlı yılların sonlarında Nur Hizmetindeki manilerin def edilebilmesi ve Risale-i Nurun matbuat lisanıyla neşredilmesi için kurulan bir gazete olarak Yeni Asya’nın kurucu belgesin-de gazetenin cemaatle bağının açıklanmamasının bir şart/ilke olarak yazılmış olmasını o zamana ait bir ihtiyaç olarak görmek gerekir.

Mesela bürokraside yol ve mevki alan bir Nur Talebesinin (geniş anlam-da talebe) “makamımın gereği” diyerek ya da “makamımı muhafaza edebilmemin gereği” diyerek kendisini geri çekmesi ve hatta bir ölçüde gizleme-si “hizmetle” değil “kendisiyle” ve olsa olsa onun “kendi hizmet anlayışıyla” ilgili bir tercihtir.

Aynı şekilde dinî grupların mensuplarının ve bilhassa ileri gelenlerinin grup faaliyetlerinin ve grup mensuplarının gizlenmesi yolundaki tavsiyeleri de ancak fitneye kapı açmadığı takdirde ve meşru bir amaca hizmet ettiği ölçüde anlayışla karşılanabilir.

Bu bağlamda, devletin bütün iyileşmelere ve tasaffilere rağmen halen de anayasal ölçekte ideolojik devlet olduğu gerçeği ve dolayısıyla dindarlar-la devlet arasındaki ve bilhassa devlet karşısında bir güç haline gelebilecek

olan dinî gruplaşmalarla devlet arasındaki ilişkinin genellikle etkileme ve hatta baskı ve zulüm temelli bir ilişki olduğu nazara alındığında, bu grupların “zayıf ” denilebilecek bir kısım mensuplarının bilhassa devlet karşısında yeterince net ve şeffaf olamamalarını anlayışla karşılamak gerekir.

III. ASIL SUÇLAMA: GİZLİ SİYASİ CEMİYET İSNADI 1. İsnad ve reddiyesi

  1. 1923’te “cumhuriyet kurduk” diyenler, cumhuriyetin de bir gereği olarak sultanı ve ailesini tahttan indirip memleketten gönderdiler. Sultanın elindeki hilafeti de ondan aldılar ve –“zaman cemaat zamanıdır” diyerek “heyet halife”ye geçişi desteklemiş olan Bediüzzaman’ın da teklifine uygun olarak- Türkiye Büyük Millet Meclisine verdiler.

Ancak Lozan’la birlikte ekibe sokulan fitnenin sonucunda Ankara muktedirleri bilhassa din, şeair ve kültür unsurları hususunda birbirleriyle çatıştılar ve kazanan taraf cumhuriyeti kendi istediği şekle dönüştürdü: Bu müptedi (bid’acı/inkılapçı) ekip, bilhassa 1925 sonrasında 1908’de yeniden başlamış olan- demokrasiyi, cumhuriyetin manasına da zıt biçimde askıya aldı.

İşte bu siyasi ortamda, münafıkane hareket eden ve laiklik maskesini kullanan lâdinî -ve hatta din düşmanı- rejimin sahipleri ve kullanışlı savcıları, Bediüzzaman’ı ve talebelerini o zaman yürürlükte olan TCK 163 kap-samında “gizli siyasi cemiyet” kurmak suçuyla itham ettiler.

Bu durumda müdafaaların anlaşılabilmesi için öncelikle bu ithamın kapsamını belirlemek ve bunun için de “gizli”lik, “siyasi”lik ve “cemiyet” kavramlarını açıklamak gerekir.

  1. Bu suç 1 Mart 1926 tarih ve 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’ndan önce 29 Nisan 1920 tarih ve 2 sayılı “Hıyanet-i Vataniye Kanunu”nun 1 inci maddesinin 25 Şubat 1925 tarih ve 556 sayılı Kanunla şu hale getirilmesi suretiyle düzenlenmişti:

“Dini veya mukaddesat-ı diniyeyi siyasi gayelere esas veya alet ittihaz maksadiyle cemiyetler teşkili memnudur. Bu kabil cemiyetleri teşkil edenler veya bu cemiyetlere dahil olanlar hain-i vatan addolunur…/. Dini veya mukaddesat-ı diniyeyi alet ittihaz ederek şekl-i Devleti tebdil ve tağyir veya emniyet-i Devleti ihlâl veya dini veya mukaddesat-ı diniyeyi âlet ittihaz ederek, her ne suretle olursa olsun, ahali arasına fesat ve nifak ilkası için gerek münferiden ve gerek müctemian kavlî veya tahrirî veyahut fiilî bir şe-kilde veya nutuk iradı veyahut neşriyat icrası suretiyle harekette bulunanlar kezalik hain-i vatan addolunur.”

Bu hükmün sadeleştirilmiş şekli şöyle olabilir: “Dini veya dince kutsal sayılan şeyleri siyasi gayelere esas veya alet etmek amacıyla örgüt kurulması yasaktır. Bu tür örgütleri kuranlar veya bu örgütlere üye olanlar vatan haini sayılır…/. Dini veya dince kutsal sayılan şeyleri alet ederek Devletin şeklini değiştirme ve bozma veya Devletin güvenliğini ihlâl veya dini veya din-ce kutsal sayılan şeyleri âlet ederek her ne suretle olursa olsun halkın arasına fesat ve nifak sokulması için gerek tek başına ve gerek birlikte sözle veya

Bu müptedi (bid’acı/inkılapçı) ekip, bilhassa 1925 sonrasında -1908’de yeniden başlamış olan-demokrasiyi, cumhuriyetin manasına da zıt biçimde askıya aldı.

“Yazıyla veyahut fiilî bir şekilde veya nutuk atmak veyahut yayın yapmak su-retiyle harekette bulunanlar da aynı şekilde vatan haini sayılır.”

(Bu 1. maddenin 1920’deki ilk şekli ise şöyle idi: “Makamı muallâyı hilâfet ve saltanatı ve memalik-i mahrusa-i şahaneyi yedi canipten tahlis ve taarruzatı def maksadına matuf olarak teşekkül eden Büyük Millet Meclisinin meşruiyetine isyanı mutazammın kavlen veya fiilen veya tahriren muhalefet veya ifsadatta bulunan kesan, hain-i vatan addolunur.” Bu hükmün sadeleştirilmiş şekli şöyle olabilir: “Hilâfet ve saltanatın yüksek makamını ve padişahın ülkesini yedi yönden korumak ve hücumları defetmek için -yeniden- toplanan Büyük Millet Meclisinin meşruiyetine/hukukiliğine isyan etmeye yönelik olarak sözlü veya fiilî veya yazılı muhalefet eden veya bozgunculuk yapan kişiler vatan haini sayılır.”)

Aynı kanunun 3. maddesi de şöyleydi:

“Va’z ve hitabet suretiyle alenen veya ezmine-i muhtelifede eşhas-ı muhtelifeyi sırren veya kavlen hiyanet-i vataniye cürümüne tahrik ve teşvik edenlerle işbu tahrik ve teşviki suver ve vesait-i muhtelife ile tahriren ve tersimen irtikâp eyleyenler muvakkat küreğe konulurlar. Tahrikat ve teşvikât sebebiyle madde-i fesat meydana çıkarsa, muharrik ve müşevvikler idam olunurlar.”

Bu hükmün sadeleştirilmiş şekli şöyle olabilir: “Vaaz ve hitabet suretiyle alenen veya çeşitli ortamlarda farklı kişileri gizlice veya açıkça vatana ihanet suçuna tahrik ve teşvik edenlerle işbu tahrik ve teşviki çeşitli vasıtalarla ve yollarla yazıyla veya resimle işleyenler süreli kürek cezası ile cezalandırılırlar. Tahrikler ve teşvikler sebebiyle fesat fiilen meydana çıkarsa, tahrik ve teşvik edenler idam olunurlar.”

Kanunun 2. maddesinde “Bilfiil hiyanet-i vataniyede bulunanlar salben idam olunur (Fiilen vatana ihanet edenler asılarak idam edilir.)” hükmü yer almıştı.

Bu hüküm TCK ile birlikte varlığını sürdürmüştür. Hıyanet-i Vataniye Kanunu TCK 163’ü kaldıran kanunla yürürlükten kaldırılmıştır.

Bediüzzaman’ın müdafaalarında “idamla tecziye”den söz etmesinin se-bebi bilhassa bu hükümdür.

  1. 2005’te yenisinin yürürlüğe girmesiyle yürürlükten kalkan eski TCK’nın 163. maddesi aynen şöyleydi:

“Lâikliğe aykırı olarak, Devletin sosyal veya ekonomik veya siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, dinî esas ve inançlara uydurmak amacıyla cemiyet tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare eden kimse, sekiz yıldan on beş yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır.

“Böyle cemiyetlere girenler veya girmek için başkalarına yol gösterenle-re beş yıldan on iki yıla kadar ağır hapis cezası verilir.

“Lâikliğe aykırı olarak, Devletin sosyal veya ekonomik veya siyasi veya hukukî temel düzenini, kısmen de olsa dinî esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya siyasi menfaat temin ve tesis eylemek, maksadıyla dini veya dinî hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek, her ne suretle olursa olsun propaganda yapan veya telkinde bulunan kimse beş yıldan on yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır.

“Şahsi nüfuz veya menfaat temin etmek maksadıyla dini veya dinî hissi-yatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri veya dinî kitapları alet ederek, her ne suretle olursa olsun propaganda yapan veya telkinde bulunan kimse, iki yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır.

“Yukarıdaki fıkralarda yazılı fiilleri Devlet daireleri, belediyeler veya sermayesi kısmen veya tamamen Devlete ait olan iktisadi teşekküller, sendikalar, işçi teşekkülleri, okullar, yükseköğretim müesseseleri içinde veya bunların memur, müstahdem veya mensupları arasında işleyenler hakkında verilecek ağır hapis cezası üçte bir nisbetinde artırılır.

“Üçüncü ve dördüncü fıkralarda yazılı fiiller, yayın vasıtaları ile işlendiği takdirde verilecek ceza yarı nisbetinde artırılır.”

 

  1. TCK 163’te tarif edilen suçlar başka bir kanunda daha “vatana hıyanet” suçu olarak adlandırılmıştır. Türk Ceza Kanunu’nda değişiklik yapan 6 Temmuz 1960 tarih ve 15 sayılı Kanunun 3. maddesi şöyledir:

“Yukarıdaki madde hükmü, bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce işlenmiş olan ve Türk Ceza Kanunu’nun 125-133, 141, 142, 146, 149, 150 ve 163’üncü maddelerinde yazılı bulunan vatana hıyanet suçları hakkında da uygulanır.”

  1. Özetle “laikliğe aykırı hareket suçları” uzun süre “vatana hıyanet suçları” kapsamında ve bazı hallerde idam cezası gerektiren bir suç olarak görülmüş ve sanıklar bu şekilde yargılanmışlardır.

Bediüzzaman ve talebeleri bu isnatları elbette tümüyle reddetmişler, teşkil ettikleri cemaatin idareye etkili bir yönü ya da siyasi bir maksadı olmadığını vurgulamışlar, kendilerini ise cemaatin uhrevi yönünü ön plana çıkararak müdafaa etmişlerdir.

  1. Bu kapsamda Bediüzzaman bir müdafaa mektubunda, “… en lüzumlu ve kuvvetli rabıta ve … bir nokta-i istinad ve medar-ı teselli olan dostluk ve kardeşane cemaat ve toplanmak ve samimane uhrevî cem’iyet ve uhuvvet, hem siyasî cephesi olmadığı halde ve bilhâssa hem dünya, hem din, hem âhiret saadetlerine kat’î vesile olarak iman ve Kur’an dersinde hâlis bir dostluk ve hakikat yolunda bir arkadaşlık ve vatanına ve milletine zararlı şeylere karşı bir tesanüd taşıyan Risale-i Nur şakirdlerinin pek çok takdir ve tahsine şâyan ders-i imanda toplanmalarına ‘cem’iyet-i siyasiye’ namını ve-renler, elbette ve herhalde ya gayet fena bir surette aldanmış”… demektedir.

Görüldüğü üzere bu paragrafta hem cemaat ve hem de cemiyet kelimeleri geçmektedir. O halde “gizli siyasi cemiyet kurma” isnadının anlaşılabilmesi için TCK’da ve Risalelerde geçen bu tabirlerin ve mefhumların (terimlerin ve kavramların) anlamları belirlenmelidir.

  1. Cemiyet ve cemaat kavramlarının izahı
  2. Öncelikle ifade edelim ki o tarihten bu yana cemiyet ve cemaat kav-ramları önemli ölçüde anlam ve çerçeve değiştirmiştir.

Köy Kanunu gereğince köylerde kendiliğinden ve kanunen “köy derneği”

denilen bir dernek vardır. Bu da bir dernektir ve kanun var

dediği için vardır. Ama Dernekler Kanunu’na tabi bir dernek olmadığı için

“cemaat”in tüzel kişiliğe dönüşmüş hali nevinden bir “cemiyet”i ifade etmez.

“Düğün cemiyetimize davetlisiniz” cümlesi “düğün dernek” yapan birilerinin davetidir. “Mevlüt cemiyetimize davetlisiniz” cümlesi de yine benzer bir davettir. Ama bu dernek bugün bilinen anlamda tüzel kişiliği olan bir dernek değildir. Zira ortada az çok sürekli bir cem olma hali yani bir “cemaat” yoktur ki tüzel kişiliği de olan bir dernek de var olmuş olsun.

Mahalli Gazetelerin “cemiyet haberleri” ya da “cemiyetten haberler” sayfaları, öteden beri -her ne demekse- “göz önünde yaşayan” ve kendilerini seçkin/elit olarak gören grubun “haber değeri taşıyan” düğün ve benzeri haberleri ile doludur. Magazin Gazetelerinin benzer sayfalarının “sosyete haberleri” şeklinde yaygınlaşması da “sosyete” denilen bir kavramı doğurmuştur. Burada “cemiyet”, sosyete (society) yani toplum anlamındadır.

Risalelerde yer alan “cemiyet hayatına atılma”, “cemiyetin imanı”, “garp cemiyeti”, “cemiyet-i beşeriye” gibi terimlerde de cemiyet doğrudan ve sadece toplum (society) anlamına gelmektedir. (“Cemiyetli tabirler” gibi kullanımlarda ise “cemiyetli” kelimesi “geniş kapsamlı” anlamına gelir.)

Köy Kanunu gereğince köylerde kendiliğinden ve kanunen “köy derneği” denilen bir dernek vardır. Bu da bir dernektir ve kanun var dediği için vardır. Ama Dernekler Kanunu’na tabi bir dernek olmadığı için “cemaat”in tüzel kişiliğe dönüşmüş hali nevinden bir “cemiyet”i ifade etmez.

  1. Bediüzzaman’ın, esnaf ”lar”ın ve tüccar”lar”ın dernek”ler”ini gizli cemiyet isnadına karşı delil olarak göstermiş olması da önemlidir:

“Hem makam-ı iddia bir risalenin güzel ve fevkalâde kerametkârane bir tevafukunun imza edilmesiyle ‘bir cem’iyet efradı’ diye manasız bir emare beyan etmiş. Acaba esnafların ve hancıların defterlerinde bulunan bu nevi imzalara cem’iyet unvanı verilir mi? Eskişehir’de aynı böyle bir vehim oldu. Cevab verdiğim ve Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi’ni gösterdiğim zaman taaccüble karşıladılar. Eğer mabeynimizde dünyevî bir cem’iyet olsaydı, bu derece benim yüzümden zarar görenler, elbette kemal-i nefretle benden kaçacak idiler. Demek nasıl ben ve biz, İmam-ı Gazalî ile irtibatımız var, kopmuyor; çünki uhrevîdir, dünyaya bakmıyor. Aynen öyle de; bu masum ve safi ve hâlis dindarlar, benim gibi bir bîçareye iman derslerinin hatırı için bir kuvvetli alâka göstermişler. Ondan bu asılsız mevhum bir cem’iyet-i siyasiye vehmini vermiş.”

  1. Bu örnekler de göstermektedir ki bu kavramlar hızla anlam değiştirmektedir. Dolayısıyla müdafaalarda geçen “cemiyet” ve “cemaat” kelimelerini tarihî bağlamından koparmadan ve bugünkü anlamları ile iltibas etme-den anlamlandırmak gereklidir.

Cem’, cem’î, cem’iyyet, cemaat, camia, mecmua, mecmu’, tecemmu’, cem evi, cami … gibi kelimeler aynı kökten gelir ve ikiden fazla kişinin ya da şeyin bir araya gelmesini ifade eder.

Cem olmanın çok çeşitli türleri ve anlamları olabilir. Tasnif ve tarife yardımcı olmak üzere iki ana eksen tesbit edilebilir: Tüzel kişilik ve amaç unsuru.

Aşağıdaki iki başlıkta bu iki unsuru inceleyeceğiz.

  1. Cemiyet, cemaat ve tüzel kişilik
  2. Bugünkü kavramsallaştırmada “cemiyet” aynı zamanda tüzel kişiliği bulunan kurumsal yapıları da ifade ederken, “cemaat” tüzel kişiliği olma-yan yapıları anlatır.

Tüzel kişiliği bulunan yapı ile bulunmayan yapı arasındaki en esaslı fark şudur:

Tüzel kişilik varsa, bu kişilik; amaçları, kurucuları, üyeleri, yöneticileri, denetçileri, kararları, malvarlığı ve sair yönlerden, devletin tuttuğu sicillere (ticaret sicili, dernekler sicili, vakıflar sicili, siyasi partiler sicili … gibi) kaydedilmekte ve böylece devlet tarafından da tanınmaktadır.

Bunun sonucu ise şudur: Tüzel kişiyi oluşturan ya da sahiplenen kişiler arasında; amaca, mala veya yönetime dair bir ihtilaf çıktığında devletin hakemliği yardıma çağırılabilir. Mesela genel kurulu mahkemenin ataya-cağı kayyım toplayabilir. Derneğin malvarlığını korumak ve bir ölçüde yönetmek üzere mahkeme veya atadığı kayyım bazı geçici tedbirler alabilir vs.

Tüzel kişiliğin bulunmadığı cemaatlerde ise ilişkiler daha gevşek ve in-formeldir ve devletin hakemliğine başvurulması kolay değildir. Cemaatleri devlet hukuken (bir varlık olarak) tanımaz. Bu “tanımama” hali onların gayrimeşru ve illegal olmasından değil, hukuken tanımlanmış türden teşkilatlı olmamasındandır. Dolayısıyla “tanımama” hali reddetme anlamında değil, aslında “görmezden gelme” anlamındadır. Devlet nezdinde de tanınabilmesi için ise cemaatin cemiyete (derneğe) dönüşmesi ya da cemiyetleşmesi gereklidir.

  1. Oysa Osmanlı döneminde ve Cumhuriyetin kuruluş yıllarında tüzel kişiliği bulunmayan yapıları ifade eden cemaat olgusunu devlet tanıyor ve hukuki statü veriyordu:

Mesela Lozan Anlaşması’yla tanınan “azınlık cemaatleri”ne ait taşınmazların tapu kayıtlarına doğrudan o cemaatin adı yazılıyordu. Kendilerinin tüzel kişiliği olan bir dernek veya vakıf kurmaları gerekmiyordu.

  1. Esasen hukuk düzeni açısından eskiden beri “cemaat” “azınlık cemaatleri”ni ifade etmiştir. 1926 tarihli eski Medeni Kanun’da ve onu bu yönden aynen takip eden 2002 tarihli yürürlükteki Medeni Kanun’un 101/3. maddesinde “Cumhuriyetin Anayasa ile belirlenen niteliklerine ve Anayasanın temel ilkelerine, hukuka, ahlâka, millî birliğe ve millî menfaatlere aykırı veya belli bir ırk ya da cemaat mensuplarını desteklemek amacıyla vakıf kurulamaz” denirken kastedilen “cemaat” tam olarak “azınlık cemaatleri”dir. Zira 1926 tarihinde Müslüman çoğunluğun dinî gruplaşmalarına “cemaat” denmemekteydi.

Buna karşılık yeni bazı mevzuat metinlerinde Müslümanların dinî gruplaşmasından söz edilirken “cemaat” dendiğini de görüyoruz. Bu durum dildeki dönüşümün mevzuatı da etkilediğini göstermektedir.

  1. Cemiyetlerin (derneklerin) alt türleri de birer dernektir. Bu kapsam-da siyasi partiler, sendikalar, sandıklar (sandukalar), enstitüler, kulüpler birer dernek alt türüdür. Ve hangi tür dernek iseler doğrudan bu türün adını kullanırlar. Beşiktaş Jokey kulübü, Kadın Amele Sendikası, Türk Tarih Enstitüsü … gibi. Mesela İttihad ve Terakki Cemiyeti sonradan adında “fırka” ibaresini de kullanmış olan siyasi bir cemiyettir. O tarihte siyasi partiler için ayrı bir kanun yoktu ve fırkalar doğrudan Dernekler Kanunu’na tabi idiler.

Tüzel kişilik varsa, bu kişilik; amaçları, kurucuları, üyeleri, yöneticileri, denetçileri, kararları, malvarlığı vesair yönlerden, devletin tuttuğu sicillere kaydedilmekte ve böylece devlet tarafından datanınmaktadır.

“Devleti ele geçirmek” deyimini burada özellikle ve uyarıcı olarak kullanıyoruz. Demokraside siyasi iktidar yasama ve yürütmeye ve dolayısıyla pozitif hukuk ölçeğinde yargıya hakimdir veya öyle olduğu varsayılır.

  1. Tüzel kişiliği (hükmi şahsiyeti) olmayan cem olmalar bugün için cemiyet değil cemaat olarak anılır. Oysa eski dilde ve bilhassa hukuk literatüründe cemaat farklı bir anlama geldiği (genellikle bilhassa azınlık cemaatlerini ifade ettiği) için, bilhassa TCK 163 bağlamında tüzel kişiliği olmayan cemiyetlerden de söz edilmiştir.

Nitekim TCK 163’te tarif edilen ve kurulması ve üye olunması suç oluş-turan “dinî cemiyet” genellikle tüzel kişiliği bulunmayan bir yapıdır.

“Genellikle” diyoruz, zira, şeklen Cemiyetler Kanununa uygun bir tüzel kişi olarak var olan ve fakat amacı görünenden farklı olduğu için gizli yönü itibariyle siyasi cemiyet olarak faaliyet gösteren ve bu yönü sebebiyle suç örgütü sayılıp kapatılan ve kurucularına ve üyelerine cezalar verilen cemiyetler de olmuştur.

Bu ihtimal dernekler açısından bugün de vardır. Mesela “Mavi Kanarya Sevenler Derneği” üyeler için açıp işlettiği lokali kumar oynatma mekanına dönüştürmüşse kendisi de dönüşmüş demektir ve kapatılır.

  1. Ancak önemle belirtelim ki anayasal demokrasi sebebiyle “siyasi cemiyetler”in kendilerini gizlemesine bugün artık gerek yoktur. Zira öncelikle Siyasi Partiler Kanununa ve orada hüküm bulunmayan hallerde Dernekler Kanunu’na tabi olmak üzere siyasi cemiyet (siyasi parti) kurmak ve bu yolla devleti ele geçirmeye çalışmak anayasa teminatı altındadır.

“Devleti ele geçirmek” deyimini burada özellikle ve uyarıcı olarak kullanıyoruz. Demokraside siyasi iktidar yasama ve yürütmeye ve dolayısıyla pozitif hukuk ölçeğinde yargıya hakimdir veya öyle olduğu varsayılır. Vesayet odakları olarak da isimlendirilen bürokratik direnç kimden gelirse gelsin ve ne adına olursa olsun meşru değildir.

  1. Cemiyet, cemaat ve amaç unsuru
  2. Seyahat halindeki otobüste “toplaşmış olan” kitle “orada” “toplanmış” değildir. Kendilerini oraya toplamamışlardır. Birilerinin davetiyle bir araya gelmiş de değillerdir. Otobüs işletmecisinin müşterisi olmuş olmak ve kısa veya uzun bir mesafe içinde seyahat ediyor olmak dışında bir ortak noktala-rı yoktur. O halde bu toplaşma sebebiyle bir cemaatten söz edilemez.

O otobüs beş kişilik bir terörist grup tarafından silah zoruyla ele geçirilir ve içeridekiler dağa kaçırılıp rehin alınırsa “toplaşmış olma” hali dönüşür ve bir tür cem olma biçimi başlar. Zira artık “teröristlerin elinden kurtula-bilme amacı” gibi özel, net ve hatta hayatî bir amaçları vardır. Ama yine de cemaat değillerdir. Zira bu amaç ve birleşme ihtiyarî değil zoraki ve zaruridir ve net bir şekilde “geçici”dir.

Oysa biliyoruz ki hiçbir terörist terörü “terör olsun” diye yapmaz. Dolayısıyla o beş teröristin bir araya gelmesi bir amaca bağlıdır ve bu sebeple onlar da bir tür cemaattir. Bu elbette kabul edilebilir bir cemaatleşme biçimi değildir ama bunun da adı cem’ olmadır. O beş kişinin bu eyleminin suç olduğu açık olduğu gibi bu eylemin bir amacının olduğu da açıktır. Amaç devletin fakirlere bedava ekmek dağıtmak üzere kanun çıkarmasını sağlamak gibi genel ve son derece masumane bir amaç olabileceği gibi mazlum ve masum olduğuna inandıkları arkadaşlarının hapisten salıverilmesini sağlamak gibi kendilerince öznel ve makul bir amaç da olabilir. Bir ortak amacın varlığı yönünden sonuç değişmez.

Amaca ulaşmak için belirlenen yöntemlerin (eylemin) suç olması amacı gayrimeşru haline getirmez. Aynı şekilde amacın meşru olması eylemi gayrimeşru ve suç olmaktan çıkarmaz.

  1. O halde sonuç olarak meşru ve az çok sürekli belli bir amaç için bir araya gelen kişilerin bu birleşmeleri bir cemaati oluşturur. Bu cemaatin aynı zamanda bir cemiyet (dernek) haline gelip gelmemesi ise farklı bir husustur.
  2. Aynı şekilde bir cemaatten bir cemiyetin (derneğin) de çıktığı haller-de cemaate mensup olan kişilerin aynı zamanda devletçe tanınan bu derneğe de üye olup olmayacağı da ayrı bir husustur.

Mesela ülkemizde bilinmeyen bir sporu yapmak ve yaymak veya bir fikri/ideolojiyi yaymak için bir araya gelenlerin “grubu” cemaattir. Kurdukları formel “yapı” ise dernektir. O cemaate mensup ya da sempatizan (dost) olan herkesin o derneğe “de” üye olması gerekmez. Tek dernekle yetinmeleri de gerekmez. Dernek üyelerinin aktif üyelikten ne anladığı kendisini bağlar.

Dernekte yönetici olma sorumluluğunun altına girip girmeyeceğini her üye kendisi bilir. Dileyen herkes dilediği sürece kendisini bu cemaate ait hissedebilir. Kendisini bu cemaate ait hisseden herkes bir adım ileri giderek şartlarını sağlayıp derneğe de üye olabilir ve aidiyet duygusunu aidatı ödeyerek gösterebilir. Ama kimse ve devlet onu dernekte kalmaya zorlayamaz. Dernek aidat alacağını icra zoruyla tahsil etmeye kalkamaz. Olsa olsa yöneticileri ödemeyi reddeden o üyeyi dernekten tard eder.

  1. Cem oluşlar bazen amaç, hedef, sebep, saik, sonuç, fayda gibi unsurlar yönünden karma nitelikler de taşıyabilir. Bazı cemaatlerde yapının dinî rengi ve dünyevi yönü bir arada bulunabilir.

Cem olmakta din araç ve dünyevi hedef amaç olursa din dünyaya alet edilmiş olur. Din amaç ve dünyevi biçimler araç olursa din ve ahiret için dünya alet ve hizmetkar olmuş olur. Bu çizgiyi kalınlaştıracak ve belirginleştirecek olan şey amaç unsurunun netleştirilmesidir.

Mesela “cami cemaati” bir tür cemaattir ve dinî bir toplanmayı ifade eder. Ama oldukça gevşek bir yapıdır ve salt uhrevidir. “Cami yaptırma ve yaşatma cemiyeti (derneği)” ise inşaat yaptırmak gibi dünyevi yönü de olan dinî bir cemaattir ve bir dernektir (bir cemiyettir).

  1. Risale-i Nur talebelerinin oluşturduğu cemaatin de amaç yönünden salt uhrevî olduğu açıktır. Risalelerin neşri faaliyeti ve bu maksada yönelik yapılaşmalar, aynen cami inşaatı gibi, bir yönüyle dünyevî bir fiil gibi görünse de aslında dünyevi bir amaç taşımaz. Tanışma ve dayanışma gibi bazı dünyevî faydaların ve sonuçların olması ise (bu sonuçlar amaç ve hedef haline gelmediği sürece) bu uhrevî amaca halel vermez.

Cem olmakta din araç ve dünyevi hedef amaç olursa din dünyaya alet edilmiş olur.

Türk Ceza Kanunu “suç işlemek için kurulmuş örgüt”ten, “örgütün faaliyeti çerçevesinde” işlenen suçlardan ve “örgüt mensubu suçlu”dan bahsetmek suretiyle örgütün suçla ilişkisinden ve ceza hukuku boyutundan da söz etmektedir.

 

  1. Cemiyet, cemaat ve örgüt kavramları
  2. Cemiyet (dernek) devletçe tutulan sicile ve resmen tasdikli deftere tabi bir yapı durumunda olduğundan; kurucuları, üyeleri, varlıkları, faaliyetleri ve amaçları itibariyle net ve bellidir. Görünen amacın gerçek amaç olup olmadığı da kamu düzenini korumakla mükellef olan devlet tarafından izlenebilir ve denetlenebilir durumdadır. Devlet açısından özel olarak endişe edecek bir durum yoktur.
  3. Cemaatler cemiyetlere nazaran daha informel ve daha gevşek yapılardır. Mensubiyet duygusu dernek üyelerine nazaran daha az “görünür”dür ama daha fazla “hissedilir”dir. Dolayısıyla samimiyet ve gönüllülük daha yüksektir. Kayda ve deftere tabi olmadıklarından devlet tarafından kamu düzeni ve suç işleme gibi riskler yönünden izlenmeleri için başka metodlara (istihbarî yöntemlere) ihtiyaç vardır.
  4. Eski dildeki “teşkilat”ın karşılığı olan örgüt kelimesi ise literatürde farklı anlamlara gelir.

Yönetim biliminde kitaplara da ad olmuş olan “örgüt yönetimi, “örgüt psikolojisi” gibi kavramlarda “örgüt” herhangi bir grubun yönetim yapısının teşkilatlanmış olmasını ifade eder ve nötr bir kavramdır.

“Örgütlü toplum” ve “sivil toplum örgütü” gibi kavramlar açısından ise “örgüt” olumlu ve sivil bir anlama gelir.

Millî İstihbarat Teşkilâtı gibi gizlilik gerektiren istihbarat örgütlenmeleri sebebiyle “örgüt” bazen de bir resmî örgütlenmedir ve bir tür gizlilik ve gizem içerir.

  1. Ceza hukuku açısından cemiyet (dernek) ve cemaat suçla ilişkili kav-ramlar olmamasına karşılık (derneğin suç örgütüne örtü olması ayrı bir hu-sustur) Türk Ceza Kanunu “suç işlemek için kurulmuş örgüt”ten, “örgütün faaliyeti çerçevesinde” işlenen suçlardan ve “örgüt mensubu suçlu”dan bahsetmek suretiyle örgütün suçla ilişkisinden ve ceza hukuku boyutundan da söz etmektedir. (Eski TCK 163’te geçen “gizli cemiyet” de aslında örgütlenmiş bir yapıyı ifade ediyordu.)
  2. Böylece anlaşılmaktadır ki bugünkü dilde cemaat ve cemiyet meşru yapılar iken, “örgüt” ya meşru ve legal amaçlar için ya da illegal amaçlar ve suç için kurulur. Legal amaçlar için kurulan sivil toplum örgütlerinin cemaat ya da bilhassa dernek olarak ortaya çıkması da mümkündür. Ancak bunlara “örgüt” denmesi sık görülebilecek bir kavramsallaştırma değildir.
  3. Devletlerin istihbarat örgütleri, toplumsal hadiselerden önceden haberdar olabilmek için bir bilgi kaynağı olarak cemiyetleri de cemaatleri de kullanırlar ve bu sebeple istihbarat elemanlarını bu yapıların içinde görevlendirirler. Bu normaldir.

İstihbarat örgütleri bilhassa ideolojik devlet modellerinde, cemiyet ve cemaatler üzerinde devletin ideolojisine uygun bir yönlendirme yapmak üzere de eleman görevlendirirler. Bu yönlendirme dolaylıdır. Bunu bazen grubun içinden bazılarını iktisadi ve sosyal olarak destekleyip beslemek suretiyle ve bazen de grubun üyelerini birbirine düşürüp bölmek ve zayıflatmak suretiyle yapmaya çalışırlar. Bu ise elbette hukuk devleti ilkelerine ve vicdan hürriyetine zıttır.

Ayrıca devletler ve gizli örgütleri, cemaatleri ve cemiyetleri bilhassa siyasi alanda ve uluslararası ilişkilerde operasyon aracı olarak kullanmaya çalışırlar ve hatta bu amaçla kullanabilmek üzere kurarlar ya da yönlendirip desteklerler. Bu gibi durumlarda çoğu zaman iki taraf da kendisini “kazanan taraf ” olarak görme eğiliminde olur.

Bediüzzaman’ın hizmet metodunda gizliliğe yer olmadığından bu tür-den ilişkilerden ve risklerden de söz edilemez.

  1. Yönlendirmeye ve kullanılmaya açık olup olmamak yönünden cemaat ile dernek arasında esaslı bir fark yoktur.

Bir cemaat salt dinî cemaat ise ancak devleti ve devlet teşkilatını kötüye kullanmaya çalışan din düşmanı komitelerce muhatap alınır ve izlenip yönlendirilir. Çare devlete karşı da şeffaflık ve her konuda samimiyettir.

  1. Sosyal yapılarda tabakalaşma

Toplumsal tabakalaşma denilen olgunun da basit bir sonucu olarak; cemaat, cemiyet (dernek) ve benzeri sosyal yapıların içinde de bir tür tabakalaşma vardır.

Kurucu ve sahiplenici kadro, aktif destekleyici kadro ve pasif destekçi ekip şeklinde üç ana gruba ve basamağa ayırabileceğimiz bu tabakalara Risale-i Nurda dost, kardeş ve talebe halkaları adı verilmektedir.

Cemaate yakınlaşan kişi önce en alt/dış düzeyde ilişki kurar. Yakınlaştığı şey dernekse üye olur. Sonra aktifleşmesinin ve samimiyetinin de yardımıyla orta halkaya dahil olur.

Derneğe üye ise faaliyetlerine daha aktif katılır ve kendisini “gösterir”. Sonra isterse ve imkan bulursa en üst/ iç pozisyona geçer, karar mekanizmalarında ve yönetim kademesinde de yer alır.

Bir cemaatin karar mekanizmaları ne kadar geniş bir iştirakle oluşturul-muş olursa o cemaat o ölçüde sağlam tabanlı olur. Tabakalar arasındaki geçirgenlik ne kadar kolaysa sahiplenme duygusu o ölçüde yüksek olur. Kurucu ilkeler ve kuruluştaki hedefler ne kadar net ve sağlam olursa hedefe ve ilkelere sadakat de o derece yüksek olur.

Terör örgütü ya da suç örgütü halindeki yapılarda sempatizanlıktan üyeliğe ve oradan da yöneticiliğe geçildikçe yani zirveye yaklaşıldıkça ceza sorumluluğu da ağırlaşır.

Dinî yapılarda ise merkeze/zirveye yaklaşıldıkça manevi gelirden ve duadan alınan manevi pay da artar.

  1. Cemiyet (dernek) ve vakıf ayrımı

Bir yardımcı bilgi olarak belirtelim ki bugün bir sivil toplum örgütü türü olarak da görülen “vakıflar” cemaat ve cemiyet kavramlarıyla şeklen ilişkili gibi görünseler de hukuki mahiyetleri itibariyle ayrı bir düzlemdedirler.

Vakıf için kişi sayısı önemli bir unsur değildir. Önemli olan amaca tahsis edilerek vakfedilen (amaç üstünde tevakkuf ettirilen) bir malvarlığının bulunmasıdır. Bu mal genellikle taşınmazdır, ancak menkul de olabilir. (Ve Kurucu ve sahiplenici kadro, aktif destekleyici kadro ve pasif destekçi ekip şeklinde üç ana gruba ve basamağa ayırabileceğimiz bu tabakalara Risale-i Nurda dost, kardeş ve talebe halkaları adı verilmektedir.

Vakıf eser durumundaki Risaleleri sahiplenen ve istifade eden kişilerden oluşan cemaat de derneğin kökü olan cemiyet/ cemaat türünden bir yapı olarak görülmüştür. (hatta “para vakıfları” bile mümkün görülmüştür). Ve hatta fikir ve sanat eseri de vakfedilmiş olabilir. Risale-i Nur Külliyatı bu türden bir “vakıf eser”dir.

Dolayısıyla tek kişi de vakıf kurabilir. Hatta bir kişi vasiyetle de vakıf kurabilir ve bu halde kurucu gerçek kişi ölünce vakıf tüzel kişisi “doğmuş olur” yani hukuk sahnesine çıkar. (Vakıflarda “kişi”nin önemsizliğinin tek istisnası aslında yarı vakıf yarı dernek durumunda bir tür olan ve işverenlerce kurulan “işçiler yararına yardım vakıfları”dır. Bu vakıfların amaçları ve yönetimleri dernek gibidir.)

Oysa cemiyet yani cem olmak için üç kişi (ya da şey), tüzel kişiliği bulunan dernek için en az yedi yetişkin kişi gereklidir.

Dolayısıyla ceza hukuku açısından suç örgütü ya da örgütlü suç için el-verişli tür, vakıf değil, bütün alt formlarıyla “dernek” denilen hukuki türdür.

Vakıf eser durumundaki Risaleleri sahiplenen ve istifade eden kişiler-den oluşan cemaat de derneğin kökü olan cemiyet/cemaat türünden bir yapı olarak görülmüştür.

 

  1. MÜDAFAALARI ANLAMAYA YARDIMCI BİLGİLER

Bediüzzaman’ın ve Nur Talebelerinin müdafaalarını tam anlayabilmek için o müdafaalarda yer alan ve bugünkü dilde farklı anlamlara da gelebilen bazı kavramların o günkü anlamlarını bilmek gerekmektedir. Bu başlıkta bunu deneyeceğiz.

 

  1. Siyaset kavramı

 

  1. Günümüzde siyaset “siyaset yapmak” örneğinde olduğu üzere bir “eylem”in ve “tutum”un ve “siyasi iktidar” örneğindeki gibi bir “kurum”un adıdır. Siyaset günümüzde “idare” anlamına gelmemektedir. “Siyasi iktidar” kamusal idari kurumlar üzerinde yetki sahibi olan bir otorite olarak kabul edilmektedir.

Oysa eski dilde, demokratik kurumların yerleşmiş olmamasının da etkisiyle, “siyaset”, çoğu zaman, “siyasi idare” anlamına da gelmektedir.

  1. Risalelerde siyaset hem eskide kalmış anlamlarıyla ve hem de bu-gün de geçerli olan anlamlarıyla kullanılmaktadır. Dolayısıyla siyasetten söz edilen metinleri tam ve doğru anlayabilmek için bu kullanımların bağlamlarını iyi düşünmek gereklidir.

Mesela “Risale-i Nur’daki şefkat, hakîkat, hak, bizi siyasetten menetmiş. ‘Çünkü, masumlar belaya düşerler, onlara zulmetmiş oluruz.’ Bazı zatlar bunun izahını istediler; ben de dedim” ile başlayan mektubun bu girişinde yer alan “siyaset”, devamındaki “ehl-i hak, hakkını kuvve-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle, çok bîçareleri yakacak;

… İşte, Kur’an’ın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karışmaktan kaçındığımızın hakîki hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik.” cümlelerinden ve bilhassa “siyasetten ve idareye karışmaktan” vurgusundan da anlaşıldığı üzere, devletin elinde bulunan “maddi kuvvet”i yani kamusal cebir yetkisini ifade etmektedir.

  1. Aynı şekilde “siyasi cemiyet” ve “siyasetli cereyanlar” deyimleri de devlet kuvvetini ve bilhassa yasama ve yürütme güçlerini elde etmeyi amaçla-yan “siyasi akımlar”ı ve ekipleri ifade etmektedir. Bediüzzaman ve Nur Talebelerine isnat edilen “gizli siyasi cemiyet” kurma ve o cemiyete üye olma suçu açısından da siyaset bu anlama gelir. (Eski TCK’nın 163. maddesi 1991’de kaldırılmış olduğundan ve 2005’teki yeni TCK’da da benzer bir suç tarifi yer almadığından bugün için böyle bir suç türü yoktur.)
  2. Yine aynı şekilde Risalelerde sık geçen “siyaset topuzları” da “siyaset cereyanları”dır ve siyasi partilerin baskı grubu olarak kuvvetini ve bilhassa iktidarı elde eden siyasi parti veya partilerin devlete ait olan yasama, yürütme ve yargı kuvveti eliyle güç kullanma yetkisini ifade eder.

Siyaset topuzlarına talip olmak yani bir siyasi cereyan oluşturarak par-ti kurmak ve siyaset yoluyla devlet kuvvetini elde ederek vatana, millete ve hatta dine hizmet etmek mümkündür. Hatta vaktine ve ehline göre bu gereklidir de.

Ancak Bediüzzaman “iki elimiz var, yüz elimiz de olsa nura kâfi gelir, topuzu tutacak elimiz yok” diyerek dine hizmet metodu olarak topuzculuğu değil nurculuğu yani sivil alanda nasihatçiliği tercih ettiğini ve dolayısıyla dine hizmet için siyasetten ve devlet yönetmekten uzak durduğunu bildirmektedir.

Bediüzzaman, siyaset ve din ilişkisinde; siyaseti dinsizliğe ve dini siyaset alet eden iki uç tavra karşı demokratları desteklemekte ve onlara da siyaseti dine alet ve hizmetkar etmeyi tavsiye etmektedir.

 

 

 

  1. Hükümet kavramı

Günümüzde “hükümet”, parlamenter demokratik sistemdeki Bakanlar Kurulunu (kabineyi) ve genel olarak “iktidar”ı ifade eden yürütme organını ve devletin icra kuvvetini anlatır.

Eski dilde ise “yasama, yürütme ve yargı” biçimindeki kuvvetler ayrılığının yaygın bilinmediği dönemin de etkisiyle, “hükümet konağı” örneğinde de olduğu üzere, “hükümet”, “devlet”in tümünü ifade eder.

Risalelerde ve bilhassa müdafaalarda “Afyon Hükümeti” ve “hükümetin bazı memurlarını iğfal” örneğinden de anlaşılacağı üzere “hükümet”; “devlet” ve “devlet yetkilileri” anlamında kullanılmıştır.

Dolayısıyla bu eski kullanım biçimi bugün yaşanan yargı bağımsızlığı tartışmalarına atıf yapacak ya da onlardan etkilenecek bir kullanım değildir.

 

  1. İtaat, isyan, kabul, red, amel etme kavramları

 

  1. İtaat ve isyan iki zıt davranıştır. Neye, kime ve kimin kanununa ne zaman itaat edilir ve kimin emrine ve kanununa ne zaman ve hangi halde itaat edilmez ve hatta isyan edilir?

Fıkhın hükmü ana hatları koyar: “Allah’a isyanda kula itaat edilmez”.

Ancak ayrıntılarda belirsizlikler giderilmelidir.

Nureddin Topçu “İsyan Ahlakı” adlı eserinde iki zıddı bir araya getir-meye ve telif etmeye çalışmaktadır: İsyan ve ahlak.

Fıkhın hükmü ana hatları koyar: “Allah’a isyanda kula itaat edilmez”. Ancak ayrıntılarda belirsizlikler giderilmelidir.

“Bir kanunu reddetmek” bugün için “kanunun haklılığını ve yerindeliğini reddetmek” anlamına gelir ve bir ceza gerektirmez.

Bediüzzaman ve talebeleri de yargılamalarda, devlete ve kanuna itaat etmemekle ve hatta isyan etmekle itham edilmişlerdir.

  1. İsyanın bir ayrımı pasif direniş ve aktif isyan hali olup diğer bir ayrımı da bireysel ve toplu direniş ve isyandır. Bediüzzaman toplu isyan denilebilecek hiçbir tavrın içine girmemiş, din namına isyana kalkışan ve kendisin-den de din namına destek isteyen kişileri de açıkça reddetmiştir.
  2. Ancak Bediüzzaman birkaç konuda ciddi bir sivil itaatsizlik sergilemiştir.

Sivil itaatsizlik için “hapse girme hakkını kullanmaktır” denilir. Hap-se suç işleyen girer. Ama kamu vicdanında suç olmayan bir eylemi sebebiyle yargılanan ve hapse giren bir kişi kürsüyü işgal eden hâkim nazarında mahkûm iken Hakimler Hakimi nazarında masumdur.

Bediüzzaman da ilmî kisvesinin bir mütemmimi ve rütbe alameti olan “ecdadımızı temsil ettiğini” gösteren sarığına -evden çıkmamayı ve hatta hapse girmeyi göze alarak- dokundurtmamış, Risale-i Nur ile ders vermeyi ise hapse de atılsa sürdürmüştür.

  1. Bediüzzaman kendisinin ve Nur Talebelerinin bu tavrını başka bir kavram seti ile izah etmiştir: Kabul etmemek, reddetmek, amel etmemek.

“Bir kanunu reddetmek” bugün için “kanunun haklılığını ve yerindeliğini reddetmek” anlamına gelir ve bir ceza gerektirmez. Oysa o günün lâdinî devrimci devlet anlayışının ve “inkılabın kanunu bütün kanunların üzerin-dedir” diyen inkılapçı hukuk anlayışının da sonucu olarak, kanunu red başka bir anlama gelmektedir. “Kanunu reddetmek” rejime isyan etmek anlamına gelebilmektedir.

  1. Bu sebeple Bediüzzaman’ın ıstılahında da “kanunu reddetmek” o kanunun gereğine uygun olarak amel etmemekten çok daha ağır bir durum-dur ve bir tür “rejime isyan”dır. Şu cümleleri bunu açıklar:

“Bir kanunu reddetmek başkadır ve o kanunla amel etmemek bütün bütün başkadır. Evvelkinin cezası i’dam ise, bunun cezası ya bir gün hapis ve bir lira ceza-yı nakdî veya bir tekdir veya bir ihtardır. Ben o kanunlarla amel etmiyorum; hem amel etmekle dahi mükellef olamıyorum. Çünki münzevi yaşıyorum. Bu kanunlar hususî menzillere girmez.”

  1. Diğer bir bahiste ise kanunu “reddetme”nin idare ve asayişe ilişen bir hal olduğunu ve kendilerinin bundan uzak durduğunu şöyle açıklar:

“Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır ve amel etmemek bütün bütün ayrıdır. Ehl-i hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz. İdare ve asayişe ilişmeyen şiddetli muhalifler, her hükûmette bulunur. Hattâ Hazret-i Ömer’in (R.A.) taht-ı hâkimiyetindeki Hıristiyanlara, kanun-u şeriatı ve Kur’anı inkâr ettikleri halde ilişilmiyordu. Hürriyet-i fikir ve serbestiyet-i vicdan düsturu ile Risale-i Nur’un bir kısım şakirdleri; idareye dokunmamak şartıyla rejim ve usûlünüzü ilmen kabul etmezse ve muhalif amel etse, hattâ rejimin sahibine adavet etse, onlara kanunen ilişilmez.”

  1. Yine başka bir bahiste kanunu “reddetme”nin bir tür toplu isyan hali olduğunu ve kendisinin ve talebelerinin böyle bir hale girişmediğini şöyle açıklar:

“İşte bu hakikata binaendir ki; Ayasofya’yı puthane ve Meşihat’ı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen tarafdar değiliz ve şahsımız itibariyle amel etmiyoruz. Ve bu yirmi sene işkenceli esaretimde eşedd-i zulüm şahsıma edildiği halde siyasete karışmadık, idareye ilişmedik, asayişi bozmadık. Yüzbinler Nur arkadaşım varken, asayişe dokunacak hiçbir vukuatımız kaydedilmedi.”

“Red”de dair şu cümleler de “rejim”i “reddetme” kavramı üzerinden aynı yaklaşımın tezahürüdür:

“Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır. Hazret-i Ömer’in (ra) taht-ı hükmünde, kanun-u adalet-i şer’iyesini reddetmeyen ve ilişmeyen Yahudilere, Nasara’ya ilişmiyordular. Demek kabul etmemek, tasdik etmemek, idarece bir suç teşkil etmiyor ki; o çeşit muhalifler ve münkirler, en kuvvetli padişahların idaresi ve siyaseti altında bulunmuşlar. İşte bu nokta-i nazardan, Risale-i Nur’un şakirdlerinden en müdhiş bir muhalif, rejim müessisini tel’in de etse, bilfiil idareye ilişmese, onun mefkûresine kanunen ilişilmez. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir, onları tebrie eder.”

  1. Özetle rejime ve dayatmalarına topluca isyan etmek anlamına gelen “kanunu reddetme” türünden “eylem”lerden uzak duran Bediüzzaman, bu dayatmalara karşı; kabul etmemek, kalben kabul etmemek, amel etmemek gibi şekillerde tezahür eden çeşitli itaatsizlikleri de açıkça sergilemiştir.

 

  1. Hukuk-u medeniye ve hukuk-u şahsiye kavramları

Hukuk-u şahsiye bugünkü hukuk dilinde “şahsi haklar” ya da bazen “şahsiyet hakları” anlamına gelir. Aynı şekilde hukuk-u medeniye de me-deni haklar anlamına gelir. Her iki kavram da hukuk dallarına ve kurallarına ilişkin ana ayrım durumunda olan bugünkü kamu hukuku / özel hukuk tasnifinde özel hukuka ait haklar kapsamında görülür ve devletin taraf olduğu kamusal ilişkilerin kamu hukukunun ilgi alanının dışında kalır. Böyle bakıldığında bu haklar üzerinde tartışma yürütmek Bediüzzaman’a yakıştırılamayacak bir tutum olur.

Oysa kamu hukuku / özel hukuk ayrımının geçerli ya da etkili olmadığı eski dönemde, bu kavramlar, anayasal haklardan biri olan şahsiyet haklarının ve şahsiyetin korunmasının yanında, anayasal hakların tümünü de ifade eder. Zira “şahsiyet” hakların merkezindedir ve Bediüzzaman’ın “hürriyet-i umumi efradın zerrat-ı hürriyatının muhassalıdır” sözüyle ifade ettiği üze-re, şahsi haklar diğer bütün hakların başlangıcıdır.

Dolayısıyla Bediüzzaman’ın hukuk-u şahsiye ve medeniyesini müdafaa ettiği bahisler onun “basit şeylerle ilgilenmesi” anlamında “şahsi hakları”nı savunması olarak anlaşılmamalıdır.

“Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz.”

 

Günlük dilde “cinayet”, adam öldürme suçunu ifade eder hale gelmiştir. Ancak yine günlük dilde adam öldürene cani denilmesinden kısmen vazgeçilmiş, böylece adam öldüren kişi sadece “katil” olarak anılır hale gelmiştir.

 

  1. Mahkeme ve muhakeme ayrımı

Bediüzzaman’ın müdafaalarında zaman zaman bu iki kelime birbirinin yerine kullanılmıştır. Bugünkü kullanımda ise “mahkeme”nin yerine başka bir kelime geçmemiş olmakla birlikte “muhakeme” kelimesinin yerine “yargılama” ibaresinin geçmesi gerektiğini düşünenler vardır.

Dolayısıyla mesela “Afyon mahkemesi Müdafaası” deyimi Afyon Muhakemesi Müdafaası” olarak anlaşılmalıdır.

 

  1. Cinayet ve katl kavramları

Günlük dilde “cinayet”, adam öldürme suçunu ifade eder hale gelmiştir. Ancak yine günlük dilde adam öldürene cani denilmesinden kısmen vazgeçilmiş, böylece adam öldüren kişi sadece “katil” olarak anılır hale gelmiştir.

Oysa adam öldürmek “katl”dir ve adam öldüren katildir. (Katl-i âm ise çok sayıda kişiyi öldürmek demektir).

Cinayet ise suç tasnifinde suçların alt türlerinden biridir. (Eski suç tasnifinde suçlar; cinayet, cünha, hafif cünha ve kabahat olarak dört basamağa ayrılırdı). Adam öldürme (katl) en ağır suçlardan biri olduğundan bir cinayet türü idi.

Risalelerde geçen cinayet tabirini de “ağır suç” anlamında geniş bir kav-ram olarak anlamak gereklidir.

 

SONUÇ

Bediüzzaman’ın ve Nur Talebelerinin, 1925’ten itibaren “adı cumhuriyet” olan istibdat döneminde başlayan ve 1950’de eksik demokrasiye geçil-dikten sonra da kısmen devam eden ceza yargılamalarında ortaya koydukları müdafaaların içeriği ve üslubu destansı ve muhteşemdir.

Ezelî iman davasının bu çağdaki delili durumunda olan Risale-i Nur’ların müdafaası niteliğindeki bu savunmalarda; dava dosyaları, mahkemeler ve cezaevleri, sadece, asıl dava olan iman davasını müdafaa ve ilan et-meye yardımcı birer ders mekânı (medrese-i Yusûfiyye) ve vesile olmuştur.

Nur Talebelerinin “devleti ele geçirmek” gibi bürokratik ya da “iktidar olmak” gibi siyasi bir hedefi yoktur ve olmamıştır. Nurcuların, Bediüzzaman’ın ıstılahında “siyaset topuzları” ve “topuzculuk” olarak da tarif edilen bu tür hedeflere sahip olanlarla, dindar da olsalar, metod olarak bir yakınlıkları da olmamıştır. Memuriyete giren Nurcular da gündüz mesailerinde devlete (ve aslında millete) hizmet ettiklerinin ve dine asıl hizmetlerinin resmî mesai dışı saatlerde ve ortamlarda ve sivil ve samimi/ihlaslı hizmetler şeklinde olacağının farkında olmuşlardır.

Nur Talebeleri “devletçi-topuzcu” değildir. Sivil alanda kalarak din hizmeti yapan “nasihatçi-nurcu” samimi müminlerdir. Kur’an’ın sesi olan bu nasihatin muhatapları bütün insanlıktır. Siyasetçiler de elbette bu nasihatin bilhassa hürriyet, adalet ve liyakat boyutunun muhatabıdır -hangi par-tiden olurlarsa olsunlar.

Ancak bu nasihat ve gayret, bazılarınca, yanlışlıkla veya kasten, siya-si rekabet olarak anlaşılmış, din düşmanları da siyasetçilerin bu “rekabet zannı”nı işleterek ve devleti alet ederek Nur Talebelerini ezmeye çalışmışlar ancak Allah’ın inayetiyle bu hedeflerine ulaşamamışlardır. Nur Talebeleri, ezildikçe ve vuruldukça sıkılaşıp kuvvetlenen keçe misali birbirilerine ve hedeflerine daha sıkı sarılmışlar ve Allah da ihlaslarına binaen onları muvaffak etmiştir.

Bu davaların bu milleti ve hatta tüm insanlığı Risale-i Nurdan kısmen de olsa mahrum bırakmak ve böylece milletin hem dünyasına ve hem de ahiretine zarar vermek şeklindeki olumsuz sonuçları kötü niyetli müsebbiplerinin boynunda ağır bir yük ve vebaldir.

Kamuoyunun yakından takip ettiği bu davalar ve süreç, aynı zamanda, devleti de dönüştürmüştür. Devletin gizli din düşmanlarının elinden kur-tulup milletin hakimiyeti demek olan demokrasiyi derinleştirmesine ve laikliğin din ve vicdan hürriyeti olarak anlaşılmasına yardımcı olmuş, dinin pratiklerinden uzak siyasetçilerin bile dine ve dindarlara bakışını değiştirip müsbet yöne döndürmüştür. 1930’larda söylenmiş olan “Risale-i Nur yasak olmaz” sözü tahakkuk etmiş olup gereğinin yapılmasını beklemektedir.

Şimdi artık Risale-i Nurların devlet eliyle dağıtıldığı ve basıldığı dönemlere gelinmiştir. Bu, Risale-i Nur’la imana hizmet edenlerin üzerinde düşünmesi ve hakkıyla değerlendirmesi gereken önemli bir aşamadır.

Bediüzzaman’ın ve Nur Talebelerinin hizmet tarzı ve bu hizmeti müdafaa tarzı, bütün bu özellikleriyle, bu zamanda dine hizmetin doğru yönteminin ne ve nasıl olması gerektiğini de tescilleyen canlı bir örnektir.

Bu sebeple, bu müdafaalar; bir kişiye, bir bölgeye ve bir zamana (maziye) ait ve tarihsel metinler değildir. Aksine, bütün dünyada dine hizmete gayret eden ve edecek olan bütün Müslümanların dünyevi muvaffakiyet için de ders ve örnek alması gereken ihlaslı, esaslı ve canlı metinlerdir.